Süleyman KÖSMENE |
|
Ufuk-u âlâda ezeli saatler |
Bu gece Mi'rac Gecesi. Kâinat Efendisi Hazret-i Muhammed’in (asm) kâinat ötesine, vücup âlemine, İlâhî huzura dâvet ve kabul edilişinin izini, hatırasını, feyzini taşıyan gece bu gece. Affın, merhametin, şefkatin, genişliğin, bağışlamanın, şefaatin, Cennetin kâinat çapında ilân edildiği, insana kâinat üstü kucak açıldığı eşsiz bir gece. İnsanlığa kutlu olsun! O beşer üstü hadiseyi biraz olsun kavrayabilmek, Kur’ân’ın haberleriyle mümkün. Kur’ân’ı izleyelim: “Doğruldu! O, Ufuk-u Âlâ’da idi!”1 Resûlullah Efendimiz (asm) en yüksek Ufuk’ta durdu, doğruldu. Önüne Refref getirilmişti. Artık Cebrâil Aleyhisselâm’ı kevn âleminde, Sidre’de bırakmıştı. Kendisi Arş-ı Azama girmiş2; “Vücub” âlemine doğru yönelmişti. “(Refref ile) yükseldi ve yaklaştı.”3 Bu âyetle Allah Resûlü’nün (asm) Allah’ın akrebiyeti ile, kurbiyeti ile, yakınlığı ile müşerref kılındığını öğreniyoruz. Resûlullah (asm), Zat-ı Muallâ’nın kurbiyetine yaklaşmıştır, Allah’a yakın olmuştur. “Artık Kâb-ı Kavseyn’de idi yahut daha da yaklaştı!”4 Bu âyetle Allah Resulü’nün (asm) Kâb-ı Kavseyn makamına yükselmekle teşrif edildiğini öğreniyoruz. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri’nin (ra), “İmkân ile Vücub ortası” diye nitelediği makamdır Kâb-ı Kavseyn.5 Zat-ı İlâhî’ye, bir ok yayının iki ucu kadar veya daha da yaklaştı. Ve artık “Zat-ı Celil-i Zülcemâl ile görüştü.”6 “İşte o esnada Allah kuluna vahyedeceğini vahyetti!”7 Bu âyetle anlıyoruz ki, Resûlullah Efendimiz (asm) Cenâb-ı Hakk’a bizzat mülâki oldu, Cenâb-ı Hak ile bizzat görüştü ve Cenâb-ı Hak’tan bir takım esrar ve bilgileri aldı. Zaman ve mekân üstü olan bu makamda Allah Resulü (asm), Allah’ın, “Ehadiyet ile kelâmına ve rü’yetine mazhar oldu.”8 “Gözünün gördüğünü gönlü yalanlamadı.”9 Yani, Allah Resulü (asm) zaten kalbine iman ve hikmet doldurularak bu yolculuğa çıkarılmıştı. Şimdi imanı, yakin bir müşahede ile desteklenince, gözü ile gördüklerini kalbi de tasdik etti. Ve Allah’ın rü’yetine mazhar oldu. “Gördüklerine karşı şimdi siz mi tartışıyorsunuz?”10 Bu âyetle Cenâb-ı Hak, bu ulvî hâdiseyi aklına sığıştıramayanlara soru yöneltmiş ve şüphelerinin gayet yersiz olduğunu beyan etmiştir. “And olsun ki, Muhammed Cebrail’i bir de Sidre-i Münteha’da dönüşte gördü.”11 Artık dönüş vaki olmuştur. Resûlullah (asm), Cenâb-ı Hakk’ın kurbiyetinden kevn âlemine doğru yönelmiştir. Kevn âleminin başında, yani Sidre’de, tekrar Cebrail Aleyhisselâm ile bir araya geldi. “Cennetü’l-Me’vâ yanında.”12 Şehitler ve Muttakilerin Cennet’i olan “Cennetü’l-Me’vâ” buradadır. Cebrail (as) ile burada buluştu. “Sidre’yi, İlâhî tecelli tamamıyla bürüdüğü zaman, o mehabetli manzarayı gören Peygamberin gözü hayretinden sağa sola meyletmedi, onu aşmadı. Muhakkak orada O, Rabb’inin Âyet’ül-Kübra’sını gördü.”13 Bu âyetleri geniş bir perspektifle Otuz Birinci Söz’de tefsîr eden Bedîüzzaman Hazretleri (ra), artık Allah Resûlünün (asm) burada “Cennetü’l-Me’vâ’nın gövdesi olan Sidretü’l-Müntehâ’da”14 iken Allah’ın azametinin delillerine şâhit olduğunu, âlem-i şehâdetin mânevî tezgâhları ve küllî kânunlarına, yeryüzündeki mahlûkatın amellerinin netîcelerine, cinlerin ve insanların fiillerinin Cennetteki meyvelerine ve Cehennem’deki zakkumlarına, yeryüzündeki tesbihât ve tahmîdâtın Cennetü’l-Me’vânın meyveleri sûretine girmesine şahitlik ettiğini kaydeder. “Elhamdülillâh” kelimesinin, nasıl bir Cennet meyvesine dönüştüğünü müşahede ettiğini beyan eder.15 Bu gece, böylesine müstesna bir gecenin sene-i devriyesini İnşaallah idrak edeceğiz. Bu geceyi nasıl mı ihya edelim? Elimizden ne geliyorsa, onunla. Namazla, niyazla, Kur’ân okuyarak, Mi'rac Risâlesini okuyarak, Cevşen okuyarak, dua ederek,... Vs. Yapabildiğimiz kadar. Ve muhakkak; bizim mi'racımızın da namaz olduğunu; ömrümüz boyunca beş vakit namazda sebat ederek Allah’ın kurbiyeti ile müşerref olabileceğimizi bir kez daha kuvvetlice ve muhakkak hatırlayarak! Mi’rac Kandilinizi tebrik ederim. DİPNOTLAR: 1- Necm Sûresi, 53/6, 7. 2- Sözler, s. 520. 3- Necm Sûresi, 53/8. 4- Necm Sûresi, 53/9. 5- Sözler, s. 520. 6- Sözler, s. 520. 7- Necm Sûresi, 53/10. 8- Sözler, s. 518. 9- Necm Sûresi, 53/11. 10- Necm Sûresi, 53/12. 11- Necm Sûresi, 53/13, 14. 12- Necm Sûresi, 53/15. 13- Necm Sûresi, 53/16, 17, 18. 14- Sözler, s. 524. 15- Sözler, s. 532. 08.07.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Âyetü'l–Kübrâ'nın fütûhâtı |
Kastamonu'da gizlice ve çok ağır şartlar altında telif edilen Âyetü'l–Kübrâ Risâlesi, 1942 senesinde İstanbul'daki Bozkurt Matbaasında yine gizlice basıldı. Tam bir fedakârlıkla bu hizmeti deruhte eden kişi ise, Nur'un kahraman talebelerinden Atabeyli Tahirî Mutlu'dur. Hatıralarında, İstanbul'da 45 gün kalarak bu hizmeti tamamladığını ifade eden Tahirî Mutlu, hem gizlice basılan Âyetü'l–Kübrâ Risâlesini, hem de Sahaflar Çarşısında bulduğu Eski Said'in Lemeat, İşârâtü'l–İ'câz ve Hakikat Çekirdekleri isimli eserlerini de yanına alarak vapurla İnebolu'ya, oradan da Kastamonu'ya gider. Ziyaretine gittiği Üstad Bediüzzaman'a bu eserleri takdim eder. Bediüzzaman, bu hediyelere ziyadesiyle sevinir, kahraman Tahirî'ye Mevlânâ Halid'in yüz yıllık cübbesini giydirerek taltif eder. Ayrıca, şahsî gayret ve fedakârlığıyla Âyetü'l–Kübrâ'yı tâb eden bu kahraman talebesinin hizmetini alkışlayarak onu tebrik eder.
Tenkitle okuyanlar, imânlarını kurtardılar
Aslı vahiy olan Celcelûtiye'de ismen tesmiye edilen ve birçok yönüyle harikulâde bir eser olan Âyetü'l–Kübrâ Risâlesinin o tarihte basılması ve ardından yaşanan gelişmeler hakkında yaptığımız geniş araştırmalar neticesinde, şu önemli hususları tesbit ettik: * Âyetü'l–Kübrâ iç (forma) baskısı için Bozkurt Matbaasının sahibiyle gizlice anlaşan kahraman Tahirî, eserin kapak baskısını yapmayı göze alacak bir tek matbaa bulamaz. Kapakta yazılacak "Risâle–i Nur Külliyatından Âyetü'l–Kübrâ; Müellifi Bediüzzaman Said Nursî" ibaresini gören matbaa sahipleri korkup bu işi yapmaktan vazgeçiyorlar. * Kahraman Tahirî, eserin kapak baskısını sonunda parça–bölük "lastik kaşe" yaptırmak sûretiyle gerçekleştirir. * Bir dizi zahmet ve meşakkatle, sonunda eserin ciltlenmesi tamamlanır. Kitaplar paketlenip Isparta'ya gönderilmek üzere ambara verilir. * İşte, bu noktadan sonra inanılmaz bir gelişme yaşanır. Matbaanın sahibinin içine kurt düşer. Huzuru kaçar ve kendini tutamayıp İstanbul emniyetine gider. Tuhaftır, ama emniyette kendi kendini ihbar eder. Kendince "Zararın neresinden dönersem kârdır" mantığıyla hareket ederek, yaptığı işten dolayı, kitaplar henüz dağıtılmamışken pişmanlık duyduğunu söyler. * Emniyet alarma geçer. Paketlerin hangi kamyonla gönderidliği tesbit edilir ve yapılan baskınla kitaplara el konulur. * Ardından, hukukî süreç başlatılır. Âyetü'l–Kübrâ Risâlesi, bilirkişilere (ehl–i vukuf) okutturulup incelettirilir. Bunların bir kısmı, sırf tenkit niyetiyle okumayı tercih etmiştir. * Sonra, sonrası için Üstad Bediüzzaman'ın şu sözlerine dikkat kesilelim: "...Ben pek çok müteellim ve Nurlara gelen o zarardan dehşetli müteessir iken, bir inâyet–i İlâhiye imdadımıza yetişti. O gizlenmiş ve ehl–i hükümet onları okumaya çok muhtaç olan o ehemmiyetli risâleleri kemâli merak ve dikkatle okumaya başlayıp, büyük resmî daireler adeta bir dershane–i Nuriye hükmüne geçti. Tenkit fikriyle (okuyup) takdire başladılar. Hattâ Denizli’de, hiç haberimiz yokken, fevkalâde perde altında, matbu Âyetü’l–Kübrâ’yı resmî ve gayr–ı resmî pek çok adamlar okudular, imânlarını kuvvetlendirdiler, bizim hapis musibetimizi hiçe indirdiler." (Lem'alar, s. 262; YAN, 1994) * Evet, Âyetü’l–Kübrâ’yı resmen yasaklatamayan o devir hükümetinin reisleri, bu kez hiddete gelerek, Bediüzzaman ve 126 talebesini topluca Denizli Hapishanesine gönderdi. Bundaki maksat, Nur Talebelerini, adı "mezbahane"ye çıkan Denizli Hapsinde tüketip imha etmekti. Oradaki idamlık mahkûmlara, bu yönde bilhassa telkinat yapıldı. (Şahitlerden biri olan koğuş ağası Beylerbeyli Süleyman Hünkâr'la, 1997 Haziran'ında Denizli'de bizzat görüştük.) * İmha edilmek bir yana, o mezbahane 3–4 ay zarfında dershaneye, tabir–i diğerle Medrese–i Yusufiye'ye döndü. Eli kanlı 350 mahkûm, cemaat halinde namaz kılmaya başladı. * Öte yandan, Denizli Adliyesine yapılan baskıdan da bir netice alamadılar. Âdil mahkeme heyeti, 15 Haziran 1944'te, Bediüzzaman ve talebeleri için ittifakla beraet kararı verdi. * Âyetü’l–Kübrâ’nın fütûhatı, ondan sonra da devam etti. Halen de devam ediyor. Sair tesbitlerimizi, inşaallah başka zaman, bir başka vesileyle aktarmaya çalışırız.
Tarihin yorumu 8 Temmuz 1950
Ezan'dan sonra Kur'ân okundu
Türkiye Cumhuriyetinin totaliter ilk 27 yıllık devresinde (1923–50), Muhammedî Ezan gibi, Kur'ân–ı Kerim'in okunması da yasaktı. Ezan üzerindeki kànunî yasak, 16 Haziran'da kalktı. Bu gelişme, flaş haber olarak radyo vasıtasıyla halka duyuruldu. O gün, kesilen kurbanlar eşliğinde ve hasret yüklü gözyaşları içinde yurdun her köşesinde Ezan–ı Muhammedî okundu. Sıra, Kur'ân–ı Kerimin serbestçe ve bilhassa radyodan okunmasına gelmişti. Bu mutlu ve kutlu gelişme ise, 8 Temmuz (1950) günü yaşandı. Az sayıdaki radyonun başında toplanan Müslüman halk, o gün ilk kez radyodan Kur'ân tilâvetini dinliyordu. Canlı şahitlerin anlattıklarına göre, yıllardır Kur'ân sesine hasret kalanlar, radyodan yayılan hafızların hazin sesini dinlerken, iradeleri dışında hıçkıra hıçkıra ağlıyor, adeta gözyaşlarına boğuluyorlardı. Hazro'da öğretmenlik yaptığımız dönemde (1976), o günlerin havasını bütün zerratıyla yaşayan Yazgı (Barkuş) köyü imamının anlattıkları, bugün gibi hafızamda tazeliğini koruyor. Olup bitenleri adeta yeniden yaşarcasına anlatırken, onu dinleyenler de duygularını gizleyemiyordu. Genç öğretmenlere "Kardeşlerim, evlâtlarım!" diyerek sesleniyor ve üstüne basa basa şunu söylüyordu: "Şeflik devrinde, Ezan yasak, Kur'ân yasaktı. Demokratların iktidara gelmesiyle birlikte, Ezan da, Kur'ân da hapisten kurtuldu. Ümmet–i Muhammed'in çeyrek asırlık hasreti bitmiş, elemi sevince inkılâp etmişti. Ortalık bayram yerine dönmüş, her tarafta kurbanlar kesiliyordu. Demokratların bu hizmetini sakın ola unutmayasınız." 08.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Raşit YÜCEL |
|
O gece |
Geceler bir gece idi… Yeryüzü sakinlerinin bundan haberi yoktu. Kâinat yaratılalı bu hale ilk defa şahit oluyordu. “Seni yaratmasa idim âlemleri yaratmazdım” hitabına mazhar olan Fahri Âlem (asm) Cenâb-ı Hakkın huzuruna dâvet edilmişti. Hicretten bir buçuk yıl önce idi. Recep ayının 27. gecesi idi. O gece Cebrail Aleyhisselâm Peygamberimizi Mescidi Haramdan alarak Burak ile Mescidi Aksa'ya götürdü. Oradan da âlemleri bir bir göstermek için gökyüzüne hareket ettiler. Sema tabakalarında bütün Peygamberler ile görüştü. Kendisine birçok âlemler gösterildi. Ve Cenâb-ı Hakkın zatı ile bizzat görüşüp konuştu. Cennet ve Cehennemi bizzat müşahede etti. Bu hiçbir kula nasip olmayan bir özellikti. Üzgündü. Müşriklerin baskısı gittikçe artıyordu. Onu yolundan hiçbir şey döndürememişti. Mekke müşriklerinin “istersen seni başımıza idareci yapalım, istediğin kadar mal ve mülk verelim, istediğin kadar hanım verelim, şu iddiandan vazgeç” demişlerdi. O ise “Bir elime ayı, bir elime güneşi verseniz ben dâvâmdan vazgeçmem” demişti. Ve öyle yaptı. Mekke mihrap oldu, Medine minber… O gönüllerin ve kalplerin sultanı oldu. Hazreti Hatice Validemiz yeni vefat etmişti. İşte Mi'rac bu atmosferde gerçekleşti. Bu âyette de belirtildi. Döndüğünde yatağındaki sıcaklık henüz soğumamıştı. Bu akıllara durgunluk ve dehşete kapılınacak bir olaydı. O gece de yaşananları Mekkelilere anlattı. Fakat müşrikler buna inanmadılar. Akılları gözlerine inmişti. İnatları onları adeta kör etmişti. “O zaman Mescidi Aksayı bize tarif et “ dediler. Ve, Cenâb-ı Hak Mescidi Aksa'yı birden gözünün önüne getirdi. Çünkü daha önce hiç gitmemişti oraya. Ve, bu kudsî olayı Hazreti Ebubekir Efendimize anlattılar. Böyle imkânsız bir hadiseye Hazreti Ebubekir Efendimizin inanamayacağını zannediyorlardı. Cevap verdi: “Bunu size O'mu (asm) söyledi?” dedi. Onlar ise: "Evet o söyledi “ dediler. Ve asırlarca unutulmayacak ve onu “Sıddıki Ekber” yani “Büyük tasdikçi” anlamına gelen şu sözü söylemişti: “O söyledi ise doğrudur, kabul ediyorum” dedi. Bazı insanların “Cenâb-ı Hak ile hayalen görüştü” iddiası doğru değildir. Bu, Allahın kudretinden uzak değildir. İşte bu böyle bir gece idi. Birçok manevî hediyeler ile dönmüştü Dünyaya. Bu büyük olay dillere destan olmuştu. Asırlarca mü'minler o geceyi bu mânâ ile ihya ettiler ve kıyamete kadarda ihya edcekler İnşallah.. Geceniz mübarek olsun efendim. 08.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Mikail YAPRAK |
|
Mi’rac mu'cizesi ve âyet içindeki âyetler |
“Bir kısım âyetlerimizi kendisine göstermek için, kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Haram’dan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren O (Allah) yücedir. Gerçekten O, işitendir, görendir.“ (İsra, 1.) Mi’racın İsra bölümü, yani Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya kadar olan kısmı Kur’ân’da açıkça beyan ediliyor. Necm Sûresi 4-18 arası âyetlerde ise mi’rac perdeli ve kapalı anlatılıyor. Aslında tek başına 1. âyet bile, mi’racın diğer safhalarını tasdik etmiyor mu? Tasdik ediyor, çünkü âyetin içindeki âyetlere de dikkat lâzımdır. Âyetteki “âyetlerimizi göstermek için“ kudsî ifadesi, sadece Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya kadar olan safhaya münhasır kalmıyor. Çünkü bazı âyetlerin gösterilmesi safhası asıl ondan sonra başlıyor. “Resul-ü Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, burak-ı tevfik-i İlâhîye biner; berk gibi bütün daire-i mümkinatı kat’edip, acaib-i mülk ve melekûtu görüp, daire-i vücûb noktasına çıkıp, sohbete müşerref olup, rü’yet-i cemal-i İlâhîye mazhar olarak fermanı alıp vazifesine dönebilir ve dönmüş ve öyledir." “Bu seyahat-ı cüz’iyyede bir seyr-i umumî ve bir urûc-u küllî var ki: Tâ Sidret-ül-Müntehâya, tâ Kab-ı Kavseyn’e kadar merâtib-i külliye-i Esmâiyyede (Allah’ın isimlerinin küllî mertebelerinde); gözüne, kulağına tesadüf eden âyât-ı Rabbâniyyeyi ve acâib-i san’at-ı İlâhiyeyi işitmiş, görmüştür, der. O küçük cüz’î seyahati hem küllî, hem mahşer-i acaib bir seyahatin anahtarı hükmünde gösteriyor.