Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Başörtüsünde çözüm |
YÖK’ün İstanbul Üniversitesinde şapkayla derse giren bir öğrencinin sınıftan çıkarılması üzerine rektörlüğe gönderdiği “Çıkarmayın, tutanak düzenleyin” yazısıyla yeni bir boyut kazanan başörtüsü tartışması devam ederken, konu yine işi çıkmaza sokabilecek yerlere çekiliyor ve çekiştirildikçe çözüm zorlaşıyor. Bu konuda anayasal düzenlemeye ihtiyaç olmadığını, YÖK Kanununda kılık kıyafet serbestliğini öngören ve AYM’nin iptal etmediği maddenin yeterli olduğunu söylüyor YÖK Başkanı. Ama o madde 21 yıldır orada durduğu halde yasak niye daha da şiddetlenerek devam ediyor? Ve ülke 28 Şubat türbülansına girmeden önce, bugün yasak uygulamasının en önemli dayanağı olarak gösterilen AYM kararları o zaman da mevcut olduğu halde, başörtüsü birkaç istisna dışında birçok yere özgürce girebiliyordu. Çünkü mesele, uygulamada çözülmüştü. Tâ 28 Şubat fırtınası patlayıncaya kadar... Öyle ki, yasağın en katı biçimde uygulandığı dönemde Uludağ Üniversite rektörü olan Prof. Ayhan Kızıl, adı yasakla anılan eski YÖK Başkanı Gürüz’ün bile, başlangıçta “Bu işin üzerinde durmayalım” tavrı içinde olduğunu, ama sonraları “Türkiye’nin esen rüzgârlarına göre bir yerde durduğunu” söylüyor (Yeni Akit, 11.10.10). Ve o dönemdeki kendi tavrını da “1997-98 yıllarında üzerimizde bir baskı hissettik. Yasağı mecburen uygulamak zorunda kaldık. Başörtülü öğrencileri disipline sevk etmeseydik, bizi sevk ederlerdi” sözleriyle anlatıyor eski Rektör. Bu konuda “Askeriyeden bir etki görmedim” sözü, bahsini ettiği “baskı”nın nereden kaynaklandığını daha da esrarengiz bir hale getiriyor. Dolayısıyla, bir yönüyle “günah çıkarma ve sorumluluktan kurtulma” çabasının ifadesi olarak görülebilecek beyanlarında vurguladığı “baskı”nın niteliğini, kaynağını ve şiddetini net bir şekilde ortaya çıkarma ihtiyacı zuhur ediyor. 28 Şubat’ta Türkiye’nin hangi sebep ve saiklerle böyle bir ortama sürüklendiğinin çok iyi tahlil edilmesi gerekiyor. Bunun için de sathî ve basmakalıp itham ve iddiaların ötesine geçilerek, o dönemde yaşananların bütün boyutlarıyla derin analizlere tâbi tutulması icab ediyor. Bunu ifade edip yine başörtüsüne dönersek: Dediğimiz gibi, bu konuda çözüm anayasa, kanun, yönetmelik, genelge, yazı gibi dokümanlar üzerinden kurallar ihdas ederek değil, özgürlükleri esas alan bir uygulama ile sağlanabilir. Aksi halde, son günlerde bir kez daha gördüğümüz gibi iş çıkmaza giriyor. “Tamam, üniversiteye başörtüsüyle girilebilsin, ama karşılığında başı açıkların da baskıya maruz kalmayacağının garantisi verilsin; ayrıca ilk ve orta okullarla kamu kurumlarındaki yasak iyice pekiştirilsin; kamu hizmeti verenlerin başörtüsü takamayacağı kurala bağlansın” gibi şartlar dikte edilerek, mesele bir pazarlık konusu haline getiriliyor. Ve “lütuf”muş gibi sunulmak istenen “Kamu hizmeti alana yasak uygulanmasın” teklifine dahi, Antalya Belediye Başkanı gibi bazı cin fikirliler tarafından, “Yarın lise öğrencileri ‘Ben de kamu hizmeti alıyorum, o halde başörtüsü takabilirim’ diyebilir” gerekçesiyle karşı çıkılıyor. Bu örnekler, “Mecliste bir araya gelip iki-üç maddelik bir değişiklikle meseleyi hallederiz” düşüncesini hayata geçirmenin hiç de kolay olmadığını, hattâ imkânsız olduğunu gösteriyor. Onun için, bu meseleyi AKP ile CHP’nin bir araya gelmesiyle ve onlar anlaşırsa MHP’nin de destek vereceği bir yasal düzenleme ile çözme formülü, yine isabetli bir yol gibi görünmüyor. Onun yerine, “Sessiz kalalım, iş kendi kendine hallolacak. Susalım, çözüm gelir. Birazcık sükûnet olsa, bunlar yaşanmayacak” diyen Hayrünnisa Gül’ün tavrı çok daha doğru ve haklı. Partiler tavırlarını bu yaklaşıma bina edip, saygı ve hoşgörüyü esas alan bir politika izleseler ve tabanlarını bu istikamette yönlendirseler, çözüme çok daha faydalı bir katkıda bulunurlar. 13.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Banu YAŞAR |
|
Beklemeyi öğrenmek |
Hep şikâyet ederiz “Çocuklarımız varın kıymetini bilmiyor, yoktan da anlamıyor” diye… Ama bunu onlara nasıl anlatacağımızı, nasıl öğreteceğimizi de bilemeyiz. Ya çok kısıtlarız, birden kocaman yasaklar koyarız ya da biz görmedik, onlar rahat etsin düşüncesiyle bütün kapıları açarız. Her istediğini yaparak, her istediğini alarak onları mutlu etmeye çalışırız. Hiçbir şeyden eksik kalmasın, beklemesin, ağlamasın, üzülmesin diye özellikle maddî isteklerini hemen yerine getirmeye çalışırız. Bunu yapabildiğimiz ölçüde de görevimizi yerine getirdiğimizi, iyi anne babalar olduğumuzu düşünürüz. Oysaki insanın özgürlük kadar, sınırlara da ihtiyacı vardır. Sağlıklı sınırlar insana güven verir. Bildiği yerlerde geziyormuş hissini verir. Çocuğun gerçek ihtiyacı, her gördüğünde istediği şeyler değildir. Onun gerçek ihtiyacı anne babasının onunla oynaması, birlikte zaman geçirmesi, saçlarını okşaması ve ona sevdiğini söylemesidir. Çoğu zaman bunları bulamadığı için, sürekli bir şeyler aldırmaya çalışarak sevilip, sevilmediğini kontrol etmek ister. Alıyorlarsa seviyorlar, almıyorlarsa sevmiyorlar gibi, yanlış bir anlam çıkarır. Birlikte vakit geçirilen, kendisiyle oynanan çocuklar ise ‘’yok’’ dendiği zaman daha kolay ikna olurlar. Bilirler ki, anne babaları onları seviyor, onlarla oynuyor ve birlikte zaman geçiriyorlar. İstedikleri şeyi de uygun bir zaman da zaten alırlar, diye düşünür. -Var kadar, güzel söylenmiş bir yok- da oldukça öğreticidir. En büyük Terbiye Edicinin bizi büyütürken kullandığı metodun muhtevasında da bu vardır. Verdiklerini şefkatli