Ali FERŞADOĞLU |
|
Fıtrat ve hukuk; dini gerektirir |
İnsan, kendisinden farklı özelliklere sahip olmayan “beşere” itaat etmez, dinlemez. Ancak kendisinden üstün bir mercî kabul eder. İşte din de, insanın yüce Yaratıcıya, yaratılıştan kardeşleri olan diğer varlıklara karşı münâsebetlerini tanzim eder, ders verir. Bizim yaratılıştan gelen farklılığımızın sebebi; üstünlük taslamak değil; tekâmül, tanışma ve yardımlaşmak içindir. Tahakkuk etmiş gerçeklerdendir: Çirkin, kötü, menfî haslet ve duyguların yegâne törpüsü din/imândır. Çünkü, fıtrî olan dinin sözü daha yüksek, etkisi daha büyük, hükmü daha yücedir.1 Başta vicdân olmak üzere sâir duyu ve duyguları, ancak o istikamete sokabilir. İmân ise, akıl-kalb ve vicdanlarda bir yasakçı bırakır. O, hayatın hayatı, hayatın ruhu, hayatın temelidir. Ahlâkı güzelleştirmenin iksiri; hattâ hukuk, ilim, felsefe, teknik gelişmelerin kaynağı da dindir. Menfî duyguları müspete kanalize ile, Fâtiha Sûresi’nde belirtilen “sırat-ı mustakîm” (dos doğru yol) üzere terbiye eden peygamberler, tebliğ ettikleri din/iman olmazsa, dünya cehenneme döner. Kalbi işlettiren merhamet ve hürmet/saygıdır. Hürmet ve merhamet insan kalbinden çıksa, akıl ve zekâvet, o insanları gâyet dehşetli gaddar canavarlar hükmüne geçirir.2 Din, mânevî duyuları da tatmin eden, dengeyi sağlayan hakikatler manzumesidir. Merhametsizlik, egoizm, bencillik, zulüm gibi kahredici duygular, hiçbir mânevî bağı tanımayan dinsizlik ve laubalilikten kaynaklanır. Toplum hayatının düzenini sağlamak için, İslâmın (dinin) getirdiği mânevî mükâfat olan “sevap”, caydırıcı olan cezâların (had’lerin) yanında mânevî itap “günah” da vardır.3 Din, hayatın buharı, ruhu, hayatın hayatıdır. Dindar toplumlarda ferd ve âile hayatının daha düzenli, daha verimli, daha üretken, daha müreffeh, daha huzûrlu, daha mutlu olduğu; daha kolay idâre edildiği de sosyolojik bir vakıadır. Acıkmamız yemeğin, susamamız ise suyun varlığına işâret eder. Mutlaka her insanda bulunan inanma ve tapınma istediği de sonsuz bir kudret sahibini, bir Yaratıcıyı gösterir. En ilkel kavim ve insanların bile tapındıkları, ibâdet ettikleri, sığındıkları bir şey vardır. Şu halde, yanlış da olsa, inanma ve tapınma; yaratılışımıza yerleştirildiğini gösterir. Rousseau’nun, ‘çocuğun dine karşı yabancı olduğu, dinî bilgilerin öğretilmesinin yanlış olacağı, ancak 12-13 yaşlarından sonra—eğer isterse—ona dinden bahsetmek gerektiği’4 görüşü de hükmünü yitirmiştir. Çünkü, çocuk erken yaşlarda dinî meseleleri merak eder, sorar. Ona yardım edecek ve koruyacak sonsuz bir kudrete, kuvvete, dolayısıyla mâneviyâta, dine inanmaya başlar. Allah’a karşı hissî bir cazibeye kapılır. Psikolojik ortam ve şartların hazırlanması halinde çocuklarda bile dinî inanç ve hayatın erken yaşlarda gelişmesi5 dinin fıtrî, tabiî olduğunu gösterir. Zîrâ, çocuklarda henüz akıl ve sâir melekeler gelişmediği halde dinî, mânevî hayatı kavraması, özümsemesi, kabul etmesi bunu ifâde eder. Öte yandan, en büyük kaynaştırıcı ve birleştirici unsur dindir. Dünya, çeşitli belâ ve musîbetlerle çalkanmaktadır. İnsan sosyal bir varlık olduğundan, hemcinslerinin çektiği sıkıntılara ortaktır. Din, dayanışma, birlik ve beraberliği öğütlemektedir. Demek fıtrî-tabiî olan din ve nübüvvet, psiko-sosyal açıdan da zarûrîdir. Din; felsefe, ilim veya herhangi bir ideoloji gibi değildir. Bunlar, meselelere tek taraflı ve en nihayet bir iki yönden bakarlar. Oysa din, maddî-mânevî boyutlarıyla tetkik eder. İnsanı rûhlar âleminden alır; hayatın bütün safhalarındaki ihtiyaçlarına cevap verir. Mezara kadar değil; ebede dek ona refâkat eder: Ezelî kelâmdan gelen hakikatler, insanlığın fikriyle beraber ebede kadar devam edecek. İnsanlık, dünyadan alâkasını kestikten sonra, (din, Kur’ân da) görünüşte ve “imtihan” yönünden insanlardan ayrılacak, fakat mâneviyat ve esrarıyla insanlığa arkadaşlık etmeye devam edip, onların ruhlarını gıdalandırarak, onlara delil olmaktan ayrılmayacak.6 Bin yıl önceki toplum gerçeklerinin hepsi mazide kaldı. Zenginler, hükümdarlar, ideolojiler, toplumlar, sınıflar, hattâ birçok millet tarih sahnesinden silindi. Hepsi, ama hepsi ya değişti, ya kayboldu. Fakat, din ayakta.7 Bütün bu gerçekler şunu göstermektedir: 1950’lerden bu yana çar nâçar, mâneviyâta, dine yöneliş giderek hız kazandı. 20. yüzyıl maddeyi anlama devriydi. 21. asır da, rûhu, mâneviyâtı, dini keşfetme çağı olacaktır.
Dipnotlar: 1- Münâzârât, s. 45. 2- Şuâlar, s. 536. 3- Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, 5. baskı, c. 1, s. 31. 4- Jean Jacques Rousseau, s. 223-224. 5- A. Vergote, Çocukta Din, (çev. E. Fırat) mak. AÜİFD, XXII, Ank., 1978 6- İşârâtü’l-İ’câz, s. 168. 7- Der Spigel, 1998. 06.10.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |