M. Latif SALİHOĞLU |
|
İnkişâfın iki kanadı: İhlâs ve gayret |
Seyahat, sıhhat verir. Kalben, ruhen, fikren ve bedenen dinlendirir insanı. Strese , ruh darlığına ilaç gibi gelir. Hele, Anadolu ve Rumeli seyahatleri... Buralar, apayrı bir feyzin, bereketin, rahmetin yeşerttiği, neşv û nemâ ettiği topraklar. İnsanları hasbî olur, kalbî olur, mert olur, cömert olur, civanmert olur bu mübarek toprakların. Baharın başlangıcı olan şu günlerde ise, bambaşka bir hareket ve cevvâliyete, muazzam bir diriliş ve inkişâfa sahne oluyor, Anadolu tarlası ile Rumeli bostanları. Bu açıdan bakınca, mevsim itibariyle de kendimizi çok sanslı addediyoruz. Zira, cemrelerin düştüğü Şubat ayı sonlarından, baharın fatihası olan Mart ayının tâ sonuna kadar, Türkiye'nin her tarafında sohbetlerin, seminerlerin, panel ve konferansların, anma programlarının yoğun şekilde icrâ edildiğini görmekteyiz. Gerek yazar, düşünür ve hatip arkadaşlarımızın, gerekse dost, okuyucu ve temsilcilerimizin, en çok da isimsiz kahramanlarımızın, hummalı bir faaliyet içinde ve hatta bir umumî seferberlik halinde hizmette koşturduğuna şahit olmaktayız. Nevrûz'daki diriliş hakikatinin, sosyal ve manevî hayata nuranî bir yasımasıdır bu. Nitekim, Nevrûz günlerinde vefat eden "Ahirzamanın Bediüzzaman"ı da, aynı mânâyı nazara vererek şunu söylüyor: "Ve'l–mevtu, yevm–i Nevrûzinâ." Yani, "Ölüm, bizim için Nevrûz Bayramı günü gibidir." Evet, Hz. Mevlânâ, ölümü "Şeb–i Arus" şeklinde isimlendirirken, Üstad Bediüzzaman da, ölümü yeniden dirilişin ilk günü, ilk adımı olan Nevrûz'a benzetmiştir. Bu açıdan bakınca, 23 Mart'ta (1960) dünyaya vedâ eden Bediüzzaman Said Nursî'nin vefatını, yeni bir dirilişin, yeni bir inkişâfın merhalesi şeklinde değerlendirmek mümkün. Ki, onun talebeleri de, aynı hakikati müdrik olarak, bilhassa Mart ayında hummalı bir hareket ve faaliyetin içine giriyorlar. Said Nursî'nin düşmanları, hasımları, muarızları, onun vefatına sevinmişlerdi. Onun vefatıyla birlikte, hizmetinin söneceğine, dâvâsının biteceğine inanıyorlardı. Ona göre hazırlanmış, kendilerini ona göre şartlandırmışlardı. Ne var ki, aldandılar. Hem de çok fenâ şekilde aldandılar; üstelik şaşırdılar. Zira, Bediüzzaman'ın vefatıyla birlikte, onun temelini atmış olduğu Nur hizmeti kesintiye uğramadı, bilâkis daha da inkişâf etti. Dalga dalga Türkiye'nin ve dünyanın her tarafına yayılmaya devam etti. Esasında, durumun böyle olacağını, Said Nursî daha hayatta iken söylemiş ve şu müjdeyi vermişti: Benim vefatım, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek... Aynen öyle oldu. Aradan elli sene geçmiş olmasına rağmen, nurânî imân hizmeti, kesintisiz şekilde devam etti, ediyor. Nur hizmetinin kesintisiz şekilde, üstelik gelişerek, yani inkişâf halinde devam etmesi, hiç şüphesiz, kenetlenmenin bir "şahs–ı mânevî" etrafında tahakkuk etmesiyle mümkün olmuştur. Zira "şahs–ı mânevî", kök tutan bir hizmetin adı ve adresidir. Bunun alternatifi olarak ve tekellüflü, zorlamaları tevillerle idame ettirilmeye çalışılan "şahs–ı vahit" tarzındaki hizmetler ise, usûl ve yöntem olarak—bilhassa bu zamanda—kök tutmayan hizmetlerin karakteristik bir özelliğidir. Ehl–i dünya ve ehl–i siyaset, kök tutmayan hizmet yöntemini tercih eder. Kendi işine ve menfaatine öylesi olanlar geliyor. Menfaat uyuşması olunca, haliyle yardımlaşmalar da olur. Dünyalılar ile "şahs–ı vahit" etrafında toplananların uyum ve menfaat ortaklığı içinde hareket etmesi, "şahs–ı mânevî"nin önündeki en büyük handikaptır. Hakikati arayanların yolundaki en büyük engel, basireti zayıf olanların önündeki en büyük perdedir. Evet, "şahs–ı mânevî"nin önündeki en büyük engel, aynı kaynaktan beslenen, ya da besleniyormuş gibi görünen "şahs–ı vahit" halkalarıdır. Bu çetin engel ise, ancak mükemmel bir şuurla, iz'anla, ferasetle, ihlâs ve gayretle aşılabilir ve kaldırılabilir. İşte bizim bilhassa Anadolu seyahatlerinde bilmüşahade gördüğümüz ve hayranlıkla temâşa ettiğimiz şey, bu meyanda yaşanan ve inkişâf eden hakikatler manzumesidir. İnkişafı temin eden unsurlar pek çoktur. Her biri birer düstûra dayanan bu unsurlar ne kadar ziyade olursa, hizmet de o derece inkişâf eder. Bu hakikatli düstûrlar arasında ise, bilhassa parıldayarak önem kazanan ve adeta "olmazsa olmaz" derecede ehemmiyet kazanan iki düstûr var ki, bunları bilhassa nazara vermek istiyoruz. Kuşun uçmasını temin eden iki kanat mesabesindeki bu düstûrların biri ihlâs, bir diğeri ise gayrettir. Nur hizmetinde, ihlâs ve gayret olmadan, ileri gidilmez, hakkıyla ve lâyıkıyla bir inkişâf sağlanamaz. İhlâs var, gayret yoksa, ism–i Hakîm imdada yetişmez, dolayısıyla muvaffakiyet elde edilmez. Gayret var, ihlâs yoksa, bu takdirde ism–i Rahîm imdada yetişmez ve o ihlâssız gayret, sahibini mânen felâkete götürür. İşte, ihlâs ve gayretin iki kanat halinde Nur hizmetinde bulunanlarda halikulâde bir şekilde tecelli ettiğini, bilhassa hizmet mahallerinde yaptığımız seyahatler esnasında bâriz bir sûrette görmekteyiz. Bundan da nihayet derecede memnun ve mesrûr olarak, vazifemizin başına dönmekteyiz. * * * Bu meyandaki son seyahatimizi, geçtiğimiz hafta içinde yaptık. Ankara'da iki–üç yerde ve hemen ardından Nevşehir ile Ürgüp'te yine iki–üç mekânda görüp şahit olduklarımız, bize yukarıdaki hakikatleri derhatır ettirdi. (Mart ayı içinde gideceğimiz yerler arasında Amasya, Çorum, Düzce, İskenderun, Hatay, Kahramanmaraş, Derince, Eskişehir, Almanya var.) Bütün bu seyahatler esnasında bizi en fazla duygulandırıp şevklendiren husus ise, kahraman temsilcilerimiz ile yapılan hizmetlere bütün himmetiyle yardımcı olan isimsiz kahramanların tam bir ihlâs ve gayret hissiyle yapmış oldukları hizmet ve faaliyetlerdir. Bunlardan tek tek söz etmek isterdim. Ancak, buna hem yerimiz müsait değil, hem de ekser okuyucularımızın bizden talebi bu çerçevede değil. Yakından tanıdığımı zannettiğim okuyucu ekseriyeti, hususîden ziyade umumu alâkadar eden mânâ ve düstûrları nazara vermemizi arzu ediyor. Bizden icra edilen bir programın detaylarını aktarmaktan ziyade, genel konulara ağırlık vermemizi talep ediyor.
01.03.2010 E-Posta: [email protected] |