Şükrü BULUT |
|
Sefih ve dinsiz Avrupa ‘günah keçisi’ arıyor |
Müslümanlar, Avrupa’yı; Ahmedinecat’ın, Lübnan Hizbullahı’nın, El-Kaide veya Taliban’ın tanımladıkları gibi tanımazlar. Onlar Avrupa'yı ikiye ayırırlar, dünyalarında… Hz. İsa’ya (a.s.) inanan, insanî değerleri benimseyen ve medeniyete çalışan Avrupa ile Müslümanlar barış ve ittifak içindedirler. Dinsizlikte Nemrut ve Firavun’u rehber edinmiş, başkasına zulüm ile geçinen, sefih ve çatışmacı Avrupa’ya da “İkinci Avrupa” derler ki, bütün Müslümanlar böyle bir anlayışı insanlık adına reddederler. Daha çok “İkinci Avrupa” kategorisine giren bazı yazarların, ara ara sistematik bir şekilde Batı basınında İslâmiyet aleyhinde yayın yapmaları, Avrupalı hakperestlerin de dikkatlerini çekmeye başladı. Sanki belli merkezlerde “İslâm aleyhine” hazırlanan programlar, bilinen bazı yazarlar vasıtasıyla dünyanın birçok ülkesinde medyaya servis ediliyor. Birçok program yapımcısı veya mahallî yazarın da maalesef bu “din karşıtı” programlardan etkilendiklerini de bu arada müşahede ediyoruz. Geçim belâsıyla Avrupa’ya işçi olarak gelmiş, ülkelerinin kötü şartlarından dolayı dinlerini öğrenememiş ve çoğu ancak ilkokulu bitirmiş insanlarla bu kıt'anın Müslüman olacağı vaveylasıyla dünyayı ayaklandırmaya çalışan bazı yazarların, “Avrupa'yı Müslümanlardan Kurtarma” hareketi, bu dinsiz gurubun tutulduğu ruh halini net gösteriyor. Daniel Pipes, Oriana Fallaci ve Mark Steyer gibi teorisyenlerin yazılarından, bugüne kadar Avrupa'da sistematik olarak yapılan “Yabancı düşmanlığı,” “Türkiye Aleyhtarlığı” ve “İslâm Karşıtlığının” nerden kaynaklandıklarını da öğrenmiş bulunuyoruz. Avrupa'yı Müslümanlardan kurtarma adına, insanları yakacak yeni yeni fitne ateşleri, iç savaşlar ve kıt'alar arası çatışma teorileri sunan yazarların en büyük şikâyetleri, kıt'ada artan Müslüman nüfusu. Gerçi Neoconcu ekibin (Sarkozy, Berlosconi ve Merkel) bundan böyle Müslüman göçmen almama veya İslâm ülkelerine vizeyi zorlaştırma gayretleri, tehlikeye karşı bir tedbir olarak görülebilir. Fakat kimsecikler kalkıp bu çok zeki yazarlara, Avrupa'nın neden bu hale düştüğünü sormayacak mı? Yani Avrupa ailesini Müslümanlar mı parçaladı? Hıristiyan Avrupalı gençlere “nikâh yolunu” İslâmiyet mi kapadı? Ruhlarındaki “Allah ve ahirete iman” boşluğunu dolduramayan insanların ellerine eroin şırıngasını Araplar mı verdi? 2015 yılında Rotterdam ve Amsterdam şehirlerinin ekseriyetini Müslümanlar teşkil edeceklermiş… En az kırk seneden beri bu şehirlerdeki ahlâkî dejenerasyonu “hürriyet!” adına destekleyen bu yazarlar veya bunların ustaları, aynı manzaraya Kuzey Afrikalıları nasıl sebep gösterebilirler ki… Avrupa'nın yasını tutan sözkonusu yazarlar ve medyadaki program yapımcılarının samimî olmadıkları, ortaya attıkları iddialar ve Avrupa'nın kurtuluşuna sundukları reçetelerden de belli oluyor. Bütün “Batı toplumundan” Müslümanları toplayıp, ülkelerine gönderme hevesinin arkasında ancak dinsizlik ve ırkçılık yatar. Dünyanın bir köye döndüğü şu zamanda bu mümkün değil… Kaldı ki, ırk olarak Asya ve Afrika'dan gelmeyen on milyondan fazla yerli Müslümanı ne yapacaksınız? Ağızlarına aldıkları “Tarihî Avrupa!” safsatası da bu dinsizlerin samimî olmadığını gösteriyor. Tarihî Hıristiyan Avrupa'yı kökleriyle birlikte tahrip eden “din karşıtı ve ahlâksız feylesoflar” değil miydi? Birinci ve İkinci Dünya Savaşları da bu dinsiz felsefenin, materyalizm ve kominizmin sebep oldukları facialardı, bize göre… Tarihî Avrupa'yı “İkinci Avrupa” tarihe gömdü. Yani eski hal geri gelemez. Yeni dünya düzeninde, insanlığın temel olduğu ve hakikî Hıristiyanlığın esas alacağı bir Avrupa'nın inşaasına bütün Müslümanlar yardımına koşarlar, kanaatindeyiz. İslâm ile Batıyı çatıştırmak isteyen bu münafık yazarların kafasındaki “Avrupa değerleri”, dünkü bolşeviklerle bugünkü turuncuların ileri sürdükleri tahrip ve kaosta başka bir şey olmasa gerek. Rusya’daki Müslümanların 2050 yılında, nüfusun çoğunluğunu elde etmesinin bir mânâsı olabilir mi? Dünkü bolşevik ve komünistlerin; dinde, ahlâkta ve insanî değerlerde yaptıkları tahribatlarla Rus gençliği aynı çizgiye gelmiştir. Hem Rusya'nın, hem Avrupa ve bütün insanlığın barış ve refahına taraf olanlar; onları yeniden bir iman çizgisine, insanî değerler çerçevesine ve umumî barış ve refaha çağırmalıdırlar. Irkları, dinleri, coğrafyaları, kültürleri ve sınıfları birbirine karşı kışkırtanların kimler olduğunu, Avrupalı Hıristiyanlar Müslümanlardan daha iyi bilirler. Hakikat o ki, Avrupa'daki garib Müslüman işçiler ve onların çocukları; ancak kendi inançlarını, temel ahlâkî değerlerini ve ailelerini muhafazaya çalışıyorlar. Neoliberallerin burada da onların üzerlerinde uyguladıkları projeler bilhassa üçüncü nesil üzerinde çok kötü tesirler oluşturuyor. Zaman zaman kriminal olaylara karışan, komşularıyla kavga eden, tembellik yapıp üretime katkıda bulunmayan bu gençlerin de “dinsiz ve sefih” ikinci Avrupa'nın eseri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kendi imkânlarıyla az çok dinlerini öğrenmiş, inandıklarını pratiğe döken ve İslâm kimliğini rahatlıkla sokakta gösterebilen Müslümanların Hıristiyan değerlere ne kadar saygılı, komşu haklarına ne kadar hassas ve bulunduğu ülkenin ekonomisine ne derece katkıda bulunduğunu, küçücük bir istatistik ortaya koyacaktır. Ümit ediyoruz ki, Hıristiyan ve insanî değerlere oldukça bağlı birinci Avrupa; dinsiz, sefih ve çatışmacı ikinci Avrupa'nın mahiyetini bu kıt'ada herkese gösterecektir. Global kriz, savaş ve teröre annelik yapan bu Avrupa'dan insanlığın kurtulmasını sağlayacaktır…
01.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin EREN |
|
Ziya sofrası |
Bursa uyanıyorken diri akan Nilüfer Çayı üzerinden geçiyorum; gece, siyah örtüsünü şehrin üzerinden çekiyor; gündüz gerçeği sahnesi açılıyor… Yalova’dan karşıya geçerken ışığın suyla raksı göz kamaştırıcı; dalgaların rüzgârı, ışığın dalgalanışı; göz kapaklarını oynatıyor. Gerçekle bu denli yüzleşme gözü ve gönlü ihtizaza getiriyor. Martıların nedendir böyle iştiyakla kanat çırpışları? Zaman suyu onları nereye götürüyor; bindiğimiz vapurla beraber dünya gemisini de? Gerçek; hep aranan aşk… Bir Cuma sabahı tefekkürüyle yalnız yolculuk, yolculuk yalnızlığı; gerçeklerle yüzleşmeyi o kadar kabullenmiyor nefis; hayal dalgalanması, zihin karmaşasına savurarak örtbas etmek istiyor. Kalabalık İstanbul’un, kalabalık sokaklarından ilerleyerek varıyorum, 41’lik genç “Yeni Asya” binasına. Vakit; kâinatın en büyük gerçeği imandan sonra gelen namaz vakti. Sonrasında hasret ve vuslat buluşmasıyla dalgalanan iç dünya ile dergi, kitap, yazı işleri, reklâm, elbette ki muhasebe ve diğer birimleri geziyorum… Tebessümle kısa konuşmalar, hoşbeşli muhabbetler çok uzun zaman sıcaklığı veriyor. Akşamında 41’lik genç yeni yaşına girecek, hazırlıklar hummalı, heyecanlar hızlı hareket ettiriyor. Gidilecek yerin adına bakar mısınız? “Ziya Şark Sofrası” gelinen yer dense daha iyi olmaz mı? Şark sofrası ziyasını nereden alıyor; peygamberlerin ekserisinin Asya’da gelmesi aklı kalple beraber gıdalandırıyor. Şarkın sarp dağlarından tulû eden Bediüzzaman, yazdığı eserlerle şarkı ve garbı ziyalandırarak nasıl manevî bir sofra kurmuş? Düşünce pencerelerini biraz daha açmalı değil miyiz; açlığımızın ne kadar büyük ve Rezzak-ı Kerim’in ne kadar Hâkim ve Rahîm olduğunu görmek için. “Ziya Şark Sofrası”na girerken bulutlar arasında ay’ın ışıklı tebessümünü görüyorum… Kırk birliğin tazeliğiyle bilgilendirmeler yapılıyor kısa konuşmalarla, şevk arttırıcı sözler söyleniyor. Kırk yıl unutulmayacak hediyeler alkışlarla takdim edilirken, sevinç coşkular yaşanıyor… Dört tane dört, yan yana gelse kaç eder? Ya kırk bir tane bir? “Ziya Şark Sofrası” böylesi genişlikte bir sofra; kesilmeden akan ve zaman nehrini aşan bir sofra. O sofradan başka bir lezzetli sofraya, Şekerci Han’a yakın bir dershaneye gidiyoruz; manevî ziyafet başlayalı çok olmuş, diz çöküp oturuyoruz. Aklım ye, kalbim sen de, lâtifelerim siz de; nefis sus, şeytan uzak dur; bu ziyafet kaçmamalı. Yıllardır görmediğim ağabeylerle tekrar görüşmek, sarılmak, tebessümlerle hâl hatır sormak; tarifsiz tatta başka bir ziyafet… Sabah namazı Süleymaniye Camii… Kalp camisi namaz ve tesbihatla birlikte güne doğuyor… Doyumsuz tezekkür ve tefekkürün sonsuz “an”ları… Rabıta-i mevt adımlarla kabristanda dolaşma, bir gün geleceğimiz yere nefsi alıştırma seansları. Kedi dostlarımla karşılaşıyorum, ürkütmemek biraz daha yakından bakmak için yerimden kımıldamıyorum, yine de kaçtı biri. Nefsimin sağır kulağına “Ya Rahim, Ya Rahim” diye bağırsaydın da uyansaydım bu sabahta, gitti uzakta durdu. Başka biriyle karşılaştım bu kaçmadı, sırtını sıvazladım, cilve yaptı, kafasını ters ve yan tarafa çevirdi ağzını açabildiği kadar açtı, küçük pençe attı. Kahramanlarım benim… Bab-ı Ali yokuşunda iniş-çıkış, birkaç yayınevi ziyareti, öğlen Eyüp Sultan… Sanki Cuma namazı, vaizin Mevlid-i Nebevî hakkında coşkun vaazı… Manevî havayı anlatmak, nuranî ziyafeti ifadelendirmek, sofrayı tasvir etmek; sahabe mesleğini Nur Risâlelerini okuyarak anlayanlara gerek var mı? Namaz sonrası iki kişi çantalarından kırmızı kitap çıkardı, müsaade ile dinlemek için sofraya oturdum. Ayetü’l-Kübra’dan okunan Kâinatın Efendisi (asm) ile ilgili bölüm nasıl bir geniş sofra açtığını söylemeye lüzum görmüyorum. Cami ve kalp camisi Rezzak’ın ahireti içine alan geniş sofrasına açıldı. Tanıştık, yoldaş olduk, beraber çıktık Eyüp Sultan Mezarlığına… Nurun kahraman fedakârı Zübeyir, nurların avukatı Bekir, takva timsali Mehmet Emin, kırk birlik taze fidanın tohumunu atan Mustafa Nezihi Ağabeylerin beraberlikleri, başka bir boyutta derse devam etmeleri, bize ölümsüz ders ziyafetiydi… Fatihalarla iştirak ettik ziyaretimizde ziyafete. “Asyanın bahtının miftahı meşveret ve şûrâdır” üst kimliği “vatan sathını bir mektep yapmak” gayesiyle neşriyata başlayan “Yeni Asya”; gerçeklerden haber veren misyonunu atiye taşıyacak güç; Eyüp Sultan sırtlarında görünüyordu. Şimdi o sırtlardan şehre, şehirlere inip “ilim”le mektep yapmak zamanı.
01.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevat ÇAKIR |
|
Kâğıt israfı bitsin |
Çekül Vakfı’nın on beş yıldır sürdürdüğü “7 ağaç ormanları” projesi ve Maltepe Üniversitesinin “yeşil bir adım” kampanyası ile ormanlar oluşturmak için el ele verilmiş. İletişim Fakültesi ve Halkla İlişkiler Bölümü 3. sınıf öğrencileri atık gazeteleri toplayıp tasarlayarak, çanta ve kâğıt torba haline getirmişler. İnsan olarak her fiilimizde iktisadî hayatı seçmemiz gerektiği gibi bu konuda da iktisada riayet etmemiz lâzım. Kâğıdı iktisatlı kullanmak için şöyle bir ifade kullanılıyor: “Yazdırmadan önce kesilen ağaçları düşünün.” Kimbilir, belki de halen kâğıdın ağaçtan üretildiğini bilmeyen yığınla insan vardır. Bilinse ki her boşuna karalanan sayfalar ve gereksiz yazışmalar, gereğinden fazla kullanılan kâğıt havlular insanın nefesinin kesilmesini netice verecek; elbette iktisatlı davranmaya mecbur kalınacaktır. Yoksa zarar kendisine dokunmadan insanın ihtiraslarını firenlemek çok güç. Bu konu, ana okullarından başlayıp bütün eğitim kurumlarında ele alınması gereken bir konudur. Ayrıca bütün eğitim kurumlarında ve kırtasiyelerde kâğıt geri dönüşüm sisteminin kurulması gerekmektedir. Bakanlık tarafından dağıtılan kitapların (Şu ana kadar 920 milyon adet kitap dağıtılmıştır.) kapaklarının daha kaliteli olarak basılarak öğrencilere dönem sonunda iade şartıyla verilmesi sağlanmalıdır. Yıllık kişi başına kâğıt tüketimine baktığımız zaman, ülkelerin gelişmişlikleriyle orantılı olduğu ortaya çıkıyor. Demek ki yazılıp okunduğu oranda ülkeler ilerliyor. Bu konudaki araştırmalara baktığımızda şöyle bir tablo ortaya çıkmaktadır: ABD kişi başı yıllık kâğıt tüketimi 332 kg., Almanya 187 kg., İngiltere 163 kg., Türkiye 42 kg., Asya ülkeleri 26 kg., Afrika ülkeleri 5.5 kg. İnsanların birbirlerine gönderdiği mektupların yüzde 44’ü okunmamaktadır. Yalnızca 100 bin aile gereksiz yazışmayı durdurursa, her yıl 150 bin ağaç kesilmekten kurtulacaktır. Bir insan ömrünün sekiz ayını gereksiz yazışma zarflarını açarak geçirmektedir. Bir büro elemanı yılda 81 kilo yüksek vasıflı kâğıdı çöpe atmaktadır. Bir ton kâğıt üretimi için 64 bin litre suya ihtiyaç vardır. Yüz yapraklı bir ders kitabının yaklaşık 500 gr ağırlığında olduğunu ve bu ebattaki bir kitabın çöpe atılması halinde yılda 13 bin litre oksijen üretimini de çöpe atmış oluyoruz. Aynı zamanda 15 gr kirleticinin atmosfere atılması anlamına gelir. Bu kirleticiler yanında yeryüzünün ısınmasına ve sera etkisine sebep olan 18 kilogram karbondioksiti de atmosfere atmış oluruz.
01.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Gençlere zaman ayırın |
Gençlere karşı başta sevgi ve pozitif duygular beslemelisiniz. Unutmayın; onların alıcıları güçlü ve hassastır. Her türlü hisler radarlarına takılır. Kendinizi işinize, zevklerinize kaptırmayın. Çocuklarınızla değerlerinizi paylaşın, onlara zaman ayırın. Gençlerle sakın inatlaşmayın! İnadın gözü kördür; sizi nereye sürükleyeceğini bilemezsiniz. Gençlerin kafalarındaki soruları tesbit edin ve mutlaka ikna edici cevaplar bulun. Gençlerin mânevî cepheleri doyurulmalı; hayata gelişin gayesi; hayatın ve insan olmanın değeri; imân esasları akıl, kalb ve vicdanlar tatmin olacak şekilde izâh ve ispat edilmeli; zihinlere yerleştirilmelidir. Gençlik; hayatına anlam kazandıracak bir huzur, mutluluk ve başarı arıyor. Bu gerçeği gençlerden birisi; “Okuduğumuz okulda, ‘Ben kimim? Hayattan ne bekliyorum? Yerim ne olacak? Hayatın anlamı nedir?’ gibi sorulara cevap vermekte zorlanıyorduk...” şeklinde seslendiriyor. Aile, okul, ve kitle iletişim vasıtaları onların beklentilerine cevap verebilmelidir. Aile bağları sevgi, saygı güçlendirilmeli. Aile ve okul eğitim sistemi; istibdat üzerine değil; düşünce, inanç hürriyeti çerçevesinde olmalı. Yalnız başına maddenin, zenginliğin, refahın insanı mutlu etmeyeceği anlatılmalı. Çünkü, gençler, mânevî yönden de tatmin edilmek istiyor. Ahmet Altan, “Benim yetiştiğim toplum, gerçekleri saklayarak eğitti bizleri. Böyle olunca da kendi toplumsal değerlerimi içime sindiremiyorum. Eski Türkçe’nin hayatımızdan çıkması, bizi bu kültür birikiminden yoksun bıraktı. Ben Marksistim... Daha ziyade maddeye inanırım; ama o maddenin nasıl çıktığı konusunda bir fikrim yok. Kâinat nasıl yaratıldı? Allah yarattı deniyor. Fizikçiler büyük bir patlama oldu diyor. Ama ikisi için de sorular devam ediyor. Büyük patlama niçin oldu? Cevabı yok...” diyor. Gençlerin nereye gittiğine, ne yaptığına, kimlerle birlikte olduğuna dikkat edip; onları yanlış yollara yönlendiren unsurlar için tedbir almalı. Meselâ, bilgisayar, internet; bazı kitap, dergi, broşür, kaset, CD vb. teknik araçları nasıl kullandıklarını kontrol altında tutmalıdır. Unutmayın; kimse gençlere, “Gel ateist ol, komünist ol, satanist ol!” demiyor. “Gel, bize katıl, mutlu ol, hür ol, huzurlu ol” diyerek içine çeker. Sonra, çekici vasıtalar, tuzaklar kullanılarak gençler önce cezbediliyor ve beyinleri yıkanıyor. Bir kısım alışkanlıkların bağımlısı hâline getiriliyor. Bütün bu tehlikelerden gençlerimizi muhafaza etmek için onların akıl, kalp ve ruhlarını iman ve Kur’ân hakikatleriyle doyurmak durumundayız.
01.03.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
İnkişâfın iki kanadı: İhlâs ve gayret |
Seyahat, sıhhat verir. Kalben, ruhen, fikren ve bedenen dinlendirir insanı. Strese , ruh darlığına ilaç gibi gelir. Hele, Anadolu ve Rumeli seyahatleri... Buralar, apayrı bir feyzin, bereketin, rahmetin yeşerttiği, neşv û nemâ ettiği topraklar. İnsanları hasbî olur, kalbî olur, mert olur, cömert olur, civanmert olur bu mübarek toprakların. Baharın başlangıcı olan şu günlerde ise, bambaşka bir hareket ve cevvâliyete, muazzam bir diriliş ve inkişâfa sahne oluyor, Anadolu tarlası ile Rumeli bostanları. Bu açıdan bakınca, mevsim itibariyle de kendimizi çok sanslı addediyoruz. Zira, cemrelerin düştüğü Şubat ayı sonlarından, baharın fatihası olan Mart ayının tâ sonuna kadar, Türkiye'nin her tarafında sohbetlerin, seminerlerin, panel ve konferansların, anma programlarının yoğun şekilde icrâ edildiğini görmekteyiz. Gerek yazar, düşünür ve hatip arkadaşlarımızın, gerekse dost, okuyucu ve temsilcilerimizin, en çok da isimsiz kahramanlarımızın, hummalı bir faaliyet içinde ve hatta bir umumî seferberlik halinde hizmette koşturduğuna şahit olmaktayız. Nevrûz'daki diriliş hakikatinin, sosyal ve manevî hayata nuranî bir yasımasıdır bu. Nitekim, Nevrûz günlerinde vefat eden "Ahirzamanın Bediüzzaman"ı da, aynı mânâyı nazara vererek şunu söylüyor: "Ve'l–mevtu, yevm–i Nevrûzinâ." Yani, "Ölüm, bizim için Nevrûz Bayramı günü gibidir." Evet, Hz. Mevlânâ, ölümü "Şeb–i Arus" şeklinde isimlendirirken, Üstad Bediüzzaman da, ölümü yeniden dirilişin ilk günü, ilk adımı olan Nevrûz'a benzetmiştir. Bu açıdan bakınca, 23 Mart'ta (1960) dünyaya vedâ eden Bediüzzaman Said Nursî'nin vefatını, yeni bir dirilişin, yeni bir inkişâfın merhalesi şeklinde değerlendirmek mümkün. Ki, onun talebeleri de, aynı hakikati müdrik olarak, bilhassa Mart ayında hummalı bir hareket ve faaliyetin içine giriyorlar. Said Nursî'nin düşmanları, hasımları, muarızları, onun vefatına sevinmişlerdi. Onun vefatıyla birlikte, hizmetinin söneceğine, dâvâsının biteceğine inanıyorlardı. Ona göre hazırlanmış, kendilerini ona göre şartlandırmışlardı. Ne var ki, aldandılar. Hem de çok fenâ şekilde aldandılar; üstelik şaşırdılar. Zira, Bediüzzaman'ın vefatıyla birlikte, onun temelini atmış olduğu Nur hizmeti kesintiye uğramadı, bilâkis daha da inkişâf etti. Dalga dalga Türkiye'nin ve dünyanın her tarafına yayılmaya devam etti. Esasında, durumun böyle olacağını, Said Nursî daha hayatta iken söylemiş ve şu müjdeyi vermişti: Benim vefatım, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek... Aynen öyle oldu. Aradan elli sene geçmiş olmasına rağmen, nurânî imân hizmeti, kesintisiz şekilde devam etti, ediyor. Nur hizmetinin kesintisiz şekilde, üstelik gelişerek, yani inkişâf halinde devam etmesi, hiç şüphesiz, kenetlenmenin bir "şahs–ı mânevî" etrafında tahakkuk etmesiyle mümkün olmuştur. Zira "şahs–ı mânevî", kök tutan bir hizmetin adı ve adresidir. Bunun alternatifi olarak ve tekellüflü, zorlamaları tevillerle idame ettirilmeye çalışılan "şahs–ı vahit" tarzındaki hizmetler ise, usûl ve yöntem olarak—bilhassa bu zamanda—kök tutmayan hizmetlerin karakteristik bir özelliğidir. Ehl–i dünya ve ehl–i siyaset, kök tutmayan hizmet yöntemini tercih eder. Kendi işine ve menfaatine öylesi olanlar geliyor. Menfaat uyuşması olunca, haliyle yardımlaşmalar da olur. Dünyalılar ile "şahs–ı vahit" etrafında toplananların uyum ve menfaat ortaklığı içinde hareket etmesi, "şahs–ı mânevî"nin önündeki en büyük handikaptır. Hakikati arayanların yolundaki en büyük engel, basireti zayıf olanların önündeki en büyük perdedir. Evet, "şahs–ı mânevî"nin önündeki en büyük engel, aynı kaynaktan beslenen, ya da besleniyormuş gibi görünen "şahs–ı vahit" halkalarıdır. Bu çetin engel ise, ancak mükemmel bir şuurla, iz'anla, ferasetle, ihlâs ve gayretle aşılabilir ve kaldırılabilir. İşte bizim bilhassa Anadolu seyahatlerinde bilmüşahade gördüğümüz ve hayranlıkla temâşa ettiğimiz şey, bu meyanda yaşanan ve inkişâf eden hakikatler manzumesidir. İnkişafı temin eden unsurlar pek çoktur. Her biri birer düstûra dayanan bu unsurlar ne kadar ziyade olursa, hizmet de o derece inkişâf eder. Bu hakikatli düstûrlar arasında ise, bilhassa parıldayarak önem kazanan ve adeta "olmazsa olmaz" derecede ehemmiyet kazanan iki düstûr var ki, bunları bilhassa nazara vermek istiyoruz. Kuşun uçmasını temin eden iki kanat mesabesindeki bu düstûrların biri ihlâs, bir diğeri ise gayrettir. Nur hizmetinde, ihlâs ve gayret olmadan, ileri gidilmez, hakkıyla ve lâyıkıyla bir inkişâf sağlanamaz. İhlâs var, gayret yoksa, ism–i Hakîm imdada yetişmez, dolayısıyla muvaffakiyet elde edilmez. Gayret var, ihlâs yoksa, bu takdirde ism–i Rahîm imdada yetişmez ve o ihlâssız gayret, sahibini mânen felâkete götürür. İşte, ihlâs ve gayretin iki kanat halinde Nur hizmetinde bulunanlarda halikulâde bir şekilde tecelli ettiğini, bilhassa hizmet mahallerinde yaptığımız seyahatler esnasında bâriz bir sûrette görmekteyiz. Bundan da nihayet derecede memnun ve mesrûr olarak, vazifemizin başına dönmekteyiz. * * * Bu meyandaki son seyahatimizi, geçtiğimiz hafta içinde yaptık. Ankara'da iki–üç yerde ve hemen ardından Nevşehir ile Ürgüp'te yine iki–üç mekânda görüp şahit olduklarımız, bize yukarıdaki hakikatleri derhatır ettirdi. (Mart ayı içinde gideceğimiz yerler arasında Amasya, Çorum, Düzce, İskenderun, Hatay, Kahramanmaraş, Derince, Eskişehir, Almanya var.) Bütün bu seyahatler esnasında bizi en fazla duygulandırıp şevklendiren husus ise, kahraman temsilcilerimiz ile yapılan hizmetlere bütün himmetiyle yardımcı olan isimsiz kahramanların tam bir ihlâs ve gayret hissiyle yapmış oldukları hizmet ve faaliyetlerdir. Bunlardan tek tek söz etmek isterdim. Ancak, buna hem yerimiz müsait değil, hem de ekser okuyucularımızın bizden talebi bu çerçevede değil. Yakından tanıdığımı zannettiğim okuyucu ekseriyeti, hususîden ziyade umumu alâkadar eden mânâ ve düstûrları nazara vermemizi arzu ediyor. Bizden icra edilen bir programın detaylarını aktarmaktan ziyade, genel konulara ağırlık vermemizi talep ediyor.
01.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Bereket kapıları zekâtla açılıyor |
İbrahim İriboz: “Mektûbat’ta Yirmi İkinci Mektubun İkinci Mebhas’ındaki suâlin ikinci haşiyesinde, ‘eskiden verdiği kırktan ki, her sene gâliben ve lâakal ribh-i ticârî ve nesl-i hayvani cihetiyle, o kırktan taze olarak on adet verir.’ Açıklaması yer alıyor. Burada geçen galiben on adetten kast olunan şey nedir? Bu bölümü açıklar mısınız?” Hazret-i Üstâd Yirmi İkinci Mektub’un İkinci Mebhas’ına hırs’ın bir mahrumiyet, zillet ve sefalet sebebi olduğunu zikrederek başlar. Devamında hırs ile kanaatin iki muhalif güç olarak hayatımızdaki müspet-menfi etkileri ile zekât ve faiz üzerindeki rollerini beyan eder. Kanaatin bitmeyen bir hazine olduğunu, zekâtla birleştiğinde ise büyük bereketlere vesile olduğunu ispat ederek Mebhas’i bitirir. Bediüzzaman’a göre, hırs hüsrana sebeptir. Hırs gösteren Müslüman, onmaz, batar; yükselmez, düşer; servet bulmaz, mahrûmiyet bulur; ferahlanmaz, sefalete uğrar. Misaller sunar Bedîüzzaman: Ağaçlar ve bitkiler hırs göstermezler, kanaatle yerlerinde dururlar; rızıkları harika bir surette onlara koşup gelir ve kanaatlerinden dolayı öyle bir bereket gelir ki, pek çok hayvanı beslerler. Hayvanlar ise hırs ile rızıkları peşinde koşuyorlar; çoğu zaman pek çok zahmet ve noksaniyetle ancak rızıklarını elde edebiliyorlar. Hayvanlar dairesi içinde zaaf ve acz ile tevekkül eden bütün yavruların rızıkları, en lâtif ve en mükemmel bir surette rahmet hazinesinden veriliyor. Hırslı saldırgan canavarlar ise, gayr-ı meşrû ve pek çok zahmetle ancak tatsız rızıklarını kazanabilmektedirler. Faizin altında, aşırı mal düşkünlüğü ve haram helâl demeden kazanma hırsı vardır. Bu ise kayba sebeptir. Oysa zekât, kanaat ve tevekkül içindeki Müslüman’ın sâlih amelidir ki, berekete açılan kapının anahtarı hüviyetindedir. Hırsın neden hüsran sebebi olduğunu da açıklar Hazret-i Üstad. Eşyanın tertibinde İlâhî hikmetçe konulan bir usul, bir yol ve bir âdet vardır. Hırs sahibi, bu yolu izlemez, bu metodu takip etmez, bu âdete uymak istemez. Tertip içindeki eşyanın manevî basamaklarına aldırmaz, üç- beş basamak birden atlamak ister; ama atlayamaz, düşer ve maksadına ulaşamaz. Malı çok seven Müslüman, malın çok gelmesini hırs ile değil; kanaat ile talep