“ (Bakınız: 31. Söz) Ama şu da var ki, Cenâb-ı Hak, kullarının akıllarını zorlamamak ve sevgili Resûlünü, sorgulayanlar karşısında zor durumda bırakmamak için, mi’racın Mescid-i Aksa’dan sonraki safhasını perdeli bırakmış, Habib-i Ekreminin (asm) izahlarına ve sadece kâmil iman sahiplerinin iman derecesine göre idraklerine havale etmiştir. Zaten mi’rac mes’elesi, imanın temel rükünlerini kabul etmeyen dinsizlere bizzât ispat edilmez. Çünkü Allah’ı bilmeyen, Peygamberi tanımayan ve melekleri kabul etmeyen veya semavatın varlığını inkâr eden kimselere mi’racdan bahsedilmez. Öncelikle imanın rükünleri ispat edilip daha sonra mi’rac onlara dayanarak ispat edilebilir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Mi’rac Risâlesinde bu yolu takip ederek mi’rac gibi kabulü en zor bir meseleyi, dinsiz birinin dahi kabul edebileceği bir katiyetle ispat etmiştir. *** Mi’racı anlamak için yine mi’rac gibi mu'cizevî bir merdivene ihtiyaç vardır. İnsanı basamak basamak o hakikatın zirvesine, yani “anlama" zirvesine çıkaracak manevî ve ilmî bir merdivene ihtiyaç vardır. Mi’rac mu'cizesinin zuhur ettiği günden tâ bugünümüze kadar bu hususta sayısız izahlar yapılmış ve yazılmıştır. Muhakkak ki bunlar da bu alanda belli bir boşluğu doldurmuş, imanlı kalplerde ve kafalarda yerini bulmuştur. Ama herşeyi maddede arayanların ve maneviyatta kör olanların hücum ettiği bu muazzam mu'cizenin çağımızda anlaşılması için önümüze getirilen ve bizi mi’rac hakikatına ilmen ve manen çıkaran nurdan merdiveni ancak Risâle-i Nur Külliyatında görmek mümkündür. Bilhassa 31. Söz ile 24. Mektub’un İkinci Zeyli bu hakikata hasredilmiştir. Kaldı ki bu risâleler, mi’rac mu'cizesini anlamanın ve kabullenmenin ilk şartı ve lâzımı olan “iman“ı ispat ve izah sahasında da erişilmez bir mazhariyete maliktirler. Mi’raca muhatabiyet noktasında mü’min olan her Müslümana yakışan tavır, elbette ki, “sıddıkiyet“ ünvanına sahip Hazret-i Ebubekir’in (ra) tavrıdır. Kayıtsız, şartsız “Bunu Muhammed (asm) söylüyorsa, doğrudur. İşittim, iman ettim“ diyebilmektir. Sıddîk-ı Ekberin, müşriklerin alaylı sözlerini onların ağızlarına tıkaması gibi; herşeyi maddede arayan ve akılları gözlerine inen “çağdaş“ münkirlerin hücumlarına imanlı göğüslerimizi siper etmektir. Bu da ancak iman ve Kur’ân hakikatlerine aralıksız çalışmakla, Allah’ın sonsuz kudretine iltica etmekle ve O'nun merhametini celbetmekle olur. Bu temenni ve niyaz ile Mi’racınızı tebrik eder, saadetler dilerim.
NOT: Avusturya’da okullarımızın tatile girmesiyle, bizi de bir tatil havası sardı. Mektuplarımız arada bir kesilirse bu sebepten olacaktır. Herşeye rağmen siz değerli okurlarımızla irtibatı kesmemek en büyük arzumuzdur. Dua istirhamıyla. M.Y. 08.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Mi’râciye |
Bu gece Mi’rac Kandili. Rabbimize sonsuz şükürler olsun ki bizi böylesi bir geceye daha eriştirdi. Bu mübarek gecenin yazımızın yayınlanacağı güne denk düşmesi gibi güzel bir tevafuk hasıl olunca, yazının konusunu da mûsıkîmizde pek az bilinen Mi’râciye konusuna ayırmak istedim. Bu yazımızda Dr. M. Nazmi Özalp’in makalesinden istifade ile bazı ana noktalara değineceğim. Mi’râciye, edebiyatımızda Peygamber Efendimizin (asm) Mi’râcını konu edinen, anlatan mesnevî tarzında yazılan şiirlerdir. Bestelenmiş bu şiirlerin en ünlülerinden biri 17. yüzyılda yaşamış olan Arif Efendi ile özellikle Nayî (Neyzen) Osman Dede’nin bizzat sözlerini yazdığı ve bestelenen mi’râciyeleridir. Arif Efendinin bestesi ne yazık ki bugün unutulmuşken, Nâyi Osman Dede’nin Mi’raciyesi Dr. Suphi Ezgi’nin gayretleri ile çok az bir eksikle birlikte notaya alınabilmiştir. Beş bölüm olarak bestelenen Mi’raciye’nin her mısraı iki kişi tarafından okunduktan sonra Tevşih’i (tevşih bir çeşit na’ttır. Yani na’tların besteli halidir. Süslemek tezyin anlamına gelir) okuyan ilk bölümde “Sallü aleyh” son bölümlere doğru “Mine’s Salâ” diye karşılık verir. Eserin son bölümünde koro “İkbal Ya Mûcib” der. Eskiden Mi’raciyenin Miraç Kandilinde okunması gelenek idi. Hatta öyle ki bu âdeti sürdürmek için vakıf dahi kurulmuştur. Meselâ Üsküdar’daki Aziz Mahmud Hüdai Camii, Sünbül Efendi Camii bu vakıflar arasındaydı. Yaklaşık 2,5 saat süren Mî’râciye merasiminde M’îrâciyeyi okuyanlara mîrâchan denmektedir.
Mi’raciye nasıl yazıldı? Bir Regaip Gecesi Osman Dede, devrin büyük mutasavvıflarından yakın dostu Mehmet Nasûhî Efendi’nin Üsküdar’daki Nasûhî dergâhına gelir. Nasûhî Efendi, Osman Dede’ye, “Mevlid Kandili için Mevlid-i Şerif var. Mi'raç Kandili için bir eser yok. Bir Mî’râciye yazıp bestele de okunsun” der. Bunun üzerine Osman Dede, Mî'râç Kandiline kadar olan kısa zaman içinde 400 mısradan oluşan, mesnevî tarzındaki Mî'râciye’yi besteler ve eser ilk olarak Nasûhî Dergâhında okunur. Mî'râciye’nin bundan sonra Mi'raç gecelerinde okunması âdet haline gelir.
