Ali FERŞADOĞLU |
|
Sakın “Düzeleceğim, örtüneceğim” vaadlerine aldanmayın! |
“Sözlüm, nişanlım, ‘Evlendikten sonra namaza başlayacağım, alkolü bırakacağım, örtüneceğim!’ diyor. Nasıl yaklaşmalıyız?” şeklindeki sorulara cevabımız şöyle: Evet, bazıları gerçekten evlendikten sonra, sözünde duruyor; eski çarpık yaşayışını tamamen terk ediyor; örtünüyor, alkolü bırakıyor ve nezih bir hayata başlıyor. Bunun pek çok örneklerine şahit oluyoruz… Ancak, tersi de mümkün, vaki ve bunlara da şahidiz maalesef! Resmî nikâh yapana kadar yaldızlı sözlerle nişanlılarını etkiliyor—meseleyi kendince—resmî nikâh ile sağlama bağladıktan sonra eski hayatına devam ediyor! Dolayısıyla işin nasıl sonuçlanacağını bilemeyeceğimize göre; en emin ve kestirme yol, sözlü veya nişanlıya şu teklifte bulunmaktır: “Madem alkolü terk etmeye, tesettüre girmeye, nezih bir hayat yaşamaya karar verdin, neden evlenmeyi ve resmî nikâhı bekleyelim? Hemen şimdi, söz verdiklerini yerine getir, görelim!” Ve “sözlülük ile nişanlılık” devresini muhatabın durumuna göre, en az “altı ay, bir veya iki sene” olarak belirleyin. Bu zaman zarfında onu gözlemleyin. Sözünde duruyorsa mesele yok! Bu meyanda, kimisi de sevdiği veya evlenmeyi düşündüğü gencin içinde bulunduğu sosyal yapılanma olan cemaat ve tarikate gireceğini, o eserleri okuyacağını, sohbet ve zikir halkalarına katılacağına söz verir. Kimi zaman muhataplar da bu parlak sözlere inanır. Meseleyi anladıktan sonra da iş işten geçer! Şu halde aynı metodu uygulamak en sağlam yol: “Madem Risâle-i Nur eserlerini okuyacağını, derslere gideceğini; tarikate gireceğini ve zikir halkalarına katılacağını söylüyorsun… Eğer ciddî ve samimî isen, neden evlendikten sonra? Buyurun hemen şimdi!” deyip sözünde duracağı, vaadini yerine getireceği fırsatı tanımalısınız. Evet, her cemaat ve tarikatın meslek ve meşrebi farklıdır. Bu farklılıklar hayata bakış açısından, çocuk eğitim ve terbiyesinden, hizmet tarzına kadar yansır. Eğer burada bir uyum yoksa; hem anlayış, hem yaklaşım tarzlarında, hem zamanlama açılarından çelişki, sıkıntı ve problemlerin sökün etmesi kaçınılmaz. Bu genel bir kaidedir: “Birbirine yakın zâtlar birbirini taklid edebilirler, bir cinsten olanlar birbirinin sûretine girebilirler, mertebece birbirine yakın olanlar, birbirinin makamlarını taklid edebilirler. Muvakkaten, insanları iğfal ederler; fakat, dâimî iğfal edemezler. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında alâküllihâl, etvâr ve ahvâli içindeki tasannuâtlar (yapmacıklıklar) ve tekellüfâtlar (göstermelikler) sahtekârlığını gösterecek; hilesi devam etmeyecek. Eğer, sahtekârlıkla taklide çalışan, ötekinden gayet uzaksa, meselâ âdi bir adam, İbni Sînâ gibi bir dâhîyi ilimde taklid etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa, elbette hiç kimseyi aldatamayacak; belki kendi maskara olacak. Herbir hali bağıracak ki, ‘Bu sahtekârdır!’ “…Nasıl bir yıldızböceği bin sene tekellüfsüz hakikî bir yıldız olarak rasat ehline görünsün? Hem, bir sinek, bir sene tamamen tavus sûretini tasannu’suz, temâşâ ehline göstersin? Hem, sahtekâr, âmî bir nefer, nâmdar, âlî bir müşirin tavrını takınsın, makamında otursun, çok zaman öyle kalsın, hilesini ihsâs etmesin? Hem, müfteri, yalancı, itikadsız bir adam, müddet-i ömründe dâimâ en sâdık, en emîn, en mûtekid bir zâtın keyfiyetini ve vaziyetini en müdakkik nazarlara karşı telâşsız göstersin…”1 Evet, prensiplerinizi ortaya koyun ve arkasında durun. Bu teklifler ve denemeler ayıp değil, günah değil! Bilâkis alkışlanacak, iftihar edilecek ve sevap kazandıracak yaklaşımlardır. Sakın, “Evlendikten sonra ben onu düzeltirim!” gibi bir yanılgıya da düşmeyin. Zira, bu yaşa gelene kadar kendilerini değiştiremediler, kimse de onları düzeltemedi… Bununla birlikte düzelenlerin varlığını da inkâr edemeyiz. Ancak, bunlar istisnadır. İstisnaya göre değil, genele göre hareket etmeliyiz. Sizin düzeltmeniz belki mümkün. Ama, olağanüstü bir bilgi ve maharetin yanında olağanüstü bir efor da sarfetmelisiniz! *** Bununla birlikte meselenin şu boyutunu da nazara almamız gerekir: İnsanız ve nefis taşıyoruz. Hz. Yusuf (as), peygamber olduğu halde nefsini temize çıkarmadığına göre, hiçbirimiz nefsimizi tebrie edemez. Beşeriz, şaşarız. Kusurlarımıza şu ölçü perspektifinden bakmalıyız: “Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstehak olur.”2 “Hasenâtı seyyiatına, sevâbı hatâsına tereccüh edenler, mağfiret ve affa müstehaktırlar.”3
Dipnotlar: 1- Sözler, s. 170.; 2- Lem’alar, s. 91.; 3- Münâzarât, s. 13. 13.08.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |