Halil USLU |
|
Vuslat gecesi ve şeb-i arus |
Her şeyin bir vuslatı, yani bir kavuşma ânı ve zamanı vardır. Esasında vuslat, sevgiyi ve hasreti içine alan kavuşmadır, çünkü çok kavuşmalara vuslat denilmez, bilâkis “gelindi, gidildi, gittiler, geldiler...” mânâsında konuşulur. Bunun için kelime telâffuzu dahi mânâyı deruhte etmesi lâzımdır. 736 yıl önce Konya’mızdan Hakka vuslat eden büyük İslâm mutasavvıfı Hz. Mevlânâ’daki bu vuslat, gerçek mânâda bir vuslattır. Yani ölümü korkutmaktan ziyade Hz. Allah’a kavuşmanın gerçek vuslat olduğunu açıklamaktadır. Bu açıklama da, onun ne kadar derin gönül iklimlerine ve ilimlere hâkim olduğunun bir gerçeğidir. Gönüller Sultanı Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, hasta yatağında yatarken, etrafındaki talebe ve ailesine şu beyitleri okur ve “düğün gecesi“ dediği “Şeb-i Arûs”u anlatır: “Benim için ağlama, yazık vah vah deme. Eyvah demenin sırası şeytanın tuzağıdır. “Cenazemi toprağa gömdüğün an, ayrılık deme. İşte o zaman benim kavuşma ânımdır.” Hakka vuslatından kısa bir zaman öncesinde Azrail Aleyhisselâmı görür ve Farisî bir beyit ile şu hitabede bulunur ve der ki: “Pişiter pişiter ey cân’ı men, peyk-i der-i hazreti sultanı men” (Yakına gel ey benim canım, Ey benim Sultanımın habercisi) Bir yanda vefat, bir yanda düğün. Hatta o koca Sultan “Yemekler yapın misafirleri ağırlayın“ diyor. Çünkü ebedî âleme gitmeyi düğün kabul ediyor. 17 Aralık 1273 tarihinde Hakka vuslat eden Hz. Mevlânâ’nın sene-i devriyeleri gençliğe ve insanlara ışık tutacak şekilde olmalı ve onun için ne lâzımsa yapılmalıdır. Aynı gün bütün Türkiye’de 80 bin camide mevlid-i şerifler, Cuma hutbeleri ve milyonlarca hatm-i şerifler hayata geçmeliydi. İhtifâlleri resmî hâle getiren makam ve zatlar bunu yapmalı. Fakat genişleyen muazzam gönül ve hizmet denizinde hatimler ve mevlidler, gerçek Mevlânâ dostları tarafından bazı mahfellerde icra edilmektedir. Bilhassa 17 Aralık ikindi namazına müteakip, müze hâline getirilen Hz. Mevlânâ dergâhında yapılan program, Hz. Mevlânâ vuslat haftasının kalp ve mihenk noktasıdır. Cemaatin ism-i a’zam duâsı görülmeye değerdir. Aynı gün ve zamanda Türkiye’den ve dış dünyadan gelen Mevlânâ hayranı Müslümanlar ve yeni Müslüman olmaya çalışanların feryatları ve gözyaşları vuslatın mânâlarını açıklamaktadır. Vuslat programları, insanın içine bambaşka ufuklar açmakta ve nağmeler sunmaktadır. Esasında bu nev'î bir araya gelmenin faydaları, irşada ve tenvire vesile olmaktadır. Aslında mazide hep böyle olmuştur, şimdi de kısmen vardır. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde, merkezi Konya olan Mevlevî dergâhlarının, Ortadoğu, Fars diyarı, Balkanlar, Avrupa ve Afrika’nın bazı ülkelerinde şube mânâsında dergâhları vardı. Metod ve prensipler her yerde aynı idi. Mevlevî tekyelerinde çoğunlukla sükûnet hakimdir, konuşmalar daima yumuşak sesle olur ve sema ayinlerinden sonra hiç konuşulmaz. 2007 yılında UNESCO’nun dünya devletlerinde Hz. Mevlânâ’yı anmasından sonra bu yılki resmî programlarda daha çok izdihama sebep oldu. Fakat Kültür Bakanlığı 1 ve 17 tarihleri arasında yapılan anma programlarını uzatacağına, kısaltarak 7-17 tarihleri arasına sıkıştırmıştır. Son gelişmelere göre fevkalâde yanlıştır. Çünkü icrada bulunan zevâtın kısm-ı azamı devlet san'atçılarıdır. Bir ay böyle geçse ne gibi külfet olacaktır? Herkes görse, herkes bilse ve son “şeb-i arus” gecesinde siyasî konuşmalara yer verilmez ise neyi kaybederiz? UNESCO’ya ayak uydurmak lâzımdı. Bazan düşünüyorum ve yukarı satırlarda da ifade ettim, bizler gerçek mânâda Hz. Mevlânâ’yı biliyor muyuz ve onu anıyor muyuz? Hz. Mevlânâ’nın 66 yıllık ömründe verdiği 5 büyük eserin, kanaatimce ve hakikatçe en emsâlsiz sözü ile bu yazımızı noktalayalım: “Men bende-i Kur’ânem eğer can darem / Men hak-i rehi Muhammed muhtarem / Eğer nakl-i küned cüz in kes güftarem /Bizarem ezü vez an sühan bizarem.” (Canım var olduğu müddetçe Kur’ân’ın kölesiyim / Hz. Muhammed’in (asm) yolunun tozuyum. / Kim bu sözümden başka söz nakl ederse / O sözden de ve onu söyleyenden de şikâyetçiyim.) 18.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Alevleri göklere yükselen yangın |
Aylardan, belki de yıllardan beri yapılan ikazlar dinlenmedi ve maalesef Türkiye adeta yangın yerine dönmeye başladı. Hastalığa doğru teşhis konulamadığı için olsa gerek, müracaat edilen tedavi yolları da iyi netice vermiyor. Güneydoğu’da başlayan yangının ‘fitne’ alevleri her yeri tehdit ediyor. Elbette meydana gelen hadiseler tesadüf değil, ‘ifsat şebekeleri’nin icra safhasına koydukları planların bir parçasıdır. En olmaması gereken hadiseler olmaya başladı ve bir ilimizde bir esnaf silâha sarıldı. Daha önce de ifade etmeye çalıştık: En tehlikeli olan, devlet eliyle yapılması gerekenin ‘fert’ eliyle yapılmaya başlanmasıdır. Elbette anarşistler, dükkân kapatan ve sokakları ateşe verenler durdurulmalıdır; ama bu iş devlet eliyle olmalıdır. Aksi halde her önüne gelen kendisini korumaya başlarsa, bu yangının nerede duracağı, nereye varacağı bilinmez. Tekrarlamakta fayda var: Önemli olan ‘yangın’ın bu noktalara ulaşmadan sona erdirilebilmesidir. Bazı hadiseler oluyor ki, görenler “Biz bu filmi daha önce de seyretmiştik” diyor. Son günlerdeki sokak gösterileri bunu hatırlatmıyor mu? Bilhassa 12 Eylül 1980 ihtilâli öncesi bu filmleri izlemedik mi? Bir yanda göstericiler, bir yanda onlara karşı koymaya çalışan vatandaşlar... Emniyet kuvvetlerinin zaafı akla getiren haberlerin ısrarla TV’lerde tekrarı... Bütün bunlar problemi büyüten, yangını alevlendiren tuzaklar... Peki bu yangını nasıl söndüreceğiz? En başta bu yangının çıkmasına imkân ve fırsat verilmemeliydi, ama ihmaller sebebiyle yangın alevleri yükselmeye başladığına göre el birliğiyle bu yangını söndürmeye çalışmalıyız. En başta sözü dinlenen sivil toplum kuruluşları ve ‘kanaat önderleri’ne iş düşüyor. Türkiye’nin her bölgesinde temayüz etmiş, kitleleri ikna kabiliyetine sahip hocalar, eğitimciler, profesörler, siyasetçiler, iş adamları ve benzeri herkes bu yangını söndürmek için gayret göstermelidir. Üstelik bu gayret ‘yarın’ değil, ‘bugün’ gösterilmelidir. Bu yazıyı hazırlamadan önce Diyanet İşleri Başkanlığının internet sitesini ziyaret ettim ve “Acaba alevleri yükselen ‘fitne’ ateşini söndürmeye dair bir çağrı, bir ‘hutbe’ bir hazırlık var mı?” diye baktım. Benim görebildiğim kadarıyla alevleri yükselen yangın ‘site’nin gündeminde yoktu. En azından ilk sayfada böyle bir çağrı göremedim. Duyuruların en başında ‘yeni’ olarak “İsviçre’de Minare Referandumu” hakkında 1 Aralık 2009 tarihli Diyanet İşleri Başkanlığı açıklaması yer alıyordu. Alevlendirilmeye çalışılan fitne ateşinin temelinde “cehalet, zaruret ve ihtilâf” olduğu ve hastalıklara karşı da “san’at, marifet ve ittifak” silâhlarıyla mücadele etmek gerektiğine göre Diyanet İşleri Başkanlığı ya da ‘kanaat önderleri’ne çok iş düşüyor. Cehalet gibi hastalıklar elbette bir açıklama ile sona erdirilemez, ama yükselen ateşi düşürebilir. Alevlendirilmeye çalışılan yangını, elbirliği ile bugün söndürmeye çalışmazsak; Allah muhafaza etsin yarın söndürme imkânı da bulamayabiliriz. Bu yangını söndürme noktasında gösterdiğimiz ihmal, İnşallah bize pahalıya mal olmaz. 18.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Rifat OKYAY |
|
Kendimizi karalara atmayalım |
Hayatın içinde hayata yön vermeye kalkmak bir nev'î isyan olduğu gibi, hayatı veren Hayat Sahibinin isteğine göre hareket etmek de itaattir, inkiyaddır, hayatın her şeyi ile kayıt altında olduğunu bilmek ve kabullenmektir. Kendi cephemizden olduğu gibi, beşerî bir nazarla hayatı tartmaya, ölçmeye, biçmeye kalkarsak, bu İlâhî büyük mu'cize ve nimeti daima yanlış anlarız ve yanlış anlatarak, yanlışlar yapmaya başlarız. Hayatın yaratılması ve devam ettirilmesi terazinin iki kefesinde dengededir; “biri birinden üstündür” diye mantık yürüterek bilgelik taslamak ve kafa yormak malayanidir. Bizim için önemli olan bu yaratılış mu'cizesi ve nimeti içerisinde idrakle, itaatle, şükürle yer alabilmektir. Bizim için denge ve terazi kayıt altına alınabilmiş nefis ve şeytanın, süfli ve alçak fiillerin, kendi adımıza hayatımızın hiçbir safhasında yer almamasıdır. Aklın ve mantığın hayatımızda bize kazandıracağı ve kabul ettireceği en iyi hal, ruhumuzun İlâhî nimetlerin lezzetleriyle alude olmuş hali olmalıdır. Yoksa isyan ve itaatsizliğin hükmettiği akılsız ve mantıksız bir hayatta ancak kendimize esfeli safilinde, aşağıların aşağısında yer bulabiliriz. Sevginin, muhabbetin elinde, dilinde, bağrında hamur olmuş, yoğrulmuş lezzetlere alude olmuş bir ruh hali hayatımızda ancak Allah’a ve emirlerine inkiyadla ve bağlanmakla olabilir. Hayata; hayatı halk eden, hayattar olan Zat-ı Hayyı Kayyumun bakması ve baktırması nokta-i nazarından bakılırsa zerreden feleklere ve kürelere kadar bütün kâinatı seven, birbirine muhabbetle bağlanan ve Fettahiyet cilveleriyle hayatını bir kudsî saadet ve lezzet içinde devam ettiriyor olarak görülebilir. Tersi düşünülürse kalbe, akla ve hayale ancak ve ancak elem, keder, üzüntü, sıkıntı, zulüm ve zulümat musallat olur ve hayatın içinde insana bütün bu menfilikleri yaşatırlar. Hayatın eli, hayatın kolu, hayatın vücudu, hayatın varlığı muhabbet ve sevgiyle, birbirine iman ve itikatla bağlanmazsa hayat herkese yük olur, belâ olur. Kâinata açılan penceremiz eğer hayatsa, hayatımızın camı, canı ve cananı muhakkak inanmak, sarılmak ve gülümseyerek bütün bu ihsanat ve ikramlara şükretmek ve küfran-ı nimet etmemekle hayattar olabilir. Hayatı sevmek, Hayatı Vereni, O’nun esma ve sıfatını sevmekse gerçek ve hakikî hayatı sevmek olabilir… Bunun zıddı ise ancak ve ancak Rahman-ı Rahimi itham etmek ve nefsimize zulüm etmek olabilir. 18.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Kahraman Schröder… |
