Lahika |
Âyet-i Kerime Meâli Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz. Bizi doğru yola ilet. Kendilerine nimet ve ihsanda bulunduğun peygamberlerinin ve onlara tâbi olan salih kullarının yoluna ilet—gazaba uğrayanların ve sapıtmış olanların yoluna değil. Âmin. Fatiha Sûresi: 5-7 |
13.08.2009 |
Türk-Kürt kardeşliğini teminde İslâm Üniversitesi
altmış beş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu. Bir dinsiz müstemlekât nâzırı Kur’ân’ı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki: “Bu İslâmların elinde kaldıkça, biz onlara hakikî hâkim olamayız, tahakkümümüz altında tutamayız. Ya Kur’ân’ı sukut ettirmeliyiz veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız.” İşte bu iki fikirle, dehşetli ifsat komitesi bu biçare fedakâr, mâsum, hamiyetkâr millete zarar vermeye çalışmışlar. Ben de, altmış beş sene evvel bu cereyana karşı, Kur’ân-ı Hakîm’den istimdat eyledim. Hakikate karşı kısa bir yol ve bir de pek büyük bir “Dârülfünun-u İslâmiye” tasavvuru ile, altmış beş senedir, âhiretimizi kurtarmak ve onun bir faydası olarak hayat-ı dünyevîyemizi de istibdad-ı mutlaktan ve dalâletin helâketinden kurtarmaya ve akvam-ı İslâmiyenin mâbeynindeki uhuvvetini inkişaf ettirmeye iki vesileyi bulduk. Birinci vesilesi: Risâle-i Nur’dur ki, uhuvvet-i imaniyenin inkişafına kuvvet-i iman ile hizmet ettiğine kat’î delil, emsalsiz bir mazlumiyet ve âcizlik hâletinde telif edilmesi ve şimdi âlem-i İslâmın ekseri yerlerinde ve Avrupa ve Amerika’ya da tesirini göstermesi ve ihtilâlcilere ve dinsiz felsefeye ve otuz seneden beri dehşetli bir surette maddiyun ve tabiiyun gibi dinsizlik fikrine karşı galebe çalması ve hiçbir mahkeme ve ehl-i vukuf dahi onları cerh edememesidir. İnşaallah bir zaman da, sizin gibi uhuvvet-i İslâmiyenin anahtarını bulan zatlar, bu mu'cize-i Kur’âniyenin cilvesini âlem-i İslâma işittireceksiniz. İkinci vesilesi: Altmış beş sene evvel Câmiü’l-Ezhere gitmek istiyordum. Âlem-i İslâmın medresesidir diye, ben de o mübarek medresede bir ders almaya niyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenâb-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki: Câmiü’l-Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir darülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya’da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ: Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri, menfî ırkçılık ifsat etmesin. Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile “Mü’minler kardeştirler” (Hucurât Sûresi, 49:10.) Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikiyle tam musalâha etsin. Ve Anadolu’daki ehl-i mektep ve ehl-i medrese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye, vilâyât-ı şarkiyenin merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan’ın ortasında, Medresetü’z-Zehra mânâsında, Câmiü’l-Ezher üslûbunda bir darülfünun, hem mektep, hem medrese olarak bir üniversite için, tam elli beş senedir Risâle-i Nur’un hakaikine çalıştığım gibi ona da çalışmışım.
Emirdağ Lâhikası, s. 437, (yeni tanzim, s. 841) LÜGATÇE: müstemlekât nâzırı: Sömürgeler bakanı. tahakküm: Hükmetme, baskı altına alma. sukut: Değerden düşme, düşüş, alçalış. Dârülfünun-u İslâmiye: İslâm üniversitesi. istibdad-ı mutlak: Baskı. akvam-ı İslâmiye: Müslüman milletler. mâbeyn: Ara, arasında. uhuvvet: Kardeşlik. inkişaf: Gelişme, açılma. uhuvvet-i imaniye: İman kardeşliği. maddiyun: Materyalizm, maddecilik. tabiiyun: Tabiatçılar; eşyanın vücuda gelmesini tabiata verenler. Câmiü’l-Ezher: Ezher Üniversitesi. musalâha: Barış. vilâyât-ı şarkiye: Doğu illeri. |
Bediuzzaman Said Nursi 13.08.2009 |
Mehmet Güvenç Ağabeyi anarken...
Nurlu mekânlardan Nur menzillerine” başlıklı yazımı bitirdikten sonra Berat günü sabahı Mehmet Güvenç Ağabeyin vefat haberini gelen bir mesajla öğrendim. Nurun kahramanlarından bir ağabey daha Rahmet-i Rahman’a kavuşmuştu. Onun vefatından dokuz gün önce kalabalık bir öğrenci grubuyla Barla’yı gezip kabristanında başta Üstadımız olmak üzere bütün Nur Talebelerine duâlar etmiştik. Kim bilir kaç defa Barla kasabası bu kabristana boşaltılmıştı? Kabristan “Ölüm haktır” kaziyesini her gelip geçene haykırıyordu adeta. Bazılarının mezarları belli idi; en azından iki taş dikilmişti ayak ve baş uçlarına. Barla’ya gidince nedense aklıma en çok gelenlerden birisi de Mehmet Güvenç Ağabey olurdu. Babası Isparta Kahramanları veya Barla Sıddıklarından olan merhum Marangoz Mustafa Çavuş Ağabeyin oğlu olduğundan mıdır, nedendir? Rahmetli ağabey ile galiba ilk tanışmamız yanlış hatırlamıyorsam yine Barla’da olmuştu. 1980 yılında 12 Eylül İhtilâli öncesi okunan son Bediüzzaman Mevlidi’ne katıldıktan sonra iki gün Barla’da, üç gün de Çamdağı’nda kalmıştım. Barla’dan Çamdağı’na çıkmadan önce bir gece Üstadın ilk medresesinde konakladım. Çamdağı dönüşünde de Üstadın 1950’den sonra ara sıra gelip kaldığı ikinci evinde bir gece kalmak nasip oldu. Toplam beş gün içinde yürüyerek Barla’yı ve Çamdağı’nı kardeşlerle gezdik. Daha önce bu köşede o günlere ait hatıralarımı okuyucularımla paylaşmıştım. Barla’yı ikinci ziyaretim 1990 yılından sonra, yine bir yaz mevsimine rastlar. O zaman ailece yol güzergâhımızda Denizli üzerinden Isparta ve Barla menzilleri vardı. Nur menzillerini tekrar ziyaret etmek ve oraları çocuklarıma da göstermek istiyordum. Denizli’de kısa bir şehir turu yaptık. O gece bir arkadaşın evinde misafir olduk. Nurun hadimlerinden ahirete göç edenlerine Fatihalar okuyarak Denizli’den ayrıldık. Isparta şehrine geldiğimizde ilk işimiz Üstadın şimdi müze olan evini bulmak oldu. Zamanımız az olduğundan fazla kalamadık. Sonra hemen Barla’nın yolunu tuttuk. Hasret kalmış iki dost gibi kavuşmanın heyecanını yaşadık. Çocuklarımla Cennet Bahçesini gezdik. Oradan anlatarak çınar ağacına, altında gürül gürül akan çeşmeye, Yokuşbaşı Mescidine ve Üstadın Barla’daki ilk medresesine ulaştık. Daha sonra Üstadın 1950’den sonra ara sıra kaldığı ikinci eve gittik. Saatler akşama yakındı. Kapıyı çaldık ve beklemeye başladık. Önce içerde kimse yok zannettik. Biraz sonra ayak sesleri duyuldu. Kapıyı açan nur yüzlü Mehmet Güvenç Ağabeydi. Selâm verdik. Tebessümle bizi karşıladı. Ziyaret için geldiğimizi söyledik. Vaktin geç olduğunu ve biraz sonra çıkacağını söyledi. Bizim de vaktimizin az olduğunu ve yola devam edeceğimizi belirttik. Memnuniyetle kabul etti. Ahşap ağırlıklı evi gezdik. Merdivenlerde, odalarda el emeği, göz nuru hâkimdi. Her halde Barla’nın en güzel evlerinden birisi olsa gerek. Balkonu Üstadın Barla Denizi dediği Eğirdir Gölüne bakıyordu. Manzara gayet güzeldi. Seyredilmeye doyum olmuyordu. Evin her tarafını hızlıca gezdik. Zamanın darlığından sohbetimizi kısa tutmak zorunda kaldık. Mehmet Ağabey bahçeden çocuklara bazı meyveler ikram etti. Tatmaya izin vardı, ama doymaya izin yoktu. Vedalaştık, Mehmet Ağabeyle… Barla ile kısa da olsa hasret giderdik. Barla’nın bizi kendine çeken tarafı yalnızca fizikî ve coğrafî güzellikleri değildi. Onun en güzel tarafı Nur hareketine beşiklik yapmasıydı. Bediüzzaman Said Nursî, buraya sürgün edilmiş ve her şeyden uzak, tek başına adeta tecrid hayatı yaşatılmıştır. İnsanlarla görüşmesi bile yasaklanmıştır. Ölüp gitmesi veya unutulması beklenmiştir. Bütün şartlar Bediüzzaman’ın aleyhinde görünüyordu. Buraya sürgün edilirken her şey hesaplanmıştı. Ama Allah’ın da bir hesabı vardı, o hiç düşünülmemişti. Allah nurunu tamamlayacaktı, bunu engellemeye kimsenin gücü yetmezdi. Sekiz yıllık sürgün hayatının en güzel meyveleri burada alınmıştı. Risâle-i Nurların çoğu burada yazılmıştı. Risâlelerin kimisi bir bahçede, kimisi dağda, kimisi bağda, kimisi göl kıyısında telif edilmişti. Sonra Nur postaları onları köyden köye, ilden ile taşımıştı; hiçbir engel tanımadan. Barla’ya gidenler Nurların, Üstadın ve Nur Talebelerinin serencamını öğrenmek için gidiyorlardı. Adeta yazılanları yeniden yaşamak istercesine… Acaba Üstaddan unutulan veya kaybolan bir şey var mıydı? Her şeyi cümlelerle ve kelimelerle anlatamazsınız. Sözün bittiği yer vardır. Hakikatleri bazen sözle anlatmaya gücünüz yetmez. O zaman başka yollara başvurursunuz. Derler ya, sözle anlatılmaz; yaşamak gerek. Üstadın çektiği o sıkıntılı günlerin geri gelmesini elbette hiçbir Nur Talebesi istemez. Ama gerçekler de saklanmaz. Şimdi Barla’da yaşayanlara sorsanız, “Üstadı nasıl bilirsiniz?” Her halde hepsinin cevabı, “İyi biliriz” olacaktır. Üstadın yaşadığı dönemde yaşayanlara sormak mümkün olsaydı, aynı soruyu. Aynı cevabı almak mümkün olacak mıydı? Her halde çok zordu. Selâm verenler bile karakolda falakaya yatırılmış, işkencelerden işkence beğendirilmiş. Şimdiki gibi kolay olsaydı “Barla Sıddıkları” bu kadar az olmazdı veya Barla Sıddıkları olmazdı. Sadakat çok ayrı bir özellik, herkese nasip olmaz. Acaba Üstadın mektuplarında “sıddık” kelimesini daha çok kullanmasının hikmeti ne olsa gerektir? Barla’da yaz turizmi biraz daha yoğun geçer. Özellikle Üstadın ilk medresesinin olduğu sokak kasabanın yoğunluğunu taşır. Günün her saatinde ziyaretçilerin akınına uğrar; yaşlar ayrı, başlar ayrı. Şimdi artık Barla’da konaklama tesislerimiz de var. Bu önemli bir olay. Ailece gelecekler için çok daha önemli. Onlardan biri ve ilki Yeni Asya Sosyal Tesisleri. Cemaatin uğradığı, dinlendiği yerlerden birisi de orası. Mehmet Ağabeyle son görüşmem merhum Ali İhsan Tola Ağabeyin cenazesine giderken yine Barla Yeni Asya Sosyal Tesislerinde gerçekleşmişti. Rahatsızdı. Arabada görüşebildik. Rahatsız olmasına rağmen cenazeye katıldı. Barla’ya ne zaman gitsem, Mehmet Güvenç Ağabeyi orada görürdüm. Tatlı tatlı sohbet ederdik. Son iki gidişimde göremedim. Haziran ayı sonlarında Barla’ya gittiğimizde Üstadın kaldığı ikinci evi Mehmet Ağabey rahatsız olduğu için, onun yerine Niyazi Beyle gezdik. Bu sene ahirete göç eden Nur kervanına Yılmaz Er, Ali İhsan Tola, Mehmet Kılıçoğlu ve Kırkpınarlı Hasan (Aktunç) lardan sonra Mehmet Güvenç Ağabey de katıldı. Kervan devam ediyor. Sırada kimler var, bilinmez. Mehmet Güvenç Ağabeyle birlikte ahiret yolculuğuna çıkanlara rahmet niyaz ederken, geride kalanlara da sabr-ı cemiller dilerim. Duâ ve niyazımız, hüsn-ü hâtime; ahirete iman ve Kur’ân’la gitmek. |
Ahmet ÖZDEMİR 13.08.2009 |
Sabır kahramanına duâ
Alessandro Manzoni’nin güzel bir sözü var: “Dostluğun en iyi yanı sırlarımızı açabileceğimiz birisi olmasıdır.” Gerçekten her insanın etrafında dost diye bildiği ve dost saydığı bir çok insan vardır. Ama bu dostlardan kaçıyla sırdaş olabilecek derecede bir dostluk köprüsü kurabilmişiz, bence bu daha önemli bir meseledir. “Bin dost az, fakat bir düşman çoktur” atasözü elbette güzel bir hayat felsefesi sunar bizlere. Lâkin bu dostların hepsiyle sırdaş olabilmek bu günün ortamında hemen hemen imkânsız. Ben kendi hesabıma bu kadar dost içinde bir; bilemedin iki tane sırdaş dost bulabilirsek kendimizi şanslı addedebiliriz diye düşünüyorum. Gazetemin 9.8.2009 tarihli sayısında yazar kardeşim Hüseyin Gültekin’in bir yazısı vardı. Bu yazıyı okumayanlar için özetleme yapıyorum. Kardeşi Mehmet Gültekin amansız bir hastalığa yakalanmış. Doktorların meslek icabı hastadan gizleyerek, yakınlarına bilgi verme teşebbüsü karşısında Mehmet Gültekin kardeşimiz büyük bir metanet ve tevekkül örneği sergileyerek “Doktor bey, hastalığım hakkındaki bilgileri bizzat bana söyleyin” diye vahim durumu doğrudan öğrenmiş ve yakınlarının bile moralini bozan, onları ürküten, sarsan neticeyi öğrendikten sonra hiçbir şey olmamış gibi normal hayatına ve sohbetlerine devam etmiş. Hüseyin Gültekin kardeşimiz yazısının sonlarında bu metin, sebatkâr ve mütevekkil kardeşi için duâ etmemizi rica etmiş. Yazıyı en az Hüseyin Gültekin kardeşim kadar duygu ve hüzün sağanağı yaşayarak okudum. Ve mütevekkil, bizlerden ve bütün Müslüman kardeşlerinden şifa için duâ bekleyen, sebatkâr Mehmet Gültekin için duâlar etmeye başladım. Ama hepsinin üstünde takdir duygularımla, gösterdiği metanetten ötürü bu metin sarsılmaz kardeşimle iftihar ettim. Bir o kadar da talebelerine bu şuuru, tevekkül ve teslim inancını kazandıran muhterem Üstadımızı hayırla yâd ettim, onun eserlerini okuma şerefine nâil olduğumuz için Allah’a hamdettim. Yazıyı okuduktan hemen sonra isminin altında yer alan telefonunu aradım, duâlarımı ve geçmiş olsun temennilerimi iletmek için. Hüseyin Gültekin, gazetemiz okuyucularını sırdaş bilerek bu hayatî meseleyi bizlere açmakla aslında önemli bir görevi de hayatiyete geçirmiş. Azamî irtibat, müfritane irtibat düsturu çoktandır ihmal ediliyordu. Dünyanın neresinde bir kardeşimiz sıkıntıya düşmüşse haberimiz olmalı. Her kardeş, elinden geleni yapmalı. En azından duâ ederek, mânen arkasında müzahir olmalıdır. En civanmert yoldaş olmanın gereğidir bu tür davranışlar. Hüseyin ve Mehmet Gültekin kardeşlerime ve bütün okuyucularıma acizâne tavsiyem şudur ki, Cevşen’deki duâlar özellikle Tahmidiye duâsı kerametkârâne bir şekilde şifaya vesile olmaktadır. Tahmidiye’ye devam etmekte büyük faydalar var. Sebeplerin sükût ettiği durumlarda Tahmidiye bir kurtarıcı gibi imdada geliyor, diye inanıyorum. Bir çok kardeşimiz de bu konuda tecrübelidir sanıyorum. Bu duânın mücerreb olduğunda çoğumuz hemfikiriz. Okuyucularımdan ricam, Mehmet Gültekin kardeşimiz için birer defa da olsa Tahmidiye duâsı okumalarıdır. Duânın sırrı azimdir. Bunda şüphe yok kardeşlerim! “Birimiz şarkta, birimiz garbda, birimiz şimalde, birimi cenupta, birimiz dünyada, birimiz ahrette de olsak biz yine bir ve beraberiz” cümlesinde ifadesini bulan uhuvvet, hıllet düsturları gereği azamî derecede irtibat ve haberleşme geleneğini sürdürmemiz temennisiyle Allah’tan başta Mehmet Gültekin kardeşime ve bütün hasta kardeşlerimize acil ve kalıcı şifalar diliyor, yapılacak bütün duâlara şimdiden âmin diyorum. |
Zafer AKGÜL 13.08.2009 |