Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Küresel Bitlis vizyonu |
Bitlis gündeme gelmişken, bu bahsin yine Bediüzzaman eksenli ilginç bir boyutunu daha hatırlamazsak konu eksik kalır. O boyuta ışık tutan anekdotlardan biri, Bediüzzaman’ın sıkıyönetim mahkemesinde idam tehdidiyle yargılanıp beraat ettiği 31 Mart olayı sonrasında İstanbul’dan ayrılıp Karadeniz üzerinden şarka dönerken uğradığı Tiflis’teki Şeyh San’an tepesinde bir Rus polisiyle yaptığı tartışma. Tepeden şehre bakarken yanına gelip “Niye böyle dikkat ediyorsun?” diye soran polise “Medresemin planını yapıyorum” cevabı veren Said Nursî ile polis arasındaki muhavere şöyle gelişir. Polis: “Nerelisin?” Said Nursî: “Bitlisliyim.” Polis: “Bu Tiflis’tir.” Said Nursî: “Bitlis, Tiflis birbirinin kardeşidir.” Soru-cevaplar devam ediyor, ama biz bundan sonrası için okurları Tarihçe-i Hayat s. 125’e yönlendirip burada keselim ve konumuzu doğrudan ilgilendiren son cümlede yoğunlaşalım. Bu sözüyle Bediüzzaman, farklı ülkeler bir yana; yakın şehirler, hattâ komşu kasaba ve köyler arasında bile gidiş gelişlerin çok güç olduğu; zorunlu tehcirler ve cephelere asker sevkiyatıyla yapılan gidişler dışında sınırötesi seyahatlerin çok nadir cereyan ettiği; çoğu insanın, koca bir ömrü doğduğu yerde tamamladığı bir dönem ve ortamda, Bitlis-Tiflis kardeşliğinden bahsediyor... Böylece, ülkeler arası gidiş gelişlerin sıklaştığı; farklı ülkelerin şehirleri arasında kardeşlik ilişkilerinin kurulduğu günümüzden bir asır önce bu modeli telâffuz ederek, bu hususta da farkını gösteren müthiş bir öngörüde daha bulunuyor. Bu eşleştirmeyi, o zamanlar Çarlık Rusya’sının hakimiyeti altında bulunan ve nüfusunun çoğunluğu Hıristiyan olan bir şehirle Müslüman Bitlis arasında yapması da, aynı kapsayıcı vizyonun son derece dikkat çekici bir başka tezahürü. Bediüzzaman’ın polise söylediği ilk cümle ise, Tiflis’i de, hayatı boyunca takipçisi olduğu üniversite ve eğitim projesi ekseninde temâşâ ettiğinin ifadesi. Böylece, Medresetüzzehra adını verdiği projenin merkezi için Bitlis’i düşünürken, bu şehrin kardeşi olarak nitelediği Tiflis’te de şubelerini açma niyetinde olduğu anlaşılıyor.
Uluslararası bir bölge üniversitesi Demek ki, Said Nursî bu önemli projeyi daha o günlerde dahi uluslararası boyutta tasarlamış. Aradan yaklaşık yarım yüzyıl geçtikten sonra, 1950’li yıllarda “Reisicumhura ve Başvekile” hitaben yazdığı mektupta bu konuyu şöyle açıyor: “Vilâyat-ı şarkiyenin (doğu vilâyetlerinin) merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan’ın ortasında, Medresetüzzehra mânâsında, Camiül-Ezher üslûbunda bir darülfünun, hem mektep, hem medrese olarak bir üniversite için, tam elli beş senedir Risale-i Nur’un hakaikına (hakikatlerine) çalıştığım gibi ona da çalışmışım.” (Emirdağ, s. 843) Aynı mektubunda, bu üniversite ile varılmasını öngördüğü hedefleri de şöyle sıralıyor Üstad: * “İslâm kavimlerini, meselâ Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan’daki milletleri menfî ırkçılık ifsad etmesin. Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile “Mü’minler ancak kardeştir” (mealindeki) Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsinin (temel bir kanununun) tam inkişafına mazhar olsun.” * “Felsefe fünunu (fenleri) ile ulûm-u diniye (dinî ilimler) birbiriyle barışsın.” * “Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikıyla (hakikatleriyle) tam musalâha etsin (barışsın).” * “Anadolu’daki ehl-i mektep ve ehl-i medrese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin.” Ve Said Nursî “orta şarkta sulh-u umumînin temel taşı ve birinci kalesi” olarak nitelediği bu üniversiteyi, harp gibi önüne geçilemeyen hadiseler ve mâlûm devlet politikaları sebebiyle maddeten tesis edemedi, ama dünyanın her yeri gibi Bitlis’te de, Tiflis’te de şubeleri olan cihanşümûl Risale-i Nur üniversitesiyle manen inşa etti. 13.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Mikail YAPRAK |
|
Mahkemeler ve mahkemesiz çözümler |
Bu kaçıncı oluyor ki, Avusturya’dan değil de, Avusturya’ya mektuplar yazıyorum. Köşe ismini değiştirmeden yazabilmek uğruna “Avusturya’ya mektup” yakıştırmasını yapıyorum ya, “te’vilin bu kadarına pes doğrusu” demediyseniz, ne âlâ!
«««
Rahmetli annemin anlattıklarını, keşke zamanında kaydetseydim. Kaydettiklerimi de keşke kaybetmeseydim. Bilhassa onun çocukluk hatıraları, en heyecanlı ve sürükleyici romanları dolduracak cinstendi. Küçükken yetim ve öksüz kalmasıyla, Nur Mehmed’lerin ve Mirza’ların torunu sevimli bir kız olarak, Seyyid’lerin ve ilim-irfan sahibi ailelerin adeta müridi olmuş, onlardan zikir ve evrad ezberlemiş, çocukluğumuzda kısmen bize de ezberletmişti. Onun çocukluk hatıralarında, Ermeniler de önemli bir yer tutardı. Van-İran bağlamında onlarla olan komşuluklar, iyi münasebetler, dostluklar; şimdiki karşılıklı kışkırtıcı beyanlarla bağdaşmayacak cinstendi. Lâkin o zaman bile, Osmanlı hakkında kışkırtıcı ve ürkütücü propaganda varmış ki; mazlumları korumak için, sulh için, adalet için yapılan bir Osmanlı seferinde: “Osmanlı geldi, kılıcı kanlı geldi, al balalarını (yavrularını) kaç!” diye sağa sola kaçışan Ermeniler, Osmanlının çoluk çocuğu ve kadınları koruduğunu, himaye altına aldığını görünce, şaşırmışlar. Annem çocukken buna bizzat şahit olmuş. Yine bir zelzelede, dam altında kalan Ermeni vatandaşların: “Siz hangi dine mensupsanız, biz de o dine girdik, kurtarın bizi!” diye haykırmaları da, annem olacak küçük kızın körpe kulaklarına küpe gibi takılı kalmıştı. Ve sevgili annemden, hâfızama kayıtlı, Ermenilerle alâkalı müsbet bir hatıra daha. Annem şöyle anlatırdı: Müslüman bir komşumuz, Ermeni komşumuza olan borcunu inkâr edince, Ermeni vatandaş birkaç şahidin huzurunda: -Bu Müslüman, şu sözlerimi tekrar etsin, ben alacağımdan vazgeçeyim. Desin ki: “Benim bu adama borcum varsa; yazın ayrandan, kışın yorgandan, bu dünyada Kur’ân’dan, ahirette imandan mahrum kalayım.” Borçlu olduğu iddia edilen Müslüman ise: “Benim bu vatandaşa borcum varsa, yazın ayrandan, kışın yorgandan…” dedi, ama sonrasını getirmeye dili varmadı, borcunu itiraf ederek, ödemeyi kabul etti.
«««
İngiltere’de Müslümanlar için “şeriat mahkemeleri” kurulduğunu basından öğreniyoruz. Müslümanlar, kendi aralarında çıkan anlaşmazlıklar nedeniyle, isterlerse şeriat mahkemelerine başvurabiliyorlar. Hatta Avrupa’da mahkemelerde bir Müslümanın ifadesini alan hâkimin; zanlıya, ya da şahide bazen Kur’an üzerine yemin ettirdiğini de duyuyoruz. Yurdumuzda da bir uyuşmazlık yahut anlaşmazlıkta, meselâ miras meselesinde, işi resmiyete dökmeden taraflar, fıkhı iyi bilen bir hey’et huzurunda yüzleşmeye razı olurlar. Sonunda o hey’etin hükmüne boyun eğilirse, ayrıca yargıya gitmeye gerek kalmaz. Böylece uyuşmazlık ve anlaşmazlıklarını âleme ilân etmeden ve yargıya intikal ettirmeden, meşveret zemininde ve hakem hey’etleri murakabesinde halletme yoluna giderler.
«««
Çok şükür ki, hizmetlerimizde de hey’etler, komisyonlar ve meşveretler marifetiyle işler yürüyor. Hâzâ min fadli Rabbî. 13.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Umut YAVUZ |
|
Güvenilir Denizkızı Türkiye'de, güvenilir başbakan nerede? |
Türkiye’de dün yayınlanan gazetelerin ve internet sitelerinin hepsinde şu başlıkta bir haberle karşılaşmışsınızdır: “Güvenilir Denizkızı Türkiye’de”... Haberin muhtevası ise şu şekildeydi: “Türkiye, İsrail ve Amerika’nın kara ve deniz kuvvetlerinin katıldığı ortak arama ve kurtarma tatbikatı ‘Güvenilir Denizkızı’na bu kez Türkiye ev sahipliği yapacak. İsrail ordu sözcülüğünden yapılan açıklamaya göre, 17-21 Ağustos tarihleri arasında yapılacak tatbikat, Akdeniz’in doğusunda, Türkiye’nin arama ve kurtarma alanlarında düzenlenecek. Tatbikata her üç ülkeden 8 gemi, 4 helikopter ile 3 arama-kurtarma uçağı katılacak. Deniz sularında acil durumlarda ortak kurtarma aktiviteleri ile koruma önlemlerinin paylaşıldığı tatbikat, her üç ülkenin donanma ve hava kuvvetleri arasında bu tür durumlarda işbirliğinin ve karşılıklı koordinasyonunun etkin ve hızlı bir şekilde sağlanmasını amaçlıyor. ‘Güvenilir Denizkızı’ tatbikatlarının dokuzuncusu, geçtiğimiz yıl İsrail’in Hayfa şehrinin yaklaşık 40 km açığındaki uluslar arası sularda gerçekleştirilmişti.” Evet Türkiye, İsrail ve ABD ile ortak bir askerî tatbikat düzenliyor ve buna evsahipliği yapıyor. Esasında bu tatbikatın askerî yönünden çok insanî yönü öne çıkıyor. Yani açık denizlerde muhtemel bir acil durumda, arama ve kurtarma çalışmalarının işbirliği içinde, başarılı bir şekilde yapılabilmesi için düzenlenen bir tatbikat bu. Ancak neticede bir askerî tatbikattır ve Türkiye’nin İsrail ve ABD ile yakın askerî ilişkiler içinde bulunduğunun bir göstergesidir. Özellikle 1996 yılında imzalamış bulunduğumuz ve daha sonra da yenilenen anlaşmalar gereği İsrail ile çok yakın ilişkilerimiz var. Bu ilişkilere İsrail Hava kuvvetleri mensuplarının Konya’daki üslerimizde eğitilmesi de dahil... Hani şu Gazze’yi günlerce havadan bombalayan ve hali hazırda da bombalamaya devam eden İsrail Hava Kuvvetleri’nden bahsediyoruz. Her ne kadar bu üslerde sadece İsrailli pilotlar değil, anlaşmalar gereği 11 ülkenin pilotları eğitiliyor dense de, bu durum neticeyi değiştirmiyor. Ayrıca İsrailli şirketler halihazırda askerî ihalelerimize de rahatlıkla girebilmekte. Hatta son zamanlarda mayınlarımızın temizlenmesi tartışmalarında da İsrailli şirketler yeniden gündeme gelmişti. İş böyle olunca bu konuda Türkiye’ye gösterilen tepkilerin boyutları da büyüyor. Zira Türkiye dış politikada İsrail’le kolkola bir durumda görünüyor. Bu politikaların sahipleri ise Davos zirvesinde söyledikleri, ancak daha sonra arkasında durmadıkları bir kaç büyük söz ile yetinmeyi çok iyi biliyorlar (!). Halbuki o günlerde estirilen hava ile, Türkiye halkı ve İslâm dünyası zannetti ki; Türkiye bundan sonra İsrail ile tavizsiz ve sert bir dış politika yürütecek. Ancak böyle olmadı ne yazık ki... Şimdi ise siyonist çevreler bu ortak askerî tatbikatı İsrail ve Türkiye arasında Davos sonrası gerilen ikili ilişkilerin artık “düzeldiği ve normalleştiği” şeklinde yorumluyor. Yani Başbakanımızın yüksek perdeden sarfettiği o sözlerin artık hiçbir geçerliliği yok... Bize de şunu sormak düşüyor: Güvenilir Denizkızı Türkiye’de, peki ya “güvenilir başbakan” nerede? 13.08.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Davutoğlu ve Çağlayan'ın Irak ziyareti |
ışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve Devlet Bakanı Zafer Çağlayan’ın kısa süreli Irak gezisi, iki ülke arasındaki ekonomik ilişkileri güçlendirme amaçlıydı. Türkiye açısından Irak’ın yeniden yapılandırılmasında Türk firmalarına ihale verilmesi, petrol boru hattının sorunsuz işleyişi ve bu hat üzerinden Kuzey Irak Kürt Yönetiminin petrol göndermeye başlamış olması ve dolaylı da olsa PKK’nın tasfiyesi önemli konu başlıklarıydı. Devlet Bakanı Çağlayan ticaret hacminin iki yıl içinde 7 milyar dolardan 20 milyar dolara çıkarılmasını planladıklarını açıklıyor. Irak açısından ise su meselesi, Türkiye’nin Kuzey Irak Yönetimi ile ilişkileri ve ekonomik ilişkiler sıralaması geçerli. Bu yıl yağışların yoğun geçmesi, Irak ve Suriye’ye akan suyun miktarının artmasına imkân sağladı. Ancak önümüzdeki yıllarda bu üç ülke arasında yine en önemli sorunun su olacağı kesin. İşte Irak yönetimi de bu konuda ortak bir su idaresi ve suyun verimli kullanımı konusunda taleplerde bulunuyor. Iraklı Bakan Zebari de işbirliğine hazır olduklarını vurguluyor. Buraya kadar her şey iyi gibi görünüyor. Ancak Irak’ın Türkiye ile ilişkilerini de etkileyecek iki önemli mesele var. Birincisi Irak’taki mevcut Şiî hükümetin gelecek Ocak ayında yapılması planlanan genel seçimlerden nasıl bir sonuçla çıkacağı. Bu seçimler öncesinde ülkede istikrarı bozucu iç çatışmaların yaşanması ihtimali kaygı verici. Amerika’nın İran Şiî yönetimine karşı sert bir tutum izlerken Irak’ta Şiî hükümeti destekliyor olması ironisi, bu seçimlere nasıl yansıyacak? ABD’nin ülkeden çekilmeye devam ettiği bir ortamda seçim güvenliği nasıl sağlanacak? İran, Irak seçimlerine hangi ölçüde karışacak? Seçim sonuçlarında nasıl bir tablo ortaya çıkacak? Bütün bunlar aynı zamanda Irak’ın Türkiye ile ilişkilerinde de belirleyici rol oynayacak. İkinci mesele ise Kuzey Irak Kürt Yönetimi ile ilişkilerimizin Irak’ta seçim sonrası kurulacak hükümetle ilişkilerimizi nasıl etkileyeceğidir. Kuzey Irak Yönetiminin Musul ve Kerkük’e ilişkin talepleri ve petrol kaynaklarının paylaşımına itirazları, bu yönetimle Bağdat’ın arasında gerginlik sebebi. Bu gerginliğin nasıl giderileceği belirsiz. Böyle bir durumda Türkiye bir yandan Kuzey Irak Kürt Yönetimi ile ilişkilerini geliştirirken, öbür yandan Bağdat Yönetimi ile iyi ilişkilerini sürdürebilecek mi? Irak’ın istikrarı ve toprak bütünlüğü elbette ülkemiz için çok önemli. Ancak şurası bir gerçek ki; PKK’nın tasfiyesi meselesi de dahil olmak üzere, Kuzey Irak Kürt Yönetimi ile ilişkilerin sıkılaştırılmasına katkıda bulunan son olumlu adımların sebebi ABD’nin çekilme sonrası bu bölgeyi Türkiye’nin himayesiyle Bağdat yönetimine karşı koruma arzusunda olması. Bunu Bağdat hükümetinin de bildiği açık. Kısacası; yakın dönemde Irak’la zaten iyi olan ekonomik ilişkilerimizin daha da gelişmesi beklentisi, Irak’ta seçimler ve Kuzey Irak Yönetimi ile Bağdat Yönetimi arasındaki sorunların çözümüne endeksli. Umarız seçimler öncesinde Irak’ta -halen anlamsız bir şekilde süren intihar bombalamalarının haber verdiği- kargaşa yaşanmaz ve ülke istikrarı ve düzenini kurmayı başarır. Çünkü bundan en çok yarar sağlayacak ülke Türkiye. 13.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KAPLAN |
|
Babammmm... Anammmm!.. |
Avuçları ile çeşmelerden aldıkları suyu dudaklarımıza tutan.. Çocuk olduğumuz yıllar boyunca ellerinden kana kana su içtiğimiz. Onların avuçlarından Kevser gibi kuruyan dudaklarımıza ulaşan o su ki asla tadına doyamadığımız! Avuçları nasır bağladığında ancak geçimimizi sağlayabilen! Tarla ve bahçelerin hâkimi.. Her dem bizim için güçlü olduğuna inandığımız ve örnek aldığımız. Avuçlarında, dünyayı bir yumruk gibi tuttuğunu sandığımız; bu dünyaya gelişimize vesile olan çadır direği babalarımız. Avuçlarımızı göğe kaldırarak uzun ömürler dilediğimiz analarımız. Onlar; Babalarımız... Annelerimiz... Canımız babalarımız. Sırdaşımız annelerimiz..