bir şekilde ödünç alarak, sahip olduklarımızın ne kadar değerli olduğunu anlatır bize... Bunu yaparken de tehdit etmeden, yüzümüze vurmadan, sadece O’nunla kendi aramızdaki bir sırmış gibi yapar bunu... Öğretirken bile o kadar ince ve şefkatlidir ki… Biz de anne baba olarak çocuklarımızı yetiştirirken O'nun metodunu kullanmalıyız. En azından taklit etmeye çalışmalıyız. Her istediğini hemen almanın ona faydadan daha çok zarar vereceğinin farkına varmalıyız. İstediğini almamayı bir ceza gibi göstermeden, arzularını, isteklerini erteleyebilme yetisini öğrenmesinde ona rehberlik etmeliyiz. “İstediğin şeyi almak için biraz para biriktirmemiz lâzım, ya da en güzelini bulmak için biraz araştırıyorum, bunun için biraz zamana ihtiyacım var” diyebiliriz. Tehditkâr olmayan açıklamalar çocuklara güven verir. Yaşına uygun bir bekleme süresi, verilenin güzelliğini de arttırır. Annesinin babasının onun için en uygun zamanda en güzelini alacakları güvenini yaşatır. Bu da ebeveyn ve çocuk arasındaki, bir şeyler aldırarak sevilip sevilmediğini test etme davranışını ortadan kaldırır. Biz yetişkinlerin Rabbi ile ilişkisinde de bu gerçeklik yatar. O'nun bizim için yazdığı kadere hüsnü zanda bulunmak hayatımızı kolaylaştırır. İstediklerimiz konusunda bekletiyorsa eğer, mutlaka hazırladığı sürprizlere kalbimizi, aklımızı hazırlıyordur diye düşünebilmek hayatımızdaki korkulardan bizi azat eder. Kesin vereceğine inanarak istediğimizde, hediyeleri ile birlikte gönderir. Çocuklarımıza varın kıymetini öğretebilmek için asıl Terbiye Edicinin yöntemlerini kullanabiliriz. Bu da bizi, sürekli deneme yanılma yaparak doğruyu bulma zorluğundan kurtarır. Çocuklar sözle, nasihat ile değil, bizzat bizi gözlemleyerek öğrenirler. İşte bu yüzdendir ki, sürekli şikâyet eden, sızlanan anne babalar olmaktan vazgeçmeliyiz. Beklemeyi bilen ve bu halden şikâyet etmeyen anne babalar olmak çocuk için de model oluşturur. ‘’Annem babam istedikleri bir şeyin gerçekleşmesini ya da olmasını beklerken hiç de sabırsız ve huzursuz değiller. En uygun zaman ve sürede verileceğinden emin olarak bekliyorlar” diye düşünür. Çocuk bunu anne babasının hal ve davranışlarından, onlara bakarak ve gözlemleyerek öğrenir. Bir kayıt cihazı gibi gördüğü ve duyduğu her şeyi kaydeder. Bu ilk kayıtlar hayatı boyunca insanlarla ve kâinatla ilişkisinde asıl kaynakları oluşturur. Rabbi ile ilişkisi, O'nun verdikleri ya da vermedikleri karşısında tutumu da bu ilk kaynak olan anne babanın davranışlarından ve sözlerinden etkilenir. Onlar bizi, inandığı için yaşamaktan lezzet alan, hayatı kolaylaştıran ve olumlu bakan insanlar olarak görürlerse, işte o zaman görevimizi gerçekten yapmış oluruz. 13.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Saliha FERŞADOĞLU |
|
Emek işçisi |
5 Şevval, Hicretin 19. Senesi, Şam İkindi namazını camide kıldıktan sonra çocukluk arkadaşım Sa’d bin Ali’nin yanına uğradım. Caminin az ilerisinde küçük bir baharatçı dükkânı açmıştı kendisine. Hindistan’dan gelen rengârenk, değişik kokulara ve lezzetlere sahip baharatları ilk defa onun dükkânında görmüş ve tatmıştım. O, kimseye karışmayan, kendi halinde, mahzun ve garip biriydi. Dostluğumuz Mekke yıllarına kadar uzanıyordu. Hatta bir ara ailesiyle Habeşistan’a göç etmiş; annesinin ağır bir hastalığa yakalanması üzerine Mekke’ye geri dönmüşlerdi. Ne yazık ki, çok geçmeden annesi vefat etti. O mahzun ve garip halleri annesini kaybettikten sonra kazandı. Yüzünde her zaman buruk bir tebessümü vardı. Sanki her an o acıyı yaşıyor gibiydi. Hasıl-ı kelâm, dostumu görünce, bir lâhzada bunları hatırladım. Dükkânın bir köşesine ilişip mazinin sayfaları arasında uzun bir yolculuğa çıktık. Kâh Mekke sokaklarında bir çocuk oluyor, develerin arkasında saklambaç oynuyorduk. Kâh Medine’de, Mescit-i Nebevi’de Allah Resulu’nü çevreleyen halkada yan yana oturuyorduk. Usulcacık bugünlere aktı geldi sohbetimiz. Şam’ın geceleri üşüten kuru ayazından bahsettik, bir türlü alışamıyordu bedenlerimiz buraya. Gurbetin havası, tadı, hengâmesi farklıydı. Zaman hızla ilerlemiş sohbet ederken… Çırak dükkânı kapatmak için izin isteyince, arkadaşım belinde taşıdığı kesesinden yarım dirhem çıkararak genç çırağına uzattı. “Eyvallah usta. Allah bereket versin.” “Bereketini gör.” Dostumun bu hareketi çok hoşuma gitmişti. Emeğinin karşılığını gören çırağı ona saygı ve sevgi çerçevesinde yaklaşıyor, vazifesine sadık kalıyor, en iyi şekilde hizmetini yapıyordu. Böylece işleri yolunda gidiyor, kazançları bereketleniyordu. “Hz. Enes’ten işitmiştim. Peygamber Efendimizden (asm) bir hadis duymuş, gecesinde benimle paylaşmıştı. ‘İşçinin ücretini alnının teri kurumadan veriniz.’* Doğrusu kimseyi kendi hizmetimde kullanmadığım için bu hadisi tatbik edememiştim. Ancak sen, bu fırsatı değerlendirdin. Allah Resulü’nün sözünü bizzat hayatına uygulayarak, O'nun (asm) yolunda olduğunu en güzel şekilde ispatladın. Maşallah! Ne mutlu sana!” Sa’d, buruk tebessümünden bir deste daha hediye etti bana. Beraber akşam yemeği için evine koyulduk. Elini omzuma koydu, tıpkı eski günlerdeki gibi…
* İbn Mace, Rükün: 4 13.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Kur’ân-ı Kerîm penceresinden kâinat |
Zeynep Hanım: “Yâsîn Sûresi’nin 40. âyetinde güneşin aya erişemeyeceği, gecenin de gündüzü geçemeyeceği, her birisinin bir yörünge üzerinde yürüdükleri beyan edilir. Başka âyetlerde de gece ile gündüzün birbirini tâkip ettikleri belirtilir. Bu âyetlerle kutuplardaki altı ay gece ve altı ay gündüz olma durumunu nasıl izah edeceğiz?”
Kur’ân varlıklardan kendi değerleri için değil, Yaratıcıları adına bahseder. Yani Kur’ân’ın varlıklara bakış açısında tek cihanşümul değer, Allah’ın onları dilediği gibi yaratmış olmasıdır. Her şey Allah’ın sonsuz ilmini, irâdesini, kudretini, hâkimiyetini, hikmetini, hilkatini, tedbir ve tedvîrini, yani yöneticiliğini gösterir. Kur’ân varlıklara kendi adlarına ve kendi hesaplarına bakmaz. Çünkü kendi adlarına varlıklar birer isimden, resimden ve infialden; yani yapılan birer eserden ibârettirler. Yapılan eserler de zorunlu olarak “Yapan”ı gösterirler. Eşsiz bir san'at eseri olan kâinâtın müzeyyen, yani tezyin edilmiş bir Kur’ân olduğunu beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, Kur’ân-ı Hakîm’in ise büyük kâinât Kur’ân’ının en yüksek bir müfessîri ve en beliğ bir tercümânı olduğunu kaydeder. Bediüzzaman Hazretlerine göre Kur’ân-ı Hakîm şu kâinât sayfalarında ve zamanların yapraklarında kudret kalemiyle yazılan tekvînî âyetleri, yani oluşum âyetlerini cinlere ve insanlara ders vermektedir. Kur’ân, her biri birer mânidar harf olan varlıklara mânâ-yı harfî nazarıyla bakar. Yani onlara Yaratıcıları adına bakar ve öyle de bakılmasını önerir. Bu bakışta, “Ne güzel yapılmış ve ne güzel bir sûrette Sâni’in cemâline delâlet ediyor” ölçüsü hâkimdir. On İkinci Söz’de, meşhur ve sanatkâr bir hâkimin yazdığı hârika bir Kur’ân’dan temsil getirilir. Şöyle ki, hâkim her âyet için, işâret ettiği mânâya göre farklı mücevherler, farklı renkler, kıymettâr cevherler kullanır. Farklı hakîkatleri, farklı cevherlerle ve farklı renklerle yazar. Öyle süsleyip nakış nakış işler ki, okumayı bilen bilmeyen herkes temâşâsından hayran kalırlar. Bilhassa ehl-i hakîkat mânâlarla mücevherlerin ve tezyinâtın uyumu karşısında mest olurlar. Sonra o hâkim, yazdığı bu eşsiz Kur’ân’ı bir ecnebî filozofa, bir de Müslüman âlime vererek her birisine bu hârika kitap hakkında birer eser yazmalarını emreder. En güzel esere mükâfât vereceğini taahhüt eder. Ecnebî filozof yazdığı eserde yazıların renklerinden, renklerin mücevherlere uyumundan, mücevherlerin güzelliğinden, cevherlerin kıymetinden, ayar değerinden ve özelliklerinden, harflerin nakışlarından, mürekkebin kalitesinden, kitabın yazılarının hârika oluşundan bahseder. Âlim ise, kitabın tezyînâtıyla, harflerin geçici nakışlarıyla pek meşgul olmaz. Sadece âyetlerin mânâlarıyla uyumlu mücevherler kullanıldığını takdir eder. Fakat âyetlerin mânâlarını yüksek bir anlayış ve kavrayışla okur, anlar ve tefsir eder. Her ikisi de yazdıkları eseri hâkime sunarlar. Hâkim, yazıların nakışlarıyla ilgilenen, fakat mânâlarına inmeyen filozofun eserini iâde eder. Fakat âyetlerin mânâlarını derinliğine tefsir eden eser sahibini ödüllendirir. Bu temsilin yorumunu Bedîüzzaman Hazretleri şöyle yapar: O süslü Kur’ân, bu eşsiz san'atlarla yaratılmış kâinâttır. O hâkim, Hakîm-i Ezelî olan Allah’tır. O adamlardan birisi, tabiata ve kâinâta sırf nakışları, maddenin özellikleri, güzellikleri ve süslü yapıları için bakan felsefecilerdir. Diğeri ise, kâinâta Yaradan hesabına bakan, kâinâtta var olan her şeyin ifâde ettiği derin mânâyı anlayan, ifâde eden ve ders veren, kâinâtın gizli yaratılış sırlarını çözen, tabiattan ve varlıklardan hareketle Yaradan’ın eşsiz yaratıcılığını, irâdesini, ilmini, hikmetini, kudretini gören ve gösteren Kur’ân’dır.1 Kur’ân bizi kâinâtı okumaya davet etmektedir. Kur’ân’ın kâinâttan, dünyadan, tabiattan, güneş ve ayın hareketlerinden, insanlar ve cinlerin yaratılışlarından, gece ve gündüzden, hayvanların varlık sebeplerinden, bitkilerin nimet değerinden bahsedişi bütün bunlarda Allah’ın varlığına, birliğine deliller olduğu için, âhiret hayatına ve diğer îman esaslarına açılan muhtelif kapılar ve pencereler bulunduğu içindir. Binâenaleyh, Kur’ân’ın penceresinden kâinâta baktığımızda ister gece ve gündüz ölçüsü yirmi dört saatten ibâret olan sıcak bölgeleri, ister altı ay gece, altı ay gündüz olan kutup bölgelerini değerlendirelim; hepsinde Allah’ın eşsiz gücünü, sonsuz kudretini, sınırsız ilmini ve hadsiz irâdesini görmekte gecikmeyiz. Gerisi sadece ayrıntı olur. Cenâb-ı Hak dilerse geceyi ve gündüzü yirmi dört saatte sınırlar, dilerse daha farklı saatlerde tanzim eder. Nitekim dünya dışındaki her bir gezegende gece ile gündüz ölçüsü ve zaman ölçüsü tamamen farklıdır. Hepsi de o sonsuz irâdenin ve kudretin eseri olduklarını kâinâta ilan etmektedirler.
