Faruk ÇAKIR |
|
Risâle-i Nur parlayacak |
Şükür ki, çağımız insanının sorularına cevap bulduğu Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur söndürülmek için üflendikçe daha da parlıyor. Ve inşallah bundan sonra daha da parlayacak. Çünkü kendisini ‘Kur’ân eczahanesinin dellâlı’ olarak tarif eden Üstad Bediüzzaman Said Nursî, yıllar önce “(...) Kardeşlerim, gerçi bu vaziyet, hem muvafığa ve bir kısım memurlara Risale-i Nur’a karşı bir çekinmek, bir ürkmek vermiş, fakat bütün muhaliflerde ve dindarlarda ve alâkadar memurlarda bir dikkat, bir iştiyak uyandırıyor. Merak etmeyiniz, o nurlar parlayacaklar” demiştir. (Şuâlar, On Üçüncü Şuâ, s. 273) Başbakan Erdoğan’ın, parti kongresinde (3 Ekim 2009) yaptığı konuşmada “Seversiniz sevmezsiniz, beğenirsiniz beğenmezsiniz, görüşlerini kabul edersiniz etmezsiniz ama Ahmedi Hani’siz, Bitlis’li Said Nursî’siz bir Türkiye’nin maneviyâtı noksan kalır’’ demesi ‘açılım’ tartışmalarını farklı noktalara taşıdı. Tabiî ki konuşma farklı şekillerde değerlendirilebilir. Ama Risâle-i Nur müellifinin bu şekilde hatırlanması isabetli olmuştur. Benzer güzel tesbitlerden sonra her defasında ifade etmeye çalıştığımız gibi yine hatırlatmak isteriz: Önemli olan bu tesbitlerin arkasında durabilmek ve bu açılımın devamını getirebilmektir. Başbakan’ın konuşmasında sıraladığı isimler arasında Bediüzzaman’ın ap ayrı bir yeri olduğu her halde teslim edilir. Çünkü Bediüzzaman sadece bir ‘isim’ değil, şu an boğuşmakta olduğumuz problemlere çareler sunan bir ‘âlim’dir. Aslında Bediüzzaman, telif ettiği Risâle-i Nur’larla bugün yapılmak istenen ‘açılım’ı yıllar önce yapmıştır. Aşiret reisleriyle yaptığı görüşme ve konuşmalar, hayatı boyunca ‘müsbet hareket’i esas alması ve ‘imanları kurtarma’ azminden bir adım geri atmaması buna en büyük delildir. İşte bu sebeple, “Bu doğru tesbitlerin arkasında durulsun, geri adım atılmasın ve bu sözlerin altı doldurulsun” diyoruz. “Said Nursî’nin tesbitleri, karşı karşıya olduğumuz problemlere çözümler sunuyor” derken ‘propaganda’ yaptığımız sanılmasın. Irkçılığa, haksızlığa ve adaletsizliğe ‘kökten karşı’ olan bu eserler, okuyanları birbirine ‘samimi dost ve arkadaş’ yapmak sûretiyle ihtilaf ve kavga bahanelerini sona erdiriyor. Merak edenler Risâle-i Nur’a bakabilir. Yayın grubu olarak imkânlarımız ölçüsünde bu gerçeği Türkiye’nin neşir hayatımız boyu gündemine taşımaya çalıştık. Gelişmeler bu gayreti haklı çıkardı. Gerçekten de sadece Türkiye’nin değil, bütün insanlığın Risâle-i Nurlara ihtiyacı var. Bu konuşma vesilesiyle Said Nursî’den haberdar olan ‘aydın’lara da kısa bir hatırlatma yapmakta fayda var: Keşke bugün değil, yıllar önce bu gerçeğin farkına varabilseydiniz de, Türkiye zaman ve imkân kaybetmeseydi. Aynı serzenişi ilâhiyatçıları muhatap alarak da yapabiliriz: Keşke sahip olduğumuz bir değerin farkına varabilseydik. Geç de olsa ‘çare’nin farkına varıldığına göre, bu açılımın devamı getirilmelidir. Bunda hem doğunun, hem de batının menfaati vardır. Risâle-i Nur’dan istifade eden ve kendisini “Nur Talebesi” addeden herkese çok iş düşüyor vesselâm... 06.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevat ÇAKIR |
|
Kaçış nereye? |
İnsanlar kuraklık, sel, deprem gibi felâketlerden zarar görmemek için göç etmekle karşı karşıya imiş. Böylece insanlar yeni hayat alanları arıyormuş. İnsanlık kendisine sunulan nimetleri bir mirasyedi gibi kullandı. Bu nimetleri kullanırken de kimselerin ortak olmasını istemedi. Arkadaşı olan diğer varlıkların özellikle de hayvanların hayat haklarını hiç düşünmedi. Sadece “ben varım ve ben olmalıyım” dedi. Keyfine göre kimi zaman hayvanları av zevki için öldürdü. Meselâ Kanada’nın Prence Edvard Adasında kürkleri uğruna başlarına vurularak öldürülen binlerce fok var. Avustralya’da yumuşak kürkleri için yılda dört bin adet “koala” öldürülmektedir. “Bir avcının mermisi veya oku sebebiyle bir kuş düştüğü veya bir geyik öldüğü zaman, ne kadar ufak olursa olsun, dünya bir derece değişmiştir.” (1) İnsanlar, bu kötü fiilleri sonucu dünyadaki besin zincirini de bozmuştur. Kimi zaman derilerini yüzüp giymekten daha çok zevk aldığı için o yolu denedi. Kimi zaman da bazı hayvanlara karşı ölüm partileri düzenlendi. “Cezanın cinsi işlenilen fiile göredir“ kuralına göre insan da artık bugün onu yaşıyor. ”İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden” nice türler yok oldu. İnsan kendi arkadaşları olan hayvanlara yaptıklarını bugün çekiyor ve çekecek. Diğer varlıkların hayat alanlarını daraltırken hep hasis menfaatini düşündü. Diğergam olamadı. Oysa bütün varlıklar gibi özellikle hayvanlar, insanlar için birer arkadaştı. Said Nursî Hazretleri de hayvanlar ve bitkiler için şu ifadeleri kullanmaktadır: “Arzdaki nebatat ve hayvanat, hanedeki efrad-ı aile ile erzak ve saire gibi levazım-ı beytiye hükmündedir.” (2) Kızılderili Seattle “Beyaz adam, toprağın hayvanlarına kendi kardeşi gibi davranacaktır” demişti ama yanılmış. Bütün hayvanlar olmazsa, insanlar nedir ki? Bütün hayvanlar yok olsaydı, insan ruhunun o büyük yalnızlığı içinde ölüp giderdi“. Evet insanlar hayvanlardan sonra kendi hayat alanlarını da daralttı. Beton kulelerden evler ve rüzgâr almaz sokaklar yaparak. Altında gölgeleneceği ağacı keserek, üzerine basacağı toprağı ve dereleri betona hapsederek bir hayat tarzı seçti kendisine, ama yanıldı. Toprağa basmadan, suya bakmadan, yeşili görmeden hayatın zor olacağını anladı;ama çok geç oldu. Şimdi geriye dönmek istiyor ama dönemiyor. Eğer insanlık bugünkü kötü alışkanlıklarından bir gusl etmezse ona kaçış yeri de yoktur... Dipnotlar: 1- Taştın Tuna, Çevre Kirliliği, 31. 2- İşarat-ül İ’caz, 155. 06.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
Said Nursî’siz Türkiye |
Başbakan Erdoğan’ın AKP kongresinde yaptığı konuşma, Türkiye sosyolojisini iyi algılayan özelliğiyle gelecek için ümit verdi. Başbakan’ın kongredeki konuşması, devlet merkezli bir anlayıştan insan odaklı bir anlayışa yönelişin işaretlerini veriyordu. Başbakan konuşmasında, özellikle, Bitlisli Said Nursî’siz bir Türkiye’nin maneviyatının noksan kalacağını söylemesi birçok açıdan önemlidir. Herşeyden evvel, Said Nursî’nin isminin bir başbakan tarafından bu bağlamda dile getirilmesi din dışı temellere oturtulan bir laiklik anlayışının iflas ettiğinin itirafı anlamına gelmektedir. Said Nursî yalnız ülkemizin değil, tüm insanlığın karşı karşıya kaldığı problemlerin çözüm kaynağıdır ve tüm insanlığı kuşatıcı çözümlere Said Nursî tecrübesini göz önüne almadan ulaşmak da mümkün değildir. Bediüzzaman Said Nursî, geçen asırda milyonlarca insanın hayatını kaybettiği dünya savaşlarından daha tehlikeli bir savaşa işaret ederek “izm”lerin etkisindeki insanlığın varlık gayesinden uzaklaşarak, ebedî hayatını yitirme tehlikesine dikkat çekmiş ve insanın kendi varlığıyla ilgili sorgulamalarına, iç çatışmalarına karşı insanlığa iç huzuru ve ebedi mutluluğu sağlayacak yolları göstermiştir. Said Nursî’siz bir dünya daha mutsuz ve anlamsız bir dünya ve varlık algısı demektir. Said Nursî’siz Türkiye ise; otoriter eğilimlerin, devletçi yaklaşımların, gelenekçi kodların hegemonyasını sürdürdüğü bir Türkiye’dir. Said Nursî’nin Meşrutiyet karşısındaki tavrı, cumhuriyeti algılayış şekli, insan hürriyetini ve hakkını önceleyen mücadelesi, adaleti vurgulayan hukuk anlayışı Türk modernleşmesini aslî yörüngesine oturtacak niteliktedir. Said Nursî’siz Türkiye; şehit haberlerinin devam ettiği, fail-i meçhullerin son bulmadığı, Şemdinlilerin sıklıkla yaşandığı, Ergenekonların ürediği, masumların yaşama hakkının bulunmadığı, etnik tartışmaların sürdüğü, ötekileştirmenin-ayrıştırmanın süregeldiği bir Türkiye’dir. Bediüzzaman’ın kendisine işkence edenlere, yıllarca hapishanelerde tutanlara karşı affedici tavrı, mahkeme salonlarında haykırdığı hukukun üstünlüğü mesajları, zikir ve fikir ayırmayan birleştirici tavrı; Başbakan’ın konuşmasında zikrettiği Yunus’la Hacı Bektaş’ı, Hacı Bayram Veli’yle Ahmet Kaya’yı, Nazım Hikmet’i ve diğerlerini bir arada tutacak, kardeşçe yaşatacak Kuranî yaklaşımı sergilemektedir. Said Nursî’siz Türkiye, Münevver Karabulut cinayetlerinin arttığı, liseli gençlerin şirazeden çıktığı, aile facialarının çoğaldığı bir Türkiye’dir. Said Nursî’nin insana yaradılış gayesini sürekli hatırlatan, Allahsız bir eğitim anlayışını reddederek Rab-kul ilişkisini sürekli canlı tutan, imtihan dünyasında olduğumuz bilincini hayatımızın her anında hissettiren yaklaşımı daha huzurlu bir Türkiye’nin habercisidir. Said Nursî’siz bir Türkiye; maddeciliğin, sadakatsizliğin, ümitsizliğin, adamsendeciliğin, bananeciliğin, hırsın, açgözlülüğün arttığı bir Türkiye’dir. Bu bağlamda Bediüzzaman, aynı hastalıklara düçâr olan insanlığın da şansıdır. Bediüzzaman Said Nursî, aslında son ekonomik krizde de görüldüğü gibi, bugün dünyanın sorunu haline gelen ve toplumda fertler arasında yaygınlaşan inançsızlık eksenindeki menfaatperestlik, bencillik, kendi çıkarını düşünme, güçsüzü ezme, hukuka riayetsizlik gibi hastalıklara karşı tepeden inmeci bir siyasî yaklaşımdan ziyade imanlı fertleri önermekte ve bunun da yol haritasını sunmaktadır. İnsanın ve toplumun mesh-i manevîsine sebep olan bireysel ve toplumsal ahlâkî dejenerasyonun önünü açan kuvvete, menfaate, sefahete, çatışmaya ve ırkçılığa dayanan bir medeniyete karşı toplumların çoğunluğunun mutluluğunu tazammun eden; hak, hukuk, adalet, fazilet, kardeşlik ve yardımlaşma esaslarına dayanan Kur’ân medeniyetinin prensiplerini açıklamaktadır ve bunu hayatta görünür kılmanın yollarını göstermektedir. Bediüzzaman budur, gözünü yumarak güneşi inkâr eden bakarkörler görmek istemese de… 06.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Said Nursî açılımı |
Hükümetin demokratik açılımı gündeme getirirken Yaşar Kemal’den Sezen Aksu ve Ajda Pekkan’a kadar birçok popüler ve medyatik isimle diyalog kurarken, çözüm aranan konularda yüz senedir geçerliliğini koruyan fikirleriyle Said Nursî’den hiç söz edilmemesi, çok önemli ve hayatî bir noksanlıktı. Öyle ki, Bediüzzaman’ın şimdi de taptaze olan isabetli görüşleri vakti zamanında dikkate alınarak gereği yerine getirilmiş olsaydı, bugün yana yakıla çözüm aradığımız kronik sorunlar ortaya çıkmaz, en azından bu boyutlara ulaşmazdı. Hal böyle iken, yıllarca kasıtlı olarak susturulmaya, engellenmeye, bastırılmaya; buna muvaffak olunamayınca iftiralarla çürütülmeye; bu da başarılamayınca gizlenmeye çalışılan Said Nursî gerçeğinin, demokratik açılım gibi son derece önemli bir konuda, hele bu iktidar tarafından ihmali, kolay kolay anlaşılabilecek birşey değildi. Siyasete girmeden önce uluslararası bir Risale-i Nur Kongresine sunduğu tebliğde, “Bediüzzaman’a kulak verilseydi Güneydoğu ve terör sorunu olmazdı” diyen bir ismin yıllarca Millî Eğitim Bakanı olarak görev yaptığı bir iktidarda, bazı okulların internet sitelerinde Said Nursî’nin bir sözüne yer verildiği gerekçesiyle ilgililere soruşturma açılıp ceza verilmesi ayrı bir garabetti. Keza, Yeni Asya’nın Risale-i Nur kaynaklı çekincelerle ortaya koyduğu mesafeli ve eleştirel duruş dışında, birçok Nurcunun desteğini almasına rağmen AKP’nin hele açılım gibi bir konuda dahi Said Nursî’den uzak durması çok tuhaftı. Aynı şekilde, Cumhurbaşkanının, Bitlis gezisinde Norşin adı için ortaya koyduğu isabetli açılımı, üniversite bahsinde, bu projenin asıl mimarı olan Bediüzzaman’dan esirgemiş olması da. Velhasıl AKP, 1991’de işbaşı yapan ve Kültür Bakanlığı kararıyla devlet kütüphanelerini ilk kez Risale-i Nur’a açıp, bunu bilboard afişleri ve gazete ilânlarıyla ilân ederek, külliyatı yıllarca maruz bırakıldığı “yasak kitap” muamelesinden kurtarma noktasında tarihî bir icraata imza atan DYP-SHP koalisyonunun dahi gerisinde kaldı. Said Nursî konusundaki resmî görüşün cenderesine kendisini hapsetmenin getirdiği bu tutukluğun açılım bahsi gündeme geldikten sonra da devamı üzerine, Yeni Asya olarak bu tavrı eleştirdik ve “Bediüzzaman’sız bir açılım”ın başarılı olamayacağını ısrarlı bir şekilde vurguladık. Aradan haftalar, aylar geçti. Ve işin tabiatından kaynaklanan zorlukları aşarak yürütülmesi gereken açılım sürecinin, kamuoyuna sunulduğu şekliyle içerdiği belirsizlikler, yöntem hataları, mâlûm kesimlerde tetiklediği katı direniş gibi bir dizi sebeple tavsamaya başladığı veya o izlenimin doğduğu bir noktada, Erdoğan’ın kongre konuşmasında, Sabahat Akkiraz, Cem Karaca, Ahmet Kaya, Nazım Hikmet gibi isimlerin ardından ve onlar için söylemeye gerek görmediği “Sevseniz de, sevmeseniz de, fikirlerini beğenseniz de, beğenmeseniz de” kaydını koyarak “Said Nursî’siz Türkiye’nin maneviyatı noksan kalır” cümlesine yer vermesi, adeta açılıma can verdi. İki saati aşan uzun konuşma, medyada, en çok Said Nursî’nin adının geçtiği bölüm öne çıkarılarak verildi. Yani, Said Nursî’nin adı bile, tavsamaya yüz tutan süreci bir anda hareketlendirdi. Ve konuşmanın, kongre salonundaki binlerce dinleyiciyi en çok ateşleyen, en fazla alkış alan, yorumculara “Salon alkıştan yıkıldı” dedirten cümlesi de Said Nursî adının geçtiği cümleydi. Bu tablo hem devletin kimi kesimlerince hâlâ soğuk bakılan Bediüzzaman’ın, milletin gönlünde nasıl taht kurduğunu; hem de onu dışlayarak kalıcı bir başarıya ulaşılamayacağını gösteriyor. Buradan çıkarılacak ders, sadece adının telâffuzu dahi bu neticeyi veren bir bilgenin fikirlerini pusula yapıp, açılım projesini onların verdiği parametrelere göre tekrar dizayn etmek olmalı. Said Nursî açılımının, “herkese mavi boncuk” eksenli bir seçim manevrası olarak kalmaması, bu yönde gösterilecek samimî gayretlere bağlı... 06.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Türkiye Afganistan’da cepheye mi sürülüyor? (2) |
Afganistan aynen Irak gibi işgalciler için tam bir kâbusa dönüşmüş. Bundandır ki İslâm Konferansı Teşkilâtı, bu ülkeye askerî harekât ve işgalin hiçbir zaman çözüm olmadığını, bilâkis problemleri daha karmaşık hale getirdiği uyarısında bulunuyor. Büyük İskender’den bu yana Afganistan’a bütün müdahâlelerin hüsranla sonuçlandığına dikkat çekiyor. Gerçekten Afganistan’da işgalciler tam bir hüsranla karşı karşıya. ABD’nin Bush’tan beri Türk askerinin operasyonel faaliyetlerde kullanılması ısrarına hükûmetin hiçbir tavzihte bulunmaması, Mehmetçiğin Afganistan’da Kabil dışında tam bir bataklık ve belânın ortasına sürüleceği endişesini arttırmakta. Aslında AKP iktidarında Ankara’nın “Afganistan serüveni” hep kırılgan oldu. Daha önce Genelkurmay’ın Afganistan’a ek muharip asker gönderilmemesinin “devlet kararı” olduğu açıklamasına rağmen, zorlamalar devam etti. Geçen yıl Türkiye’nin NATO Asamblesi üyesi AKP’li Vahit Erdem, “NATO’nun önemi”nden bahisle öncelikle “Afganistan’a asker göndermesi” görüşünü açıkladı. Yine Afganistan Dışişleri Bakanı Rengin Spanta ile Ankara’da görüşen Dışişleri eski Bakanı Babacan, işgalcilere karşı ülkelerini savunan direnişçileri Washington’un bakışıyla “terörist” sayıp “NATO bünyesinde Afganistan’daki terörle mücadele”den bahsederek, kamuoyunu “Afganistan’a ek muharip asker gönderilmesi”ne hazırlamaya çabaladı. Cumhurbaşkanı Gül’ün, süresini dolduran Bush’la yan yana poz verip fotoğraf çektirdiği NATO’nun Bükreş zirvesinde “Afganistan’a ek asker gönderilebileceği”nden bahsetmesi, bu süreçte Ankara’nın ABD’ye desteğinin açık ifâdesiydi.
