Ali FERŞADOĞLU |
|
Herkes evlenmek mecburiyetinde mi? |
Herkesin “evlenmesi” diye bir farziyet, bir mecburiyet yok. Kişinin durumu, fizikî, kimyevî (mânevî) yapısına, ekonomik imkânlarına, sosyal statüsüne göre hüküm alır. İslâm lite-ratüründe evlilik birkaç kısımda mütalâa edilir: “Farz, sünnet-i müekkede, yâni mübah, mekruh ve haram!” Farz evlilik: Bir erkek, seçeceği eşin geçimini, yâni nafakasını temin edecek, mehrini ödeyecek güçte ise, meşrû haklarına ve isteklerine riâyet edecekse ve evlenmediği takdirde gayr-i meşrû yollara düşecekse, onun evlenmesi farzdır. Bir bayanın ise, hanımlık görevlerini yerine getirecek kudrette ise, kendisini muhafaza etmek ve gayr-i meşrû yollara düşmemek için evlenmesi aynı hükümdedir. Sünnet-i müekkede veya mübah evlilik: Bir kişi, evlendiği takdirde, eşinin haklarını yerine getirebilecek ise, kadınlara karşı herhangi bir meyli yoksa ve gayr-i meşrû yollara düşme korkusu da bulunmu-yorsa, onun evlenmesi sünnet-i müekkede veya mübahtır. Mekruh evlilik: Eşinin haklarına riâyet etmekten endişe edilen ve ona zulmedeceği tahmin edilen kişinin evlenmesi mekruhtur. Haram evlilik: İslâmiyet, evlenmeye ve âile yuvasını kurmaya, bir evi geçindirmeye, hanımının nafakasını temin etmeye gücü olmayanların, âile hayatını ayakta tutacak şartları hazırlayamayan, eş haklarını ifâ edemeyeceklerin evlenmesini tavsiye etmez. Bazı şartlarda, “haram” bile olur. Eşinin haklarına riâyet etmeyeceği kesin olarak bilinen birisinin evlenmesi haramdır. Şüphesiz ki, “haklardan” kasıt, sadece nafaka ve geçim meselesi değildir. Bunlar da dahil olmak üzere, her türlü hakları, muhafazası, gayr-i meşrû yollara düşmesine yol vermemesi, zulmetmemesi vesâire, bu çerçevede mütalâa edilir. Bediüzzaman, şefkat zirvesinden “Kızlarım, hemşirelerim!” diye başlayan bir hitabe ile onlara şu dersi verir: “Bu zaman eski zamana benzemiyor. Terbiye-i İslâmiye yerine terbiye-i medeniye, yarım asra yakın hayat-ı içtimâiyemize yerleştiği için, bir erkek, bir kadını ebedî bir refika-i hayat ve saadet-i hayat-ı dünyevîye (dünya hayatının saadetine) medâr ve sâir günahlardan kendini muhafaza etmek için almak lâzım gelirken, o biçâre zaifeyi dâim tahakküm altında, yalnız dünyevî, muvakkat gençliğinde sever. Ona verdiği rahatın bazı on misli onu zahmetlere sokar. Eğer şer’an küfüv tâbir edilen, birbirine denk olmazsa, hukuk-u şer’iyye nazara alınmadığından, hayatı dâima azap içinde geçer. Kıskançlık da müdahale ederse daha da berbat olur”1 Ve esas meselemize bakan şu hususu nazara verir: “İkincisi: Fıtraten kadın, zaafı için maişet (geçim) noktasında bir yardımcıya muhtaçtır. O ihtiyaç için, şimdiki terbiye-i İslâmiyeden ders almayan, serseri-liğe, tahakküme alışanlardan o küçük bir iâşesi hatırı için tahakkümler altına girip, riyakârâne kocasının rızasını tahsil etmek yolunda hayat-ı dünyevîye ve uhrevîyesinin medârı olan ubûdîyetini ve ahlâkını bozmak bedeline, köy kadınları gibi, kendi nafakasını kendi çalışmasıyle kazanmak on defa daha kolaydır. Rezzak-ı Hakikî, çocukların rızıklarını süt ile verdiği gibi, onların da rızkını O Hâlık-ı Rahîm veriyor. O rızık hatırı için, namazsız ve ahlâkını kaybetmiş bir zevci aramak riyakârâne çalışıp tahakkümü altına girmek elbette Nur Talebesinin kârı değil.”
Dipnotlar: 1- Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, s. 292-293.; 2-A.g.e. 18.10.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |