M. Latif SALİHOĞLU |
|
Âyetü'l–Kübrâ'nın fütûhâtı |
Kastamonu'da gizlice ve çok ağır şartlar altında telif edilen Âyetü'l–Kübrâ Risâlesi, 1942 senesinde İstanbul'daki Bozkurt Matbaasında yine gizlice basıldı. Tam bir fedakârlıkla bu hizmeti deruhte eden kişi ise, Nur'un kahraman talebelerinden Atabeyli Tahirî Mutlu'dur. Hatıralarında, İstanbul'da 45 gün kalarak bu hizmeti tamamladığını ifade eden Tahirî Mutlu, hem gizlice basılan Âyetü'l–Kübrâ Risâlesini, hem de Sahaflar Çarşısında bulduğu Eski Said'in Lemeat, İşârâtü'l–İ'câz ve Hakikat Çekirdekleri isimli eserlerini de yanına alarak vapurla İnebolu'ya, oradan da Kastamonu'ya gider. Ziyaretine gittiği Üstad Bediüzzaman'a bu eserleri takdim eder. Bediüzzaman, bu hediyelere ziyadesiyle sevinir, kahraman Tahirî'ye Mevlânâ Halid'in yüz yıllık cübbesini giydirerek taltif eder. Ayrıca, şahsî gayret ve fedakârlığıyla Âyetü'l–Kübrâ'yı tâb eden bu kahraman talebesinin hizmetini alkışlayarak onu tebrik eder.
Tenkitle okuyanlar, imânlarını kurtardılar
Aslı vahiy olan Celcelûtiye'de ismen tesmiye edilen ve birçok yönüyle harikulâde bir eser olan Âyetü'l–Kübrâ Risâlesinin o tarihte basılması ve ardından yaşanan gelişmeler hakkında yaptığımız geniş araştırmalar neticesinde, şu önemli hususları tesbit ettik: * Âyetü'l–Kübrâ iç (forma) baskısı için Bozkurt Matbaasının sahibiyle gizlice anlaşan kahraman Tahirî, eserin kapak baskısını yapmayı göze alacak bir tek matbaa bulamaz. Kapakta yazılacak "Risâle–i Nur Külliyatından Âyetü'l–Kübrâ; Müellifi Bediüzzaman Said Nursî" ibaresini gören matbaa sahipleri korkup bu işi yapmaktan vazgeçiyorlar. * Kahraman Tahirî, eserin kapak baskısını sonunda parça–bölük "lastik kaşe" yaptırmak sûretiyle gerçekleştirir. * Bir dizi zahmet ve meşakkatle, sonunda eserin ciltlenmesi tamamlanır. Kitaplar paketlenip Isparta'ya gönderilmek üzere ambara verilir. * İşte, bu noktadan sonra inanılmaz bir gelişme yaşanır. Matbaanın sahibinin içine kurt düşer. Huzuru kaçar ve kendini tutamayıp İstanbul emniyetine gider. Tuhaftır, ama emniyette kendi kendini ihbar eder. Kendince "Zararın neresinden dönersem kârdır" mantığıyla hareket ederek, yaptığı işten dolayı, kitaplar henüz dağıtılmamışken pişmanlık duyduğunu söyler. * Emniyet alarma geçer. Paketlerin hangi kamyonla gönderidliği tesbit edilir ve yapılan baskınla kitaplara el konulur. * Ardından, hukukî süreç başlatılır. Âyetü'l–Kübrâ Risâlesi, bilirkişilere (ehl–i vukuf) okutturulup incelettirilir. Bunların bir kısmı, sırf tenkit niyetiyle okumayı tercih etmiştir. * Sonra, sonrası için Üstad Bediüzzaman'ın şu sözlerine dikkat kesilelim: "...Ben pek çok müteellim ve Nurlara gelen o zarardan dehşetli müteessir iken, bir inâyet–i İlâhiye imdadımıza yetişti. O gizlenmiş ve ehl–i hükümet onları okumaya çok muhtaç olan o ehemmiyetli risâleleri kemâli merak ve dikkatle okumaya başlayıp, büyük resmî daireler adeta bir dershane–i