Dipnotlar:1- Sözler, s. 121. 13.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Hadis-i şerifin ve sünnet-i seniyyenin Kur’ân’daki yeri-2 |
Sahih rivayetlerde, Hz. Aişe (ra) gibi sahabe-i güzîn (ra), Peygamber Efendimiz’i (asm) “O Kur’ân ahlâkı üzerine idi”1 şeklinde tarif ediyorlar. Ki, yalnız Kur’ân’ı dinleyenlere bile, şu âyet kâfî değil mi: “Ey insanlar, size içinizden öyle bir peygamber geldi ki, sizin sıkıntıya uğramanız pek ağır gelir. O size çok düşkün, mü’minlere çok şefkatli, çok çok merhametlidir.”2 Allah ü Teâlâ (cc) Peygamber Efendimiz ve Ehl-i Beyt’i hakkında şöyle buyurmaktadır: “De ki: Vazifem karşılığında sizden bir ücret istemiyorum; sizden istediğim, ancak akrabaya sevgi ve Ehl-i Beyt’ime muhabettir.”3 “Allah’a itaat edin, Peygambere de itaat edin; emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakının. Yüz çevirecek olursanız, bilin ki, Resûlümüzün üzerine düşen, ancak size açıkça bildirmekten ibarettir.”4 Acaba peygambere itaat nasıl olacaktır; emir ve yasakları nelerdir? Demek “sünnet”e ittibâ şarttır ve Resul-i Ekrem’in (asm) de emir ve yasakları vardır... Her halde, “Rabbim bana edebi güzel bir sûrette ihsan etmiş, beni edeplendirmiş”5 hadis-i şerîfi, yukarıda naklettiğimiz Kur’ân’ın âyetleriyle çelişmiyor; bilâkis örtüşüyor. Şu halde sünnet-i senniye, Kur’ân’ın çizdiği sınırlar içindedir. Çünkü Kur’ân’ın tefsiridir, hayata geçirilmesi, uygulanmasıdır. Mâide Sûresi’nin, “Bugün sizin dininizi kemale erdirdim” şeklindeki 3. âyetini, “Din, Sünnet-i Seniyye ile kemâle erdirildi” diye anlamaya ne mâni var? "Ey inananlar! And olsun ki, sizin için, Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Allah Resulü en güzel örnektir."6 Evet, Allahu Teâlâ, tevile, tekellüfe, zorlamaya, yoruma hiç meydan vermeden, Resulünün en güzel bir örnek olduğunu göstermektedir.
Dipnotlar: 1- Sahih-i Müslim, hadîs no: 139. 2- Tevbe Sûresi, 128. 3- Şura Sûresi, 23. 4- Mâide Sûresi, 92. 5- Keşfü’l-Hafâ, 1:70. 6- Ahzâb Sûresi, 21. 13.10.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Darbeciler mezarlığı |
Hürriyet Meydanı, Meşrûtiyet Caddesi, Cumhuriyet Mahallesi, Demokrasi Bulvarı, Adâlet Sokağı... Bunlar ne güzel isimler, değil mi? Hem güzel ve manidar, hem de uzun ömürlü isimler. Bir de bunların tam zıddı, hatta bu güzelim isimlerin düşmanı, katili mânâsında olan isimler var, ülkemizin her tarafında: Darbe, yahut darbeci isimleri... Kısmen değiştirilmiş olmakla birlikte, bu isimlerin yer yer hâlâ kullanılmaya devam ettirilmesi, hürriyet ve medeniyet yolunda ilerlemeye çalışan bir Türkiye'nin en bâriz ayıplarından biri olsa gerek. İşte, bu ayıptan sıyrılmak adına bazı şehirlerde yapılan kalıcı ve umumî kabul gören isim değişikliği uygulamasını tebrik ve takdirle karşılıyoruz. Bu meyanda, bir güzelliğe imza atan Gaziantep Büyükşehir Belediye Meclisini de tabrik ediyoruz. Zira, vaktiyle darbeci "Kenan Evren" ismi verilmiş olan bir caddenin adını "Demokrasi Bulvarı" şeklinde değiştirme âlicenaplığını göstermişler. Darısı, diğer belediye meclislerinin başına... * * * Evet, bizi en çok sevindiren gelişmelerden biri de, cadde, sokak, meydan, mahalle, okul gibi yerlere cebren verilmiş olan darbe/darbeci isimlerin silinmesi ve yerlerine hürriyetle, demokrasiyle, adâletle bağdaşır isimlerin konulduğuna dair haberlerin çoğalmasıdır. Geçen sene İzmir taraflarında olduğu gibi, bu sene de Gaziantep'te, farklı partilere mensup Belediye Meclis üyelerinin müşterek bir kararla, ortak kullanım mekânlarına itici darbeci isimlerin yerine, genel kabul gören sevimli isimlerin konulması hakkındaki çabaları, bizim gibi milyonlarca vatandaşı da elbette ki sevindiriyordur. Dileriz ki, bu yöndeki sevindirici haberler çoğalsın. Dileriz ki, bir belediye, bu güzelliklere imza atan bir diğer belediyemizi örnek alarak hareket etsin. Dolayısıyla... Temenni ederiz ki, 27 Mayıs Darbesinin izleri ve darbecibaşı Cemal Gürsel ismi bütün okul, cadde, mahalle ve sokaklardan silinsin. Temenni ederiz ki, 12 Eylül İhtilâlinin izleri ve cunta lideri Kenan Evren ismi de, yine aynı şekilde silinsin, gitsin. Temenni ederiz ki, bütün hürriyet ve demokrasi düşmanlarının ismi, devlete ve millete ait olan bilumum yer ve meskenlerden temizlensin. * * * Ülkemizin birçok yerinde "Kimsesizler Mezarlığı" var; ancak, hiçbir yerde "Darbeciler Mezarlığı" yok. Ama, hiç değilse kalplerde, zihinerde veya tarih sayfalarında olsun, bir "Darbeciler Mezarlığı" bulunsun ki, onlara ait her ne varsa, götürülüp oraya gömülsün. Bu sûretle, ortalık temizlenmiş olsun.
Radikal'in yeni hamlesi
Radikal gazetesi, yeni bir hamle yapmaya hazırlanıyor. On beş yıl önce bugün, yani 13 Ekim 1996'da yayın hayatına başlayan bu gazete, bir türlü hedeflediği tirajı yakalayamadı. Tirajın 30–40 bin bandında gidip gelmesi, profesyonel kadroyu taşımaya yetmiyor. Bakalım, Eyüp Can'ın yönetimindeki Yeni Radikal nasıl bir atılım yapacak..
Tarihin yorumu 13 Ekim 1973 Halikarnas Balıkçısı nâmı ile şöhret bulan Cevat Şakir Kabaağaç, 13 Ekim 1973'te İzmir'de öldü. Cevat Şakir, 1890'da Girit'te doğdu. Kendisine Sadrâzam olan amcasının ismi verildi. Babası ise, o tarihte Girit valisi olan meşhûr Şakir Paşadır. Şakir Paşanın meşhûrluğunun bir sebebi de, 1908 yılı başlarında Said Nursî ile aralarına geçen şiddetli bir tartışma ve bunun neticesi olarak Nursî'nin Üsküdar'daki Toptaşı Tımarhanesine sevk edilmesi hadisesidir. Memleketine âcilen maarif hizmetini isteyen Üstad Bediüzzaman, kendisine teklif edilen maaş ile Padişahın "ihsân–ı şahanesi"ni reddettiği ve Padişah Abdülhamid hakkında sert sözler kullandığı vs. gerekçelerle önce Şakir Paşa tarafından Toptaşı Tımarhanesine gönderildi; ardından, Zaptiye Nazırı Şefik Paşa tarafından da Tevkifhaneye gönderildi. (Tımarhaneden sonra gönderildiği Tevkifhanede Nazır Şefik Paşa ile aralarında geçen muhavere için bkz: Eski Said Dönemi Eserleri, s. 158.) Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir'in babası M. Şakir Paşa, çok çalkantılı bir hayat yaşadı. Bir ara, siyasî iradeyi protesto mahiyetinde valilikten istifa etti. Bu protestonun sebebi, üç senedir Sadrâzamlık makamında bulunan büyük kardeşi Cevat Şakir Paşanın 4 Eylül 1895'te azledilmesiydi. Bilâhare tekrar göreve getirtilen M. Şakir Paşa, oğlunu yurt dışında (Oxford) okuttu. Cevat Şakir, 1913'te yurda döndü. Kabaağaç ailesi, 1914 senesinde büyük maddî sıkıntılar çekmeye başladı. Aile bireyleri, hep birlikte Afyon'a gidip buradaki çiftliğe yerleşti. Burada ise, aile içinde sebebi tam olarak tesbit edilmeyen bir huzursuzluk başgösterdi. Babasıyla kavgaya tutuşan Cevat Şakir, yine babasına ait olan tabancayı tetikleyerek baba katili oldu. Çarptırıldığı 15 yıllık kürek cezasının 7 yılını tamamladıktan sonra, verem hastalığının ortalığı istilâ etmesi sebebiyle tahliye edildi. Bodrum'a yerleşen ve daha çok hikâye–romanlar yazarak, yahut karikatürler çizerek hayatını sürdüren Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir, 13 Ekim 1973'te İzmir'de öldü. Baba katili Halikarnas Balıkçısı 13.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Sami CEBECİ |
|
Vefakârlık |
“Ara sıra sinemaya ibret için gittiği”ni söyleyen muazzez Üstadımız Bediüzzaman gibi, geçtiğimiz Pazar akşamı ibretle bir macera filmi izledim. Olay güney kutbu Antarktika’da yaşanıyordu. Bu kıt'ayı keşif için giden bir doktor, beraberindekiler ve kutup köpekleri bir çok hadiseyi yaşadıktan sonra; doktor bir ayağı kırık bir vaziyette, köpekler tarafından çekilen kızakla diğer arkadaşı tarafından kamp yerine getirilir. Vazifeleri bitip Avustralya’ya dönerlerken, yerleri olmadığı için köpekleri kamp yerinde bırakıp terk ederler. Yiyecekleri insanlar tarafından verilmeye alışmış bu köpekler altı ay boyunca kendi başlarına kalırlar. Hayatta kalmak için buzullar ve karlarla kaplı alanlarda verdikleri mücadele, birbirlerine olan bağlılıkları, buldukları yiyecekleri paylaşmaları, birisi düşerek öldüğü zaman onun başındaki duygusal anları, bir diğeri yaralandığında yanında nöbet tutup yakalanan kuşları ona ikram etmeleri çok ibret vericiydi. Altı ay sonra, onları oraya terk eden ekibin vicdanen rahatsız olup, zor şartlar altında oraya tekrar ulaşarak buluşmaları ânındaki durum görülmeye değerdi. Birbirlerine koşarak âdeta kucaklaşmaları, köpeklerin onların yüzlerini yalamaları, sadâkât ve vefakârlığın duygusal görüntüleriydi. Hele kar aracına alındıkları zaman birisinin binmemesi ve koşarak tepenin arkasına geçip ayağı kırık arkadaşının başını beklemesi, arkasından giden genç adamın yaralı köpeğin başında ağlayarak kucaklayıp araca götürmesi, insanlar ile hayvanlar arasındaki gönül bağının ve vefakârlığın muhteşem bir tablosuydu. Film bittiğinde, bu filmin kutup kâşifleri anısına bir vefâ borcu olarak çekildiği yazıyordu. Ruhumun derinliklerinden bir şeylerin koptuğunu hissettim. Gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Epey zamandan beri ben bu kadar ağladığımı hatırlamıyorum. Kendimi tutamıyordum. Bu hâl bir hayli devam etti. Kendi hâlime ben de şaşırdım. Acaba çok mu duygusal olmuştum? Kutup Macerası filminden uyanarak gerçekler dünyasına döndüm. Üstadımızın “Aziz, sıddık, fedâkâr ve vefâkâr kardeşlerim!” hitabını hatırladım. İnsanlar arasındaki vefâ duygusunun iyice gözden kaybolup gitmesinin acısını hissettim. Hatta, kudsî bir dâvâ etrafında yıllarca beraber çalışan insanların bile, bir takım olaylar sonucunda kendi âlemine dalıp, vefâ duygusunu rafa kaldırmasının derin elemini, ruhumun tâ derinliklerinde hissederek acıyla kıvrandım. Kutup köpeklerinin o vefâlı hareketlerine imrendim. Halbuki, vefâ denilen duygu, insana yakışan yüksek hasletlerin en başlarında gelenidir. Yüksek ahlâkı tamamlamak üzere gönderilen Kâinatın Efendisi (asm) en vefâlı insanların başında gelir. Herkesin kendisini inkâr ettiği bir zamanda ilk iman eden ve bütün malını Allah yolunda harcayan Hazret-i Hatice (ra) validemizi her vesileyle hayırla yâd ederdi. Onun hakkında güzel sözler söylerdi. Onu kıskandığını hissettiren Hz. Ayşe (ra) validemize “Ya Ayşe! Ondan çocuklarım var. Herkesin benden kaçtığı zamanlarda, daima yanımda o vardı” diyordu. Çocukluğunda kendisine süt annelik yapan Halime için, ziyaret maksadıyla yanına geldiğinde cübbesini yere serip oturtuyor ve “Bu benim annemdir” diyerek iltifat ediyordu. Bunlar gibi binler misâl var. O sadece insanlara değil, hayvanlara bile vefâlıydı. Vefâ duygusu Sevgili Peygamberimizde (asm) doruk noktasındaydı. Yeni dünyaya geldiği zaman “Ümmetim! Ümmetim!” dediği işitilen Kâinatın Efendisi (asm), mahşer günü herkesin kendi derdine düştüğü o dehşetli zamanda bile “Ümmetim! Ümmetim! Ümmetimi isterim Ya Rab!” diyerek en yüksek bir şefkat ve vefâkârlık örneği gösterecektir. Onun o yüksek şefkat ve vefâkârlığına vefâ ile mukabele, ancak onun sünnet-i seniyyesine sımsıkı bağlanmak ve yaşamakla olur. Vefâkârlığın asıl erişilmez zirvesi ise, Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Cenâb-ı Hak’tadır. Kâinatı yoktan var eden ve kıyametle harap edecek olan Allah (cc), kâinatın maddesini yokluğa atmayacak ve onların fıtrî tesbihatlarına mükâfat olarak âhiretin bir kısım inşaatında kullanacaktır. Asıl vefâsını ise, mü’min kullarına gösterecektir. Bu dünya misafirhanesine Kânatın Yaratıcısını tanımak ve O’na iman ile ibâdet etmek için gönderildiğini bilen ve ona göre hareket eden mü’minlere, Allah (cc) bu dünyada vefâ ile mukabele ettiği gibi, vaad ettiği cennet ve saadet-i ebediyeyi vermekle en büyük rahmet ve vefâkârlıkla muâmele edecektir. Hatta, cennete aldığı mü’min kullarının kalplerini hoşnut etmek için, onlara, yakınlarından olan ve cehenneme gitmesi gerekenlere şefaat hakkı vererek vefâkârlığın zirvesini gösterecektir. Ya Rab! Bizleri de samimî olarak vefâlı kullarının arasına kat ve ebediyen rızâna nâil olanlardan eyle, âmin... 13.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Muzaffer KARAHİSAR |
|
Sen dönerken aramıza |
Yıllar öncesiydi… Afyonkarahisar’da zulüm yapılmıştı sana; insafsızca, acımadan. Suçsuz, masum, maznundun karanlık, soğuk, hapse, tecridi mutlak’a haksız yere koyduklarında. Âlim, yaşlı, yalnız, kimsesiz, garip, sakin, şefkatli, merhametli melek gibi bir Allah dostuna her türlü işkenceler ettiler, soğuk odalarda üşütüp hasta olması, ölmesi için acımadan zehirlediler. Ateşe koşan pervaneler gibi senin yanına gelip elini öpmeye çalışanlar dipçiklerle dövüldü, kovuldu. Kimi insanlar uzaktan hasretle içini çekerek baktı arkandan. Sen giderken kadınlar, çocuklar, yaşlılar pencerelerden bakıştılar ümitle, hasretle arkandan… Küçücük masum eller senin için kalktı havaya. Duâlar edildi, niyazlar, cevşenler okundu, tespihatlar yapıldı. Şerirlerin, şerlerinden, belâlarından, fitnelerinden muhafaza edilmen için.. Sen de dua ettin herkese, merhametinden, şefkatinden, insafından; Düşmanlarına dahi beddua etmedin. Bütün bunlara rağmen Afyonkarahisar’dan güler yüzle, tebessümle veda ederek ayrılmıştın, hayranlarını, talebelerini, dostlarını arkada bırakarak. Elli sene oldu sen buralardan gideli. Sana ve eserlerine olan hayranlığımız, aşkımız, sevdamız, hasretimiz, ümidimiz daha da arttı. Kapladı bütün ruhumuzu, kalbimizi, duygu ve düşüncelerimizi. İslâm idealinin alevleri parladı yüreğimizde, yanar dağlar gibi. Sana zulmeden insafsızların hepsi toprak altına girdiler. Tarihin çöplüğünde lanetle ve nefretle yerlerini aldılar. Alâyişlerinin, nümayişlerinin ve dinini dünyaya satmış riyakârların alkışlandığı, saltanatlarının virane mekânlarına baykuşlar tünedi… Seni hapsettikleri soğuk ve loş mahpushane duvarları yerle bir oldu. Sana pencereden el sallayan masum çocuklar büyüdü, okudu, baba oldular. Onlar hâlâ senin ismini yâd ediyor, kitaplarını okuyor, okutuyorlar. Afyonkarahisar Kalesi sen giderken gördüğün gibi, aynı vaziyette. Senin gibi dimdik ayakta, eğilip bükülmüyor zalimlere, zındıklara, inançsızlara karşı. Üstündeki gökyüzünde kuşlar yine uçuşuyor, bulutlarla birlikte. Çiçekler açıyor her bahar dağlarda, ovalarda. Kapakları kırmızı çiçeklerden yapılmış