***
Ebedî âleme yolladığımızda hüngür hüngür ağladığımız büyüklerimiz. Eğer hâlâ hayatta iseler hiçbir sebeple kırmamamız gereken en değerli varlıklarımız... Her gün, onların yani; “Babam!.” diyerek boynuna sarıldığımız; “anam” diyerek dizine yaslandığımız o saygıdeğer büyüklerimizin günü olmalı! “Babam sağ olsun!” diyerek kendilerine şımardığımız canlarımız. Kalplerini asla ve asla kırmamamız gereken annelerimiz en kutsal varlıklardandır. Anne ve babası bir şekilde kendinden kopanlar da saygıda kusur etmemeli bu büyüklerimize. Çünkü bazen küçükler de affedici bir konumda kalabilirler. Ne demiş Yûnus Emre; “Kanı kan ile yumazlar Kanı su ile yuyarlar…”
***
Halen hayatta iseler eğer anne ve babalarımız; boyunlarına bir vesile sarılmamızdan başka bir seçeneğimiz olmamalı. Sırf: Sebeb-i vücudumuz olan bu mübârek değerlerimizi bir Anne veya Babalar Günü olunca mı hatırlayacağız? Avrupaîler gibi... Neymiş o öyle? Anne ve Baba Günü gelince mi hediye alınan ve hatırlanan varlıklar olsun.? Ne tuhaf… Gerçekten başımıza taşlar yağacak. Anne ve babasını hoş tutan.. “Her gün benim için Ana ve Babalar Günüdür!” diyenlerimiz varsa eğer bravo onlara. Böyle evlâtlar her açıdan şanslı. Çünkü; Ahirette de eminim şanslı kullardır böylesi evlâtlar. Ancak; Kazara dünya malı için onları üzen varsa çok bahtsız olduklarını hemen düşünmeliler. Her zaman bütün dünya kurban olsun onlara. Onlar olmayınca dünyanın tadı mı var sanki? Kendisi baba olanlar ancak onların kıymetini bilebilirler….!
***
Köyün birinde bir gün: Oğlu buz gibi bir havada köy evinin damına çıkıp karları temizlemeye başlamış. Hava, çok soğuk; zemheri… Babası damda ceket giymeden karları temizlemeye kalkışan oğluna; -Evlâdım ceketini giy, hava çok soğuk, demiş. Oğlu lâfa söze gelmeyince de, baba oğlunun yeni doğan kundak bebeğini evden alıp getirerek karların üstüne yavaşça koyuvermiş. -Ba.. Ba.. Bab.. Baba..cığım yapma! deyivermiş damdaki oğlu. -Ya.. ya bap.. bap.. yapıp durma! demiş babası oğluna. Bu torunum yani senin çocuğun, senin için ne ise sen de benim için aynısısın çabuk giyiver ceketini, diyerek ceketi oğluna fırlatıvermiş. Biz; çok şeyiz anne ve babalarımız için. “Onlar da bizim için çok önemlidir” diyorsanız eğer işte size fırsat. Herhangi bir hediyeye gerek de yok. Anne-babalarınıza Allah’ın verdiği en güzel hediye zaten sizlersiniz. Şimdi bu yazı biter bitmez gidin; hemen elcağızlarını öpün anne ve babanızın ve çok ciddî birisi olsalar bile boynuna sarılarak şöyle haykırın: “Canım anam!“ “Biricik babam!” 13.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Sakın “Düzeleceğim, örtüneceğim” vaadlerine aldanmayın! |
“Sözlüm, nişanlım, ‘Evlendikten sonra namaza başlayacağım, alkolü bırakacağım, örtüneceğim!’ diyor. Nasıl yaklaşmalıyız?” şeklindeki sorulara cevabımız şöyle: Evet, bazıları gerçekten evlendikten sonra, sözünde duruyor; eski çarpık yaşayışını tamamen terk ediyor; örtünüyor, alkolü bırakıyor ve nezih bir hayata başlıyor. Bunun pek çok örneklerine şahit oluyoruz… Ancak, tersi de mümkün, vaki ve bunlara da şahidiz maalesef! Resmî nikâh yapana kadar yaldızlı sözlerle nişanlılarını etkiliyor—meseleyi kendince—resmî nikâh ile sağlama bağladıktan sonra eski hayatına devam ediyor! Dolayısıyla işin nasıl sonuçlanacağını bilemeyeceğimize göre; en emin ve kestirme yol, sözlü veya nişanlıya şu teklifte bulunmaktır: “Madem alkolü terk etmeye, tesettüre girmeye, nezih bir hayat yaşamaya karar verdin, neden evlenmeyi ve resmî nikâhı bekleyelim? Hemen şimdi, söz verdiklerini yerine getir, görelim!” Ve “sözlülük ile nişanlılık” devresini muhatabın durumuna göre, en az “altı ay, bir veya iki sene” olarak belirleyin. Bu zaman zarfında onu gözlemleyin. Sözünde duruyorsa mesele yok! Bu meyanda, kimisi de sevdiği veya evlenmeyi düşündüğü gencin içinde bulunduğu sosyal yapılanma olan cemaat ve tarikate gireceğini, o eserleri okuyacağını, sohbet ve zikir halkalarına katılacağına söz verir. Kimi zaman muhataplar da bu parlak sözlere inanır. Meseleyi anladıktan sonra da iş işten geçer! Şu halde aynı metodu uygulamak en sağlam yol: “Madem Risâle-i Nur eserlerini okuyacağını, derslere gideceğini; tarikate gireceğini ve zikir halkalarına katılacağını söylüyorsun… Eğer ciddî ve samimî isen, neden evlendikten sonra? Buyurun hemen şimdi!” deyip sözünde duracağı, vaadini yerine getireceği fırsatı tanımalısınız. Evet, her cemaat ve tarikatın meslek ve meşrebi farklıdır. Bu farklılıklar hayata bakış açısından, çocuk eğitim ve terbiyesinden, hizmet tarzına kadar yansır. Eğer burada bir uyum yoksa; hem anlayış, hem yaklaşım tarzlarında, hem zamanlama açılarından çelişki, sıkıntı ve problemlerin sökün etmesi kaçınılmaz. Bu genel bir kaidedir: “Birbirine yakın zâtlar birbirini taklid edebilirler, bir cinsten olanlar birbirinin sûretine girebilirler, mertebece birbirine yakın olanlar, birbirinin makamlarını taklid edebilirler. Muvakkaten, insanları iğfal ederler; fakat, dâimî iğfal edemezler. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında alâküllihâl, etvâr ve ahvâli içindeki tasannuâtlar (yapmacıklıklar) ve tekellüfâtlar (göstermelikler) sahtekârlığını gösterecek; hilesi devam etmeyecek. Eğer, sahtekârlıkla taklide çalışan, ötekinden gayet uzaksa, meselâ âdi bir adam, İbni Sînâ gibi bir dâhîyi ilimde taklid etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa, elbette hiç kimseyi aldatamayacak; belki kendi maskara olacak. Herbir hali bağıracak ki, ‘Bu sahtekârdır!’ “…Nasıl bir yıldızböceği bin sene tekellüfsüz hakikî bir yıldız olarak rasat ehline görünsün? Hem, bir sinek, bir sene tamamen tavus sûretini tasannu’suz, temâşâ ehline göstersin? Hem, sahtekâr, âmî bir nefer, nâmdar, âlî bir müşirin tavrını takınsın, makamında otursun, çok zaman öyle kalsın, hilesini ihsâs etmesin? Hem, müfteri, yalancı, itikadsız bir adam, müddet-i ömründe dâimâ en sâdık, en emîn, en mûtekid bir zâtın keyfiyetini ve vaziyetini en müdakkik nazarlara karşı telâşsız göstersin…”1 Evet, prensiplerinizi ortaya koyun ve arkasında durun. Bu teklifler ve denemeler ayıp değil, günah değil! Bilâkis alkışlanacak, iftihar edilecek ve sevap kazandıracak yaklaşımlardır. Sakın, “Evlendikten sonra ben onu düzeltirim!” gibi bir yanılgıya da düşmeyin. Zira, bu yaşa gelene kadar kendilerini değiştiremediler, kimse de onları düzeltemedi… Bununla birlikte düzelenlerin varlığını da inkâr edemeyiz. Ancak, bunlar istisnadır. İstisnaya göre değil, genele göre hareket etmeliyiz. Sizin düzeltmeniz belki mümkün. Ama, olağanüstü bir bilgi ve maharetin yanında olağanüstü bir efor da sarfetmelisiniz! *** Bununla birlikte meselenin şu boyutunu da nazara almamız gerekir: İnsanız ve nefis taşıyoruz. Hz. Yusuf (as), peygamber olduğu halde nefsini temize çıkarmadığına göre, hiçbirimiz nefsimizi tebrie edemez. Beşeriz, şaşarız. Kusurlarımıza şu ölçü perspektifinden bakmalıyız: “Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstehak olur.”2 “Hasenâtı seyyiatına, sevâbı hatâsına tereccüh edenler, mağfiret ve affa müstehaktırlar.”3
Dipnotlar: 1- Sözler, s. 170.; 2- Lem’alar, s. 91.; 3- Münâzarât, s. 13. 13.08.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Fenalığın dörtte biri |
İzmir’den okuyucumuz: “Mü’minlerin hata ve kusurları, hatta kötülükleri karşısında uhuvvetimizi bozmadan nasıl bir davranış sergilemeliyiz?”
Nefsimizin, başkası yerine sırf kendini kınaması ve bu hâlin bir aydınlık gibi bütün davranışlarımızı kapsaması, sürekli bir mânevî yükselişin de adıdır. Bunu unutmamalıyız. Kendimizi her kınamayı bir merdiven, her hatâ îtirâfını bir yükseliş, kendi nefsini her ithamı bir terâkkî, her kusurdan dönüşü bir tevbe bilmeliyiz. Fakat aynı silâhı başkası için, hele mü’minlere karşı, hele kardeşlere karşı aslâ kullanmamalıyız. Kardeşler arasında kurmakla, korumakla ve yaşatmakla yükümlü olduğumuz uhuvvet, “eleştiri silâhının” o mahrem alana girmesini engeller. Şüphesiz nefsin kendisini itham edip, başkasını serbest bırakması kolay bir reçete değildir. Nefsimize bunu kabul ettirmek her zaman pek kolay olmayabilir. Çünkü onun tabîatında takdir edilmek, ilgi çekmek, hatâsız bilinmek, kusursuz görünmek, övülmek, üste çıkmak, büyüklenmek... vb. gibi zayıf noktalar vardır. Şeytanın sevdiği noktalardır bunlar. Hattâ, şeytan kendisi de bu noktalarda zayıftır; bu zafiyetine yenik düşmüştür de, insana karşı ondan üstünlük dâvâsına kalkmıştır. Şimdi de bizimle uğraşıyor. Zayıf noktalarımızın birinden veya bir kaçından her gün giriyor ve bizi her zaman yenik düşürmeye çalışıyor. Bu açıdan aslında hepimizin birbirimize her zaman hayır duâya ihtiyâcımız var. Bir mü’minde bir eksiklik görmeyelim; hemen–kendi içimizde de olsa—, onu nâkıs ve kusurlu îlân ederiz. Ama nefsin bu duygusu karşısında kalbimizde azıcık duyarlılık varsa, kalbimiz nefsimizi dinlemez, bu halden Allah’a sığınır, tövbe eder, istiğfar eder. Esas olan da bunu sağlamak ve kalbe bu sâlih ameli işlettirmektir. Çünkü kalbin her Allah’a ilticâsı, a’lây-ı illiyyîn’e doğru, Allah katında yükseklere doğru bir basamaktır, her istiğfârı bir yükseliştir. Netîcede aslında kalp duyarlı bulunduğunda, nefsin her hâli Allah’ın izniyle kendi lehine dönebilmektedir. Ama kalbin bir zayıf ânında, şeytanın fırsat bulup nefis menfezinden girerek adâvet tohumu ekebileceğini de hiçbir zaman akıldan uzak tutmamalıyız. İçimizdeki–şeytanın durmadan ektiği—adâvet tohumlarını daha çimlenmeden kurutmalıyız. Ölünceye kadar savaşımız budur bizim. Çünkü adâvet, en başta kendimize cinâyettir. “Mü’minler ancak kardeştirler; kardeşlerinizin arasını ıslâh ediniz”1, “Kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver. Bir de bakarsın ki, aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir”2, ve “Onlar bollukta ve darlıkta bağışta bulunurlar, öfkelerini yutarlar ve insanların kusurlarını affederler. Allah iyilik yapanları sever”3 âyetlerini uhuvvet ana başlığı altında tefsîr eden Üstad Saîd Nursî Hazretleri, mü’minin mü’mine üç günden fazla küsmesini haram kılan hadîs-i şerife de atıfta bulunarak, mü’mine hatâlarından, kusurlarından ve zaaflarından dolayı kesinlikle adâvet duyulmaması gerektiğini, bilâkis acınması ve affedilmesi gerektiğini kaydeder. Üstad Bedîüzzaman Hazretlerine göre, fenâlığı karşısında hemen mü’mine küsmek ve yüklenmek için acele etmemeliyiz. Zîrâ, başka pay sahipleri de vardır. Meselâ, fenâlığın dörtte biri kadere aittir. Bu hisseyi bir ayırmalıyız. Kaderin hissesinden dolayı mü’mine adâvet etmemeliyiz; en azından kaderin hissesini çıkarıp kader ve kazâ hissesine karşı rızâ ile mukâbele etmeliyiz. Sonra bu fenâlıkta