Nuriye hükmüne geçti. Tenkit fikriyle (okuyup) takdire başladılar. Hattâ Denizli’de, hiç haberimiz yokken, fevkalâde perde altında, matbu Âyetü’l–Kübrâ’yı resmî ve gayr–ı resmî pek çok adamlar okudular, imânlarını kuvvetlendirdiler, bizim hapis musibetimizi hiçe indirdiler." (Lem'alar, s. 262; YAN, 1994) * Evet, Âyetü’l–Kübrâ’yı resmen yasaklatamayan o devir hükümetinin reisleri, bu kez hiddete gelerek, Bediüzzaman ve 126 talebesini topluca Denizli Hapishanesine gönderdi. Bundaki maksat, Nur Talebelerini, adı "mezbahane"ye çıkan Denizli Hapsinde tüketip imha etmekti. Oradaki idamlık mahkûmlara, bu yönde bilhassa telkinat yapıldı. (Şahitlerden biri olan koğuş ağası Beylerbeyli Süleyman Hünkâr'la, 1997 Haziran'ında Denizli'de bizzat görüştük.) * İmha edilmek bir yana, o mezbahane 3–4 ay zarfında dershaneye, tabir–i diğerle Medrese–i Yusufiye'ye döndü. Eli kanlı 350 mahkûm, cemaat halinde namaz kılmaya başladı. * Öte yandan, Denizli Adliyesine yapılan baskıdan da bir netice alamadılar. Âdil mahkeme heyeti, 15 Haziran 1944'te, Bediüzzaman ve talebeleri için ittifakla beraet kararı verdi. * Âyetü’l–Kübrâ’nın fütûhatı, ondan sonra da devam etti. Halen de devam ediyor. Sair tesbitlerimizi, inşaallah başka zaman, bir başka vesileyle aktarmaya çalışırız.
Tarihin yorumu 8 Temmuz 1950
Ezan'dan sonra Kur'ân okundu
Türkiye Cumhuriyetinin totaliter ilk 27 yıllık devresinde (1923–50), Muhammedî Ezan gibi, Kur'ân–ı Kerim'in okunması da yasaktı. Ezan üzerindeki kànunî yasak, 16 Haziran'da kalktı. Bu gelişme, flaş haber olarak radyo vasıtasıyla halka duyuruldu. O gün, kesilen kurbanlar eşliğinde ve hasret yüklü gözyaşları içinde yurdun her köşesinde Ezan–ı Muhammedî okundu. Sıra, Kur'ân–ı Kerimin serbestçe ve bilhassa radyodan okunmasına gelmişti. Bu mutlu ve kutlu gelişme ise, 8 Temmuz (1950) günü yaşandı. Az sayıdaki radyonun başında toplanan Müslüman halk, o gün ilk kez radyodan Kur'ân tilâvetini dinliyordu. Canlı şahitlerin anlattıklarına göre, yıllardır Kur'ân sesine hasret kalanlar, radyodan yayılan hafızların hazin sesini dinlerken, iradeleri dışında hıçkıra hıçkıra ağlıyor, adeta gözyaşlarına boğuluyorlardı. Hazro'da öğretmenlik yaptığımız dönemde (1976), o günlerin havasını bütün zerratıyla yaşayan Yazgı (Barkuş) köyü imamının anlattıkları, bugün gibi hafızamda tazeliğini koruyor. Olup bitenleri adeta yeniden yaşarcasına anlatırken, onu dinleyenler de duygularını gizleyemiyordu. Genç öğretmenlere "Kardeşlerim, evlâtlarım!" diyerek sesleniyor ve üstüne basa basa şunu söylüyordu: "Şeflik devrinde, Ezan yasak, Kur'ân yasaktı. Demokratların iktidara gelmesiyle birlikte, Ezan da, Kur'ân da hapisten kurtuldu. Ümmet–i Muhammed'in çeyrek asırlık hasreti bitmiş, elemi sevince inkılâp etmişti. Ortalık bayram yerine dönmüş, her tarafta kurbanlar kesiliyordu. Demokratların bu hizmetini sakın ola unutmayasınız." 08.07.2010 E-Posta: [email protected] |