Müslümanlar Almanlardan böyle bir sesi çoktan bekliyorlardı. Bediüzzaman Hazretlerinin eserleriyle dünya çapında meşhur olan Bismarck gibi hakperestlerin Almanya siyasetinde devamlı var olduklarını biliyorduk. Siyasetin Almanya ve Avrupa’da bizden farklı yapılandığını daha önce de belirtmiştik. Dine ya da İslâmiyet düşmanlığına veya ırkçılığa dayalı siyasî partilerin olmadığını, politikada başka argümanların esas alındığını dikkatlice takip edenler, görürler. Din karşıtı hareketlerin bütün siyasî oluşumlarda faaliyet gösterdiğini, dinsizlik karşısındaki tarihî mağlûbiyetinden dolayı Hıristiyanlığın maddî olarak siyaseti yönlendiremediğini de bu arada belirtmiş olalım. Şahs-ı manevî olarak idareler üzerinde etkili olan Hıristiyanlık; ferdî veya müşahhas cemaat olarak politikada pek yer almaz. Bizzat “Hıristiyan” kelimesini siyasette en rahat kullanan Almanya’nın laiklik anlayışı diğer bazı ülkelerden daha ılımlı olsa da, dinin siyasete karışmasını Avrupa’nın kendi tarihi tabiri caizse men etmektedir. İslâmiyeti insaniyet ve hakperestlik adına müdafaa eden politikacılar Bismarck ve Schröder’den ibaret değildir. Kur´ân’a hücumun çokça yoğunlaştığı dönemlerde bu tür seslerin yükselmesi daha ziyade efkâr-ı ammenin dikkatini çekiyor. Dinimize fazla hücum edilmediği zamanlarda, karşılıklı ziyaretler esnasında veya araştırmacıların teşvikiyle yapılan epeyce açıklamalar vardır. Schröder’in SPD gibi İkinci Dünya Savaşından sonra kendisini daha çok sosyalizm veya doğu blokuna yakın hisseden bir partiden başbakan olması, bazı zihinleri şaşırtabilir. Willy Brandt ile Helmut Schmidt gibi siyasetçilerin din karşılıklarıyla SPD’nin “dinler karşıtı” renge bürünmesinin sebebi o zamanın parti idaresiydi. Brandt, kadroları kendisi gibi din karşıtlarıyla doldurunca, parti zaman zaman dinsizlik rengine büründü. Fakat bu partinin tarihî liderlerinden, Alman birliğinin kurucusu ve sosyal devlet fikrinin ilk tatbikçilerinden Prens Bismarck´ın da SPD’li olduğunu bilenler, birçok hakperestin insaniyet adına bu parti bünyesinde İslâmiyete taraf çıktığını göreceklerdir. CDU’nun Hıristiyanlık adına kurulmuş olması, bu partiyi dinsizlerin ve ahlâksızların işgalinden kurtaramamıştır. Fakat bu hal de Hıristiyanlık adına kurulan bu partideki bazı siyasetçilerin İslâmiyeti müdafaa etmesini engellemiyor. Meselâ başbakan olmadan önce, Konrad Adenauer Vakfının dâvetlisi olarak İstanbul’da bulunan NEW başbakanı Jürgen Rütkers’in bir konuşmasına şahit olmuştum. Başörtüsü başta olmak üzere İslâmî şeairlere sahip çıkan Rütkers’in beyanları da arşivlerdedir. w Rütkers’le beraber Köln Belediye Başkanı Fritz Schramma’yı da burada zikretmemiz gerekiyor. Dinsizlerin büyük çabalarına rağmen Köln Merkez Camiinin inşasına izin vermiş ve buradaki Türklerle kolkola girerek saldırgan ateist hareketleri püskürtmüştür. Bu müsbet ses ve icraatlara karşın, Angela Merkel ve ekibinin Almanya’daki “semavî dinler karşıtı” icraatları, CDU’yu kilisenin nazarında bile müttehem duruma düşürüyor. Almanya politikasında, Cem Özdemir ve Claudia Roth gibi isimlerin hak ve özgürlükler çerçevesinde Avrupa’daki Müslümanlara sahip çıkmaları, buradaki partilerin dine, ırka veya dinsizliğe dayalı siyaset yapmadıklarını ve her partide “semavî dinlere” taraf insanlar olduğu gibi, saldırgan ateizm safında ahirzaman cereyanı için savaşanların da varlığını ortaya koyuyor. Gerhard Schröder’in Die Zeit gazetesindeki beyanatı, saldırgan dinsizlerin de ümidini kırıyor. Kur’ân’a dayalı bir hayat tarzını esas alan ailelerdeki nüfus artışını propaganda eden Avusturya’daki ırkçı dinsiz politikacılara cevap, artık Kur´ân’dan ve İslâm tarihinden veriliyor. 