S. Bahattin YAŞAR |
|
İmânî sofralarda Hz. Peygamber de var |
Nurs Konağı, okumaya, düşünmeye, tefekkür etmeye ve fikir çalışmalarına oldukça müsait bir ortamdı. Bu hem iklim olarak böyle, hem de mekânın şartları olarak böyleydi. Programımız üzerinde oldukça iyi düşünülmüş, önceki yıllarda yaşanan tecrübeler dikkate alınmıştı. Bunun çok büyük faydasını gördük. Programımızdan biraz bahsetmek, uygulamalara örnek olabilir.
OKUMA PROGRAMLARI, KİŞİLERİN KENDİLERİNİ KEŞFETTİKLERİ ORTAMLAR Program ilerledikçe, programdaki incelikler ve uygulamadaki aksaklıklar kendini gösteriyordu. Tabi bu arada programa katılan farklı farklı şehirlerden, kültürlerden gelmiş kardeşlerin farklı ve orijinal özellikleri kendini gösteriyordu. Zaten programların en renkli taraflarından birisi de, böyle farklı özelliği olan kardeşlerle tanışmak ve onlardan istifade etmek olmaktadır. Yani bu yönüyle programlar kişilerin kendilerini daha yakından tanımayı ve sosyal yönlerini keşfetmelerini netice veriyor. Programın en dikkat çeken özelliğinden birisi de, eğitimcilerin çalışmış oldukları özel konuları talebelere takdim etmeleri idi. Öğrenciler bu programa sorularla iştirak ettiler ve konular istifadeye medar oldu. Özellikle, işlenen konular daha çok ihtiyaç duyulan mevzulardan seçilmişti. Bu konulara öğrencilerin ilgisi görülmeye değerdi.
GEZİLER, PROGRAMLARIN VAZGEÇİLMEZLERİ Program ilerledikçe önceden planlanmış geziler uygulanıyordu. Şanlıurfa’dan Rize’ye kadar gelip de buralardaki güzelim yaylaları gezmemek, görmemek düşünülemez. Bir de program içerisindeki geziler, programın işleyişine hız katıyor. Yani geziden döndükten sonraki gün okumalar daha bir hız kazanmış oluyordu. Bu vesileyle geziler özellikle dikkate alınması gereken unsurlardandır.
İLK GEZİMİZ, AYDER YAYLASINA Hüseyin Ağabeyler, yörenin yerlisi olarak bizi bilmediğimiz ve pek de gidilmemiş olan özel dinlenme ve piknik mekânlarına götürdüler. Ayder Yaylasından çok daha yukarılardaki piknik alanları oldukça bâkir yerlerdi. Piknik alanında yanıbaşımızda akan derenin sesi, yıl boyu kulaklarımızda çınlayacak cinstendi. Özellikle de Şanlıurfa’dan katılanlar için Ayder Yaylasındaki görüntüler oldukça unutulmayacak cinstendi. Onun için de kardeşlerimiz, fotoğraf kayıtlarını bolca burada aldıkları manzaralar ile doldurdular. Ayder Yaylası aynı zamanda pek çok sportif aktivitelere de oldukça müsait bir mekân. Onun için biz de pek çok arkadaşımızla kabiliyet durumuna göre aktiviteler yaptık. Bunlardan birisi de ata sporumuz güreşti. Hatta küçük çaplı bir futbol ve dağ eteklerinden dik yamaçlardan kayma yarışmaları yapıldı. Tabiî kendini kontrol edemeyip, tepe takla gidenler de yok değildi. Ayder Yaylasından dönerken, Pazar ilçesinde bir deniz safhası da yaptık. Tabiî bütün aktiviteler içerisinde denize girmenin yeri oldukça farklı. Biz de ondan geri kalmadık. Hem de oldukça müsait ve güzel bir ortamda.
KARADENİZ BÖLGESİ PİKNİĞİNDEYİZ Program içerisindeki ikinci gezimizi, Karadeniz Bölgesi ve Mezunları Pikniğine Uzungöl’e yaptık. Böylece bölgedeki ağabey ve kardeşlerimizle de tanışma, konuşma imkânı bulmuş oluyoruz. Burada bize misafirler adına bir konuşma hakkı tanıyorlar. Biz de buradaki konuşmamızda, iman kardeşliğinin birlik ve beraberlik, dayanışma, müfritane irtibat ve muhabbet gibi kavramları gerektirdiği üzerinde durduk. Ve bu dâvete icabetimizin, müfritane irtibat dersinin uygulamasını yapmak anlamına geldiğini ifade ettik ve okuma programlarının artık hayatın bir vazgeçilmezi olduğu üzerinde durduk. Ayrıca Uzungöl’de, program içerisinde geçen derslerin izlerini kardeşlerimizde görmek mümkündü. Derslerimizden biri, Sünnet-i Seniyye idi. Burada, "Her yaptığımız işte, Hazret-i Peygamberi (asm) yanı başımızda oturur düşündüğümüzde, o işteki tavrımız güzelleşecektir. Onu hep yanıbaşımızda hissettiğimizde, o zaman dilimleri ibadetleşiyor" demiştik. Bir kardeşimiz de ikindi namazını kıldıktan hemen sonra, kulağıma eğilip, ‘Ağabey, dikkat, Hazret-i Peygamber şu an yanımızdadır’ diyordu. Ben de, yaptığımız konuşmada, bu muhteşem ayrıntıya yer verdim ve ‘Şu an bu mütevazî topluluğun içinde, Hazret-i Peygamber (asm) bulunuyor’ dediğimde, duygusal anlar yaşandı. Hakikaten de böyle imanî sofralarda Hazret-i Peygamberin (asm), Hazret-i Üstad’ın olmaması düşünülemez.
UZUNGÖL'DE, İNSAN OLMANIN HAZZINI YAŞIYORUZ Bu program sonrasında Uzungöl’ü yakından tanıyoruz. Uzungöl, gerçekten Rabbimizin san'at harikalarından bir mekân. Bu mekân, insanın pek çok uyuyan duygularını uyandırıyor ve insanı tefekküre sevk ediyor. Özellikle arkadaşlarımızın kaydettikleri fotoğraflar, hayata derin izler bırakacak nitelikte idi. Bu programın ve etrafında olan gezilerin, hayat boyu kardeşlerin hayatlarında derin izler bırakacağı anlaşılıyordu. Uzungöl dönüşünde Bursa’da yaşayan Paşalıoğlu ile Rize’ye dönüyoruz. Dönüş yolunda Sultan Murat Köyünde bir şehitliğin olduğunu öğreniyoruz. Epey bir tırmanma şeridinden sonra, Sultan Murat Köyüne ulaşıyoruz. Burada akşam yemeği hazırlıklarından sonra, biraz ilerideki şehitliğe hareket ediyoruz. 75 şehit, başlarında komutanlarıyla birlikte bu toprağı nuranîleştirmişlerdi. Doğrusu şehitliğe girer girmez bütün kardeşlerimizin hissettiği bir şey oldu. O da şehitlerin bizi mânevî esintileriyle karşılamaları idi. Çünkü bir anda biz büyük bir mânevî rahatlık hissettik. Duygularımız hareketlendi. Duâlar ettik. Onlar bu vatanda maddî şehitler, Nur Talebeleri de talebe-i ulum olarak mânevî şehit yolunda ilerlemekte idiler. Sonra öğreniyoruz ki, buradaki şehitler, Rus savaşında, yanlış istihbarat sonucu bizim askerlerimiz tarafından topçu atışlarıyla şehit olmuşlar. Allah hepsinin mekânını Cennet etsin ve bizleri de onların şefaatlerine mazhar etsin. Rize Hemşin’e, son günümüzü burada geçirmek üzere geri dönüyoruz. Doğrusu buralardan ayrılmak kimse için kolay olmuyordu. Fotoğraflarımızı, bu karelere zaman zaman dönmek üzere kaydediyorduk. Şükran, Türkan ablalar ve Hüseyin ağabeylerle tekrar görüşmek dileklerimizle helâlleşiyoruz. "Ne olur konağımızın hiç değilse temizlenmesi için kullanılmak üzere alın" diye takdim ettiğimiz ücreti, "Biz kardeşlerimize bir hizmette bulunamadık, onlara gittiğiniz yerlerde bu paraya bir yemek ısmarlayın" diyerek, bunca manevî kazanımların yanında maddî ücretlerin oldukça basit kaldığı dersini bize veriyorlardı. Programa katılanlardan tek tek geri dönüşüm düşünceleri aldık. Başarılı olunan noktalar, olması gerekenler, geliştirilmesi gerekenler bir bir ifade edildi. Ama geri dönüşüm notlarından en dikkat çekeni ise, programın oldukça dolu ve neşe içerisinde geçmesini ifade edenler idi. Tabiî tanışmaların, konuşmaların verdiği sıcaklıklar da notlarda gereken ifadeleri bulmuş. Özellikle gençlerin çalışılmış dersler olarak eğitimcilerin yaptıkları derslere notlarda geniş yer vermeleri dikkat çekici.
SÜMELA MANASTIRI'NIN HATIRLATTIĞI Gidişimiz gibi dönüşümüzü de renklendirmek istiyoruz. Farklı şehirler görerek gezi mekânlarını tefekkür etmek istiyoruz. Bu vesileyle Trabzon’da Sümela Manastırına uğruyoruz. Manastırın kuruluş amacı kadar, kurulduğu yer de apayrı bir özellik arz ediyordu. Dinini yaşamak isteyen insanlara hiçbir şeyin mani olamayacağının tarihî bir vesikası gibiydi burası. Üniversiteli kıymetli Yunus Emre, Ender, Burak ve Semih kardeşimizle burada yollarımız ayrılıyor. Kardeşlerin birbirleriyle kucaklaşmaları görülmeye değer bir manzara idi. Yolculuğumuz boyunca, Gümüşhane, Bayburt şehirlerinin de havasını teneffüs ediyoruz.
DÖNÜŞ YOLUNDA ERZURUM'DAYIZ Erzurum’da yine Nur kardeşlerimiz bizi karşılıyorlar. Kardeşlerimiz dershanelerimizde ve evlerde bizi ağırlıyorlar. Bu özellik bu memleketin bir karakteristiğidir. Misafirin özel konumu bu memlekette aynı. Bir de, aynı dâvâda kardeşler misafir olunca, yaklaşım daha bir hassasiyet kazanıyor. Ertesi sabah, öğleye kadar Erzurum’u geziyoruz. Yakutiye Medresesi, Çifte Minareli Medrese, Kümbetler, Ulu Cami gibi tarihî mekânlara bir bir uğrayıp bilgiler topluyoruz. Erzurum’un tarihî kimliği adeta insanların simalarına yansımış bulunuyor. Çay ocağı önünde çay içen dadaşlar bizimle kardeşane selâmlaşıyorlar ve sımsıcak gülümsüyorlar. Erzurum’un tarihte yaşadıkları şehir merkezine adeta nakşedilmiş. Savaş figürleri, yaşanan tarihî hatıralar, Nenehatun olgusu insanlara adeta işlek caddelerde kendi varlığını ve mücadele güçlerini hissettiriyor. Bu hassasiyet dünün unutulmamasını sonuç veriyor. Çok güçlü duygularla ayrılıyoruz serhat şehrimiz Erzurum’dan. Burada özellikle dershanede kardeşlerine hizmet etmekten zevk alan Nur Talebelerini ve kardeşlik duygusunu gençlere çok iyi nakşeden Dr. Ömer kardeşimizi ve şu an okuyucularımızdan duâlar bekleyen Gürbüz Dinçer Ağabeyimizden bahsetmeden geçemeyeceğim. Erzurum’dan tatlı hatıralar toplayarak, Şanlıurfa’ya geri dönüyoruz. Sırada Bingöl şehrimiz var. Tabiî yol güzergâhında pek çok tatlı özellikleri olan ilçelerden geçiyoruz. Ve Diyarbakır’a geldiğimizde artık gezimizin sonuna geldiğimizi hissediyorduk. Çünkü bazı kardeşlerimiz buradan kendi şehirlerine ayrılıyorlardı. Onlarla kucaklaşırken tatlı bir birlikteliğin izleri kendini gösteriyordu. Ayrılanlar, bir dahaki programlarda görüşmek üzere kaydı düşmeden edemiyorlardı.
TÜRKİYE'Yİ, BİN KEZ DAHA SEVİYORUZ On günlük Rize okuma programının bize hissettirdiği bir şey daha oldu. O da, bir şehrimizde 40 derecelerde sıcaklık yaşanırken, başka bir şehrimizde aynı tarihlerde sağanak yağmurlar vardı. Özellikle Kaçkar Dağları ile Erzurum’un Palandöken Dağlarına bakıldığında karlı görüntüleri değerlendirmek mümkündü. Şimdi Uzungöl yakınlarında, Sultan Murat Köyündeki bir dağ yamacında yatan 75 şehit ve komutanlarını daha iyi anlıyoruz. Risâle-i Nur okuma programımız bir sonuç daha veriyor ki, Türkiye’yi ve Türkiye’de yaşayan bütün insanları bir kez daha çok seviyoruz. Bir başka programda görüşmek ümidiyle.
—SON— 18.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Cemaatle namazda bazı hususlar |
Ali Bey: “1- Cemaatle namaza sonradan yetişen bir kimse, imam kıraate başlamışsa Sübhaneke’yi okur mu? 2- Gündüz kılınan namazlarda imam sehven okumayı cehrî yaparsa namaz sahih midir? 3- İmama üçüncü rek’âtte yetişen birisi namazı nasıl tamamlar?”
1- Namazda iftitah tekbirinden hemen sonra iftitah duâsı okumak sünnettir. İftitah duâsı Hanefî ve Hanbelîlerde “Sübhâneke”; Şafiîlerde “İnnî veccehtü...” diye başlayan En’am Sûresi 79. âyeti ile, “İnne salâtî...” diye başlayan En’am Sûresi 162 ve 163. âyetleri; Mâlikîlerde ise hem Sübhâneke, hem de yukarıdaki âyet-i celîlelerdir. İmam eğer—gizli veya açık—kıraate başlamışsa, cemaatten iftitah duâsını okumamış olanlar imamın kıraatini bitirmesini beklerler. İmam kıraatini bitirir bitirmez kendisi Sübhâneke’yi okur ve imama rükûda yetişir. Sübhâneke’yi okuduğu takdirde eğer imama rükû’da yetişemeyeceğini anlarsa artık bu duâyı okumaz, imama rükûda yetişir; bu durumda bu duâ kendisinden sâkıt olur. İmam rükû’dan doğrulmadan rükû’ya yetişen birisi o rek’âti imamla birlikte kılmış sayılır. Eğer rükû’dan sonra imama uymuş ise, o rek’âti kılmamış sayılır ve kılmadığı rek’âti imam selâm verdikten sonra kalkar ve kazâ eder. Kazâ ederken, o rek’âtte duâ ve kıraat olarak ne okuması gerekiyor idiyse okur. Meselâ iftitah duâsı olan Sübhâneke’yi, Fâtihâ’yı ve zamm-ı sûreyi okur. Birinci rek’ât kılındıktan sonra imama yetişen birisi; eğer imamın kıraatinden fırsat bulabilirse kendi iftitah duâsını bu rek’ât içinde bir ara okur. Ama imam kıraattayken okumamalıdır. Çünkü imam kıraat yaparken cemaatin susması, yani bir şey okumaması vâciptir. Sünneti yapmak için vâcibi terk etmemelidir. Bu kişi Sübhâneke’yi bir de imam selâm verdikten sonra, kılmadığı birinci rek’âtin kazâsını yaparken okur. Çünkü bu durumda, imamın selâmından sonra kendisi kazâ yapmaktadır; kazâ esnasında, kılmadığı rek’âtte ne okuması gerekiyor idiyse okur. Binâenaleyh, daha önce Sübhâneke’yi okudum diye bu defa terk etme yoluna gitmemelidir. Okumaz ise sünnet sevabından mahrum kalmış olmakla berâber, namazı sahihtir. 2- Cemaatle kılınması halinde sabah namazında, akşam ve yatsı namazlarının ilk iki rek’âtlerinde, teravih ve vitir namazlarının her rek’âtinde, Bayram ve Cuma namazlarında imamın Fâtiha ve zamm-ı sûreyi açıktan okuması vâciptir. Öğle ve ikindi namazlarının her rek’âtinde, akşam ve yatsı namazının ise üç ve dördüncü rek’âtlerinde kıraati gizli okumak vâciptir. Cemaatle kılınan kazâ namazları için de hüküm aynıdır. Öğle ve ikindi namazlarının kazâsı gizli kıraatle kılınır; sabah, akşam ve yatsı namazlarının kazâsı açık kıraatle kılınır. Tek başına kılınan sabah, akşam ve yatsı namazlarında ise kişi dilerse açıktan okur, dilerse gizli okur. İmam gizli okuması gereken yerde açıktan, açıktan okuması gereken yerde gizli okuması durumunda sehiv secdesi yapar. Öğle ve ikindi namazlarında unutularak Fâtiha’nın çoğu açıktan okunsa, kalan kısmı gizli okunur. Açıktan okunması gereken namazlarda imam gizli okumaya başlasa, hatırladığı anda yeniden Fâtihâ’yı açıktan okur. Ancak meselâ sabah namazında yanılarak Fâtihâ’nın tamamını gizli okumuş olsa, artık Fâtihâ’yı okumaz; zamm-ı sûreyi açıktan okur. Bütün bu durumlarda sehiv secdesi yapar; namazı inşaallah sahihtir. 3- Üçüncü rek’âtte imama uyan bir kimse, namazın ilk iki rek’âtine yetişememiş demektir. Bu kimse imam selâm verince kalkar; birinci ve ikinci rek’âtleri, bu rek’âtlerde okunması gereken ne varsa okuyarak kazâ eder. Üç veya dört rek’âtli bir namazın son rek’âtinde imama uyan bir kimse ise; imam selâm verdikten sonra kalkar, birinci rek’âti kazâ eder, oturur, et-Tahiyyâtü duâsını okur; sonra kalkar, diğer rek’âti kılar, iki rek’ât kalmış ise iki rek’âti peş peşe kılar, oturur, et-Tahiyyâtü’yü, Salavât ve duâları okuyarak selâm verir. Meselâ akşam namazının üçüncü rek’âtinde imama uyan bir kişi, imam selâm verdikten sonra kalkar, birinci rek’âti içinde okuması gereken duâ ve sûreleri okuyarak kazâ eder, rükû ve secdeden sonra vâcip olan birinci oturuşunu yapar, bu oturuşta yalnızca et-Tahiyyâtü’yü okur ve kalkar; ikinci rek’âti de içinde okunması gereken kıraati okuyarak kazâ eder, sonra farz olan son oturuşunu yapar, selâm verir. Bu durumda ilk oturuşu imamla zorunlu olarak yapar; iki oturuşu da kendisi birincisini vâcip olarak, ikincisini de son oturuş olduğundan farz olarak yapmak sûretiyle üç oturuşta bulunmuş olmaktadır. Çünkü namazda ikinci rek’âtten sonra oturuş yapmak vâciptir; son oturuş ise farzdır. Oturuşlarını, imamla kılmaya başladığı rek’âtten başlayarak hesap eder ve yapar. 18.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Paha biçilmez öğütler |
Ecel gelmeden yapabileceklerinizin en hayırlısını yapınız. Sizden öncekilerden ibret alın. Dünya hayatı sizi aldatmasın. Aldatma ustası şeytan da, Allah’ın azabını unutturup sadece affına güvendirerek sizi isyana sevk etmesin. Çalışın, fakat gaflete düşmeyin. Siz gaflete düşseniz de sizin yaptıklarınızdan gaflet edilmez. Dünyaya Allah’ın önem verdiği kadar önem veriniz. “Mal ve evlâtlar dünya hayatının süsüdür. Bâki kalan salih ameller ise, Rabbinizin katında sevapça daha hayırlı ve ümit bağlamaya daha lâyıktır.” (Kehf Sûresi: 46.) Yukarıya aldığımız bu ifadeler halife seçilir seçilmez Hz. Osman’ın (ra) halka yaptığı konuşma içerisinde yer alan cümlelerden bir kısmı. Niceleri yüksek bir makama geldiklerinde sevinçten âdeta kendilerini kaybederler. Ama Hz. Osman (ra), değil sevinçten kendinden geçmek ağır bir yükün altına girmenin ezikliği içerisinde idi, tasalıydı. Yine niceleri yüksek mevkilere geldiklerinde gaflete dalar, gevşer, sorumluluktan uzaklaşırlar. Hz. Osman (ra) ise tam tersi ciddiyetle görevine sarılmış, gaflete düşmediği gibi gaflete düşülmemesi için gerekli uyarılarda bulunmuştu. Hatırlattığı hakikatler son derece önemli. Elmas değerindeki ömür sermayesi ecelle sona eriyor. Ecel ise gizli. O halde ömrünü bugün bilip elinden gelenleri, hem de en güzelleriyle yapmalı insan. Hayat, hata ve kusurlarla doludur. Hata ve kusurdan uzak kalan veya en az hata yapanlar, geçmişten ibret almasını bilenlerdir. Dünya hayatının oyun ve eğlenceden ibaret olduğu bilindiği halde insan bu oyuna kapılıp günah ve haramlara dalıp ölümle gözünü açar, ama iş işten geçmiş olur. Şeytan da insanı Allah’ın affedici olduğunu hatırlatarak günahlara daldırır. Artık günahlara öylesine alışır ki, dönme, pişman olup terk etme imkânı bulamadan ecel cellâdı gelip yakasına yapışabilir. Bir âyette de belirtildiği gibi Allah tövbe edenleri affedici olduğu kadar günahta ısrar edenlere karşı da Aziz-i Cebbar’dır. Gaflet de gerçekten dikkat edilmesi gereken çok önemli bir noktadır. İnsan gaflete dalıp dünyada bulunuş sırrını unutur, ebedî kalacakmışcasına dünyaya bağlanır, asıl gideceği vatan için hazırlık yapması gerekirken unutur. Bir de bakar ki hayat bitivermiş. Bu öğütlerden istifade edeceğimiz çok noktalar var. 18.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Çalışma ve niyetiniz ne ise, kısmetinize o çıkar! |
Evlenmek için seçilecek eşin “dindar” olması gerektiğini naklederek sık sık vurguladık. “Dindarın” temel özellik ve hasletlerini de şöyle sıralayabiliriz: Tahkikî imana sahip ya da en azından onu kazanmaya çalışan, doğru/dürüst, sadık, saygılı, mütefekkir, şâkir (şükredici), hayâ-iffet sahibi, marifetli (bilgili, becerikli), affedici, hoşgörü sahibi, adil, cesur, cömert, diğergam, paylaşımcı, çalışkan, mütevekkil, kanaatkâr, muktesit, müşfik, iyiliksever, olaylara müsbet / olumlu bakabilen, mütevâzî, helâl kazanç peşinde koşan… İçinizden, “Bütün bu güzel hasletleri taşıyanları nereden bulacağız?” diye soruyorsanız... Asla kaygılanmayın. Zira, şu İlâhî kanundur ve asla değişmez: 1- “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.”1 Bu âyette “mü’min için” değil de, “insan için” denmesi önemli bir inceliğe işaret değil mi? Hangi inanç veya düşünceden olursa olsun; se-beplere uyarak çalışan, gayret eden herkes için geçerli bir kanundur. Yani, kim, fıtrî, tekvinî şeriata, yani, İlâhî kanunlara uyarsa karşılığını alır, kazanır. 2- Niyetimiz ne ise, kısmetimize o çıkar! Neyi ararsak onu bulur, niçin çalışırsak, karşılığı mutlaka verilir. Şartları ve sonucu biz hazırlamayacağız, bize sadece “Güzel ve olumlu niyetle talep edin, isteyin, meyledin” denmiştir. Bu ne demektir; niyetle sonuçlar değişir mi? Evet, niyet bir maya, bir kimya gibi eşyanın mahiyetini, yani, maddeyi bile değiştirir! Niyet, “Gaye, amaç ve hedefin düşünce planında oluşmasıdır”2 şeklinde tarif edilir. Bir düşünceyi uygulamak, bir faaliyeti ve işi yapmak için zihnimizde hâsıl olan yönelme, meyil ve karar diyebiliriz. Unutmuyoruz ki, niyet bir kimyadır. Eşyanın, maddenin bile mahiyetini değiştirir. Niyetimiz düşüncelerimizi, düşüncelerimiz davranışlarımızı, onlar da hayatımızı etkilerler. Hepimizin bu âlemde özel bir dünyası var ve onu istek, düşünce ve niyetlerimizle şekillendiririz. Tıpkı, evimizi istediğimiz renge boyamamız, dekorasyonunu ayarlamamız gibi. Düşüncelerimizi niyetlerimiz; niyetlerimizi de bilgi birikimi, duygu, şuur ve inançlarımız yönlendirir. İşlerimiz, faaliyet ve davranışlarımız niyetle-rimize göre şekillenir. “Ameller / işler niyetlere göredir. Kişi için ancak niyetinin karşılığı vardır” 3 hadis-i şerifi bunu ifade eder. Neye niyet edersek onu buluruz. Kültürümüzde bu, “Niyetin ne ise kısmetin odur. Niyet hayır, akıbet hayır” tarzında vecizeleşmiş. İşlerimizde niyetlerimizin kesinliği, büyüklüğü, ısrar sayısı, samimiyet, içtenlik ölçüsünde sonuçlar alırız. Bediüzzaman, “Niyet öyle bir kimyadır ki, şişeleri elmasa çevirir” 4 “Niyet bir mayadır” der. Kimya, eşyayı reaksiyona uğratır, değiştirir. Maya, hamuru ekmeğe; sütü yoğurda, peynire, yağa çevirir. İşte işlerimizin sonucu, niyetlerimize göre şekillenir. Niyetlerimiz ne kadar iyi, doğru, hayırlı olursa; sonucu da o kadar güzel, kesin ve hayırlı sonuçlanacaktır. Rabbimiz bizleri niyetlerimizle de imtihan ediyor. Sonsuz merhamet sahibi olan yüce Rabbimiz, hem sayısız nimet ihsan etmiş, hem de onları kazanmak için çok rahatça işletebileceğimiz “niyet”i ve düğmesine basacak hür iradeyi vermiş. Biz niyetle isteriz; O da takdir eder, yaratır. Niyet, lokmayı ağzımıza atmak veya bir tohumu ekmek gibidir. Lokmanın gıda olarak hücrelerimize taşınması; tohumun mahsül olması için yüzlerce fizyolojik, biyolojik, kimyevî, fizikî, coğrafî işler, faaliyetler dönüyor. Hiçbirisinden ne haberimiz, ne bilgimiz var, ne de sonuca ulaştıracak güce sahibiz. Yaptığımız tek şey, lokmayı ağzımıza atmak, tohumu ekmek... İşte işlerimiz, faaliyetlerimiz gibi, kısmetimiz de böyledir. Biz sadece iyi hasletlere sahip, dindar, ahlâklı bir eş bulmaya niyet ederiz. Yaratan ve ikram eden Rabbimizdir. Niyetin harika ne-ticelerini samimiyetimiz, ısrarımız ve ihlâsımız derecesinde alabiliriz. İmanını güçlendirip işlerine halis niyetle girişenlerin harika ikramlara mazhar oldukları, tarihten günümüze gözlemlenen bir olgu değil mi?
Dipnotlar:
1- Kur’ân, Necm, 39.; 2- Mesnevî-i Nuriye, s. 46.; 3- Buhârî, İman: 41; Müslim, İmâre: 155.; 4- Mesnevî-i Nuriye, s. 169. 18.07.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Rifat OKYAY |
|
Sonbaharı görmeden gelebilir... |
Bahar gelmiş, yaz geldi, kış gelecek... Dünyaya misafireten getirildik. Dünyanın sahibi gibi yaşıyor ve davranıyoruz. Vakit geldiğinde başka bir âleme çağrılacağız ve hesap vereceğiz... Herkes ve hep başkalarıyla yaptığımız amellerimiz dile gelecek ve bizi, kendimizi yaptıklarımızı ve yapmak için gösterdiğimiz büyük gayret ve çabaları anlatacaklar. Başkalarının aynalarında göremediğimiz fakat her zaman başkalarıyla anlattığımız ve dile getirdiğimiz her şey apaçık ve aşikâre bir şekilde haşir meydanına dökülüverecek. Gençliğimizin şatafatından ve isyankâr, itaatsız kulluğundan ya da tam tersinden anlatıldığımız zamanda müdahale edemememiz, üzüntülerimiz ve sevinçlerimiz birbirine karışacak... Binalara ve inşaa edilmelerine bakarken her bir tuğlanın yerli yerinde kullanılmasıyla yükselişini veya yanlış, eksik kullanılmasıyla çöküşünü bu dünyada gördüğümüz gibi ahirette de amellerimizin bizi yükseltişini veya alçaltışını göreceğiz... Özlenen veya çok arzulanandan ziyade, doğrunun, doğruların, en doğruların istenmesi de yetmiyor... Demek ki ve illa ki hayatın içinde hayatı veren Hayy-ı Kayyumun emirlerini gerçekleştirecek bir çalışmanın, amelin, gerçek bir gayretin, fiiliyatın içinde olmak gerekiyor... İyilere özenmek, onlar gibi olmayı istemek ve bu yollarda yürümek için kafa yormak bile inşaallah bu tarz bir gayret ve fiiliyat sayılabilir. Zaten kimsenin elinde bir sened yok ki baharı, yazı, kışı görsün... Yokluğa hayat rengi vermekten ve hayatımızı bad-ı heva boş işlerle ve günahlarla geçirmektense ölüm hakikatının boyasıyla boyanarak, her zaman gideceğimiz ve mahall-i maksudumuz olan ahirete hazırlanmak, oraya hazır olmak trilyon kere trilyon evlâdır... Kimse kimseye gittiğimiz yerde yardımcı olamayacaksa, bu dünyanın zahiri lezzet ve geçici zevklerinde de aynı tavır ve kararlılık gösterilebilmelidir. Herkes kapı çalınmadan, kapının çalınacağını bilerek hazır olmalıdır... Bizim için ve başkaları için her zaman bahar, her zaman yaz, her zaman kış ve her zaman sonbaharı görmeden gelebilir. Yeter ki, getireni götüreni bilelim ve şuurla bunu bildiğimizi bildirelim... 18.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Selim GÜNDÜZALP |
|
HERKES KENDİ RESMİNİ ÇİZER |
Öyle diyor Mevlânâ: “Dün, dünle beraber gitti cancağızım. Bugün, yeni şeyler söylemek lâzım.” Biz de öyle yapalım... Yepyeni bir ruhla ve aşkla uyanalım. Hayat toprağımızı yeniden karıp karıştıralım. Ve toz toprağın içinden o günün en güzel gülünü çıkaralım... Evet, öyle yapalım. Günümüze Hz. Peygamberin (a.s.m.) bir duâsı ile başlayalım: “Ey Rabbim! Bu günün ve bundan sonra gelecek günlerin hayrını Senden isterim ve şerlerinden Sana sığınırım...” ... Geçenlerde bir resim sergisinin açılışına dâvetliydim. Hatıra defterine bir şeyler yazmaya çalıştım. Oraya yazamadıklarımı ise, sizlerle paylaşayım dedim. Sevgili genç kardeşlerim. Bir gönül sohbetine ne dersiniz?.. Bu dünyada herkes kendi resmini çizer. Öyleyse çizdiğin resme dikkat et. O resimler; kare kare tuvale aksettirdiğin o şeyler yorumlanacak bir gün... İyi bil ki, kendi resmini çiziyorsun yaşarken... Uğraştığın neyse, sen o’sun işte. Gün gelip bu resim yorumlanacak... Erbabı ve ehli tarafından. Hem de en ince ayrıntısına kadar... Ne fazla, ne eksik. Ne az, ne de çok. Duvara vuran aksin, yere düşen gölgen bile unutulmayacak. Yaman bir gün olacak. Ufak ufak ama her şeyi yazılı bulacaksın o resimde. O gün, her şeyi... Elde kalem ya da fırça fark etmez, sen hayat denilen tuvale kendi resmini çiziyorsun. Söylediğine ve yaşadığına dikkat et. Bu dünyada büyük bir aynanın önündesin. Boy aynasına bakıyorsun. Ve senin resimlerin aksediyor aynalarda. Uyusan da, uyumasan da... Aynalar emiyor, yutuyor bir bir suretlerini, çizgilerini. Çizdiklerini. Belki de farkında değilsin. Gizli kameralar önündesin. Ona göre yaşa, ona göre gör, ona göre görün. Sen neysen o’sun. Seçtiğin yoldasın. Seçtiğin neyse o yolda yürüyorsun. Bize verilenden sorumluyuz. Güzel izler bırak. “Kolay bırakılan izler çabuk silinir,” biliyorsun. Değiştirmek istersen resmini o da elinde... Beğenmiyorsan aynadaki görüntünü, geç kalmış sayılmazsın nefes aldıkça. Güzel izler bırak geçtiğin yollarda. Güzel suretler düşür aynalara. Kaybolan günleri, ah vah edip yandığın görüntüleri sil, çıkar aradan. Sana yakışan halleri, tavırları, suretleri, sıfatları takın. Öyle görün aynalarda. Riyadan uzak, sahteden ırak olsun ruhun. Bulutların arasından parlayan yeni ay gibi pırıl pırıl göster çehreni. ... Ey suretler, ey aynalardaki görüntüler. Zaman zaman bulutlansa da yüzünüz, hüzün kaplasa da içiniz, siz üzülmeyin. Bak ne güzel diyor Mevlânâ: “Lâ tahzen/ üzülme; bir yandan korku, bir yandan ümidin varsa/ iki kanatlı olursun./ Tek kanatla uçulmaz zaten./ Lâ tahzen / üzülme; sopayla kilime vuranın gayesi, kilimi dövmek değil, tozu almaktır./ Allah, sana sıkıntı vermekle tozunu, kirini alır, niye kederlenirsin? "Lâ tahzen/ üzülme; taş, taşlıktan geçmedikçe parmaklara yüzük olmak dileyen taş; ezilmeyi, yontulmayı göze almalıdır.” ... Güneşin altında kaybolan bir şey yok. Unutulduğu zannedilen her şey, her değer gün ışığına çıkar bir gün. Ona göre dur, ona göre görün, ona göre çiz resmini. Sen kendi hayatını yazmaktasın. Dikkat et, kalemin ne işliyor, ne yazıyorsa sen o’sun. Bediüzzaman bak ne diyor: “İşte, dünya süslü bir menzildir. Her birimizin hayatı bir endam aynasıdır. Şu dünyadan her birimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fakat direği, merkezi, kapısı, hayatımızdır. Belki o hususî dünyamız ve âlemimiz bir sayfadır, hayatımız bir kalem onunla, sahife-i a’malimize geçecek çok şeyler yazılıyor.” (Mektubat) ... Gün gelecek çizdiğin resim yorumlanacak ona göre. Nasıl yaşarsan öyle aksedecek aynalara. Çizdiğin kendi resmindir senin. Aynalar önündesin. Aynalar emiyor her kareyi, her anı hapsediyor, sabitliyor resmini. Ebedî bir hesap için zaptediyorlar. Şimdi suretlerdesin. Sonra aynalarda ve görüntülerdesin. Dikkat et. Maskeye ihtiyacın yok. Allah’ın verdiği o güzel yüze bir yüz daha ekleme. İki yüzlülerden olma. Sadelik ve yalınlık yakışıyor yüzüne. Hüzün yakışıyor sana. Öyle kal, daha güzelsin. En güzelin ayinesisin. Er adamına, dâvâ yiğidine yakışıyor hüzün. Ver kendini Allah’a Vur kendini tartıya. Dünyayı saran yalanları ve korkulu rüyaları uyanışınla uyandır. Donuklaşan ruhları, milyon hayatları kalbin ısıtacaktır. Senin kalbin, o en güçlü yanın yapacaktır bunları. Yeter ki inan, Allah’a güven ve O’na dayan... Sen neysen o’sun. Neyle meşgul olduğuna bir bak. Allah seni ne için yaratmışsa onunla ol. Fuzuli işleri bırak. Melekler şahidin olsun. Aynalar en güzel anlarını tutsun. Bir gün gelip çizdiğin resimler yorumlandığında yüzün aklardan daha ak olsun. Seni seviyorum diye, senin üstüne üstüne gelen sahte sevgilerden medet yok. Allah, kalbini korusun. Yalan yanlış sevgilerden. İnsanı bu kadar sevdiğini söyleyenler, sen de biliyorsun ki yalan söylüyorlar. Bunlar seni kendine esir ederler. Sevgiler araç olmalı Allah’a giden yollarda, amaç olmamalı. Kalbin yolunu kesen eşkıyalar da var dikkat et. Alkıştan, şöhretten, üzerine abanan ellerden, yaban ellerden Allah korusun seni. Seni sevenler, seni ait olduğun yere bıraksınlar. Allah’a bıraksınlar. Rabbim seni bu zorlu sınavda yalnız bırakmasın. Sen sadece O’nun kulusun, O’nun eserisin ve O’na aitsin. Bir kölenin iki efendisi olmaz. Haydi hoşça kal. Allah’a emanet ol. Dikkat et, kalbin ve düşüncen neredeyse, kiminleyse sen o’sun. Dilerim bu uğurda bahtın ve talihin sana açık olsun. Çizdiğin resme dikkat et. Yorumlanacak bir gün. 18.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Bosna gazileri |
Bosna’da yaşananları dünya unutsa da, Bosnalıların unutması mümkün değil. 1992 yılında, Sırpların saldırısıyla başlayan savaş, 1995 yılı Temmuz ayındaki Srebrenica katliâmıyla doruğa ulaşmıştı. Garip olan, Srebrenica’nın (Saraybosna, Bihaç, Gorajde, Zepa ve Tuzla gibi) BM tarafından “korunaklı / güvenli bölge” ilân edilmesine rağmen bu katliâmın yapılabilmiş olmasıdır. BM burayı güvenli bölge ilân ettiği için normalde 20 bin civarında olan nüfus, buraya göçenler sebebiyle 45 bine ulaşmış. Üstelik, Sırpların katliâm yapmak niyetiyle 10 bin ‘aşırı milliyetçi’ ile bölgeye ‘baskın’ yapacağı bilindiği hâlde katliâma engel olunmamış. Üstelik bu katliâm bir iki gün değil, Avrupa’nın ortasında tam bir hafta sürmüştü. Bu katliâma imza atanların bir kısmı ahirete ‘hesap vermeye’ gitti, bir kısmının da yargılanmasına devam ediliyor; ama insanlık nezdinde katliâma imza atanların tamamının mahkûm olduğunda şüphe yok. Bosna’da savaşan ve gazi ünvanını alan 30 kahraman, İHH’nın organizasyonuyla geçen hafta Türkiye’ye gelmişti. İstanbul ve Bursa’da çeşitli ziyaretler gerçekleştiren Bosna gazileriyle, Bağcılar Belediyesinin ev sahipliğinde düzenlenen toplantıda bir arada olma imkânı bulduk. Şunu gördük ki, bu ‘gazi’lik birilerinin verdiği kararla ya da bahşettiği isimlendirme ile kazanılan bir gazilik değil. Gaziler arasında ciddî yaralı olanlar da vardı, ama ortak nokta; tamamının İslâm’a teslim olmuş olmasıydı. Asker kıyafetleriyle Türkiye’ye gelen Bosna gazileri, yaptıkları konuşmalarla yüreğimize su serpti. Konuşmaya besmele ve duâ ile başlayan askerleri pek görmediğimiz için, onların bu minval üzerine devam eden konuşmaları sürpriz oldu. İnanın, Bosna gazilerinin konuşmaya başlarken yaptıkları duâ ve getirdikleri salâvatları Türkiye’deki ‘müftü’ler bile yapmıyor. Bu durum elbette müftülerimizin kabahati değil. Toplum olarak öyle bir ‘beyin yıkaması’na maruz kalmışız ki; konuşmasına duâ ve niyazla başlayan ‘gazi’leri görünce içten içe sevinmekle birlikte biz bile şaşırıyoruz. Türkiye’yi ziyaret eden ekipte yer alan Bosna “Altın Zambak Gaziler Derneği” Başkanı Albay Şerif Patkoviç’e mikrofon uzatılınca, “Biz iyi konuşma ustası değiliz. Biz cephede, mücadelemizle konuştuk. Hem Türkiye’ye hem de halkına teşekkür ediyoruz. Savaş esnasındaki yardımlarınızı unutmamız mümkün değil. Biz, Bosna Müslümanları olarak Osmanlı mirasını muhafazaya çalıştık. Biz sizleri Allah rızası için çok seviyoruz” şeklinde konuştu. Toplantıda konuşan diğer gaziler de “Türkiye’de gezerken kendimizi Bosna’da gezer gibi hissettik. Ama Bosna’daki savaş henüz bitmedi. Hem doğuda, hem de batıda düşmanlarımız var. Türkiye’nin yardımlarını devam ettirmesini istiyoruz. Allah hepimizi Cennet’te birleştirsin” deyip duâ ettiler. Toplantı sonrasında cemaatle kılınan namaz da görülmeye değerdi. Rükû ve secdeye gitmekte zorlanan imanlı gazilerin, her şeye rağmen namazlarını aksatmaması; Bosna savaşının nasıl bir inanç ve gayretle kazanıldığını hatırlatıyordu. Bosna gazilerini görünce, ceddimizi görmüş gibi olduk. Hepsine hayırlı uzun ömürler temenni ederken, bütün İslâm âleminin hür, bağımsız ve demokrat olması için de duâ edelim... 18.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Meseleye yanlış yerden bakmak |
Üniversitelerdeki başörtüsü yasağı her yıl yeni mağdurlar oluşturarak devam ediyor. Başörtülüler üniversite sınavına giremiyor, okuyamıyor, kamuda çalışamıyor. Hem de kanunsuz bir şekilde… En kötüsü de artık “kabullenilmiş” gibi yasağın kaldırılması için de bir adım atılmıyor. Geçtiğimiz hafta “Ayşe karşı mahallede” spotlarıyla Hürriyet yazarı Ayşe Arman “başörtüsünü” magazin boyutu ile ele alıp, halkın inanç ve değerlerini de hafife alan bir yazı dizisi yayınladı. Başörtülü kadınlara kendi üzerinden “Ninja kaplumbağa” diyecek kadar götürdü işi… Sonradan özür dilemiş olsa da bir anlam ifade etmedi. Çünkü başörtülüleri rencide edici ifadeler bununla da sınırlı değildi. Başını örtüp zengin semtlerde gezmiş, mini etek giyip muhafazakâr ilçelere gitmiş. Tesettür mayosu giyip otellerin havuzlarına girmiş. Sonra da bunları alaycı bir üslûpla gazetesinde yazmıştı. Başörtüsü takıp her yere girdiğini söyledikten sonra da şöyle bir sonuç çıkarmış: “Mahalle baskısı sıfır… Yandık… Bunun haber değeri yok… Ya da var mı? Birilerinin bağırıp, çağırması lâzımdı… ‘Gidin, defolun, sizi istemiyoruz’ demesi… Demediler… Neyse ne, olan bu…” Gerçeği geç de olsa görmesi yazı dizisinin tek önemli tarafı oldu. * * * Arman, başörtüsünün magazin boyutunu yazdı, ama bir de yasak boyutu var. Bunu görmezden gelirken başörtülülerin yaşadığı sıkıntıları yazmadı ya da yazamadı. Yasak mağduru insanlarla sohbet etse, onları anlamaya çalışsa daha hayırlı bir iş yapmış olurdu. Bazı sivil toplum örgütleri tarafından Türkiye’nin bazı illerinde kurulan “Başörtüsü özgürlük platformları”nın toplantılarına bir kez katılsa daha önemli bir gazetecilik yapmış olmaz mıydı? Bu platformlar kar, yağmur, sıcak dinlemeden yaptıkları eylemlerde; Kocaeli’nde 222, Sakarya’da 201, Ankara’da 182, Van’da 142, Akyazı’da 128, Konya’da 97 hafta geride kaldı. Bu insanlar her hafta Cumartesi günleri toplanarak ne söylüyorlar? Bunların dertleri nedir? Bunları hiç mi merak etmedi gazeteci refleksiyle… Her yere girdiğini sadece bir “gece kulübü”ne giremediğini söyleyen Arman’a sormak lâzım: Başörtüsü örtüp, asker bir yakınının yemin törenine katılabilir miydi? Orduevine girebilir miydi? Başını açmadan herhangi bir üniversitenin kampüsünden içeri girebilir miydi? Başı örtülü olarak bir devlet büyüğünden ödül alabilir miydi? Herhangi bir sınava girebilir miydi? Bu soruları uzatabiliriz… Ama soruların cevabı hep “hayır” olur. 10 çeşit baş bağlama modelini gazete sayfalarında yayınlamak yerine bu uygulamaların yanlışlığını yazması daha faydalı olmaz mıydı? Arman “haber gereği” örtünmüş. Başörtülüler ise inançları gereği başlarını örtüyorlar. Başörtüsü öyle aç-kapa işi değildir. Konu hafifletilemez. Çünkü, İslâm’ın bir emridir. Bir gün, müstehcen pozlar vereceksiniz, ertesi gün tesettüre bürüneceksiniz. Buna ne dendiğini de kendisi bulsun… * * * Arman’ın “bu derin araştırması”yla ilgili birçok şey yazıldı çizildi. Meşhur olmak istediği, gazetenin yaz dolayısıyla tiraj kaybını önlemek için bu yola başvurulduğu söylendi. Biz de belki muhatap alarak yazı yazmakla reklâmını yapıyoruz ancak bunlara da cevap verilmesi gerekiyordu. Özet olarak kendisine şunu söyleyelim. Başörtüsü yasağı kanunsuz. Başını örtenler okuyamıyor, kamu hizmetlerinde çalışamıyor, seçilme hakkını kullanamıyorlar… Bir de şunu unutmasın, başörtüsü öyle hafife alınacak, magazinleştirilecek bir konu değildir. Yıllardır çözüm bekleyen ülkemizin en önemli sorunlarından birisidir. Başörtüsü Diyanet İşleri Başkanlığının da açıkladığı gibi “Dinimizin emridir.” En temel insan hakkıdır. Eğer iyi bir gazetecilik yapmak isterse acizâne tavsiyemiz başörtüsü mağdurlarının sıkıntılarını dinlesin. O zaman hayırlı bir iş yapmış olur. Bu “inceleme”nin kendisine tek faydası ne başörtülüler mahalle baskısı yapıyor, ne de milletimizin başörtüsü ile bir problemi var. Bunu “karşı mahalle”yi gezerek öğrenmesi onun için çok büyük kazanç olmuştur! Taraf gazetesinin başörtülü yazarı Elif Çakır’ın şu sözleri Arman’a en güzel cevap oldu. “…Ve bu ülke maalesef örtülü insanlarına, Kürtlerine, Alevilerine her gün parmak sallayarak ‘ötekileştirme’ reaksiyonları gösteriyor. Dolayısıyla bazen empati kuracağım derken ‘ortalık karıştıran’ olursunuz. Daha doğru bir deyimle ‘fitne’ çıkartırsınız? Bu açıdan bakıldığında Ayşe ‘empati’ kurmak yerine ‘ortalık karıştırmak’ için düşmüş yollara. Bu macerasında Ayşe’nin aklı tatil meselelerine ermiş sadece. Senin eğlence konuların değil bunlar Ayşe.” (14.7.2009) Ders almayı bilene… 18.07.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Rusya Frankeştaynının yeni cinayeti: Natalya Estemirov |
Çeçen kukla lideri Kadirov’un korkusuz cinayetlerine biri daha eklendi: İnsan hakları savunucusu Natalya Estemirova. Bilindiği üzere Putin ile Kadirov arasında bir anlaşma var: Kadirov Çeçenistan’ı uslandıracak ve kukla bir güç haline getirecek; Rusya da onun yaptığı her türlü pisliği görmezden gelecekti. Öyle de oldu. Kadirov, kendi çetesine düşman ya da rakip gördüğü herkesi yer, zaman dinlemeden yok etmeye başladı. Üç yıl önce gazeteci Anna Politkovskaya’yı Moskova’daki evinin asansöründe öldürttü. Geçen Ocak ayında insan hakları savunucusu avukat Stanislav Markelov’u çekinmeden Moskova sokaklarında vurdurdu. Eski muhafızı ve yaptıklarını medyaya anlatan Ömer İsrailov’u yine Ocak ayında Viyana’da öldürttü. Eski Çeçen komutan ve Kadirov muhalifi Salim Yamadayev’i ise Mart ayında ta Dubai’de öldürttü. Zaten kardeşini de geçen yılın Eylül ayında Moskova’da vurdurmuştu. Çoğunluğu kadın, yüz kişinin katıldığı cenaze törenindeki yürüyüşü bile hazmedemedi Kadirov. Halbuki sessizce ve gözyaşları içinde yürüyorlardı ve ellerinde tek bir pankart vardı: “Sıradaki kim?”Kalabalık dağıtıldı ve Estemirova’yı küçük bir grup İslâmî geleneklere göre toprağa verdi. Evet sıradaki kim? Almanya’da bulunan Rusya Devlet Başkanı Dimitri A. Medvedev, Kadirov’un bu cinayetten sorumlu olduğu iddialarını “ilkel” buldu. Ama “insan hakları savunucuları değerlidir, yöneticiler onları uygunsuz ve nahoş bulsa da” diye ekledi. Kadirov da cinayetten hemen sonra “canice bir suç” açıklaması yaptı ve soruşturmayı bizzat takip edeceğini söyledi. Ne kadar güvenilir bir vaat değil mi? Kadirov’un anlaşmayı tam uygulayacağı kesin. Bunun anlamı Çeçenistan’da sesini yükselten herkesin yok edileceği. Ama bir gerçek daha var ki, Rusya kendi oluşturduğu Frankeştayn’ının aşırılıklarını daha fazla hazmedemez. Yani Kadirov yerini sağlamlaştırdığını sanarken aslında kendi altını oyuyor. Onlarca yıldır Rus mezalimi altında inlerken, şimdi aynı zulmün kendi ırkdaşlarınca yapılmasını acıyla seyreden Çeçenler’in bir an önce huzura ve bağımsızlığa kavuşması temennimiz.
ABBAS, KIBRIS’TAKİ HATASINI TELÂFİ EDEMEDİ Güney Kıbrıs Rum Yönetimini ziyaretinde Rum tezlerini desteklediğini söylediği, Rum lideri Hıristofyas tarafından açıklanan Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas, havaalanında bu konudaki soruyu “daha sonra konuşacağız” diyerek geçiştirdi. Türk Dışişleri ise nezaketinden bu konunun kapandığını, büyükelçinin daha önce yaptığı açıklamanın yeterli olduğunu söyleyip konuyu kapattı. Bu kısa açıklamalar Rumların, Filistin liderinin de kendi tezlerini desteklediği propagandasını sürdürmelerini engellemeyecek. Türkiye’nin gerek el-fetih-Hamas arası görüşmeler, gerekse Filistin sorununun çözümü konusundaki çabaları görmezden gelinmemeli. Gerçi Amerika, her nedense Filistin sorununun çözümünde Mısır’ı öne çıkarmaya çalışıyor; ama asıl öncülüğü –hem de Gazze faciası esnasında Mısır’ın sınır kapısını açmayarak zulme yardımcı olması gibi ihanetler yapmadan- Türkiye yürütüyor. Bu çabaların karşılığı uluslar arası tezlerimize karşı çıkılması olmamalı. 18.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Robert MİRANDA |
|
Bir gayri Müslim ile sohbet |
Geçtiğimiz günlerde ABD’nin Wisconsin eyaletinin Milwaukee şehrinde bir gayri Müslim ile yaptığım ilgi çekici sohbeti sizlerle paylaşmak istiyorum. Kendisiyle hayat, tabiat ve dinler hakkında sohbet ettik. Sohbetin en ilginç kısmı da din hakkında yaptığımız konuşmalardı. Bana hangi dine inandığımızı sordu. Ben de daha geçtiğimiz yıllarda İslâmiyetle şereflendiğimi söyledim. Bana hemen İslâm’ı ve Müslüman olmanın nasıl bir şey olduğunu sordu. Öncelikle bu soru bana çok garip geldi, fakat daha sonra onun gayri Müslim bir insan olduğunu hatırladım ve İslâm’ı yeni seçmiş bir insan olarak tabiî ki onun merakını celbedecektim. Öncelikle karşımdaki insana Müslüman olmanın tam anlamıyla İslâm’ın bütün kurallarını hayatında tatbik etmekle olabileceğini anlattım. Daha sonra ise dünya üzerinde bir milyardan fazla Müslümanın, onlarca farklı ülkelerde yaşadığını ve farklı farklı kültürlere mensup olduklarını söyledim. İslâm kelimesinin birinci ve esas anlamının “Allah’a teslim olma” demek olduğunu ve hayatımda yaptığım bütün şeylerin Allah’ın rızası ve takdirini kazanmak için olduğunu ifade ettim. Allah’ın merhameti, hikmeti, rahmeti ve sevgisini kazanmak için günde beş vakit namaz kıldığımı ve namazı ayakkabılarımı çıkararak ve Suudi Arabistan’ın Mekke şehrinde bulunan Kâbe’ye yönelip, secde ederek kıldığımı anlattım. Daha sonra ise “Allah” lâfzının Arapça’da Tanrı’nın ismi olduğunu belirttim. Arapça’nın İslâm’ın temel dili olduğunu ve bu dilde ibadet edildiğini söyledim. O da inandığı dinden bahsetmek istedi. Kendisi Hıristiyanlığın bir kolu olan Lutherci geleneğe bağlıymış. Lutherci bir insanın Ahit Kitabı’nda (Book of Concord) özetlenmiş olan Tanrı’nın sözlerinin ve öğretilerinin doğruluğuna iman etmesi gerektiğini söyledi. Bu dinin Martin Luther tarafından kurulduğunu anlattı. İşte Lutherciler bu “Book of Concord” adlı kitapta anlatılan Lutherci inanç ilkelerini benimser ve uygularmış. Gayri Müslim arkadaşımın Luthercilik hakkında yaptığı açıklamaları sonuna kadar dinledim. Bunun neticesinde inandığı şeye sıkı bağlı olduğunu ve bunun onu mutlu ettiğini müşahade ettim. Konuşmasını bitirdiğinde, kendi inancından bahsetme nezaketi gösterdiği ve İslâm hakkında konuşmama izin verdiği için de teşekkürlerimi ilettim. Daha sonra ise kendisine bir Müslüman için Allah’ın her şey demek olduğunu anlattım. Öyle ki kâinatta hiçbir şeyin Allah’ın ve Allah rızasının önüne geçemeyeceğini ifade ettim. Ayrıca Allah’ın eşsiz ve benzersiz olduğunu da hatırlattım. O’nun bütün yaratılanlardan ve her şeyden farklı olduğunu ve hiçbir şeyin Allah’a benzeyemeyeceğini belirttim. Ayrıca biz Müslümanların Allah’ın her şeyi bildiğine, her şeye kadir olduğuna ve ezelden ebede kadar hep var olduğuna iman ettiğimizi anlattım. Bunun yanında kâinatta var olan her şeyin Allah’ın iradesiyle yahut isteğiyle var olduğunu ifade ettim. Ayrıca İslâm peygamberinin Hz. Muhammed (asm) olduğunu ve Allah’ın ondan önce de Adem, İbrahim, Musa ve İsa (aleyhümüsselam) gibi bir çok peygamberler gönderdiğini ve Hz. Muhammed’in de(asm) bunlardan biri olduğunu belirttim. Biz Müslümanların O’nun “En büyük peygamber” ve “seçilmiş elçi” olduğuna inandığımızı ve Müslümanlar’ın Hz. Muhammed’e Arapça olarak gönderilen ve ismi Kur’ân olan kitaba inandıklarını söyledim. Kur’ân’ın Arapça olması sebebiyle de dünya üzerinde bir çok Müslüman’ın Arapça öğrenip, okuyabildiğini ve bu dilde ibadet ettiğini hatırlattım. Peygamberimizin bize Allah’ın bir olduğunu öğrettiğini söyledim. Ayrıca Peygamber Efendimizin (asm) ismi her anıldığında Müslümanların salâvat getirmekle yükümlü olduğunu da hatırlattım. Ben bütün bunları heyecanla anlatırken gayri Müslim arkadaşım birden beni durdurdu ve “Ne yani siz gerçekten günde beş defa ibadet mi ediyorsunuz?” diye hayretle sordu. Ben de “Evet” dedim. Bu ibadetin namaz olduğunu ve İslâm’ın en önemli şartlarından biri olduğunu ve dinin direği olduğunu ifade ettim. Ayrıca namazın Arapça’daki karşılığının “Salat” olduğunu ifade ettim. Bütün Müslümanların namaz ibadetinin Peygamber Efendimiz’e (asm) Cebrail adlı melek tarafından öğretildiğine inandığını ve bizim de aynı şekilde ibadet ettiğimizi söyledim. Ayrıca günün ilk ışıklarından önce, gün ortasında, öğleden sonra, güneş battıktan sonra ve uyumadan hemen önce olmak üzere günde beş vakiti tamamladığımızı belirttim. Ben İslâm hakkında o sırada aklıma gelen hemen her şeyi karşımdakine anlatmaya niyetliydim. Ancak tam o sırada arkadaşımın telefonu çaldı. Özür diledi ve bu gelen telefon sebebiyle kalkmak durumunda kaldığını üzülerek belirtti. Ancak gitmeden hemen önce, anlattıklarımdan etkilendiğini ve bundan böyle eve gider gitmez İslâm ve Müslümanlar hakkında daha çok okumaya ve öğrenmeye karar verdiğini belirtti. “Rabbinin yoluna, hikmetle ve güzel öğütle çağır” (Kur’ân, 16:125)
Tercüme: Umut Yavuz
Speaking with a nonbeliever
I must share a fascinating discussion I had with a nonbeliever last week here in Milwaukee, Wisconsin – USA. We talked about life, nature and religion.
The conversation on religion was the highlight of our discussion.
He asked for my religion. I told him that I recently converted to Islam. He asked me about Islam and what being Muslim was like. I thought the question odd at first, but came to realize that he is a nonbeliever, and being a recent convert to Islam, I was able to connect to his curiosity.
I started out by first letting the nonbeliever know that being a Muslim means I practice the religion of Islam. That there are over one billion Muslims spread throughout the world in many different countries and making up many different cultures. I said that the word Islam means "submission to God" and that being a Muslim means that everything that I do in my life is all intended to please God. That I pray five times a day for God’s mercy, for God’s love, for his wisdom and care and that when I pray I do so by taking off my shoes and kneeling towards Mecca, Saudi Arabia.
I said to him that ALLAH in Arabic means God. That Arabic is the language of Islam and that we pray in this language.
He spoke of his religion. He is a Lutheran, a form of Christianity. He said that being Lutheran is a person who believes, teaches and confesses the truths of God's Word as they are summarized and confessed in the Book of Concord. He said that his religion was founded by a man named Martin Luther. That Lutherans follow the Book of Concord, which contains the Lutheran confessions of faith.
I listened to the nonbeliever as he spoke about being Lutheran. I got a sense that he was at peace with his belief and that he was happy with his religion. Once he ended his talk, I responded by thanking him for sharing his religion with me and proceeded to speak about Islam.
I said to him that for the Muslim, Allah is everything. That Nothing can be compared to Allah. Allah is unique. He is different from all people and all things and that nothing is like Allah.
I said that we Muslims believe that Allah knows all things, can do all things, and has always existed. Everything exists because Allah wills, or wants it to exist.
I said to him that Islam was founded by the Prophet Muhammad (peace be upon him), one of Allah's prophets in a long line of prophets since Adam, Abraham, Moses and Jesus. That we Muslims call him the Great Prophet and the Chosen Messenger and that the book Muslims follow is called the Holy Qur’an, which was revealed to the Prophet in Arabic. It was written in Arabic, hence why Muslims around the world read and pray in Arabic. Muhammad taught us that there is only one Allah. I explained that whenever we say the name of Prophet Muhammad, Muslims say, "Peace be upon him".
The nonbeliever stopped me and asked, “you pray five times a day?”
I said, “Yes.”
That prayer is one of the pillars of Islam. Prayer in Arabic is Salat.
I said to him that Muslims believe that an angel showed our Prophet how to pray, that all Muslims pray in the same way. We pray at dawn, in the middle of the day, in the afternoon, after sunset, and before going to bed.
Just as I was about to speak more about Islam, the nonbeliever got a call on his cell phone. He apologized and informed me that he had to leave. However, he did say that because we spoke of Islam that he was going to read more about the Muslim and our religion.
"Invite to the way of thy Lord with wisdom and beautiful preaching" [Qur'an 16:125]. 18.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Tuhaf zamlar |
Başbakanın aylardır “Teğet geçecek” dediği krizin daha da derinleşerek devam ettiği; üretim ve istihdamdaki azalış ve işsizlikteki artış rakamlarıyla ürkütücü boyutlara ulaştığı bir sürecin ardından, son birkaç ayın göstergeleri “Galiba nihayet dibi gördük ve yavaş da olsa yükselişe geçiyoruz” dedirtmeye başlar gibi olmuştu. Gerçi yine de ihtiyatlı değerlendirmeler ağır basıyordu. Merkez Bankası Başkanının “Tünelin ucunda bir ışık görünüyor, ama çıkışı mı gösterdiği, yoksa üzerimize gelen kamyona mı ait olduğu henüz belli değil” sözü bunlardan biriydi. Aynı şekilde yine Durmuş Yılmaz’ın “Yokuş aşağı gidiş devam ediyor, sadece biraz hız kesti” beyanı da, bu yorumunu destekler nitelikteydi. Ve söz konusu temkinli değerlendirmeler, iş dünyasında da büyük ölçüde destek buldu. Kriz ortamının devam ettiği, çıkışın da pek öyle kısa sürede gerçekleşmesinin beklenmemesi gerektiği noktasında genel bir kanaat birliği oluştu. Tam da böyle bir aşamada, bu yılın ilk altı ayındaki bütçe açığının, geçen yılın aynı dönemine göre 13 kat arttığını, bütçe gelirlerinin düştüğünü, faiz dışı fazlanın neredeyse sıfırlanmaya yaklaştığını, faiz yükünün de üçte bir oranında ağırlaştığını ortaya koyan Maliye Bakanlığı verileri, ekonomide ciddî bir sıkıntıya işaret ediyor. Son günlerde, halkın bütçesine yeni yükler getirecek şekilde yapılan fâhiş zamlar bunun ifadesi. Enerji Piyasası Denetleme Kurulunun epeyce uğraştıktan sonra “tavan fiyat” sınırı koyarak güç belâ bir miktar aşağı çektiği benzin fiyatlarının bir kalemde yeniden eski yüksek seviyelerine yükseltilmesi ve pasaport, ehliyet gibi “değerli kâğıt” ücretlerinin alışılmadık biçimde yıl ortasında yarı yarıya arttırılması normal mi? (Yoksa EPDK'nun tavan fiyatı, son zam için hazırlanmış bir mizansen miydi?) Bir taraftan “piyasayı canlandırabilmek” için birçok sektörde ÖTV indirimine giden ve bu indirimlerin süresini uzatan hükümet, diğer taraftan akaryakıttaki ÖTV oranını bir çırpıda yüzde 10 yükseltmek suretiyle ne yapmaya çalışıyor?
Babacan-Şimşek ikilemi ve Erdoğan Dışarıya 74 kuruşa sattığı benzini, içeride, üzerine bindirdiği fâhiş vergilerle dört katından fazla bir fiyata satıyorken, yeni zamlarla fiyatı daha yukarılara taşımanın nasıl bir mantığı var? Demek ki işler iyi gitmiyor. Borçlar katlanarak artarken gelirler düşünce, bütçe açığı da katlanıyor. Ve açığı kapatma işi yine halka yükleniyor. Ama her zaman olduğu gibi yine ona sorulmadan, onayı ve rızası alınmadan. Ne oluyoruz? 29 Mart öncesi AKP hükümetlerinin dillere destan Maliye Bakanı Unakıtan, ABD’de yapılan kalp ameliyatıyla tıkalı damarlarını açtırıp döndükten sonra “Daha güçlü bir enerjiyle göreve devam için hazırım” mesajları verdiği halde, revizyonda kabine dışı kalıp, yerini dışarıdan gelme Mehmet Şimşek’e bırakmıştı. Bu duruma ciddî şekilde içerlediği söylenen Unakıtan, geçtiğimiz haftalarda gazetecilerle konuşurken Başbakana da göndermeler yaptığı üstü örtülü sitem ve eleştirilerde bulunurken, reel ekonomideki ciddî sıkıntıya da dikkat çekmişti. Unakıtan piyasadan gelen bir isimken, halefi Şimşek, kariyerini dışarıda, uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarında yapan, ekonomiye o pencereden bakan, reel sektöre ve sorunlarına aşina olduğu söylenemeyecek bir kişi. Unakıtan’ın da zaman zaman esnaf başta olmak üzere reel sektörü fazlasıyla bunaltan icraatı olmuştu, ama pratik çözüm ve uygulamalarıyla bunları bir ölçüde telâfi etmeyi başarabilmişti. Görünen o ki, ekonomiye bakışında IMF ve uluslararası aktörler daha fazla ağırlık taşıyan Şimşek’in karar ve uygulamalarında, reel sektörün ve halkın sıkıntıları pek umursanmayacak. Kabinede reel sektörün temsilcisi gibi gözüken Ali Babacan bir tarafta; IMF taleplerini öne çıkardığı gözlenen Mehmet Şimşek diğer tarafta. Peki, Başbakan bu denklemin neresinde? 18.07.2009 E-Posta: [email protected] |