Mi’râciyenin yazarı Nâyi Osman Dede kimdir? 1642 -1647 yıllarında doğduğu tahmin edilmektedir. Osman Dede, çok genç yaşından itibaren güzel san'atların mûsikî, şiir ve hat san'atı gibi kollarında çalışmaya başladı. Bu uğraşının sonucu olarak 1672 yılında, Galata Mevlevîhânesi şeyhi Gavsî Dede’nin hizmetine girerek mevlevî oldu. Gavsî Dede, XVII. yüzyılın yetiştirdiği değerli ilim ve san'at adamlarındandı. Söylentiye göre bir gün Gavsi Dede’ye Halil Efendi adında bir dostu ziyarete gelmiş. Bir süre sohbetten sonra her ikisinin de canı ney dinlemek istemiş. O gün de usta neyzenlerden dergâhta hiç kimse yokmuş. O sıralarda çok genç ve emekleme döneminde bulunan Osman Dede’ye ney çaldırtmışlar. Bütün acemiliğine rağmen genç san'atkârdaki kabiliyeti sezen Halil Efendi, bu genç delikanlının ileride neyzenbaşı olabileceğini Gavsi Dede’ye söyleyerek takdirlerini belirtmiş. Galata Mevlevîhânesi’nde on sekiz yıl neyzenbaşılık yapmış. Bu arada Gavsi Dede’nin kızı ile evlenmiş. Kayınbabasının ölümü üzerine 1697 yılında Mevlevîhânenin şeyhliğine getirilmiş. Bu makamda otuz üç yıl kaldıktan sonra 1729 yılında vefat eder ve tekkenin mezarlığına defnedilir. Mûsikîşinaslığına gelince; mûsikînin sadece teknik yönü ile değil, eski Edvâr kitaplarını inceleyen, nazariyat ile de uğraşan bir san'atkârdır. Mi’raciye’nin sözleri eksiksiz bir şekilde derlenerek, 1895 yılında Maarif Nezareti Evrak Müdürü Ali Galip Bey tarafından bastırılmıştır.
NURDAN DAMLALAR
“İŞTE masnuâtı yaldızlayan mezâyâ ve mehâsine ve mevcudâtı ışıklandıran letâif ve kemâlâta karşı, ‘Sübhanallah, Mâşaallah, Allahü Ekber’ diyerek semâvâtı çınlattıran ve Kur’ân’ın nağamâtıyla kâinatı velveleye verdiren, istihsan ve takdir ile, tefekkür ve teşhir ile, zikir ve tevhid ile, berr ve bahri cezbeye getiren, yine bilmüşâhede o zâttır.”
Sözler, 31. Söz, s. 531 08.07.2010 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Ali Rıza AYDIN |
|
HİZMETİNE ŞAHİDİM! |
Hayatın dolu dolu oluşu, göç etmeye engel değil; hele çare hiç değil. İnsan doğuyor, yaşıyor, ölüyor. Önemli olan “Baki kalan bu kubbede bir hoş sada” misali iz bırakmak, hayırla yâd edilmek. Bunun için de, faydalı işlerle, hayırlı hizmetlerle meşgul olmak gerekir. Azrail’in randevusu olur mu? Bir an geliyor, “daha dündü…” dedirtiyor, insana. Gençliğe, dinçliğe yaklaştıramadığımız ölüm gelip çattı mı bir gün, “ah, tuh” demenin faydası olmuyor o gün. Fayda verecek tek şey, işlenilen salih amel. Pek çok gidenler gibi, Anadolu’nun sinesinden sessizce göçtü bir er. Onu, bin dokuzyüz seksenli yılların başında, Yeni Asya Yayınları’nın Ankara Dağıtım Merkezi’ni işlettiğim yıllarda tanıdım. Ahmet Özkan kardeşim cıvıl cıvıl insandı. Şevk dolu, heyecan dolu bir hâletle hizmetine koşardı. Neşriyat işlerinin, esasen, bu işlerle uğraşmanın kolay olmadığı yıllarda Ahmet Özkan, Süleyman Alıç ve Halil İbrahim Kaya gönülden yürütüyordu; Kırıkkale’nin gülleriydi, hizmetin bülbülleriydi onlar. El ele, omuz omuza; ihlâsla, samimiyetle koşar dururlardı hep. Nerede hizmet, orada onlar! Hafızama kaydolunan en belirgin kare bu. Allah (c.c) hepsinden ebeden razı olsun. Hayatta hiçbir şey sürpriz değil. Üstadımız: “…Hakikî ömrünü bulunduğun gün bil” 1 diyor. Çünkü, düne malik değilsin, yarına ulaşmaz elin. En iyisi mi, elimizde bulunanı, bulunduğumuz ânı lâyıkıyla kullanmalı, semeredâr etmeli. Ahmet Özkan kardeşimiz, bir kalp krizi neticesinde âhirete yürüdü. Gerçi, ölmek için hastalık şart değil ki. “Gel” denince gidilir, makbere girilir. Rabbimin takdiri neyse, tecellî eden O'dur. “Yani, mevti veren O'dur. Yani, hayat vazifesinden terhis eder, fânî dünyadan yerini tebdil eder, külfet-i hizmetten azat eder.” 2 Ölüm, yüzde doksan dokuz ahbabın toplanma yeri olan berzah âlemine göçüştür. Yani, tebdil-i mekândır. Bunu bilirsiniz siz. Üzgünüm, Ahmet kardeşimizin defninde bulunamadım. Bulunabilseydim, naaşının başında sorulan: “Merhumu nasıl bilirsiniz?” sorusuna, “Hizmetine şahidim” derdim; ona rahmet dilerdim. Orada sergi açmak yok, ama sergilenenlerin semeresini toplamak var. İnşaallah, Ahmet kardeşimiz de, rahmet-i İlâhîye mazhar olur orada. Ona, Cenâb-ı Hakk’tan rahmet, yakınlarına da sabr-ı cemil diliyorum.
Dipnotlar:
1. Said Nursî, Sözler (yt), s. 246. 2. Said Nursî, Mektubat (yt), s. 380. 08.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Buyurun cemaate! |
Yıllar önce, kimilerinin “Kırmızı Kitap” dediği bir “belge”ye sahip olduğumuz ve “önemli işler”in bu belgeye göre yürütüldüğü anlaşıldığında haklı olarak tepki gösterenler olmuştu. Ama Türkiye’yi idare edenler bu tepkileri dikkate almamış, “Zamanla alışırsınız” tavrını sürdürmüşlerdi. Nihayetinde bu “belge” kabullenilmediyse de tamamen rafa da kaldırılmadı. “Millî Güvenlik Siyaset Belgesi” olarak isimlendirilen bu “belge”nin muhtevasını sadece vatandaşlar değil, çoğu “etkili siyasetçi” ve yüksek bürokratlar dahi bilmiyor. Son zamanlarda bu belgeden “cemaatler”in isminin çıkarılacağı açıklanınca güya bir “sevinç” meydana geldi. Bu gelişme, Türkiye’nin daha bir demokrat olacağına işaret sayıldı. Tabiî ki hadise çok boyutlu. Değil bir yönüyle, belki de on madde ile bu duruma itiraz edilebilir ve edilmelidir. En başta “cemaat”lerin öyle bir belgede “suçlu/ zanlı/ ön mahkûmiyetli” olarak yer alması nasıl kabul edilebilir? Cemaatlerin bu belgedeki “muhtemel suçlular listesi”nden çıkarılmasına sevinmeden önce, “Cemaatler nasıl ve niçin bu listeye ilâve edildi? Buna kim ve neye göre karar verdi?” sorusunun sorulması ve ikna edici cevaplarının alınması gerekmez mi? Güya AB yolunda “fasıl”lar açıyoruz ve her geçen gün biraz daha hür ve demokrat oluyoruz. Oluyoruz, ama öte yandan da hürriyet ve demokrasi anlayışına tepeden tırnağa kadar zıt olan uygulamalar da devam ediyor. Toptan ve perakende olarak “cemaatler”i öyle bir listeye almak en yüksek perdeden itirazı hak etmiyor mu? Niçin “çıkarılıyor” haberiyle kamuoyu sevindirilirken, o listede yer alması karşısında susuldu? “Sade vatandaş”ların listede neyin ve nasıl yer aldığını bilmediği için itiraz etmesi zaten mümkün değildi. Peki, vatandaştan yetki alarak Türkiye’yi idare eden siyasetçiler, o belgeye ve içinde yer alan “Cemaatler suçludur” anlamındaki ifadelere şimdiye kadar niçin itiraz etmediler? İtiraz etmek hafif kalır, o belgeyi hazırlayanlara ve ona göre icraatlar ortaya koyanlara hesap sormadılar? “Bunları unutalım, yıllardan beri süren yanlış düzeliyor ya, buna sevinelim” demekle bir yere varamayacağımızı görmemiz lâzım. Yanlış yapana hesap sorulmadan işlerin düzeldiği nerede görülmüştür? Mükâfat ve mücazat dikkat edilmesi gereken önemli bir dengedir. Vazifesini yapanlara mükâfat, yapmayanlara mücazat... Elbette her kurum ve kuruluş içinde olduğu gibi, “cemaat”lerin içinde de hukukî anlamda “yanlış yapan”lar olabilir. Ama bunun yolu, o cemaatleri toptan ve perakende olarak suçlu ilân etmeye yeter mi? Türkiye’de yaşanan sıkıntı, Türkiye’yi idare etmeye talip olan siyasetçilerin ve yüksek bürokratların “Türkiye gerçeği”ni bilmemelerinden kaynaklanıyor. Kurdurulan ve oluşturulan kâğıt üstündeki bazı “cemaat”ler hariç, cemaatler milletin içinden çıkmış ve Türkiye’nin temel bir gerçeğidir. Bunu yok sayarak bir iş yapmak mümkün değil. Eğer Türkiye hukuk ve adalet devleti ise, “gizli, kırmızı kitap”lara ihtiyaç yoktur. Kanunlar vardır ve suç işleyenlere, yürürlükteki kanunlara göre hesap sorulur. Bunun dışında gizli suç ve gizli ceza olmaz ve olamaz. Dolayısı ile cemaatlerin “kırmızı kitap”tan çıkarılmasına sevinmeden önce, “Şimdiye kadar niçin ve nasıl orada yer aldı?”nın hesabının sorulması lâzım. Millet nazarında mahkûm olanlar cemaatler değil; hürriyet, adalet ve demokrasi karşıtı “kırmızı kitap”lardır, bu böyle bilinsin. 08.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet BATTAL |
|
Hesap ve muhasebe |
Bilgisayar icad edilmeden önce muhasebeciler ticaret erbabının eli ayağı idi. Çok önemli bir meslek ifa ederlerdi. Bir ticarethaneye ne kadar mal girdi, ne kadarı depoda, ne kadarı rafta, ne kadarı satıldı, hangileri hangi kâr oranı ile satıldı, bütün bunları muhasebe elemanları bilirdi ve bu hesap ve muhasebe işlerini genellikle yıllık ya da en çok altı aylık dönemler için yaparlardı. İşte o zamanlarda, bazı insanlar, bir gün gelip kıyametin kopacağını akıllarından uzak gördükleri gibi Allah’ın haşirdeki terazisinin kılı kırk yaracağı hususunda da şüpheye düşerlerdi. Ne de olsa muhasebe zor meslekti. Böyle düşünen insanlar için “boynuzsuz koyunun ahirette boynuzlu koçtan boynuz hakkı alacak olması” sadece bir “söylem”di, basit bir adalet sembolü idi ve temsilî bir mânâ ifade ediyor idi. “Yok artık, bu kadarı da olamaz”dı. Zaten, böyle düşünen kişiler, fikren bir adım öteye gittiklerinde, ahireti dahi temsilî ve sembolik bir kavram olarak görüp “Cennet de cehennem de bu dünyadadır” demeye başlıyorlardı. (Bunların bir kısmı, Eskişehir’den geçen trenlerde bazı yalancı cennet mekânları bulmuyor da değildi ya, neyse). Böyle bir fikrî gerileme geçirmek istemeyen genç insanlardan bazıları bir gün Bediüzzaman’a gidip, “Okullarımızda öğretmenlerimiz bize Allah’ı anlatmıyor, sen bize Allah’ı anlatır mısın?” dediler. Bediüzzaman onlara, çok az hocanın verebileceği bir cevap verdi: Öğretmenlerinizin verdiği bilgiler üzerinde dikkatli düşünürseniz bu bilgilerin size Allah’ı tanıttığını anlayabilirsiniz, hocalarınızı nasıl yani hangi bakış açısıyla dinleyeceğinizi benden öğrenin, dersi ise onların bilgilerinden alın, dedi. Bilimlerden örnekler verdi. Bir işyerinde işin idaresi muntazam yürüyorsa ve işletmenin muhasebesi iyi tutuluyorsa, bu, gayet iyi bir yöneticinin varlığını gösterir. Bu kâinat, dünya ve insan bedeni muntazam bir fabrika ya da mağaza gibi idare edildiğine göre bu da bütün bu yerlerin hakiminin hikmetli ve tedbirli (müdebbir) yöneticiliğini açıkça gösterir. Küçük bir işyerinin yönetiminde dahi beceriksizliklerle karşılaşan insanlar, kâinatın yönetimindeki kusursuzluğu ve adaletteki mükemmel hesabı görmekte zorlanıyorlardı. Oysa artık işler değişti. Şimdi bilgisayar destekli iş idaresi ve bilgisayarlı muhasebe var. Bu sayede artık, altmış bin çeşit mal satan bir süper mağaza bile çok basitçe yönetilebiliyor, muhasebesi tutulabiliyor. Her şey bir tıklamaya bakıyor. Yeter ki “yazılım iyi tasarlanmış olsun” ve “donanım iyi işlesin”. Bir süper mağazadaki bir bilgisayar, bir program yardımıyla, yöneticinin dilediği zamanda, günlük, aylık veya yıllık olarak ya da diğer periyotlara göre; o mağazada rafta ve depoda hangi marka maldan ne kadar mal var, ne kadarı satıldı, hangi marka olanı hangi hızla satıldı, hangi tür malı alan müşteri hangi usulle ödeme yaptı, hangi tedarikçinin malı daha kaliteli, daha pahalı ve daha dayanıklı, hangi tür müşteride tahsilat zorluğu yaşanıyor, gibi, akla gelecek ya da gelmeyecek çok sayıda sorunun cevabını “mükemmel biçimde” veriyor. Kul yapısı bir icat olan bilgisayar dahi neredeyse hatasız biçimde bilgi topluyorsa, muhasebe yapıp hesap görebiliyorsa, kâinat denilen donanımı yoktan var eden ve yazılım diyebileceğimiz muhteşem düzeni “kurup işleten” Yaratıcı, her halde, boynuzların da hesabını tutar, verdiği boynuzu kötüye kullanmanın da hesabını günü gelince hem de en iyi biçimde sorar. Zaten, anlayan için, “seriü’l hisab” olmanın mânâsı başka ne olabilir ki. O halde kendi muhasebesini düzgün tutan her ticaret erbabı şüphesiz inanır ki; büyük hesap gününde, sadece kendi dükkânının muhasebesini iyi tutmuş olmak hesaptan kurtulması için yeterli gelmeyecektir. Elinin ulaşabileceği yerdeki kötülüğe mani olmak için elinden geleni yapıp yapmamaktan da sorumlu tutulacaktır. Dilinin ulaşabileceği yerdeki kötülüğe mani olmak için dilini tatlandırıp hayırda istihdam etmesi gerekirken bunu yapmamışsa o dilin de hesabını verecektir. Sadece kendi işinden değil, dahil olduğu piyasanın genel gidişinden de mesul olacaktır. Görüldüğü gibi, bu büyük hesapta, hesap gören için hiçbir zorluk yoktur. Hesabı veren için aslında belki de en kolayı paranın ve malın hesabıdır, zor olanı ise her halde anlaşıldı; “boynuz”un hesabıdır. 08.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Ankara’nın endazesi kaçmış… |
Ankara’nın endazesi kaçmış, siyaset bir yığın gündemin ortasında bocalıyor… Günlerdir, kum torbalarının yüksekliği, sınırdaki siperde “çömelme-çömelmeme” polemiklerine, İsrail’in yardım gemilerine saldırıp dokuz vatandaşı katletmesinden dolayı “özür dilememe,” tazminat ödemeyi ve BM uluslar arası komisyonu kabul etmeme üzerindeki karşılıklı restlere yoğunlaşan gündem, yeni yeni konularla daha da dağılıyor. Haftanın konusu terör; terörist saldırılarının, çatışmaların ardı arkası kesilmiyor. Doğu’dan Batı’ya şehitler gelmeye devam ediyor. Lâkin terörle mücadelede “ortak mücadele stratejisi”nin tesbiti için iktidar ve muhalefetin buluşması bile hâlâ belirlenmiş değil. Başbakan Erdoğan’ın Meclis içinde ve dışında bulunan partilere yapacağı görüşmenin talebine dair siyasî atışmalar sürüyor. Bir yandan hâlâ “sınır ötesi harekât”la başta Kandil Dağı olmak üzere PKK’nın yuvalandığı kamplar savaş uçaklarınca bombalanırken, diğer yandan teröristbaşı Öcalan’ın hoşlanmadığı ve değiştirilmesini istediği “bordo bereliler”in İmralı Adası’ndan çekilmesi dikkat çekici. Kamuoyu İsrail’in Mavi Marmara baskını, PKK’nın İskenderun ve Şemdinli saldırısıyla meşgulken, Öcalan’ı yakalayarak Türkiye’ye getiren ve on bir yıldır İmralı’nın dış güvenliğini sağlayan Özel Kuvvetler Timi, görevini İçişleri Bakanlığına bağlı Jandarmaya ve Sahil Güvenlik’e devredilmiş…
“TERÖRE TEDBİR ALINMADI” İTİRAFI… Bu arada Genelkurmay Başkanı’nın, “1999’dan 2004’e kadar terörün sıfıra yaklaştığı, lâkin dağdaki terörist kadrolarının beş yıl boyunca devam edip tasfiye edilmediğini; beş kez bitme noktasına gelen teröre karşı gerekli tedbirlerin almadığını” söyleyip, “Eğer bu sorunu doğru anlasaydık, terör biterdi” sözü, baştan beri terörle mücadeleyi sırf askerî yöntemlere havale eden devletin ne denli bir yanılgı zâfiyeti içinde olduğunun itirafı ve te’yidi oluyor. Terörle mücadelede ciddî bir gevşeklik yaşanması, bu dönemde Terörle Mücadele Yüksek Kurulu’nun bir kez olsun toplanmaması, bunun bâriz göstergesi… Özellikle Öcalan’ın yakalanmasıyla başlayan süreçte Anasol-M koalisyonundan sonra AKP iktidarının da terörle mücadeleyi askerî yöntemlere ihâle ettiği; zaman zaman telâffuz edilmesine rağmen bu süreçte ekonomik ve sosyal alanda öncelikli tedbirleri ihtiva eden bir kapsamlı bir projenin uygulanmadığı, bu “itiraf”la açıkça anlaşılıyor. Son on bir yılda GAP’ın ihmali, bunun bir misâli… Gerçek şu ki 2001’deki ekonomik kriz sonrası Anasol hükûmetinin “15 günde 15 yasa” ile Derviş’le dayattığı “ekonomik programı” harfiyen tatbik eden AKP hükûmetleri, “terörle mücadele”de de aynı yöntemi kullandı. 28 Şubat sürecinin başlattığı, terör örgütüne karşı koyan özel timleri tasfiye plânını uyguladı. Bilhassa 1990’lı yılların ortasında özel eğitim almış, teröristlere mukabelede uzman, profesyonelleşmiş, bölgeyi bilen özel birlikler ya lağvedildi ya da Batıya nakledildi. Keza bu dönemde devletin terörle mücadele eden kurumları arasında yeterli koordinasyon temin edilemedi. Gelinen noktada yeni yeni “özel timler”in, “profesyonel birlikler”in sınır bölgesine konuşlandırılacağından bahsediliyor. Hükûmet sekiz yıl sonra İçişleri Bakanlığı’na bağlı “Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’nı kurdu. “Açılım” koordinatörü Bakan Atalay, “Terörle mücadele arşivi kurulacak” diyor. Terörle mücadele eden emniyet ve istihbarat kurumları hiyerarşisine bir yenisi ekleniyor, bürokrasi çoğaltılıyor… EN ÇARPICI GÜNDEM… Yalnız terörde değil, “komşularla sıfır problem” iddiasındaki dış politikada da başarısız politikalarla Ankara stratejik derinlikte âdeta boğuluyor. “Örneğin son Amerika ziyaretinde “Obama’nın Erdoğan’a tavsiye ettiği “Ermenistan’la normalleşme protokolleri” âdeta keenlemyekûn. Amerikan Dışişleri Bakanı Clinton, Bakü’de Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev’in “Ermeni işgali altındaki Karabağ’da uluslar arası hukuk temelinde çözüm bulmamıza yardım edin” ricâsına, “ABD sorunu çözemez, ancak dinamik biçimde aracılık yapabiliriz” diye cevaplıyor. Ermenistan işgali altındaki yedi rayondan (il-ilçeden) sadece beşinin pazarlığını öneren, en önemli rayonlardan Laçin ve Kelbecer’le, bir milyon Azerînin hâlen kaçkın (göçmen) olarak yurtlarından edildiği Dağlık Karabağ’ı müzâkere dışı bırakan Clinton, peşinden Erivan’a geçip “soykırım anıtı”nı ziyaret ediyor. Erivan’ın politikaları doğrultusunda, “Türkiye’den söz verdiği adımları atmasını bekliyoruz” diye konuşuyor. Obama’nın İsrail’i “stratejik müttefiki-model ortağı” Türkiye’ye tercihinin ardından, tıpkı “soykırım kararı”nı alan Amerikan Kongresi Dışilişkiler Komitesi gibi, yüksünmeden Türkiye’ye karşı Ermenistan’ın yanında yer alıyor… Ve bu tartışmalar gölgesinde Ankara’nın içiçe geçmiş gündeminin en çarpıcı konusu, Anayasa Mahkemesi önündeki “Anayasa değişikliği paketi”nin iptal istemi. Bununla Ankara’nın gündemi bütün bütün dağılacak ve endâzesi büsbütün kaçacak gibi… 08.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Demokrat formül |
AKP iktidarı, başörtüsü yasağı başta olmak üzere 28 Şubat yadigârı haksızlıkların sekiz senedir hâlâ devam ediyor olmasını “kurumsal mutabakat”ın sağlanamayışı ile izah edegeldi. Yani, kurumlar direniyor, ama hükümet buna karşı birşey yapamıyor. Dahası, “Gerginlik olmasın” diyerek de sineye çekiyor. Onun için başörtüsü yasağı artarak sürüyor. Kur’ân eğitimindeki yaş sınırı devam ediyor. Katsayı problemi, Danıştay’dan nihayet vize alan YÖK kararındaki ufak rötuşlarla berdevam. İmam hatiplerin orta kısımları hâlâ kapalı. Lise kısımlarında ise, katsayı engeline ilâveten, müfredattaki kültür derslerini kaldırıp, bu okulları sadece “meslekî eğitim” verir hale getirmeyi öngören düzenlemeler yapıldığı ifade ediliyor. Yani, 28 Şubat’tan kalma zulümler AKP iktidarı döneminde kalkmak veya hafiflemek şöyle dursun, daha da katmerlenerek devam ediyor. 22 Temmuz 2007 seçiminde tazelenen seçmen desteğine, Çankaya Köşkünde yaklaşık üç yıldır Gül’ün, YÖK’te de iki buçuk senedir onun tayin ettiği bir ismin oturuyor olmasına rağmen. Bu durumun tabana izahı ise şöyle yapılıyor: “Çankaya’yı ve YÖK’ü almak da yetmiyormuş. Esas sorun yüksek yargıdan kaynaklanıyormuş.” Ve AKP kendisine yargıyı düzeltmek için de zaman verilmesini istiyor. Anayasa paketindeki iki madde ile AYM ve HSYK’da yapmak istediği düzenlemelerin amacı bununla izah ediliyor. Ama bu girişim de ciddî bir gerilime yol açtı, hattâ bazı yüksek yargı mensuplarınca “savaş” kelimesiyle ifade edilen bir çatışmaya sebebiyet verdi. Ve o cenahta bu psikolojiyle tam bir “rejimi koruma seferberliği” başlatılmış durumda. İktidara gelirken haklarını koruma sözü verdiği kitlelerin mağduriyetlerini giderecek adımları atmaktan sekiz senedir “Aman gerilim olmasın” diyerek kaçınan, atacak gibi olduklarında da tepkiler üzerine geri çekilerek girişimini sonuca ulaştıramayan AKP, bu kadar çekindiği gerilimin fitilini son anayasa paketi ile iyice ateşlemiş oldu. Yürürlüğe girip girmeyeceği halen belirsizliğini koruyan paketteki düzenlemelerin problemi çözmeye yetip yetmeyeceği ayrı bir soru işareti. Tırmanarak devam eden gerilimin, mevcut sıkıntılara neleri de ekleyeceği de bir başka endişe konusu. Bilhassa 28 Şubat’ta ayarı iyice bozulan adalet terazisinin, bu gerilimden sonra ne hale gelip ne şekil alacağı başlı başına bir soru işareti. Temennîmiz, 28 Şubat uygulamalarıyla zaten ciddî şekilde örselenip sarsılmış olan adalet terazisinin, bu son gelişmelerle ve ilâveten Ergenekon, Kafes, Balyoz... dâvâlarının tetikleyebileceği rövanşist duygularla iyice şirazeden çıkmaması. Bu kaygımızı kayda geçirdikten sonra: Gelinen noktada oluşan tablo, AKP açısından, “birşey yapamama, sorunları çözüp mağduriyetleri giderememe” anlamına gelen bir acziyetin de ötesinde, söz konusu haksızlıkların, bu iktidar kullanılarak yer yer daha ileri boyutlara taşındığı ibretli bir manzarayı karşımıza çıkarıyor. Bu tablo, şimdiki iktidarın Millî Görüş kökenli önde gelenlerinin, vaktiyle yerden yere vurdukları demokrat iktidarlar tarafından, çok daha zor şartlarda yapılan hizmetlerin önem ve değerini daha net bir şekilde görme fırsatını veriyor bize. Sistemdeki asker ağırlığının çok daha koyu ve katı bir şekilde hükmünü icra ettiği, yargının da aynı zihniyetle vesayetini sürdürdüğü, bunlara ilâveten AB gibi demokratikleşme için zorlayan bir dış dinamiğin bulunmadığı o devirlerde demokrat hükümetler CHP tarzı laiklik yorumunu yumuşatarak din ve vicdan hürriyetinin önünü açıp baskıları büyük ölçüde hafifleten ve din eğitimini geliştiren icraatlara imza atabilmişlerdi. Onun için AKP, statükonun hücumlarından bunaldığı zamanlarda, “Bize yönelik saldırılar evvelce DP ve AP’ye de yapılmıştı” diyerek onlara sığınıyor ve AYM’deki kapatma dâvâsında kendisini savunurken yine onları referans gösteriyor. Ve bu tecrübeler de Türkiye'nin “demokrat formül”e olan ihtiyacını yine gözler önüne seriyor. 08.07.2010 E-Posta: [email protected] |