11 Eylül’ü çıkaran dinsiz cereyanın Müslümanları potansiyel terörist gösterme çabaları, Schröder gibi kahramanların beyanatlarına çarpıp dağılıyor. İnsanlık tarihinin en dehşetli savaşları olan “cihan harplerini” çıkaran ve kendisinden olmayan sair coğrafyaları sömürenlerin Müslümanlar olmadığını, hem tarihte ve hem de günümüzde Müslümanların birçok yönden Avrupalıların yardımına koştuklarını belirten Schröder, dinsiz felsefeden gelen nemrudâne inat ve kibire de dikkat çekiyor. Schröder’in suskun milyonların sesini Avrupa’ya duyurduğunu da bu arada belirtelim. Çığırtkan, dünya sermayesini gayri meşrû yollarla ele geçirmiş ve bu sermaye ile medya ve teknoloji gasbetmeye çalışan “dinsiz Avrupa´ya” karşı, Schröder gibi siyasetçiler kadar, kilise ve ilim çevrelerinin de saldırgan ateizme dikkat çektiklerini hemen her gün medyada görmek mümkün. Avrupa medyasında, İsevîlerle mekteplilerin oluşturdukları cepheye Müslümanların servis yapmalarını engellemek amacıyla saldırgan ateistlerin başlattığı hücumu, Schröder´in ve müteakiben daha birçok Avrupalı hakperest siyasetçinin püskürteceklerine inanıyoruz. 18.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Sağduyu, sağduyu, sağduyu… |
Son günlerde bazı illerde yaşanan gösteriler kaygı verici boyutlara geldi. Adeta gizli bir el Türkiye’nin geleceğini karartmaya çalışıyor. Artık provokasyon (kışkırtma) olduğu gün gibi ortaya çıkan olaylar karşısında herkesin dikkatli olması gerekiyor. Terörist başı Öcalan’ın İmralı cezaevindeki yeni koğuşunun küçültülmesi bahane edilerek başlatılan daha sonra DTP’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasından sonra artan gerilim, “Yine ne oluyor? Birileri bir şey mi tezgâhlıyor? Türkiye nereye gidiyor, ya da nereye götürülüyor?” sorularını akla getiriyor, Tokat Reşadiye’de yedi askerimizin şehit edilmesi, peşinden Dolapdere’de göstericilere kurusıkı tabanca doğrultulması, hele hele bu silâhı doğrultanın “para verdiler sıktım” demesi tüyleri diken diken ediyor. Esas provokasyon kokan hadise ise Muş’un Bulanık ilçesindeki olay. “Korkulan oldu” dedirten olay, provokasyon ihtimalini doruğa çıkarttı. İlçede birileri çıkıyor, işyeri sahiplerine “kepenklerini kapatın” diyor. Kapatmayan dükkânların camları kırılıyor, ateşe veriliyor. Dükkânını kapatmayan birinin işyerine molotof kokteyli atılıyor. Buna sinirlenen işyeri sahibi eline kalaşnikof gibi güvenlik güçlerinde bulunun bir silâhla göstericilerin üzerine ateş ediyor. Neticede 2 kişi ölüyor, 7 kişi yaralanıyor. Bu olaydan sonra ateş eden kişi tutuklandı, ailesi bölgeden uzaklaştırıldı, ancak bu olayın arkasında onlarca soru cevapsız kaldı. İlk önce akla gelen saldırganın korucu olduğuydu. Muş Valisi korucu olmadığını söyledi. Peki bu silâhı her isteyen alabiliyor mu? Bu gösterileri kim tetikliyor? Emirler nereden geliyor? Sorular, sorular… * * * Bu olayların ardından hemen birilerinin aklına olağanüstü hal geldi. Oysa OHAL bölge için hiçbir katkı sağlamamış, sorunları bitirememiş, demokrasiyi zorlar hale gelmişti. OHAL 1987 yılında 13 ilde başlamış, uygulamaya 2002 yılında son verilmişti. Bu tarihten sonra zaman zaman OHAL uygulamasının yeniden başlaması gündeme getirilmiştir. 2006 yılında bu uygulama gündeme getirildiğinde Başbakan Tayyip Erdoğan, “Böyle bir şeyi duymamış olayım, demokrasi mücadelesi verenler böyle bir şeyi akıllarına bile getirmez. Birileri istiyor diye olağanüstü hal ilân edemeyiz” demişti. Adalet Bakanlığı döneminde “Demokratik hak ve özgürlüklerden geriye gidiş olmaz” diyen Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin, şimdi de bu tartışmalar karşısında güvence veriyor. “Türkiye’yi bu alanda geriye götürmek isteyenler ve bundan fayda umanlar olabilir. Ama bunlar başarılı olamayacaktır” diyor. Söylendiği gibi OHAL, demokrasiden geriye gidiş olur. Hem de birilerinin ekmeğine yağ sürülmüş olur. Özgürlük güvenliğin alternatifi olamaz. Demokrasiden ve özgürlüklerden taviz verilmeden de güvenlik sağlanır. * * * Bu aşamada ilk akla gelen böyle tedbirler değil, demokrasi içinde kalınarak soruna çözüm bulunmasıdır. Çünkü oyun içinde oyun görülüyor. Herkesin bu aşamada dikkatli olması gerekiyor. Başta ülkeyi yönetenler olmak üzere, siyasî parti başkanları, güvenlik güçleri, sivil toplum örgütleri, toplumun bütün kesimleri üzerine düşen görevleri “demokrasi içinde kalarak” yapmalı. Öte yandan, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin tabanlarına “izinsiz gösterilere katılmayın, dikkatli olun” talimatlarını vermesi tebrik edilmesi gereken bir davranış. Ancak son günlerde liderlerin aralarındaki kavgalara da son vermeleri gerekir. Artık bu konuşmaların gerginliği arttırdığını görmezden gelinemez. Bir görevde kapatılan DTP’li milletvekillerine düşüyor. Eğer çözüme katkı sağlamak istiyorlarsa meselelerin çözüm yerinin Meclis olduğunu görmeli, çözümü Meclis’te aramaları gerekir. Diğer taraftan da bölgede cereyan eden olaylar karşısında vatandaşlarını teskin edici beyanlarda bulunmaları da artık elzem hale gelmiştir. Olayları kışkırtıcı değil, yatıştırıcı eylem ve söylem geliştirmeliler. Unutmamak gerekir ki, çözümsüzlük Türkiye’nin ve milletin aleyhine oluyor. Yazımızın sonunda “Hoşgörü şehri” olarak bilinen Antakya’dan bir sivil toplum örgütünün başkanının sözünü hatırlatalım. Bağımsız Kamu Görevlileri Sendikaları Konfederasyonu Hatay İl Başkanı Metin Yılmaz, son günlerde oluşturulmak istenen “kaos ortamı”na dikkat çekerken, “Bu ülke Kürdüyle, Türküyle, Alevisiyle Sünnisiyle, Hıristiyanıyla, Musevisiyle hepimize yeter. Biz Hatay’da üç semavî dinin mensuplarıyla kardeşçe hoşgörü içinde yaşıyoruz. Cami ile kilisemizin duvarı bile omuz omuza. Hiçbir şekilde provokasyona gelmiyoruz. Kaos kışkırtıcılarının ekmeğine yağ sürmeyelim. Lütfen sağduyulu olalım ve bu oyuna gelmeyelim…” İşte mesele bu. Her zaman meczuplar, provokatörler çıkabilir. Bunlar karşısında dikkatli ve uyanık olunursa ve meselelerin çözümü demokrasi zemininde aranırsa sorunlar kendiliğinden hallolur. 18.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Açılımlar ve anayasa |
AKP iktidarınca gündeme getirilen açılım denemelerinin başarılı olma şartı, yeni, sivil ve demokratik bir anayasa idi. O olmayınca, diğer bütün adımlar havada kaldı. Belli başlılarını hatırlayacak olursak: Erdoğan’ın katılımının yargı kararıyla engellendiği 2002 seçiminden sonra Gül’ün başbakanlığında işbaşı yapan birinci AKP hükümetinin âcil eylem planında öngörülen önemli hedeflerden biri kamu reformuydu. Yapılamadı. İlk tasarı Sezer’in vetosuna takılıp geri döndükten sonra konu, Gül’ün Çankaya’ya çıkmasını izleyen iki buçuk yıllık süreçte dahi sonuç alma kararlılığıyla tekrar gündeme getirilemedi. YÖK ve katsayı meselelerinde adım atma girişimleri beş yıl boyunca sürekli engellenen hükümet, YÖK’ün başına ancak iki sene önce kendi düşünceleriyle uyumlu bir başkanı getirebildi. Bu süreçte aynı paralelde bir değişim YÖK üyeliklerine yapılan atamalarla da cereyan etti. Ancak yeni YÖK Başkanının görevdeki iki yılını geride bıraktığı şu gün itibarıyla, sistemde kayda değer bir iyileştirme yapılabildiğini söylemek maalesef mümkün değil. Mağduriyetlerin izalesi noktasında atılan tek adım olan katsayıyı kaldırma kararı da Danıştay’a takılmış durumda. Özcan’ın Danıştay kararı sonrasındaki süreçte sergilediği tavır ise güven verici olmaktan uzak. Bir defa Danıştay Genel Kuruluna yaptıkları itirazdan olumlu bir sonuç beklemesinin, en hafif tabirle “safdillik”ten başka bir izahı olabilir mi? Peki, yine Başkanın evvelce “zıkkım” dediği imam hatipler için bu kez “Normal liseye dönüştürülsünler” demesi ve hemen akabinde, başında bulunduğu kurumun “Kişisel görüşü; YÖK’ü bağlamaz” diye açıklama yapması normal mi? Seleflerinden ve eski Millî Eğitim Bakanı Mehmet Sağlam’ın o sözü “tamamen hayalî bir beyan” diye eleştirmesi de işin tuzu biberi oldu. Bu tutarsız ve ciddiyetsiz tavırlara ilâveten, evvelâ “Gerekirse hukuku arkadan dolanacağız” deyip ardından “Öyle demek istemedim” açıklaması yaparak bir çam daha deviren Başkanın Danıştay kararı sonrasında katsayı mağdurlarını rahatlatmak için söylediği “Merak etmeyin; B, C, D, E planlarımız hazır” sözüne kim itibar eder? Asıl önemlisi ise, yine Özcan’ın “YÖK kalkmalı” beyanlarına rağmen, bu yönde de bir adım atılamayışı ve eski sistemin aynen devam etmesi. Sebep, anayasaya bir türlü dokunulamaması. AKP’nin 22 Temmuz’da daha güçlü bir seçmen desteğiyle geldiğinde ilk iş olarak gündeme getirir gibi yaptığı yeni anayasa projesini tepkiler üzerine hemen askıya alıp, peşinden Erdoğan’ın başörtüsü için yaptığı meşhur “Velev ki siyasî simge olsun...” çıkışını takiben üniversitedeki başörtüsü yasağını anayasa değişikliği ile kaldırma girişiminin yol açtığı dramatik sonuçlar da aynı gerçeği teyid eden diğer bir çarpıcı örnek. Keza, bu anayasa, millî iradeyi ve demokrasiyi kısıtlayan yapısal düzenlemeleriyle orta yerde duruyorken başlatılan “demokratik açılım” sürecinin, gelinen noktada çıkmaza saplanması da. Hattâ Ergenekon sürecinde patinaj, hattâ geriye gidiş işaretlerinin giderek artması; ard arda açıklanan andıç ve darbe planlarından, demokrasinin önünü açacak bir netice çıkmaması da. AKP’nin, hakkındaki kapatma dâvâsından kılpayı ile “sıyırması”nın üzerinden bir buçuk yıla yakın bir zaman geçtiği halde, AYM Başkanının kararı açıklarken yaptığı “Parti kapatma kurallarını değiştirin” çağrısının gereği dahi yapılamayınca, DTP’yi kapatan karar geldi ve şimdi yine AKP için yeni kapatma hazırlıklarının tamgaz devam ettiğine dair iddialar dolaşıyor ortalıkta. Bütün bunlar, ihtilâl anayasası ile döşenen mayınlardan temizlenememiş bir zeminde hukukun ve demokrasinin önünü açacak kalıcı ve sağlam bir açılım yapmanın asla mümkün olmadığı gerçeğini tekrar tekrar önümüze koyuyor. Ve “yeni anayasa” projesinin AKP tarafından gerçekleştirilmesinin iyiden iyiye zorlaştığını da. 18.12.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
İran’ın yeni füzesi ve süper güçlerin eskiyen başlıkları |
Batı, İran’ın nükleer programına yüklenirken, İran pervasızca yeni füze deniyor. Karadan karaya uzun menzilli yeni Sacil-2 füzesi Türkiye’yi aşıp Avrupa’ya, Körfezdeki Amerikan üslerine ve İsrail’e uzanabilecekmiş. Geçen Eylül’de de tam Batılı ülkelerle nükleer sorunların görüşüleceği günlerde iki uzun menzilli füze denemişti. Bunlar da yetmemiş Kum şehrinde gizli bir uranyum zenginleştirme tesisinin bulunduğunu açıklamıştı. Batılıların zenginleştirilmiş uranyumu, nükleer yakıt karşılığı bir başka ülkeye gönderme teklifini reddetmesi de bir başka meydan okuma idi. Aslında Obama’nın Medvedev ile nükleer başlıkları azaltma anlaşmasına varmak üzere olduğu bir günde bu testin yapılması çok da önemli görünmüyor. Zira, bu iki süper gücün nükleer başlık sayısı, yedi yıldaki azaltma sonrasında bile ikibine yakın olacak. Halbuki dünyayı cehenneme çevirmek için bunlardan birkaç tanesi yetip de artacak durumdadır. Bu stokları azaltma politikasının öbür yüzünde bu nükleer başlıkların önemli bir kısmının zaten bu süre içinde kullanım dışı kalacak olması yatıyor. Rusya’nın 500 nükleer başlığı yedi yıl sonra kendiliğinden kullanılamaz bir tehlikeli çöpe dönüşecek. Bu durumda kendileri dünyayı defalarca yok edecek nükleer silâhlara sahip olan ülkelerin, İran’ın nükleer programına ateş püskürmeleri ikiyüzlülükten ibaret. Bu arada İran’ın bu çalışmalarından en çok kaygı duyan ülke olan İsrail’de, gelecek ilkbahar ya da yazda İran’a saldırma planları tartışılıyor. İsrail’in kötü senaryosuna göre; Obama ve müttefikleri İran’ın nükleer programını caydıramayacak, yaptırımlar yetersiz kalacak ve İran atom bombasına epey yaklaşmış olacak. Bu durumda İsrail, İran’ın nükleer tesislerini uçaklarla bombalayacak. Böyle bir durumda İran, Hizbullah ve Hamas’ın vereceği karşılık, bu planda pek hesaba katılmamış gibi görünüyor. Oysa böyle bir saldırı İsrail’in şehirlerinin yoğun füze saldırısına tabi tutulması, Lübnan ve Gazze’de kara saldırılarının başlaması, İran’la uzun vadeli bir savaşa girilmesi anlamına gelecek. Peki Obama böyle bir saldırıya izin verecek mi? Ya da destek verecek mi? Zira İsrail’in ABD desteği olmaksızın böyle bir saldırıyı düşünmesi bile imkânsız. Bu kadar çok bilinmeyenli bir denklemde, iyi bilinen bir husus var; ne İran nükleer programını durduracak ne de Batı veya İsrail bu ülkeye askerî müdahalede bulunabilecek. Batının tek yapabileceği yaptırım uygulanması. Bu yaptırımların da etkisiz kaldığı geçmiş uygulamalarda açıkça görüldü. Buna Amerika’nın iki Müslüman ülkede sürdürdüğü savaşa üçüncü bir ülkeyi daha eklemeyeceği gerçeği eklenince, bölgede suların sanıldığı kadar sıcak olmadığı anlaşılacaktır. En azından gözünü kan bürümüş ve Türkiye’yi de ateşe atmaya çalışan Bush dönemi kadar sıcak bölge değil. Bu arada üzücü olan husus; Türkiye’nin arabuluculuk çabalarının ne İran ne de Batı ülkeleri tarafından yeterince takdir edilmemesidir. Şu ana kadar Türkiye’nin yaptığı görüşmelere ev sahipliği yapma, İran’ın zenginleştirilmiş uranyumunu saklama gibi tekliflere somut bir cevap verilmemesi bunun göstergesidir. Umarız hem Batı, hem de İran, Türkiye’nin bölgedeki artan gücü ve etkisini hafife almaz ve bu yeni durumu, bölgedeki sorunlara barışçıl çözümler bulmada kullanırlar. 18.12.2009 E-Posta: [email protected] |