etmelidir. Yoksa kaybeder. Kanaatin, amel çapındaki görüntüsü ise zekâttır ve zekât bereket sebebidir. Yani malı arttıran en mühim faktördür. Çünkü yeryüzüne açılan Rahmet sofrasında rızıkların dereceleri ve nimet mertebeleri, Müslüman’ın fakirlere eli açık olma derecesiyle orantılı olarak kendisine açık olacaktır. Böyle olunca zekât, dünya malını daha çok isteyenin başvurması gereken bir amel olur. Zira Müslüman kendi malından vermiyor. Müslüman, Allah’ın verdiği maldan veriyor. Yani tabir caizse, malın musluğu Allah’ın elindedir. Bakıyor ki Müslüman zekâtını vermiyor, malı tutuyor; Allah da musluğu tutuyor ya da bir musîbet gönderip daha önce verdiği servetin birikmiş zekâtlarını topluca ve fazlasıyla alıyor. Yani zekât vermemekle Müslüman, -uhrevî kayıplar bir yana- aslında önce ve acilen maldan kaybediyor. Müslüman zekâtını verse, Allah da musluğu sonuna kadar açacak, bereket yağdıracak. Çünkü daha fazla mal elde etmenin mühim bir usûlü ve yolu da, malı verene teşekkür ederek rızasını almaktır. Malı verense, fakirlere kucak açılmasını teşekkür yerine sayan Cenâb-ı Allah’tır. Hırsları sebebiyle kucak açmayanlar ise, mal üzerinde kazanç kıtlığı, bereketsizlik veya musîbet suretinde ilk tokatlarını yiyorlar. Neticede Müslüman zekâtı cebinden vermiş olmuyor; Allah’ın kendisine yaptığı ihsan ve ikramdan vermiş oluyor. Çünkü verdiği zekât, kendisine en az bire on olarak geri dönüyor. Bu durumda zengin fakire minnet duymalı; kesinlikle fakirden minnet almamalıdır. Cenâb-ı Hak her sene taze olarak sıfırdan verdiği buğday gibi mallardan onda bir zekât istiyor. Eskiden verdiği ve üzerine bereketle arttırmakta olduğu koyun, keçi ve ticaret eşyası gibi mallardan ise kırkta bir zekât istiyor. (Aslında koyun ve keçinin zekâtı her ne kadar kırkta birle başlasa da, yüzde birle devam etmektedir. Yani yüz yirmi davara kadar bir koyun veya keçi; iki yüze kadar iki koyun veya keçi; üç yüz doksan dokuza kadar üç koyun veya keçi; dört yüzde dört koyun veya keçi ve artık her yüz davarda bir koyun veya keçi zekât verilmesi farzdır. Malı seven insanoğlu için arttırmaya ne kadar elverişli değil mi?) Bahsettiğiniz “Hâşiye”de Üstad Hazretleri, yıllık olarak kırkta bir zekât isteyen Cenâb-ı Hakk’ın, zaten her sene ekseriyetle ve en az kırkta on adet gerek ticarî kazançta (ribh-i ticârî), gerekse hayvan nesli itibariyle bereket suretiyle kâr olarak verdiğini beyan ediyor.1 Yani en az kırkta on verenin, kırkta birini geri istemesi çok görülmemeli. Gönül rahatlığıyla verilmeli. Kırkta bire göz ve gönül koymamalı. Geri kalana kanaat etmeli. Peygamber Efendimizin (asm), “Kanaat bitmeyen hazinedir.” Sözü asla unutulmamalı.
Dipnot: 1. Mektûbât, S. 264.
01.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Oldukça enteresan… |
Ankara’nın puslu havasında olup bitenler, Türkiye’nin demokratikleşme barometresini gösteriyor. Olayların perde arkasında satır aralarında önemli anlamlar okunuyor. Yazar Ahmet Taşgetiren’in, “bir yerlerle ilişkili” dediği ve Özal’dan Erdoğan’a çeşitli hükûmetlerdeki değişmeyen işlevini, “devlet dilini anlayan, içinde bulunduğu siyasî yapının projelerini devlet diline çeviren biri” olarak nitelendirdiği Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in bu süreçte söyledikleri oldukça ilginç… Daha önce Genelkurmay karargâhına gidişini, “parola” meselesine bağlayan Çiçek’in, “darbe söylemlerinin pompalandığı günlerde devreye girmek”ten bahsetmesi ve “Karargâha da sıkıntıyı yerinde görmek için gittim” demesi, enteresan. (Metehan Demir, Hürriyet, 26.2.2010)
“DARBE SÖYLENTİLERİ”YLE BOŞALAN BAŞBAKANLIK… Doğrusu, “Türkiye’de bir süreden beri askerlerin istifa edeceği, darbe yapacağı ya da sisteme bir müdahâlede bulunacağı yönünde bir hava var” cümlesinin ardından AKP hükûmeti içinde “darbe söylentileri”yle başlarına gelenlere dair açıklamaları, dikkat çekici. “Darbe”yi yakın Türk siyasî hayatında en çok prim yapan kelime olduğunu belirten Çiçek, “Bu ülkede ‘darbe’ adı geçince bile karakter deformasyonuna uğrayanlar olur” diyor ve “27 Nisan (2007) bildirisinde bile korkudan yorganı çekerek, bizimle irtibatı kesip ‘Sabah olsun hayrolsun’ diyen dostlarımızı biliyoruz” diye konuşuyor. Özal’ın Cumhurbaşkanlığında Birinci Körfez Savaşı esnasında Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay’ın (3 Aralık 1990’da) istifasının “darbenin ayak sesleri” ve “darbe spekülasyonları” üzerine Devlet Bakanı olarak bulunduğu Başbakanlığın koridorlarının boşaldığını, hatta özel kalemiyle çaycısının bile kendisini terk edip kaçıştığını misalleriyle anlatıyor. Çiçek’in “içler açısı hal”e şahitlik ettiği hâdiseler, 28 Şubat’ın yıl dönümüne ve darbe teşebbüslerinin soruşturulmasına denk gelmesi de enteresan ve ibret verici…
“BİZİMLE BİRLİKTE MEZARA GİDER” TEKRARI… Keza İçişleri Bakanı Atalay’ın (17 Ekim 2009’da) Atatürk Orman Çiftliği’nde DTP Genel Başkanı Türk’e ve parti yetkililerine, sınırda seyyar mahkeme kurulması ve Habur’a gelen teröristlerin serbest bırakılması için “hâkimlerin ayarlanacağı” ve “özel yargılama düzeni” sağlamak amacıyla “terör örgütüyle gizli müzâkere edildiği” iddiaları üzerine, BDP Muş Milletvekili Sırrı Sakık’ın Meclis kürsüsünde dile getirdikleri de bir başka enteresan… Ancak PKK terör örgütünü “kınamamaları” hakkındaki tepkilere, “Biz en zor koşullarda yargılanırken bile çocuklarımıza sahip çıktık, asla onları rencide etmedik” demesi, “her fırsatta terör örgütünün siyasî temsilcisi” intibâını veren, “açılım”da terörist başının “muhatap alınmasını” isteyen ve çözüm için “yol haritası”nı gösteren “siyasî zihniyet”in enteresanlığını açığa çıkarıyor. Diğer yandan Sakık’ın, “Bu ülkenin barışı için birçok şey bizimle mezara gider” cümlesi, 27 Nisan e-muhtırasını kaleme alan dönemin Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’la Dolmabahçe’deki ofisinde saatlerce başbaşa görüşen Erdoğan’ın “O açıklamadıkça ben açıklamam, benimle birlikte mezara gider” sözünü hatırlatması, bir başka enteresan benzerliği tedâî ettiriyor. Ki bu durum, “mezara kadar açıklanmayacak” sırlara dair istifhamları garip ve enteresan bir biçimde arttırıyor…
“AĞZIMIZDAN ÇIKANI KULAKLARIMIZ DUYSUN!” Bu arada, “Şimdi fişleme sırası bizde” diyen ve AKP karşıtları için “kanıbozuklar” tâbirini kullanan milletvekillerini, “Ağzımızdan çıkanı kulaklarımız duysun!” diye ikaz eden Erdoğan’ın, “üçlü zirve” hakkındaki yorumlara öfkelenip, “Ben de o gazetelerin patronlarına sesleniyorum: ‘Ne yapayım, köşe yazarı, hâkim olamıyorum’ diyemezsin; köşende yazı yazanın maaşını sen veriyorsun” diye yüklenmesi de enteresan… İşin en enteresan yanı Başbakan’ın, “millet egemenliğinin güç kazanması ve vicdanların rahatlaması”, “hukukun ve adaletin yansıması”, “geçmişin karanlıklarına, geri kalmışlıklarına, çarpık anlayışlara geri dönülemeyeceği” iddialarının peşinden bu yakınmada bulunması. Daha da enteresanı,“demokrasiyi zâfiyete uğratanlar”dan, “hukuku keyfî müdahalelere açık hale getirenler”den, “Türkiye’nin uluslar arası itibarını zedeleyenlere alkış tutanların vebâl ve sorumsuzluğu”ndan söz ederken, “O insanlara da o kalemleri teslim edenler, der ki ‘Kusura bakma kardeşim bizim dükkânda sana yer yok” örtülü tehdidinde bulunması. Bu tezad cümleleri yanyana sarfetmesi… Ve bir diğer enteresanlık, Arınç’ın, Erdoğan’ın “medya patronları ve köşe yazarlarına ilişkin ifâdeleri”ni te’vili. Erdoğan’ın sözlerini, “köşe yazarlarına, basın özgürlüğüne karşı’ bir görüş olarak yorumlamışlar’’ diye konuşması. “Ben kendisi ile de görüştüm. Sanıyorum bu sözlerini şunun için sarf etti” diye başlayıp, “Bir kısım gazetelerimiz, bir kısım köşe yazarlarımız gerginlik ve kriz üzerine yazınca ekonomi bundan olumsuz etkileniyor. Yoksa böyle bir şeye kesinlikle ihtimal vermiyorum” diye düzeltmesi… Oldukça enteresan…
01.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Faize cennet, emeğe Cehennem |
Zenginler, fakirler... Toklar, açlar... İnsanlığın değişmez kaderi. Kaynaklar silâha ve savaşa harcanmasa, bölüşüm adil olsa, fakirlik de açlık da dünya gündeminden çıkar. 21. yüzyılda yaşlı kürede manzara şu: Bir tarafta açlıktan kıvranan bir milyar... Diğer tarafta aksırıncaya, tıksırıncaya kadar midelerini tıka basa dolduran bir milyar insan. Ülkemizde de benzer durum: Bir milyon insanımız aç... Ayrıca yoksulluk sınırında çırpınanlar. İşte onlardan bir kesit. İş arayanlar, iş aramaktan umudunu kesenler, asgarî ücrete mahkûm olanlar, memur, emekli, işçi, çiftçi, küçük esnaf... Öte yandan para ticaretinden köşeyi ve başları dönenler. Kimler mi? Birinci sırada bankalar. Bilânçolar açıklandı. 2009 yılı kârı 20 milyar TL. Geçen yıla göre yüzde 50 artmış. Bu da bir rekor. Hem de ekonomi kan ağlarken. Nasıl ağlamasın? Dumanı tütmeyen, atıl kapasite çalışan fabrikalar... Kilit vurulan işyerleri... Karşılıksız çekler, protesto edilen senetler... Borç yüzünden intiharlar, cinnetler, parçalanan aileler... Borç batağına saplanmış bir devlet. Aşırı küçülen bir ekonomi. Yani fakirleşme. Bu şartlarda bankaların kâr etmesi, takdir edilmeli, alkışlanmalı. Aynı zamanda sorgulanmalı. Mevduata ödenen faizler düşerken kredi faizleri aynı oranda inmiyor. Komisyon, havale, kart kirası adı altında her çeşit işlemden ücret talep ediliyor. Gecikme faizleri çok yüksek. En büyük gelir kalemi ise Hazine kâğıtları. Devlet borçlandıkça bankaların kârı artıyor. Bedelini, vergilerle ve zorunlu tüketim mallarına zam yoluyla halk ödüyor. Kârların artması demek, cebimizden daha çok para çıkması demek. Bu yüzden banka kârları toplumu doğrudan ilgilendiriyor. Bankalar risksiz, devlet garantili kazançlara rağbet edeceklerine, reel sektöre kredi musluklarını açmada nazlanmasalar, ekonomiyi daha olumlu yönde etkileyebilirler. Altını çizmemiz gereken bir husus da şu: Bankacılık sektörünün yarısı yabancıların elinde. Kazandıklarını yurtdışına götürüyorlar. Zaten kaynaklarımız kıt. Ekonomiye bir katkıları yok. Doğrudan sermaye getirip fabrika kuranları, istihdamı genişletenleri teşvik edelim, her türlü yasal, idarî engelleri kaldıralım. Faiz için gelen sermaye ise farklı. Kanımızı emmekle kalmıyor, aynı zamanda ekonominin güvenliğini tehdit ediyor. Olayın ciddiyetini ve boyutunu kavrayabilmek için sadece bir rakam verelim. 2003-2009 döneminde yabancılar; borsa, devlet iç borçlanma senetleri gibi finansal araçlara yaptıkları portföy yatırımlarından kazandıkları 22 milyar 562 milyon doları yurtdışına transfer ettiler. Alın teri dökmeden kazanan yabancı yatırımcılar için cennet olan ülkemiz, kendi halkına cehennemi yaşatıyor. Emekçisine 3-5 kuruşu çok görenler, elin yabancısının ceplerini doldurmasına seyirci kalıyorlar, devletin borçlanma ihtiyacını azaltacak gerekli adımları atmaktan kaçınıyorlar. Gerekli adımların ne olduğunu zaman zaman dile getiriyoruz. Önce zihniyetin kökten değişmesi gerekir. Bu bağlamda emek ve üretim odaklı bir politika izlenmeli, zaman ve kaynak israfına son verilmeli ve tabiî ki adil bir vergi sistemi kurulmalıdır. Zira sıkıntılarımızın temelinde vergi alma, borç al yaklaşımı yatmaktadır.
01.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Yanlışlar dizi dizi |
Ekonomik kriz, işsizlik ve enflasyon gibi problemlere karşı mücadele verirken, ‘kök’lerimizi kemiren çok daha önemli bir tehlikeyi unutuyoruz: Açık saçıklık, yani müstehcenlik. Aslında bu tehlikeye karşı ne kadar tedbir alınsa yeridir. Çünkü bu tehlike üç günlük dünya hayatımızı değil, onunla birlikte ebedî hayatımızı da tehdit ediyor. Günümüzde müstehcenlik, başta TV ve sinema olmak üzere her türlü medya vasıtası kullanılarak yapılıyor. Gazeteler, dergiler ve ‘sanal âlem’ müstehcen yayın yapanların at koşturduğu mekânlar haline gelmiş. Bu tehlike ve hastalık o derece ilerlemiş ki, ‘dindar’ patronların sahipliğini yaptığı bazı gazeteler de boyunlarına kadar bu bataklığa düşmüş durumda. Nasıl ki ‘para’ az-çok hepimizi bozdu, müstehcenlik konusunda da hepimiz yara aldık. İzleyenlerin anlattığına göre TV dizileri müstehcenlik yarışına girmiş durumda. Tabiî ki yarıştıkları sadece müstehcenlik değil, ahlâkî değerlerin yozlaşması için de yarışıyorlar. Geçen gün bir akrabamız anlattı: Ameliyat olmuş ve hastanede yatıyormuş. Ziyarete gelen yaşlı-başlı arkadaşları, bir TV kanalında yayınlanan ‘aşırı ahlâksız bir dizi’nin yorumunu yapıyorlarmış! Tepkisini aktaran akrabamız, “Bu durum beni ameliyattan daha fazla yaraladı!” demekten kendini alamadı. Hakkını vermek lâzım, Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf, en yüksek perdeden ve sıklıkla bu müstehcen dizilerden yana şikâyetlerini dile getiriyor. Gerçi bakanlık koltuğu şikâyet değil, icraat makamıdır; ama şikâyetlerin dile getirilmesi de faydalıdır. Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı olan Selma Aliye Kavaf, bu tepkilerden birinde dizi filmlerdeki (erotik) sahnelerin kendisini “irite” ettiğini [irite: rahatsız olmak] ve bunların cinselliği erken yaşlara çeken sebeplerden biri olduğunu belirterek, “Ben çok rahatsızım” demişti. Bu açıklamasının üzerinden bir hafta geçtikten sonra yeni bir açıklama daha yapan Kavaf, bu defa ‘çare’ noktasındaki düşüncelerini seslendirmiş. Dizi filmlerde sıkıntıya sebep olan sahnelerle ilgili bir “Ebeveyn İzleme Kurulu” oluşturulması konusunda değerlendirme yapmak üzere RTÜK Başkanı ile bir araya geleceklerini bildiren Kavaf, şöyle konuşmuş: “Dizilerdeki hem muhafazakâr aile yapımıza, hem de değerler sistemimizin erozyona uğraması noktasında sıkıntı yaratan görüntülerle ilgili olarak bir ‘Ebeveyn İzleme Kurulu’ oluşturulması konusunda değerlendirme yapmak üzere önümüzdeki günlerde RTÜK Başkanımızla bir araya geleceğiz. Yazılı olarak da daha önce başvurduk. Böyle bir şey olabilir. Bir de daha önce de bu önerimizi götürmüştük. Yine psikolog, sosyolog ve toplum bilimcilerden oluşan bir kurul olabilir. Bunlar bir kısım programları, filmleri ve dizileri izlemek suretiyle buradaki bazı görüntülerin toplumun üzerinde nasıl bir etki yaratacağını konuşarak, tartışarak ve fikir beyan ederek yayın politikası buna göre belirlenebilir. Bu konuda çalışmalarımız var.” (AA, 26 Şubat 2010) Başta ‘dizi’ler olmak üzere TV yayınlarının müstehcenliğe alet edilmesine kesin olarak mani olmak gerekir. Muhtemelen “Ebeveyn İzleme Kurulu” kurulmasının teklif edilmesini “sansür” olarak değerlendirenler olacaktır, ama bu değerlendirmeler dikkate alınmayı dahi hak etmez. Çünkü müstehcenlik yangını gün gelir bu yangını teşvik edenleri de yakar. Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf’ı bu ciddî konuyu ısrarla gündeme taşıdığı için tebrik ederken, bir an önce “uygulama”ya geçilmesini temenni ettiğimizi de belirtmek isteriz. “Söz”de kalan tepkinin bir mânâsı olmadığı açıktır. Demokrasiyi yıkan darbelere ‘dur’ derken, can evimizi, ailemizi ve gençliğimizi yıkan müstehcenliğe de dur demeyi unutmayalım...
01.03.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Hocalı’dan Darfur’a insanlık dramı ve Batı |
18 yıl önce soğuk bir Şubat gecesiydi. Ermeniler masum çocuklar ve kadınların ağırlıkta olduğu Hocalı kasabasına ilerliyordu. Ermeni güçlerin genel komutasını şimdiki Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan yapıyordu. 106’sı kadın, 83’ü çocuk toplam 613 masum sivili acımasızca katlettiler. Bir çoğunun başını kesip, ellerini kopardılar. Manzara tam bir vahşetti. Sarkisyan bu olayı şöyle anlatıyor: “Hocalıdan önce, Azeriler bizim şaka yaptığımızı, sivillere el kaldırmayacağımızı sanıyorlardı. Biz bu düşüncelerini yıktık. İşte olay bu. Aynı zamanda delikanlıların (eli kanlı Ermenilerin) arasında Bakü’den ve Sumgayıt’tan (sözde yakınları Azerilerce öldürülenler) gelenler vardı”. O gün bugündür hiç gizlenmeyen, faili açıkça belli olan bu katliâmın hesabını sormadı uluslar arası toplum. Sudan’ın Darfur bölgesindeki sivil ölümler için Güvenlik Konseyi kararı çıkararak, Sudan Devlet Başkanı el Beşir hakkında Uluslararası Ceza Mahkemesi çıkartanlar, Hocalı katliâmı karşısında sessiz kalmayı tercih ettiler. Elbette sivillere yönelik saldırılar dünyanın neresinde olursa olsun cezasız kalmamalı. Elbette uluslar arası toplum bu tür eylemlere seyirci kalmamalı. Ama çifte standart olması üzücü. Bugün Roma Statüsü ile kurulmuş bulunan Uluslararası Ceza Mahkemesinin gündemindeki dört dâvâ da Afrika ülkeleriyle ilgili. Zaten Amerika imzalanması için çaba gösterdiği bu antlaşmaya katılmadı bile. Bu yüzden Afganistan’da, Irak’ta yaptıklarından dolayı bu mahkemede hiçbir vatandaşı yargılanamıyor. Ama el Beşir yargılanabiliyor. Hem de Statü’ye taraf olmamasına rağmen. Çünkü Amerika müthiş bir yaygara koparıp, Güvenlik Konseyi’nden karar çıkararak el Beşir’i mahkemeye gönderdi. Peki Hocalı’yı görmezden gelen Amerika ve müttefiklerinin Darfur olayını bu kadar büyütüp, müdahale noktasına yaklaşmalarının sebebi neydi? Geçen hafta Sudan’a gidip gelen, Darfur bölgesini de gezen bir dostum anlattı. ‘Sudan hiç dışarıdan göründüğü gibi değil’ diyordu; ‘çok güzel ve tabiî kaynakları çok zengin bir ülke’. Evet işte size Amerikalıların bir anda insan hakları savunucusu kesilmesine sebep olan Sudan gerçekleri: -Sudan Afrika’nın en büyük ülkesi ve Kızıl Denize kıyısı olan, yedi Afrika ülkesiyle sınırı olan stratejik bir ülke. -Darfur ise Fransa kadar geniş topraklara sahip, ama nüfusu yalnızca 6 milyon olan bir bölgesi. Ama bu bölge dünyadaki yüksek saflıkta uranyum barındıran üç rezervden birine sahip. Bitmedi. -Dünyanın dördüncü büyük bakır rezervi bu bölgede bulunuyor. Bitmedi. -Çok büyük doğal gaz rezervleri yine bu bölgede. -Son olarak da büyük petrol rezervleri bulunuyor. İşte yaygaranın ve Amerika’nın ve Siyonist çevrelerin bir anda ateşli insan hakları savunucusu haline gelmesinin sebebi bunlar. Bu bahane ile Sudan’ın bu değerli kaynaklarını işletmesini önleyecek yaptırımları aldırmanın, ambargo koydurmanın yollarını aradı hep Amerika. Sudan’ın yardımına ise yakın geleceğin süpergücü Çin koştu. Sondaj, rafineri ve boru hattı kurma ve Sudan petrolünü satın alma yoluyla destekledi bu ülkeyi. Ülkede kendi dili ya da diyalektiğine ve kültürüne sahip 400 etnik grup var. Bu da birlik sağlamayı güçleştiriyor. Zaten yarım yüzyıldan fazla bu ülkeyi sömürgesi yapan İngiltere, giderken bütün ihtilâfları körükleyip gitti. Bu yüzden Amerika engelleme çabaları çerçevesinde yirmi yıldır el altından ülkedeki ayrılıkçı güçleri destekledi. Tam bir barış anlaşması müzakere edilmeye başlamışken, onların desteklediği gruplar müzakereleri bozdu. Halen bu ülkede Afrika Birliği üyesi ülkelerden gelen 7000 barışgücü askeri var. Binlerce BM personeli bulunuyor. Ama lojistik ve teknik desteği veren—yani istediği gibi ülkede at oynatan ülke—Amerika. Şimdi tutuklama kararı yoluyla ülkeyi tecrit etmeye çalışıyor ABD. Bunda o kadar etkililer ki, Uluslar arası Ceza Mahkemesini kuran Roma Statüsü’ne tabi olmayan Türkiye bile el altından el Beşir’in uluslar arası bir toplantı için İstanbul’a gelmesini engelledi. Üzücü değil mi? Türkiye, Ermenistan’la yumuşamaya Yukarı Karabağ’ı önşart yaptığı gibi, Hocalı katliâmının da dünya kamuoyunun gündemine daha etkin bir şekilde gelmesi için çaba göstermeli. Öte yandan tabiî kaynakları ve tarım potansiyeli dolayısıyla yakın geleceğin en önemli ülkesi olacak Sudan’a daha fazla önem verilmeli. Bizim politikalarımız Batının çıkar hesaplarıyla oluşturduğu politikaların gölgesinde kalmamalı. Sudan bu kadar zenginliğine rağmen yoksul bırakılıyorsa, buna müdahale edilmeli. Sözünü ettiğim dostum ‘Sudan aynı zamanda Risâle-i Nur’a muhtaç. Götürdüğümüz kitapları kapıştılar’ diyordu. Öyleyse yalnızca devlet değil, imkânı olan herkes hem yoksulluk zincirini kırmak, hem de iman açlığını doyurmak için koşmalı Sudan’a.
01.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
41. yıl için teşekkürler |
41. yılımızın da bir haftasını geride bıraktık. Bu vesileyle, 21 Şubat sayımıza gösterilen ilgi için okuyucu ve temsilcilerimize teşekkür ediyoruz. Ayrıca, gerek şifahen, gerekse telefon ve mail mesajlarıyla 41. yıl sevincimizi paylaşan bütün okurlarımıza ve dostlarımıza şükranlarımızı sunuyoruz. *** Risale-i Nur’un medyadaki dili 21. Şubat’ta gazeteyle birlikte verdiğimiz “Risale-i Nur’un medyadaki dili” ilâvemiz beğenildi. Yeni Asya’nın Nur hizmetindeki müstesna yerini ve Risale-i Nur-Yeni Asya bütünlüğünün, yıllara yayılmış manşetlerimizden derlenen çarpıcı ve düşündürücü örneklerle gözler önüne serildiği bu çalışmanın, bilhassa Risale-i Nur ortak paydasını paylaştığımız, ama çeşitli sebeplerle Yeni Asya’ya mesafeli duran dostlarımıza gazetenin verdiği hizmetin önemini anlatmak açısından çok faydalı bir doküman olacağına inanıyoruz. Ve bu vesileyle, seçilen manşetlerle ilgili açıklayıcı metinleri kaleme alan Faruk Çakır’a, ilâvenin teknik düzenlemesini gerçekleştiren İbrahim Özdabak’a ve manşetleri derleyerek arşiv desteği sunan Selâhaddin Vatansever’e teşekkür ediyoruz. *** Okuyucularımızdan gelen 41. yıl mesajlarından ikisini daha sizlerle paylaşıyoruz. *** Boyun eğmeyen tavır, tavizsiz çizgi N. Mustafa Akar: Yeni Asya için söyleyecek, anlatacak o kadar şey var ki, sözlerimle onu anlatabilir miyim bilmiyorum. Ama dilimin döndüğü kadarını Yeni Asya’mla paylaşmak istedim. Yeni Asya’yı diğer gazetelerden ayıran en belirgin özelliği, olgun manevî kişiliği, boyun eğmeyen tavrı ve tavizsiz istikrar çizgisi. Her manşeti birer ders niteliğinde. Konuşmak isteyip de dili tutulanlara öncülük yapan, cesaret veren bir gazete. Çevremdeki bazı insanların ‘Tirajınız kadar konuşun’ tarzındaki küçümseyen sözlerine karşı Yeni Asya ses getiren manşetleriyle öyle güzel bir cevap veriyor ki, o insanlara “Demek ki herşey tiraj değilmiş” dedirtiyor. Herşeyi maddede arayanların aklı gözüne inmiştir, göz ise maneviyatta kördür. Nice mutlu, hayırlı, bol hizmetli yıllara Yeni Asya’m. *** “Yeni Asya’nın verdiği Risale-i Nur’la imanımı kurtardım” Süleyman Bayşu: Risale-i Nur’un Babıali’deki sesi, soluğu olan gazetem Yeni Asya’nın 41. yaş gününü tebrik ediyorum. Bu okuyucunuz Uşak Yetiştirme Yurdunda yetişmiştir. Yurtta kaldığımız dönemde bazı hasse ve duygularımız mâlûm olduğu üzere yetim ve öksüz kaldı. Bu boşluğu Saadet Kitabevinin sahibi Kâzım Erfidan Ağabeyin yurdumuza hibe ettiği kaset ve kitaplar bir nebze olsun doldurdu. Aksallı Vasfi Hocamın hademe olarak görev yaptığım okula atanmasıyla Yeni Asya‘yı ve fikriyatını tanıma fırsatım oldu. Evvelce imam arkadaşların hatırı için namaz kılarken gazetenin verdiği Risale-i Nur sayesinde imanımı kurtardım. Namazlarıma daha bir dikkat eder hale geldim. Asker ocağında acemi birliğindeki iki aylık süre haricinde daima yanı başımda olan 17 yıllık yoldaşım gazetemizle bir ömür geçirmeyi Cenâb-ı Hak’tan niyaz ediyorum. Daima tavizsiz istikrar çizgisini takip eden ve sözünün ardında duran, kıvırmayan, kıvırtmayan, birilerine payanda olmayan yayın çizgimizin kıyamet gününe kadar daim olmasını diliyorum. Demokrasinin olmazsa olmazı olan hürriyetçi parlamenter sistemin savunucusu olmaya devam etmesini ve sırr-ı teklife uygun şekilde okuyucusunun aklına kapı açıp ihtiyarı elinden almayan, meşveret ve şûrâya önem veren, değerlerin aşındığı günümüzde istismara kapı aralamayan yayın çizgisinin daim olmasını diliyorum. Gazetemizi her halükârda yalnız bırakmayan kadirşinas okuyucularımıza ve emektarlarına da teşekkür ediyor; Allah’tan muvaffakiyetler diliyorum.
01.03.2010 E-Posta: [email protected] |