nefis ve şeytanın da bir payı vardır. Fenâlık sahibi mü’min, nihâyet nefis ve şeytanına yenik düşmüştür. Bu durumda ise, mü’mine adâvet değil, bilâkis acınmalı ve nedâmet edeceğini beklemelidir. Çünkü o mü’min, nefis ve şeytanına mağlûbiyet gibi zâten acınacak bir hâlin içindedir. Bu pay da çıkarılırsa, mü’mine duyacağımız adâvet yarıya inmiş olur. Sonra kendi nefsimizde görmediğimiz ve görmek istemediğimiz kusurumuzu da görmeliyiz. O fenâlıkta bir pay da kendi nefsimize vermeliyiz. Nihâyet o fenâlıkta şöyle veya böyle biz de sorumluluk sahibiyizdir. Bu payı da çıkardığımızda, mü’mine duyacağımız adâvetin dörtte üçünü havaya savurmuş oluruz. Geriye dörtte bir kalmıştır. Fenâlığın sadece son dörtte birlik payının hasma, yani yanlış davranış sahibi mü’mine verilmesi gerektiğini beyan eden Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, böyle dörtte birlik bir pay için de mü’mine adâvet duyulmasını haksız ve yersiz bulur. Muhakkak afv ve safh ile ve uluvvücenaplıkla mukâbele edilmesini tavsiye eder. Çünkü afvı, safhı, bağışlamayı ve öfkeleri yutmayı emreden nihayet Cenâb-ı Hak’tır. Nitekim Allah buyurur ki: “Eğer onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, muhakkak ki, Allah da çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.” 4 Demek fenâlık gördüğümüz ve hasım bildiğimiz mü’mini mağlûp edecek en selâmetli yol; kin, nefret ve adâvet yerine affetmek, bağışlamak ve âlicenaplıkla mukabele etmektir. 5
Dipnotlar: 1- Hucûrât Sûresi, 49/10. 2- Fussilet Sûresi, 41/34. 3- Âl-i İmrân Sûresi, 3/134. 4- Tegâbün Sûresi: 14. 5- Mektûbât, S. 253-256. 13.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Raşit YÜCEL |
|
Yol hikâyesi |
Yaz ayları çabuk geçer. Günleri de öyle… İki hafta müddetince Sakarya ilimizin Kuzuluk kaplıcalarında kaldık. Cenâb-ı Hakk’ın nimetlerine karşı ne kadar şükretsek azdır. Muhteşem bir manzara… İğne atsanız yere düşecek toprak parçası yok sanki. Her taraf yeşilin tonları ile dolu. Bol su, Bol nimet, Bol kaplıca suları. İnsanları çok sıcak. Sevecen. Bu bölgede genellikle Trabzonlular ikamet ediyor. İçki tüketimi çok az. Camileri muhteşem. Minareler ile yeşilin âhengini görmek gerekir. Merakınızı tahrik etmiyorum. Yaşadığım güzel anları anlatmakta zorlanıyorum. Sakarya ilimizde dostlar ile beraberdik. Bir akşam Akyazılı dostlar ile muhabbet halkası oluşturduk. Her gün bir mekânda olduk. Tefekkür ve temâşâ duygumuzu tatmin ettik. Dağlar ve ovalar… Ağaçlar ve kuşlar… Uçsuz ve bucaksız ormanlar... Hayat bu mânâlar ile anlam kazanıyor. Akyazı ilçesinin muhteşem merkez camiinin ve ihlâslı hafızlarının okuduğu ezan ve aşr-i şerifler… İnsanlarının sıcaklığı… Burası Anadolu… Muhabbet ve sevgi dolu. Tarihin mükemmel imzalar attığı zaman seyri… Söylemiştim: Bazı şeyler zor anlatılır. Yaşamak başkadır. “Seyahat ediniz sıhhat bulunuz” hadisinin ne kadar önemli olduğunu bir daha anladım. Kısmet olursa, bundan sonra yaz ayının 15 gününü burada geçireceğim. Adeta vücudumuzu bakımdan geçireceğiz. Her şey görmek ve anlamakla ilgili. “Köre ne, görene” demişler. Görmek, anlamak ile ilgili. Okumanın bir yanı da görmekle bağlantılı. “Bakmazlar mı?” hitabı çok düşündürücü. Bu bir hayat yolu hikâyesi çünkü. 13.08.2009 E-Posta: [email protected] |