risâlelerden tefekkür dersi yapılıyor, Rabbimin Rahmet eserlerine; dağlara, ovalara, çiçeklere, kuşlara bakarak… Sen varsın buralarda; Çocuklar senin kitaplarından ders okuyor, yemek duası yapıyorlar. Gençler senin “aziz üstad” ilahileri ile gençlik marşları söylüyorlar, Yaşlılar senin hatıralarını yad ediyorlar, Kur’ân, Cevşen okuyup sohbet ediyorlar… Senin dâvâna sahip çıkmış, ilâ-yı kelimetullah sancağını dalgalandıran, “iyiliği emreden, kötülüğü nehyeden” Ömrünü, var oluş gayesini islâma, imana adamış, vakıf olmuş yiğitlerin, kahramanların var. Kara bulutlar, zifiri karanlıklar, hapisler, zindanlar bitti artık. Dünya yüzünü Kur’ân güneşiyle saadetler, mutluluklar kapladı. Senin Müjdelediğin Cennetasa baharlar geldi. Senin ihlâsla sıdk ve sadakatle öğrettiğin ideallerin, mefkurelerin dolaşıyor zihinlerde. Kur’ân-ı Kerimi bütün insanlık için yorumlayıp tefsir etmiştin. Herkes ilim, irfan çeşmesinden su içiyor, kana kana. Üç Ekim 2010 da, İstanbul da onbin kişilik Salonda senin Sempozyumun yapıldı. Elli ülkeden gelen ilim erbabının dilinden seni dinledi, hüşyar gönüller, alkışlarla… Elli yıl sonra, on üç Ekim’de seni karşılayacağız Afyonkarahisar Hükümet Meydanında. Sevinçle, heyecanla akın akın insanlar Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet Tırına, senin ruhaniyetine hoş geldin diyecekler. Gidişinde de, dönüşünde de vakar var… Hoş geldin.. Hoş geldin gönüller sultanı… 13.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Zihniyet değişsin, üniversiteler kurtulsun |
Pek çok dünya ülkesinde millete öncü olan üniversitelerin, Türkiye’de aynı şeyi başarabildiğini söylemek kolay değil. Bu durum, geçmişten gelen bir ‘hata’ olarak önümüzde duruyor. İş adamları ve onların kurduğu vakıf ve dernekler her fırsatta üniversitelere seslenip, ‘üniversite-sanayi işbirliği’nin kurulması gerektiğini söylerler. Aslında bu birlik sağlanabilse pek çok problemi aşmak mümkün olacak. Fakat nedense üniversite-sanayi işbirliği bir türlü kurulamaz ve bugüne kadar da kurulamadı. Elbette bütün üniversiteleri ve bütün öğretim üyelerini aynı kefeye koyma hatasına düşmemeliyiz. İdeal mânâda olmasa bile, bu konuda ciddî adımlar atan ve hem sanayicilerle, hem de milletle buluşan ve kaynaşan üniversiteler ve başarılı yöneticileri vardır. Zaten onlar bulundukları yerlerde el üstünde tutuluyorlar. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Selahattin Turan, ‘içerden biri’ olarak acı konuşmuş. “Türkiye’de yüksek öğretim topluma yön veren bir kuruluş olamadı. Daha çok bütün tartışmaların merkezinde yer alan bir kuruma dönüştü” diyen Prof. Turan, “Türk yüksek öğretiminde finansal sorun yok, zihniyet sorunu var. Türk yüksek öğretiminde para ve insan var ama bunların etkin kullanımı söz konusu değil” demiş. (AA, 12 Ekim 2010) Bu tesbiti her hangi bir işadamı ya da onların kurduğu bir dernek yapmış olsa, belki başka maksatlar aramak akla gelebilirdi. Fakat bu tesbitler ‘işin içinde’ olan bir uzman tarafından dile getirilmiş. Tahmin ediyoruz ki, başka pek çok öğretim üyesi de benzer tesbitlerde bulunur ya da bu tesbitlerin altına imzasını atabilir. Yapılan bir tesbit daha var ki, o da işin vahametini gösteriyor: “Türkiye’de profesör olduktan sonra hiçbir şey yapmak zorunda değilsiniz. Böyle bir şey dünyada yok. Türkiye’de akademisyenler bilimin zirvesinde idari görevlere ilgi duyuyor. Rektörlük için onlarca kişi başvuruyor. Gelişmiş ülkelerde bölüm başkanı bile zor bulunuyor. Bizde ise herkes dekan ve rektör olmak istiyor.” Araştırma ve icadlar yerine ‘idarî görev’lerin tercih edilmesi üniversitelerin önünü tıkayan bir durum. Elbette idarî görevlere talip olanlar da olacak, ama ilim üretmede yapılması gereken ‘yarış’ın; yöneticilik noktasına taşınması doğru değil. Peki ne yapmalı? Elbette bu sorunun doğru cevabını da yine üniversitelerde çalışan ilim adamlarımız verecek. Klasik bir tesbit, ama araştırmaların cazip olması için önce zihniyetin değişmesi şart. Milletle kaynaşan, onun değerlerine saygı gösteren bir üniversite ancak sanayicilerle de kaynaşıp kucaklaşabilir. Gerek siyasetçiler ve gerekse sivil toplum kuruluşları üniversitelere bu noktada yardımcı olmalı. Sanayiden, ticaretten ve tabii ki milletten kopuk bir üniversite ile ‘muasır medeniyet seviyesi’ne ulaşmamız mümkün olamaz... 13.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Türkiye, İsrail’in OECD’sine katılıyor! (2) |
Kudüs’ün İsrail’in başşehri olmadığı, uluslar arası yasalarla ortada. Buna mukabil, şimdiye kadar BM’nin Filistin sorununa dair bütün kararlarını saygısızca çiğneyen İsrail, “başşehir ilânı” anlamıyla OECD toplantısını İslâm’ın ilk kıblesi Kudüs’te yapıyor.Telaviv’in en yetkili ağızlarından, pervâsızca menhus maksat deşifre ediliyor. İsrail Turizm Bakanı Stas Misezhnikov, toplantıyı “Kudüs’ün İsrail’in başşehri olduğunun resmen tanınmasının mühürlü bir onay damgası ve niyet beyânı” diye duyuruyor. İsrailli Bakan bununla da kalmıyor; “OECD yetkilileri, konferansı Telaviv’e taşımamızı istediler, ama ‘Telaviv teklifi’ni reddetmeyi kararlaştırdık” restini çekiyor. Üstelik konferansın plânlandığı gibi Kudüs’te yapılacağını vurgulayarak katılmaktan vazgeçen ülkeleri, “tehditlere boyun eğen devletler” yakıştırmasıyla aşağılayıp “kuvvetle kınıyor.” OECD yöneticileri ise, konferansın inadına Kudüs’te yapılmasının İsrail’in uluslar arası kanunlarına saygı göstermediğinin bir delili olarak gösteriyor. OECD Genel Sekreteri Angel Guirra, “İsrail’in konferansın yerini Kudüs olarak seçmesi, Birleşmiş Milletler’in 478 nolu kararını hiçe sayması anlamına geliyor” diye açıkça itiraz ediyor. Misezhnikov’un Haaretz Gazetesi’ne, “toplantının ‘Kudüs’ün İsrail’in başşehri olduğunun kabulü” iddiasına sert tepki vererek, “bu algının düzeltmemesi durumunda toplantının boykot, hatta iptal edilebileceği ve bir daha İsrail’de yapılmayacağı” uyarısını iletiyor. Ancak Telaviv yine takmıyor…
İSRAİL’E “KUDÜS DESTEĞİ”! Gerçek şu ki, pek çok ülkenin Doğu ya da Batı Kudüs’te konsolosluklarının bulunmasına karşılık, hiçbir ülkenin büyükelçiliği yok. Daha önce Kudüs’te elçilik açan bazı Latin Amerika ülkeleri de daha sonra bu elçiliklerini Telaviv’e taşımışlar. Türkiye’nin ise Doğu Kudüs’teki Başkonsolosluğu hâlen büyükelçilik statüsünde. Sonuçta uluslar arası arenada İsrail’i kayıtsız şartsız destekleyen ABD başta olmak üzere hiçbir Batılı ülke Kudüs’ü İsrail’in başşehri olarak tanımıyor. Amerikan Kongresi’nin 1995’te Amerikan Elçiliğinin Telaviv’den Kudüs’e taşınması kararı, Amerikan başkanlarınca uygulanmamış. Çarpıklık şurada; İngiltere ve İspanya’nın başını çektiği bazı Avrupa ülkeleri bile konferansı boykot ederken, OECD’deki tek Müslüman ülke Türkiye, “İsrail’in başşehri Kudüs” mesajlı konferansa katılıyor! Davos’ta “one minute”yle başlayan, Telaviv’de Türk Büyükelçisine “alçak koltuk krizi”yle tırmanan “derin kriz” henüz aşılmazken, dokuz vatandaşın hunharca katledildiği “Mavi Marmara gemisine kanlı saldırı”dan dolayı İsrail’den “özür” bekleyen Türkiye, bu defa İsrail’e “Kudüs desteği”ni sunuyor… Bu arada, son Suriye ziyaretinde Mavi Marmara saldırısının “insanlık suçu” olduğunu, İsrail’in hâlâ “özür dilemediğini ve tazminat ödemeye yanaşmadığını” belirten Başbakan Erdoğan’ın, bu hususu teğet geçmesi ise dikkat çekici. Şam’da “Türkiye-İsrail ilişkileri” hakkındaki bir soruya Erdoğan, “Ya durağan hale gelenler var; ya da bazı ilişkilerimizi kesiyoruz veya durduruyoruz” diye cevap veriyor; lâkin baskının akabinde bir tek iptal edilen “ortak askerî tatbikat”ın dışında örnek veremiyor…
VE İSRAİL’E BİR “OECD JESTİ” DAHA… Kısacası, bizzat Millî Savunma Bakanı’nın ikrarıyla İsrail’le son casus uçağı Heronların ihâlesi dahil bütün siyasî, ekonomik, askerî anlaşmalar, savunma sanayii ihâleleri, sulamadan enerjiye, tarımdan telekomünikasyona geniş işbirlikleri her yönüyle yürürlükte. Erdoğan’ın açık ifâdesiyle AKP iktidarı döneminde “İsrail’le daha geniş çok yönlü işbirliği ve ilişkiler resmen ve hukuken aynen devam ediyor.” İsrail’e tank ve silâh ihâleleri veren, helikopter ve uçak satın alan AKP hükûmeti, bizzat Millî Savunma Bakanı Gönül’ün tesbitiyle, sayıları 60’a varan anlaşmaların bir tekini dahi iptal etmiş değil. İsrail’le tam kapasite her türlü “stratejik işbirliği”ni sürdürüyor. Bu süreçte bütün “veto” çağrılarına rağmen 11 Mayıs’ta İsrail’in OECD’ye alınmasını kabul eden Ankara, şimdi de İsrail’e bir “OECD jesti” daha yapıyor. Oysa İsrail’in OECD üyeliğini engellemeye Türkiye’nin tek bir “hayır”ı yetiyordu. İsrail’le sorunu olmayan İngiltere ve İspanya gibi “OECD Kudüs toplantısı”nı en basit diplomatik tepkiyle boykot edebilirdi. Ancak Ankara, garip bir biçimde İsrail’den yana tavır koymakta. Belli ki AKP hükûmeti, İsrail’e karşı çelişkili samimiyetsiz politikalar girdabında. Yoksa “one minute”, “alçak koltuk krizi” ve hele Mavi Marmara kanlı saldırısından sonra İsrail’le hâlâ derin ilişkileri ve yoğun işbirliğini tam gaz devam ettirmezdi. Sâdece infiâl içindeki kamuoyunun gazını alan, avutan ve oyalayan “sert demeçler”le ve hiçbir yaptırımı olmayan sahte “kuru kınamalar”la geçiştirmez; en azından bu son emr-i vakiye tavır koyar; “Kudüs’ün İsrail’in başşehri tanınmasının mühürlü onayına destek anlamındaki toplantı”ya katılmazdı. Meydanlarda millete atılan nutukların ve söylemlerin aksine tezatlı ikiyüzlü politikalarla onaylıyor ve katılıyorsa işin içinde başka “iş” var demektir. Peki, işin içindeki “iş” nedir? 13.10.2010 E-Posta: [email protected] |