AKP , “ABD’NİN TALEPLERİ”NE TEŞNE! Tespit şu ki Ramazan’da Ankara’da “AKP iftarı”na katılan yeni NATO Genel Sekreteri Rasmussen’in, iç çatışmayla kaosa sürüklenen işgal altındaki Afganistan’da Türkiye’nin “işbirliği”yle “kilit rolü oynadığı”nı övüp, Amerikan işgali ve çıkarları hesabına bu ülkedeki askerî birliğin sayısının arttırılması talebini yenilemesi, Türkiye’nin dost ve kardeş Müslüman Afganistan’da işgalcilerle işbirliğine sürüklenmesi anlamına gelmekte. Peygamberimize hakaret eden karikatürleri savunması skandalından dolayı özür dilemeyen ve Obama’nın “teminatı” üzerine Türkiye’nin “onayı”yla seçilen Danimarkalı Rasmussen’in ilettiği “ABD’nin talepleri” yerine getirilmekte. Terör örgütünün propagandasını yapan “Roj TV” hakkında aylar sonra hâlâ, “delil arayan” Rasmussen’in son ziyaretinde ağırlıklı olarak “Afganistan’daki operasyonları” gündeme getirmesinin “plânlı” olduğunu ortaya koymakta. Ortak basın toplantısında Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “Her zaman çok yakın bir dost gördük” diye methettiği Rasmussen’in ilettiği “ABD’nin talepleri”nin yerine getirileceği ikrarının ardından, Başbakan’ın New York’taki “Afganistan’a ek asker” açıklaması, ABD’nin “ek asker isteği”nin AKP hükûmetince kabul edildiğini ele vermekte. Ve Rasmussen’in Afganistan’daki 795 Türk askerinin bulunduğu birliğe 805 askerin ilâvesiyle bu ülkedeki Mehmetçiğin sayısının 1600’e çıkarılacağını peşinen bildirmesinin teyidi olmakta… Afganistan’da ve Pakistan’da her gün onlarca, yüzlerce sivilin katliyle süregelen işgalin bölgeyi fitne ateşinin içine attığını bile bile Erdoğan’ın, Kasım ayında yeni birlik gönderileceğini söylemesi, hükümetin “ABD’nin talepleri”ne teşne olduğunu göstermekte.
MEHMETÇİĞİN CONİLERE “KALKAN” EDİLMESİ… Aslında en kadim NATO üyelerinin bil uzak durup sakındığı “Afganistan’a asker gönderilmesi”ne hükümetin hahişle bakması, vâhim bir çarpıklığı su yüzüne çıkarmakta. Ankara’dakiler “Amerika’ya desteğe” ve “Amerikan desteği”ne o denli “mecbur” hale gelmişler ki; köklü inanç ve tarihî bağları bulunan Müslüman Afganistan’da zâlim ve çıkarcı işgalcilere destek vermenin, vicdanlara sığan hiçbir mâkul gerekçesi yokken, Mehmetçiği conilere “kalkan” yapmanın vebâli düşünülmemekte. Doğrusu, Bush hayranı “Amerikalı Sarko” olarak bilinen Fransız Cumhurbaşkanı Selânikli Sarkozy dışında, Avrupa’daki ABD’nin işgal ve savaş ortağı “Amerikan dostları”nın bile ayak sürüdükleri “Afganistan’a ek asker gönderilmesi”ne Ankara’nın “sıcak” bakması, birçok soru işâretine yol açmakta. Sormak lazım; AKP hükûmetinin Meclis’i by pass ederek başta İncirlik olmak üzere onlarca havaalanı ve limanı Amerikan askerlerinin her türlü askerî personel, savaş malzemesi ve mühimmatın nakil ve dağıtımı için tahsisine dair “ABD’ye destek hamûlesi”, Türkiye’ye ne sağladı ki Afganistan işgaline geniş destek verilmekte? Müslüman komşu Irak’ta iki milyondan fazla insanı katleden işgalcilerin milyonlarla mâsumların kanını heder eden çirkin çıkar savaşına Türkiye’nin “ortak” edilmesi ve “cephe ülkesi” edilmesinden sonra Mehmetçiğin Afganistan’da cepheye sürülmesinin bölge barışına ve Afganistan halkına ne faydası olacak? İşgale desteğin barışı getirdiği nerede görülmüş? AKP iktidarı neden Amerikan çıkar politikalarına bu denli endeksli ve mahkûm? Millet bunun için mi AKP’yi iktidara getirdi? Yazık, çok yazık… 06.10.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Dünyanın ekonomik geleceği İstanbul’da belirlenirken! |
Dünden bu yana Dünya ekonomisinin kalbi İstanbul’da atıyor. IMF ve Dünya Bankası’nın ortak yıllık toplantısına, 186 ülkenin hazine bakanları, uluslar arası kuruluşların temsilcileri ve dünyanın önde gelen ekonomistleri katılıyor. Yaklaşık 13.000 kişi katılıyor toplantılara. Türkiye’nin Harbiye Kongre Vadisi’nin alelacele yetiştirdiği toplantının önemi büyük. Pazar günü yağan yağmurla çatısı akmaya başlasa da, bir simidi 4 lira, bir sandviçi 32 lira ile dünyanın en pahalı kongrelerinden birisi olsa da, bu insanlar gelecekler İstanbul’a. Çünkü Dünya ekonomisinin geleceğine ilişkin önemli hususlar tartışılıp karara bağlanacak. Dışarıda gürültülü ve renkli protestolar içerideki renkli katılımcılarla yarışıyor. Sahte Nike ayakkabıdan ucuz kurtulan IMF Başkanından renkli devrimlerle Sovyet nüfuz alanındaki ülkeleri sarsan Soros’a, dünyanın önde gelen ekonomistleri Nauriel Roubini, Stanley Fischer ve Joseph Stiglitz’e kadar bir sürü önemli isim konuşacak toplantılarda. Dünya ekonomisinin görünümünü, IMF ve Dünya Bankası’nın küresel krizden çıkışta yenilenecek yetki ve bütçelerini, malî piyasalardaki gelişmeleri tartışacaklar. En çok da gelişmekte olan ülkelerdeki ekonomik kalkınmayı teşvik etmek için gerekli malî kaynaklar meselesi konuşulmaya başlandı bile. Bu toplantıya sunulacak olan Dünyanın Ekonomik Görünüşü raporuna göre; derin küresel kriz dip noktaya ulaştı ve ekonomik büyüme yeniden olumluya dönmeye başladı. Ancak bu iyileşmenin yavaş olması bekleniyor. Zira şu anda ekonomi daha çok devletlerin müdahale ve yardımlarıyla toparlanmaya çalışıyor. Bu müdahalenin uzun vadede sürdürülmesi ters etki yapacağından—çünkü hepsinin bir maliyeti var; Türkiye’deki Özel Tüketim Vergisi indirimi gibi—devletlerin desteği yavaş yavaş çekilecek. Yeni dönemdeki en önemli sorun aslında bu desteğin çekilmesini doğuracağı anaforlar. Çin başta olmak üzere Asya ekonomileri bu toparlanmada başı çekiyor. Aslında bu toplantının Türkiye’de yapılmasının sembolik bir önemi de var: Türkiye bu krizden—bankacılık sektörü krizini daha önce yaşamış ve tedbirlerini almış olması nedeniyle—en az etkilenerek çıkan ülkelerden. Dolaysıyla bu toplantıda dünya bankacılık sektörüne aktarabileceği önemli tecrübeleri var. İstanbul’da toplanan dünya ekonomistlerine göre; önümüzdeki yakın vadede gelişmiş ülkeleri yüksek işsizlik oranları, gelişmekte olan ülkeleri ise yoksulluğun yayılması ve derinleşmesi sorunları bekliyor. Özellikle bu krizle daha da yoksullaşan Afrika’ya daha fazla destek sağlanmazsa, akbabaların ölümünü beklediği çocuk manzaralarının artması kaçınılmaz. Kısacası; Kongre Vadisinde zenginler ve güçlüler bir kez daha dünyanın güçsüz ve yoksullarının kaderini belirleyecek kararlar alacaklar. Küresel krizden zenginlerin sosyal adalet ve dünya zenginliklerinin adil paylaşımı yönünde bir ders çıkarıp çıkarmadıkları bu toplantılarda netleşecek. Türkiye ise; yalnızca pahalı simit ve sandviçleriyle mi hatırlanacak; yoksa örnek gelişmekte olan ülke olarak mı, bunu zaman gösterecek. 06.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Fıtrat ve hukuk; dini gerektirir |
İnsan, kendisinden farklı özelliklere sahip olmayan “beşere” itaat etmez, dinlemez. Ancak kendisinden üstün bir mercî kabul eder. İşte din de, insanın yüce Yaratıcıya, yaratılıştan kardeşleri olan diğer varlıklara karşı münâsebetlerini tanzim eder, ders verir. Bizim yaratılıştan gelen farklılığımızın sebebi; üstünlük taslamak değil; tekâmül, tanışma ve yardımlaşmak içindir. Tahakkuk etmiş gerçeklerdendir: Çirkin, kötü, menfî haslet ve duyguların yegâne törpüsü din/imândır. Çünkü, fıtrî olan dinin sözü daha yüksek, etkisi daha büyük, hükmü daha yücedir.1 Başta vicdân olmak üzere sâir duyu ve duyguları, ancak o istikamete sokabilir. İmân ise, akıl-kalb ve vicdanlarda bir yasakçı bırakır. O, hayatın hayatı, hayatın ruhu, hayatın temelidir. Ahlâkı güzelleştirmenin iksiri; hattâ hukuk, ilim, felsefe, teknik gelişmelerin kaynağı da dindir. Menfî duyguları müspete kanalize ile, Fâtiha Sûresi’nde belirtilen “sırat-ı mustakîm” (dos doğru yol) üzere terbiye eden peygamberler, tebliğ ettikleri din/iman olmazsa, dünya cehenneme döner. Kalbi işlettiren merhamet ve hürmet/saygıdır. Hürmet ve merhamet insan kalbinden çıksa, akıl ve zekâvet, o insanları gâyet dehşetli gaddar canavarlar hükmüne geçirir.2 Din, mânevî duyuları da tatmin eden, dengeyi sağlayan hakikatler manzumesidir. Merhametsizlik, egoizm, bencillik, zulüm gibi kahredici duygular, hiçbir mânevî bağı tanımayan dinsizlik ve laubalilikten kaynaklanır. Toplum hayatının düzenini sağlamak için, İslâmın (dinin) getirdiği mânevî mükâfat olan “sevap”, caydırıcı olan cezâların (had’lerin) yanında mânevî itap “günah” da vardır.3 Din, hayatın buharı, ruhu, hayatın hayatıdır. Dindar toplumlarda ferd ve âile hayatının daha düzenli, daha verimli, daha üretken, daha müreffeh, daha huzûrlu, daha mutlu olduğu; daha kolay idâre edildiği de sosyolojik bir vakıadır. Acıkmamız yemeğin, susamamız ise suyun varlığına işâret eder. Mutlaka her insanda bulunan inanma ve tapınma istediği de sonsuz bir kudret sahibini, bir Yaratıcıyı gösterir. En ilkel kavim ve insanların bile tapındıkları, ibâdet ettikleri, sığındıkları bir şey vardır. Şu halde, yanlış da olsa, inanma ve tapınma; yaratılışımıza yerleştirildiğini gösterir. Rousseau’nun, ‘çocuğun dine karşı yabancı olduğu, dinî bilgilerin öğretilmesinin yanlış olacağı, ancak 12-13 yaşlarından sonra—eğer isterse—ona dinden bahsetmek