Basından Seçmeler |
13 yıl sonra, hâlâ normalleşmenin peşinde...
BUGÜN, tarihimizdeki bir başka sevimsiz günün, 28 Şubat’ın yıldönümü. 1997 yılında bugün, Milli Güvenlik Kurulu, rekor sayılabilecek uzunlukta bir toplantı yapmış, dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan, Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller ve diğer bakanların varlıklarına rağmen MGK’da hükümeti siyaseten çok zor durumda bırakacak bir dizi tedbirin uygulanmasına karar verilmişti. Bu tedbirlerden bazıları bugün bile hâlâ yürürlükte. Türkiye’yi 28 Şubat’a getiren günler çok ama çok hızlı yaşandı. Ülkemizde yaşadığımız ve sonunda hep demokrasinin ya tamamen ortadan kalkması veya çok yaralanmasıyla sonuçlanan bütün büyük meselelerde olduğu gibi, 28 Şubat’a giden süreçte de, ciddi yönetim hataları önemli rol oynadı. Ancak, bana kalırsa esas 28 Şubat’ı izleyen dönemde, yani Necmettin Erbakan’ın Başbakanlık görevinden istifa etmek zorunda kaldığı 17 Haziran 1997’ye kadar geçen yaklaşık üçbuçuk aylık sürede, çok daha vahim, çok daha önemli gelişmeler yaşandı, bunlar travmatik izler bıraktı. Bugünden bakınca Türk siyasetçilerinin, bütün partilerin o üçbuçuk aydan ve sonrasından dersler çıkarması beklenir, ama bu dersler tam olarak çıkmış değil hâlâ. (Benzer dersleri medyanın da çıkarması gerekir ancak benim objektif gözlemim medyanın siyasetçilere göre daha tutarlı biçimde ders çıkardığı ve aynı hataları geride kalan yıllarda yapmadığı şeklinde. Hata hiç yapılmıyor, eski alışkanlıklar hiç sürdürülmüyor değil ama genele bakıldığında demokrasiyi kötü anlamda etkilememek için daha dikkatli bir medya tutumu var. Elbette her şey göreli, çok daha iyi de olabilir.) Çok kabaca özetleyecek olursak 28 Şubat, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, siyasi sistemi darbe yapmakla tehdit etmesi, siyasetçilerin de darbe olmasın, parlamento kapanmasın diye TSK’ya boyun eğmeleridir. Gerçekte darbe yapılıp yapılmayacağını bilmiyoruz, hiçbir zaman da bilemeyeceğiz. Bu konuda tek bildiğimiz, Erbakan hükümetinin istifa etmesinden sonra kurulan hükümetin Milli Savunma Bakanı İsmet Sezgin’e dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın söylediği, ‘Nizamiyeden döndük’ cümlesi. Yani bu anlamda 28 Şubat bir psikolojik harekâttı. Sadece askerler tarafından icra edilmeyen, iş dünyasından medyaya kadar pek çok kesimin gönüllü biçimde iştirak ettiği bir psikolojik harekât. Bu harekât sonunda başarılı oldu, özellikle koalisyon ortağı Doğru Yol Partisi’nden pek çok milletvekili korkutuldu ve partilerinden istifa etmeleri sağlandı. Bu yolla da hükümet düşürüldü. Aradan geçen onca süreye, köprülerin altından akan onca suya rağmen 28 Şubat’ın hayaleti hâlâ aramızda dolaşıyor. Daha bu yazı yazılırken 2002 sonu 2003 başında bir darbe planladığı öne sürülen onlarca eski veya mevcut TSK mensubu ya tutuklu ya da gözaltında. Daha yeni, 2009 bahar aylarına ait ‘Kafes’ isimli bir plan daha ortaya çıkarıldı. Yani, 28 Şubat’ı da yapan gelenek, TSK içinde tarihin çöp sepetine falan atılmış değil, hâlâ canlı. 27 Mayıs darbesini 1963 Talat Aydemir girişimlerinin izlemesi gibi belki bugün de 28 Şubat’ı benzer girişimlerin izlediği gerçeğine tanık oluyoruz. Ve hiç ummam ama belki daha da olacağız. Hatta kim bilir belki çılgınlıklar bile yaşanacak. Ama tabii geçmişe göre çok farklı bir Türkiye’de yaşıyoruz. İlk kez, darbe girişimleri yargılanıyor Türkiye’de. Darbe girişimcilerinin destekçisi yok gibi bir şey; ne iş dünyası ne de medya askeri darbe tehditlerine pabuç bırakıyor; zaten böyle olduğu için de artık tehditten değil açıkça darbeden söz eden planlar hazırlanıyor. Türkiye, bir çocukluk hastalığını en sonunda yeniyor. Bizi defalarca yatağa düşüren, enerjimizi ve zamanımızı çalan, geleceğimizi çalan bu hastalıktan kurtuluyoruz belki de. Ama diyorum ya, işler çok da paralel gitmiyor. Bir yandan ülkede demokrasinin bir daha askerler tarafından kesintiye uğratılmayacağına ilişkin büyük ümitlerimiz var, bir yanda da Anayasası’nda hâlâ darbecilere yargı dokunulmazlığı sağlayan bir madde bulunan bir ülkeyiz. Bir yandan 28 Şubat’ı lanetliyoruz, bir yandan 28 Şubat uygulamalarını yürürlükten kaldırmaya cesaretimiz yok. Bir yandan asker darbe yapmasın diyoruz, bir yandan o darbelere genel kamuoyu meşruiyetini sağlayan başlıca şey olan kuvvetler ayrılığının yokluğunu, sistemimizde denge-fren mekanizmalarının olmamasını dert etmiyoruz. Elbette demokrasi bir ülkeye bir sabah ansızın gelmez, bu bir süreç meselesi. Ancak o süreçte önceliklerin doğru belirlendiğinden, hatta bir öncelik sıralaması yapılıp yapılmadığından da emin değiliz. 1997 Haziran’ında Erbakan istifaya zorlanıp sonra da yerine Mesut Yılmaz Başbakan olduğunda, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ona üç tane mektup yazmıştı. Bu mektuplardan biri, taze Başbakan Yılmaz’a, ülkeyi normalleştirmesini öğütlüyordu. 13 yıl sonra hâlâ normalleşme ihtiyacını konuşuyoruz, unutmayın! İsmet Berkan, Radikal, 28 Şubat 2010
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- |
01.03.2010 |
Ne ağasınız, ne paşa!
NEREYE kaçacaksın ki! Sığınacağımız yer vicdanımız. Ne “Aktolgalı Beylerbeyi”, ne Erdoğan, ne Başbuğ... aynı selefleri gibi, buyurabilir. Tamam fiilen buyurabilir; patron, yönetmen arayabilir, çağırabilir, telefonda azarlayabilir, eline liste verebilir... “Şunu sustur, buna yazdırma, onu kov” diyebilir. Sonuçta sel gider... onlar da gider, kum kalır. Kum özgür vicdan, bağımsız duruş; kum, sakınmadan edilmiş söz, yazılmış yazı; kum, ister sahibi ol, ister yöneten, yazar, muhabir ol, gazetene, gazeteciliğe saygın, verdiğin (ve aldığın) itibardır. Kumdur, belki ufalanmıştır, ama yok olmaz. Kalır! Bugün 28 Şubat. Bin türlü manası var elbet. Benim şahsi, ki neresi şahsi, tarihimde 28 Şubat damga üstüne damga. Baskı üstüne baskı, askeri ya da sivil, “sustur, kov, yazdırma” günleri. 28 Şubat sürecinde “askeri müdahaleci” Karadayı, Bir, Özkasnak Genelkurmayı, sanki makam “babalarının malı”, kara listeler hazırlamıştı. Emre boyun eğmiş nice meslektaş şimdi itibarlı caka satıyor ama tarihin vicdani çöplüğünde yatıyor! Başı derde giren, hedef gösterilen oldu; benim gibi çok kişinin kovulması için patronlara baskı oldu. O gün, gazetemin sahibi, kim bilir kaç Genelkurmay daveti, telefonu, brifingine (bu da tarihe geçti) dik durdu. (Ne ki, sadece ilk göz ağrısı, listenin giderek kabardığı Milliyet’te. Yoksa Hürriyet tam tetikçi olmuş, Radikal yazar kovmuştu!) Zaman geçti, askeri sel çekildi; sivil seller sular götürdü. Ecevit zamanı kara listeleri çıktı. “Yandaş medyalık” bugüne has değildi. “Askeri 28 Şubat”ta direnmiş “patron”, “sivil 28 Şubat 2001”de, tam o tarihte bizi kovdu! Vicdanla, bağımsızlığa titizlikle, elbet haktan, hakikatten yana olmak şartıyla yazınca fincancı katırlarını ürkütüyordu; merkepleri de! Şimdi bir 28 Şubat zamanı: Bir yanıyla “demokrasi, özgürlük, hukuk... Sanatçı bir adım öne çıksın, cesur olsun, söylenmeyeni söylesin” çağrısı yapan Başbakan, bir yanıyla Tekel işçisine bugün için tehdit salmış, medya patronlarına 26 Şubat muhtırası buyuruyor: “Yazarın maaşını sen veriyorsun, gerekirse kov!” Demokratın cırtı buraya kadar! Fermuarı çekersin, bir yerde sıkışır! Elimi koyarım şakağıma, bakarım manzaraya: “Başbakan’a darbe tasavvuru” gerekçesiyle tutuklu “cumhuriyetçiler”in hazırladığı söylenen “tutuklanacak” listesinde adım var. Kendimi listeden dışarı atıp az nefes alacağım; “demokrat Başbakan” bağırıyor: “Kovun, kovun!” İnsan başbakan da olsa, gergin de olsa; az insaf, izanın tam gerektiği anda: Baskıcı 28 Şubat yıldönümü, darbe iddiasıyla tutuklama zamanı!.. Onlara dönüşüyor! Yargıyı da her şeyi de baskı diliyle gölgeliyor! 28 Şubatçının tutuklandığı 28 Şubat’ta bir nevi 28 Şubat oluyor! Tabii müstahak mı, müstahak bize. Herkesin kendi cephesinde “sözde etik” sallayıp “tetik”e dönüştüğü ortam bu. Patronların yıllardır bir öteki tökezlesin, batsın diye kuyu kazdığı medya bu. Gazetecilerin birbirine öldüresiye olduğu, köşe köşe kusmuk akan sefillik bu. Genelkurmay veya hükümetler sinyaliyle, yazar, muhabir kazınan “ananevi rezalet” hali bu. Başbakan’a veya Genelkurmay başkanlarına en hafif, hem cumhuriyetçi, hem demokrat söz belki şu: Sizin de maaşınızı millet veriyor! Milletin efendisi değil, hizmetkârısınız! Ne ağasınız, ne paşa, tamam mı!
Umur Talu, Taraf, 28 Şubat 2010
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- |
01.03.2010 |
Siyasete meşveret tavsiyesi
BAŞBAKAN’IN gazete sahipleri ve gazeteciler arasında olmasını tercih ettiği “ideal” (!) ilişkiye dair sözleri gerçekten de haddinden fazla şaşırtıcıydı. Başbakan’ın sözlerini “Parayı veren düdüğü çalar” deyişinin medya dünyasına uyarlanması olarak anlamak yanlış olmasa gerek. Daha önce de değinmiştim; Başbakan ve hükümet üyeleri medya hakkında değerlendirme yapmaktan kendilerini alamıyorlar. Devletin askeriye cenahında yer almamalarına rağmen, “emir-komuta zinciri”nin medya dünyasına da yerleşmesiyle memlekette işlerin daha iyi yürüyeceğine inanıyorlar. İnanıyorlar ama aynı zamanda yanılıyorlar tabii ki...(...) Peki bu niçin böyle? Ülkenin siyaset ve devlet adamları kapasiteleri itibariyle, üzerinde biraz düşününce medyaya ilişkin yaptıkları bu açıklamaların münasebetsiz kaçacağını kolayca anlayabilecek insanlar olmalarına rağmen kendilerine niçin engel olamıyorlar? Sorunun cevabını—herhalde—içinde yer alınan dairenin dışında kalanlar tarafından yeterince takdir edilmemeleri hatta “sevilmemeleri”nin yol açtığı bir öfke belirtisinde aramak gerekiyor. Bu siyaset ve devlet adamlarının medyayı kendilerine meftun hale getirmek yolunda—”kendi medyası”na sahip olma arzu ve gayretleri dışında—bir takım düzenlemeler peşinde koştuklarıni ileri sürmek imkânsız. Bu doğrultuda en ufak bir girişim, hatta niyet belirtisi bile yok ortada. Aslında onlar da iyi biliyorlar ki, siyasetin, toplumun ve de tabii medya dünyasının değişmez tabiatı ve kuralı böyle. Avrupa Birliği’nin müktesebatını eksiksiz biçimde ülkeye taşımak istediğini—son günlerde daha da!—tekrarlayan bir siyasi heyetin bunun tersi yönde hayal kurduğunu ileri sürmek yanlış olur. Kendimizi bir an için bu heyetin yerine koyalım: Sekiz yılı aşan iktidarları döneminde ülkede gerçekten önemli işler gerçekleşmiş. Ülke ekonomisinin—sayıları artan işsizlere rağmen—kaydettiği başarıları inkâr etmek imkânsız. İktidar hekimlerle uzlaşarak bir yere varmayı reddeden bir sağlık politikasını uyguluyor olsa da, halkın aldığı sağlık hizmetinin niteliğinde olumlu yönde büyük adımlar atıldığını herkesten önce bu hizmetleri alanlar söylüyor. Hak ve özgürlüklere ilişkin düzenlemelerde ilerleme olduğu aşikâr. Şimdilik “çalıştaylar” ile yürütülmeye çalışılsa da Alevilerin sorunları ve taleplerinin—tabii ki hep eskiye kıyasla konuşuyoruz—daha ciddiye alındığı da gerçek. “Askerin konumu”na ilişkin teori ve pratik içinde pek çok soru barındırıyor olsa da, gelişmelerin bütününe bakınca, olumsuz seyretmiyor. “Kürt sorunu” (özellikle sayıları binlerle ifade edilen “faili meçhul” cinayetler dosyasıyla) konusunda başlatılan “Açılım” sürecinin henüz “kendisi için bilinç” haline gelmediği açıksa da, ortada hiç değilse—hem de pusuya yatmış iki büyük muhalefet partisinin varlığına rağmen—eskisinden kötü bir tablo yok... “Dış politika” deseniz, artık—şimdilik—Ortadoğu ve Kafkaslar’da bizden habersiz kuş uçmuyor. (Öyle diyorlar!) Ve tabii bu arada başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, eşi başörtülü hiçbir siyaset ve devlet adamına askerin ev sahipliği yaptığı resepsiyonlarda eşli davetiye gönderilmiyor. (dairenin dışındakilere: Daha ne istiyorsunuz!) Bu listeyi uzatmak mümkün. Ama medyanın bir bölümü nedense bu ve benzer olumlu adımlar atılmamış gibi davranıyor! Hükümet cenahının medyaya yönelik ağzını açmasının nedeni sergilenen bu “hakikatsizlik” olsa gerek. Hükümet cenahının medya dünyasına yönelik sarf ettiği haksız ve yanlış sözlerin nedeni bu “değer bilmemenin” yol açtığı öfke olsa gerek. Bu arada hükümet cenahının kendisini öfkelendiren köşe yazarlarına haddinden fazla önem atfettiğini de söyleyelim. Ama ne yaparsınız ki dünya böyle... Hükümet cenahının anlamak istemediği asıl husus, kendisini sırasında çok öfkelendiren bu “hakikatsizliğin” demokrasinin temel bir özelliği olması. Bizde siyasi partiler içlerinde gerçek anlamda bir “meşveret” de olmadığından (Yeni Asya’nın logosunu bugünlük şöyle değiştirelim mi: “Siyası partilerin miftahı, meşveret ve şûrâdır”!) iç dünyada en ufak bir eleştiri-karşı söz ile karşılaşmamış olan parti büyükleri, medya dünyasında karşılarına çıkan dozu biraz yüksek eleştiriden son derece rahatsız ve hatta müteessir oluyorlar. Oysa hedef bellediğimiz AB ülkelerinde cumhurbaşkanları, başbakanlar, bakanlar vs. sırasında ne türden ağır eleştiri ve çizgilere konu oluyorlar, hatırlamak gerekir. Bu çerçevede sadece Sarkozy’ye ne türden muamele çekildiği bile hatırlansa, medya ile uğraşmaktan vazgeçmeye yeter de artar bile!
Kürşat Bumin, Yeni Şafak, 28 Şubat 2010
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- |
01.03.2010 |