gerektiği’4 görüşü de hükmünü yitirmiştir. Çünkü, çocuk erken yaşlarda dinî meseleleri merak eder, sorar. Ona yardım edecek ve koruyacak sonsuz bir kudrete, kuvvete, dolayısıyla mâneviyâta, dine inanmaya başlar. Allah’a karşı hissî bir cazibeye kapılır. Psikolojik ortam ve şartların hazırlanması halinde çocuklarda bile dinî inanç ve hayatın erken yaşlarda gelişmesi5 dinin fıtrî, tabiî olduğunu gösterir. Zîrâ, çocuklarda henüz akıl ve sâir melekeler gelişmediği halde dinî, mânevî hayatı kavraması, özümsemesi, kabul etmesi bunu ifâde eder. Öte yandan, en büyük kaynaştırıcı ve birleştirici unsur dindir. Dünya, çeşitli belâ ve musîbetlerle çalkanmaktadır. İnsan sosyal bir varlık olduğundan, hemcinslerinin çektiği sıkıntılara ortaktır. Din, dayanışma, birlik ve beraberliği öğütlemektedir. Demek fıtrî-tabiî olan din ve nübüvvet, psiko-sosyal açıdan da zarûrîdir. Din; felsefe, ilim veya herhangi bir ideoloji gibi değildir. Bunlar, meselelere tek taraflı ve en nihayet bir iki yönden bakarlar. Oysa din, maddî-mânevî boyutlarıyla tetkik eder. İnsanı rûhlar âleminden alır; hayatın bütün safhalarındaki ihtiyaçlarına cevap verir. Mezara kadar değil; ebede dek ona refâkat eder: Ezelî kelâmdan gelen hakikatler, insanlığın fikriyle beraber ebede kadar devam edecek. İnsanlık, dünyadan alâkasını kestikten sonra, (din, Kur’ân da) görünüşte ve “imtihan” yönünden insanlardan ayrılacak, fakat mâneviyat ve esrarıyla insanlığa arkadaşlık etmeye devam edip, onların ruhlarını gıdalandırarak, onlara delil olmaktan ayrılmayacak.6 Bin yıl önceki toplum gerçeklerinin hepsi mazide kaldı. Zenginler, hükümdarlar, ideolojiler, toplumlar, sınıflar, hattâ birçok millet tarih sahnesinden silindi. Hepsi, ama hepsi ya değişti, ya kayboldu. Fakat, din ayakta.7 Bütün bu gerçekler şunu göstermektedir: 1950’lerden bu yana çar nâçar, mâneviyâta, dine yöneliş giderek hız kazandı. 20. yüzyıl maddeyi anlama devriydi. 21. asır da, rûhu, mâneviyâtı, dini keşfetme çağı olacaktır.
Dipnotlar: 1- Münâzârât, s. 45. 2- Şuâlar, s. 536. 3- Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, 5. baskı, c. 1, s. 31. 4- Jean Jacques Rousseau, s. 223-224. 5- A. Vergote, Çocukta Din, (çev. E. Fırat) mak. AÜİFD, XXII, Ank., 1978 6- İşârâtü’l-İ’câz, s. 168. 7- Der Spigel, 1998. 06.10.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Allah namına olunca… |
Hz. Ömer (ra) zamanında etkili, sözleriyle insanları âdetâ büyüleyen Cendî isimli güçlü bir şair varmış. Hem çalar, hem söylermiş. Söz sultanlarının yarıştığı o dönemde bayağı teveccüh kazanmış, çok da talebe yetiştirmiş. Gün gelmiş, 75 yaşına merdiven dayamış, tabiîki eski sevgi ve ilgiyi göremez olmuş. Bir gün bir meclise girdiğinde hiçbir ilgi göremeyişi çok ağır gelmiş Cendî’ye. Yıkılmış, mahvolmuş. Bir türlü hazmedememiş. Üzüntüyle çekip gitmiş. Mezarlığa gitmeyi kurtuluş olarak görmüş Cendî. Bir mezar taşının dibine yığılıp sızlana sızlana “Ben ki senelerdir insanlara çaldım, söyledim. Önce alkış tutanlar şimdi görmezden geliyorlar. Ben de Allah için çalar, söylerim” diyerek içten yakarışlarla söylemeye başlamış. Öyle içli söylüyormuş ki Hz. Ömer’in (ra) kalbine ilham gelmiş: “Benim bir sevgili kulum var mezarlıkta. Ne istiyorsa, yerine getir.” Hemen mezarlığa gitmiş Hz. Ömer. Onu karşısında görür görmez korkmuş Cendî. Hz. Ömer: “Ben senin hal ve hatırını sormaya geldim. Allah bana ilham etti” deyince de rahatlamış. Cendi’nin intibaha gelmesine yetmiş bu sözler. Sazını kırıp, “Ben senelerdir halka çalıp söyledim. Kıymetim bilinmedi. Allah’a beş dakika söyledim beni sevdiği kullar defterine yazdı” diye sevinç çığlıkları atmış. Erdogan Özdil kardeşimiz bu kıssayı e-postayla göndermiş. Gerçekten ibretli değil mi? İhlâs Risalesi’nde yer alan, “Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir. Onları da razı eder”1 ifadeleri hatırıma geldi. Allah için yaşamanın, Allah yolunda çırpınmanın değerini anlatan ne güzel hakikatler. Şu ifadeler de bir o kadar önemli: “Ey insanlar! Fânî, kısa, faydasız ömrünüzü bakì, uzun, fâideli, meyvedar yapmak ister misiniz? Mâdem istemek insaniyetin iktizasıdır; Bakì-i Hakikînin yoluna sarfediniz. Çünkü, Bâkìye müteveccih olan şey, bekànın cilvesine mazhar olur. “İşte o çare budur: Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. Lillah, livechillah, liechillah rızası dâiresinde hareket ediniz. O vakit ömrünüzün dakikaları seneler hükmüne geçer.”2 Ne mutlu Allah için yaşayabilen, Onun rızası istikametinde hareket edebilenlere!
Dipnotlar: 1- Lem’alar, s. 17; Hizmet Rehberi, s. 103. 2- Lem’alar, s. 23. 06.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Cennette toprak var mıdır? |
Salih Sütçüoğlu: “Cennette toprak var mıdır?” İnsanın yaratılış madeni topraktır. Kur’ân’da buyuruluyor ki: “Allah Âdem’i topraktan yarattı.”1 “Biz sizi topraktan yarattık.”2 “Allah sizi topraktan yarattı.”3 Keza Kur’ân’a göre, su bulunmadığı zaman temiz toprak suya denk, insanın hadesten kurtulmasına vesile oluyor.4 Demek toprak, bu dünyada anâsır-ı esasiyedendir. Diğer yandan, Cennette öncelikli prensip şudur: İnsanın her istediği şey Cennette vardır. Kur’ân buyuruyor ki: “Onlar için altın tepsiler ve kadehler dolaştırılır. Canlarının istediği ve gözlerinin hoşlandığı her şey orada vardır. Siz orada ebedî kalacaksınız.”5 Hz. Büreyde (ra) anlatıyor: Bir adam Resulullah’a (asm): “Ey Allah’ın Resulü! Ben atı severim, cennette at var mı?” diye sordu. Peygamber Efendimiz (asm): “Cennete konduğun takdirde, iki kanadı olan yakuttan bir at sana getirilir. Sen ona bindirilirsin. O seni istediğin yere uçurur.” Bunun üzerine diğer bir adam: “Ya Resulallah! Cennette deve var mı?” diye sordu. Ama buna Peygamber Efendimiz (asm) öncekine söylediği gibi söylemedi. Fakat şöyle buyurdular: “Eğer Allah seni Cennetine koyarsa, orada canının her çektiği, gözünün her hoşlandığı şey bulunacaktır.”6 Keza adamın biri şöyle sordu: “Ya Resulallah! Ben ziraatı severim. Cennette çift sürmek var mıdır?” Peygamber Efendimiz (asm): “Allah seni Cennetine koyarsa her istediğin şey orada vardır. Dilersen orada ekin ekersin. Fakat sen tarlanın bir ucuna varmadan, diğer ucunda ektiğin şey büyümüş ve olgunlaşmış olur” buyurdu. Âlem-i bekanın şu âlem-i fenadan yapılacağını bildiren Bediüzzaman Hazretleri, bu âlem-i fenanın anâsır-ı esasiyesinin bekaya gideceğini beyan ediyor. Bediüzzaman, Cennet ve Cehennemin, yaratılış ağacından ebed tarafına uzanıp eğilerek giden dalın iki meyvesi, kâinat silsilesinin iki neticesi, şu şuunât selinin iki mahzeni ve ebede karşı dalgalanarak akıp giden mevcudatın iki havuzu bulunduğunu; dest-i kudret bu kâinatı çalkalayıp kıyameti kopardığında o iki havuzun münasip maddelerle dolacağını kaydediyor.7 Bediüzzaman anâsır-ı esasiyenin bekaya gideceğini bu satırlarda bildirirken, Lem’alar’da ve Asâ-yı Musa’da su, hava, ateş ve toprağı dört ana unsur olarak zikrediyor.8 Keza Hayy ismini açıkladığı bölümde Bediüzzaman Hazretleri şu an yaşadığımız bu hayatın gayesinin, neticesinin ve meyvesinin hayat-ı ebediye ve hayat-ı uhreviye ve ağacıyla, taşıyla ve toprağıyla hayattar olan dar-ı saadetteki hayat olduğunu ifade ediyor.9 Anlaşılıyor ki haşirde, eczâ-yı asliye ile eczâyı zaidenin birlikte iade edileceğini10 beyan eden Bediüzzaman’a göre cennette toprak var ve üstelik hayattar olarak vardır. Nihayet Peygamber Efendimiz (asm) de cennet toprağından, özelliği ile birlikte şöyle haber veriyor: Sehl İbnu Sa’d (ra) diyor ki: “Ey Allah’ın Resulü!” dedim, “İnsanlar neden yaratıldı?” “Sudan!” buyurdular. “Ya cennet hangi şeyden bina edildi?” dedim. Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurdu: “Gümüş tuğladan ve altın tuğladan! Harcı kokulu miskten! Cennetin çakılları inci ve yakut, toprağı da za’ferandır. Ona giren nimete mazhar olur, eziyet görmez, ebediyet kazanır, ölümle karşılaşmaz. Elbisesi eskimez, gençliği kaybolmaz.”11 Allah, bu satırları okuyanları Cennet toprağına ulaşanlardan eylesin. Âmin.
Dipnotlar: 1. Ali İmran Suresi: 59, 2. Hac Suresi: 5, 3. Fatır Suresi: 11, 4. Nisa Suresi: 43; Maide Suresi: 6, 5. Zuhruf Sûresi: 71, 6. Tirmizî, Cennet 11, (2546), 7. Sözler, s. 490, 8. Lem’alar, s. 69, 353; Asayı Musa, 190, 9. Lem’alar, s. 326, 10. İşararü’lİ’caz, s. 59, 11. İbrahim Canan, Kütübi Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/421; Tirmizî Cennet 2, (2528). 06.10.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
En sondan, en başa doğru |
Başbakan Erdoğan'ın Cumartesi günkü kongre konuşmasında sıraladığı meşhûr olmuş yirmi kişilik isim listesine Said Nursî'nin ismini de dahil etmiş olması, bize göre hayırlı ve memnuniyet verici bir gelişme olmuştur. Zira, o konuşmada geçen “Bitlisli Said Nursî" isminin telâffuz edilmesinden sonra, Said Nursî medyanın, siyasîlerin ve de kamuoyunun nazarında birinci sıraya tırmandı ve en çok konuşulan isimlerden biri, hatta birincisi oldu. Ancak, bu sevindirici gelişme, bizleri yine de duygusallaştırmamalı, meseleyi objektif bir nazarla değerlendirmemizi engellememeli. Objektif bir nazarla bakıldığında ise, görünen umumî manzara şudur: 1) Tayyip Erdoğan, siyasî liderlik yolunda Said Nursî'den ilk defa söz ediyor. 2) Erdoğan, Menderes ve Demirel'den sonra Said Nursî'den müsbet mânâda söz eden üçüncü başbakandır. (Hafızamda kaldığı kadarıyla, Tansu Çiller de, 1993'teki "Kocatepe Mevlidi" vesilesiyle bir kutlama telgrafı göndermişti.) 3) Tayyip Erdoğan, Said Nursî ismini, yirmi kişilik isim listesinin en sonunda zikretti. Üstelik, "Bitlisli Said Nursî" diyerek dünyaya yayılan bütün beşeriyete mal olan "Bediüzzaman Said Nursî" ismini bir bakıma lokalize etti. Zira, bu ismin başına şimdiye kadar kimsenin çıkıp "Bitlisli" tâbirini koyduğu pek vâki değil. 4) Erdoğan, "Said Nursî" isminin önüne ayrıca bir ince ayarla nüanslar koydu ve diğerlerinden farklı tek istisna olarak "Seversiniz sevmezsiniz, beğenirsiniz beğenmezsiniz, görüşlerini kabul edersiniz etmezsiniz..." bariyerini kurdu. 5) Ancak, herşeye rağmen, Said Nursî isminin zikredilmesiyle birlikte, kongre salonunda bir alkış ve tezâhürat tufanı koptu. Yirmi kişilik isim listesinin en sonundaki Said Nursî, bir anda listenin başına geçip oturdu. Oturmaya da devam ediyor. Siyasiler, yazarlar, gazeteciler, yorumcular günlerdir ondan bahsediyor. Kitleler, en fazla bu ismin uyandırdığı heyecan ile dalgalandı. Siyaset âlemi, hatta diplomasi câmiası günlerdir Said Nursî ismi ile çalkalanıp duruyor. 6) Bakalım, siyaset cenahında ve özellikle iktidar kanadında bu çıkışın devamı nasıl gelecek? Zira, siyasette sözünün arkasında durmak ve sahip çıkılan bir dâvânın takipçisi olmak, yani devamını getirmek, fevkalâde önemli bir husustur.
Fikri Sağlar'dan zıt isimler çıkışı
Hatırlamakta fayda var: Kültür Bakanı (1991–94) Fikri Sağlar, zıt fikir sahiplerinin eserlerini kütüphanelere taşıyan ilk isimdir. "Said Nursi, Nazım Hikmet... sizi Hakkâri Kütüphanesi'nde bekliyor" tarzındaki afişler, hafızalardaki tazeliğini koruyor. Erdoğan'ın bugün yaptığı çıkışın bir benzerini vaktiyle Fikri Sağlar yapmıştı. Bu vesileyle, Erdoğan gibi Sağlar'ı da bir kez daha tebrik ediyoruz.
Tarihin yorumu 6 Ekim 1923
Damat Ferit ve İstanbul
Tarihte ender rastlanan tevâfuklardan biri de şudur: İstanbul'un İngiliz işgalinden kurtulduğu aynı gün (6 Ekim 1923) içinde, işgalcilere en çok yaranmaya çalışan sadrâzamlardan Damat Ferit Paşa Fransa'nın Nis şehrinde öldü. Garip bir tecellidir ki, Damat Ferit ile İstanbul'un 1919–23 yıllarındaki hayat manzarası tam bir tenakuz teşkil ediyordu. Genel tabloda tam bir "zıt paralel"lik durumu gözlemleniyordu. Zira, İstanbul'un 1919 yılı başlarında işgale uğramasıyla birlikte, Damat Ferit'in yıldızı parlamaya başladı. İngiliz yanlısı Paşa, işgalin koyulaştığı dönemde kısa aralıklarla tam beş kez Sadrâzamlık yaptı. İngilizlere (ayrıca Ermenilere) yaranmak için Boğazlıyan Kaymakamının idamı, İzmir'in Yunan kuvvetlerince işgal edilmesi, Kuvâ–yı Milliyeye karşı Kuvâ–ı İnzibatiyenin kurulması, Anadolu'daki millî direnişe karşı Şeyhülislâmlık fetvâsının yayınlanması ve nihayet 10 Ağustos 1920'de Sevr Antlaşmasının imzalanması, Damat Ferit Paşanın Sadrâzamlık devresinin belli başlı icraatlarındandır. İstiklâl Harbinin zafere doğru gittiği ve İstanbul işgalinin de iyiden iyiye zayıfladığı 1922 yılı Eylül ayı sonlarında, Damat Ferit, ailesiyle birlikte İstanbul'dan firar ederek Fransa'ya sığındı. Kısacası denilebilir ki: Damat Ferit'in yıldızı parladıkça İstanbul'un semâsı kararmış; İstanbul'un semâsı aydınladıkça da, Damat Ferit'in yıldızı sönmeye yüz tutmuştur. Neticede, İstanbul yeniden dirilerek hürriyetine kavuştuğu gün, Damat Ferit de ölüp gitmiş bu âlemden. 06.10.2009 E-Posta: [email protected] |