Görüş |
Üstadın tefekkür menzillerine, zikir kürsülerine misafir olduk
Buralara kadar gelmişken Üstad’a Barla’da bulunduğu süre içinde sadakatla hizmet etmiş ve yardımcı olmuş ağabeylerin mezarlarını bulup ziyaret edip, ruhlarına hiç olmazsa birer Fatiha hediye etmek üzere kabirleri dolaşmaya başladık. Sıddık Süleyman, Muhacir Hafız Ahmet, Süleyman Kervancı, Mustafa Çavuş gibi Nur kahramanlarını sırası ile ziyaret edip başlarında birer Fatiha okuduk. Üstadımıza büyük fedakârlıklarla hizmet etmiş, uzun yıllar dert ortağı olmuşlar. Şamlı Hafız Tevfik Ağabeyin refikası ile yan yana yatmakta oldukları kabirlerinin başlarına geldik. Muhterem Harun Hocam, okuduğu Yasin-i Şerif ve sûre-i celileleri bitirdikten sonra, duâyı bu naçize yaptırdı. Rabbim kabul buyursun, inşallah o mübarek kardeşlerimizin bu fakire hüsn-ü zanları bir duâ-i mânevî hükmüne geçer de yapılan duâlardan başta kabir ehli olan mübarekler olmak üzere cümlemiz ve cümlemizin ahirete irtihal etmiş olan yakınları sevaplara vâsıl olur… Kabir ziyaretimiz burada noktalanmış ve Çam Dağı’nın yoluna revan olmuştuk. O Çam Dağı ki, esen yelleriyle, zikir arkadaşı dağlarıyla, Üstada müntazır yollarıyla gelenlere "hoş geldiniz" demek üzere misafirlerini bekliyordu. Önceki gelişimizde henüz yaş böyle ilerlememiş, bünye böyle yıpranmamış olduğu için çok kısa zamanda ulaştığım ve daha nâdân eller kesmeden önceki hâli ile Üstad’ın 'tefekkür menzilleri, zikir kürsüleri' mesabesinde olan yadigârlarını gördüğüm Çam Dağı'nda, şimdi yeni filizlenen bir Katran Ağacı fidesi ve koca çam ağacının da yerde yatan haşmetli cesedini görünce yine hüzünlü bir şekilde ilk kesildiği günlerdeki hâlet-i ruhiyemden fışkıran bir hiddetle onlara kıyanlara şöyle demiştim: Çam dağına çıktım bir ümit ile Üstadımdan kalan yerleri göreyim diye Ne çâre namertler kıymışlar yine Onun duâ, tesbih ve tefekkür menzillerine... Daha önceki gelişimizde bütün haşmeti ile ayakta duran, bütün ovaya ve göle nezaret eden, kartpostallarda yer eden ve ellerini semaya açmış duâ eden bir insanı andıran haliyle bâkî kalan dallarıyla kollarını semaya uzatmış Katran ağacı, kendi gövdesinden yeni bir filiz sürmüş, istikbalde neslini temsil etmek üzere. İşte bu ruha hüzün veren ağacın bulunduğu platformda, içinde ağacın da geçtiği dersi dinleyip, biraz daha yukarıdaki Tepelice Çam’a çıktığımızda, az evvel arz ettiğim gibi onu, haşmetli gövdesi ile, kesilmiş olduğu kökünün yanında uzanmış yatıyor gördük. Hüzün katmerlenmiş, üzüntümüz artmıştı. Ama değil mi ki en ağır şerâit altında bulunduğu zamanlarda bile, ümmetin ümidinin kesilmeye yüz tuttuğu o zor anlarda bile “Evet, ümitvâr olunuz şu istikbal inkilâbı içinde en yüksek gür sada, İslâmın sadası olacaktır” diye ümit ve teselli veren bir Üstadın talebelerine ümitsiz durmak yaraşmazdı. "Bize de yaraşmaz" diyerek merhum Namık Kemal’in mısrâlarını, affınıza sığınarak şöyle çevirdik; Her biri can almaya susamış ejderi kahr olsa namertler, Bizi döndüremezler asla bu kudsî hizmetten. Ve biiznillah bu minval üzere Rabbimizin tevfik ve yardımını dileyerek yola devam etmeyi niyaz ediyoruz. Koca çamın yanına geldiğimizde çamın kesilmiş halinden geriye kalan kökünün üzerine oturmuş olan Barlalı Emekli İmam Ömer Efendi, etrafında toplanmış 20-25 adet gençlere, Risâle-i Nur’un azametli dâvâsını ve ona sahip çıkanların ve hizmetine koşanların dünya ve ahiret saadetine nâil olacaklarını anlatıyordu. Yine, merhum Ali Uçar kardeşimizin hizmet aşkıyla Avrupa’da, Türkiye’de nasıl büyük hizmetlere imza attığını ve o hizmet mükâfatı olarak da rüyasında bütün peygamberlerle Resûlullah’ı (asm) ziyaret ettiğini ve onunla beraber yemek yedikten sonra sofra duâsı yapması için Resûlullah’ın (asm) kendisine görev verdiğini, onun da Üstad’ın Haşir Risâlesinin Beşinci Sûreti’ndeki şümûllü ve harika duâyı okuduğunu, bundan Resulullah’ın (asm) çok hoşnut olduğunu ve üç defa bu duâyı tekrar ettirdiğini anlatıyordu. Bu fakir de, bizzat Ali Uçar’ın kendi ağzından, Nurtaşı’nda kaldığımız uzun yıllar öncesinde bu rüyayı dinlemişti. Bu anlatılanların gençlere güzel bir gayret kamçısı olacağını yüz ifadeleri ile belli ediyorlardı. Adeta biz de oraya dahil olunca ders yapan kardeşin ısrarlı bir taleple bir hatim duâsı yapmamızı bizden talep etmesi üzerine hâzirûnun ihlâsına dayanarak duâyı yapmış ve sonunda da gençleri şevke getirecek bir iki cümle ile bir ders hitamında oradakilerle bilhassa ders yapan kardeşle de helâllaşıp dönüş yoluna girmiştik. Neredeyse yirmi saatten beri durmadan koşturmaca ile devam eden yolculuk bizi de oldukça yormuştu. Nihayet o geceyi geçireceğimiz yere gelince, hemen yatsı namazlarımızı edâ edip herkes gösterilen yerde istirahata çekilmişti. Sabah namazından sonra çoğumuz kazaya kalan uykulara devam kararı alırken bir kısım kardeşler ise tekrar Barla Kabristanını ziyarete gitmişlerdi. Saat sekizde Yeni Asya Barla Tesisleri’nde toplandık. Bu arada Bandırma ve Bursa’dan gelen kıymetli kardeşlerimiz ile buluştuk. Onları bir arada görmek yorgunluğumuzu ve yolculuk esnasında çektiğimiz bütün üzüntüleri bize unutturmaya yetmişti. Cenâb-ı Hak böyle Allah için birbirini seven kardeşlerden bizleri ayırmasın inşaallah. Sabah kahvaltısından sonra artık Barla'dan ayrılma zamanı gelmiş ve dönüş yolu başlamış oldu. Dönüşte Barla'ya yakın bir köyde medfun bulunan, Nurları o en tehlikeli ve yasak zamanlarında sırt çantasıyla şehir, köy ve kasabalara taşıyan ve Nurların yayılmasında büyük emeği olan Santral Sabri Ağabeyin kabrine uğrayıp ziyaret ettik. Fatihalar okuyup, duâlar ederek yolumuza devamla, Atabey’den orada yatan Nur Talebelerini Fatihalarla geçip, Isparta'ya yakın bir köyde ikamet eden saatçi Hasan Ağabeyin mütevazî fakat misafirperver evine geldik. Ziyaretimizi resim çekmemek şartıyla kabul edeceğini bildirerek bizi evinin bahçesine aldı. Önce kendi bahçesinden toplanmış bir tepsi dolusu kirazı kendi eliyle bizlere ikram etti. Bizim arkamızdan bir grup daha gelince, ilerlemiş yaşına rağmen eve girip bir tepsi dolusu kiraz daha getirerek ikramını tazeledi ve bize Risâle-i Nurların muhtelif yerlerinden güzel dersler okudu. Özetle; bazı ifsat komitelerinin ahlâkı daha da bozmaya çalıştıklarını, herkesin çocuklarına sahip çıkması ve onları Risâle-i Nur okumaya teşvik etmesi gerektiğini, bu zamanda kurtuluş yolunun Risâle-i Nur’un gösterdiği ‘azamî ihlâs, azamî sadakat ve sünnet-i seniyyeye bağlı bir hayat’ olduğunu, ziyarete gittiğinde Üstadın kendisine bol bol risâle yazmasını ve okumasını tavsiye ettiğini, dünyanın az bir ömrü kaldığını vs. Üstad’dan nakillerle ve Osmanlıca yazılmış risâlelerden izahlar yaparak aktarmasıyla, ziyareti tamamlamış olduk.
—Devam edecek— |
MEVLÜT POLAT 18.07.2009 |
Orada bir köy var uzakta
Uzaklarda bir yerlerde bir odası, bir küçük evi olmalı insanın. Yeşil bir bahçesi, hem de yeşilin her tonundan, çiçekleri olmalı sonra. Güller belkide, mavi pembe ortancalar, binlerce papatyalar. Domates yetiştireceği bir bahçesi, elma toplayacağı ağaçları. Bir köyü olmalı insanın ve bir aidiyeti. Sığınmaktır köy. Bütün gemileri yakınca, yanaşılacak son limandır. Bir kaçıştır, her şeyi bırakıp. Kurtarış belki de çekilen ve çekileceklerden. Dirilmektir köy, yeniden doğmak. Başını ellerinin arasına aldığın yıllardan sonra gün ışığına çıkmaktır. Sadece kendini alıp dağları aşmaktır. Uzun yollar bırakmaktır arkanda. Tozlu patikalardan geçmektir yağmurların altında. Yıldızlara dokunabileceğini sanmaktır ay ışığında. Bir bavula sığdırdığın birkaç parça elbise ve hatıralarınla bindiğin otobüsün küçük bir yere yanaşmasını beklemektir yol boyunca. Taze umutların vardır yanında ve bir de hayallerin. Köylerde doğar en güzel güneşler. Isınan yalnız köy değil, yüreğindir aynı zamanda. En güzel batışlar yine köydedir, bir tepede oturup izlerken güneşi. Yalnızca kelebekler değildir uçuşan, kalbindir aynı zamanda onlarla beraber. Gönlün sığmaz iken hiçbir yere, bir çiçeğin yanına oturup ormanın en kuytu yerine sığan sensindir şimdi. Papatya kokusuna, çam kokusuna gönlünü kaptıran yine sensindir. Gözlerini yoran o şehrin ışıklarına inat, yol gösteren ışık böcekleridir gece karanlığında. Gördüğün en kara geceler olsa da, şehirde bıraktığın yorgun bedendeki senden daha aydınlıktır şimdiki sen. Ve yıldızlar. Sadece dokunabileceğin kadar uzaklıktadır. Elini uzatsan tutacaksın sanırsın. Biraz beklesen üstüne düşecekler sanki. Patır patır dökülecekler çocuk oyunu gibi. Oysa şehirde ne uzaktılar. O koca binalar nasıl engel oluyordu görmene, uzanmana, tutmana. Ne uzaktılar yıldızlar ve ne uzaktılar kurduğun bütün hayaller. Ilık bir rüzgârdır köy. Yüzüne üfür üfür eserken yüreğini serinletir yangınlardan sonra. Ne çok yangın sığdırmıştın o küçük kalbine ve ne çok yanmıştın. Ardında bıraktığın bütün yılgınlıkları toz duman eden rüzgârlar sadece köylerde eser diye nereden bilecektin? Okuduğun hiçbir kitapta yazmıyordu böyle güzel cümleler. Deden anlatırdı sadece, bir de ninen. Bundan köyler dede kokar, nine kokar ve bir anne gibi kokar. Sarıp sarmalamak, kavuşmak, sevmek, can ciğer olmak taze ekmek kokusu gibidir ve havaya karışan sadece sevgidir. Hava köy kokar, köy sevgi. Bir tek köyden kaçamazsın, terk edip gidemezsin. Ne kadar uzaklara gitsen de, ayaklarının geri getireceği tek yer köydür. Yüreğin hep dönmek isteyecektir. Ne çok söyledik kara önlüklerimizle, kırık sıralarımızda hep bir ağızdan, “Orada bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüzdür/ Gitmesekte, gezmesekte, o köy bizim köyümüzdür” diye. Bir yeri olmalı insanın uzak diyarlarda. Bir evi, bir odası. Toprak nasıl olsa bir gün çeker yüreğimizi kendine. Ve biz bu şarkıyı hep söyleyebilmeliyiz. Gitmesekte bir köyümüz olmalı uzaklarda. Olmalı bir köyümüz. Çıplak ayaklarımızı toprağına bastığımız, toprağın bizi bağrına bastığı, yıldızların altında, ormanların arasında, çiçeklerin içinde oturduğumuz bir köyümüz olmalı. Gitmeliyiz sonra. Köy bize küsmeden, yıldızlar darılmadan, çiçekler boynunu bükmeden gitmeliyiz. O hep bekliyor. |
SÜVEYDA GÜNER / [email protected] 18.07.2009 |
Sevgiyle güzel hayat
Sevgiyle güzel hayat Her zaman ve her yerde Olmazsa sevgi, saygı Olur keder bizlerde
Sevgi, saygı gerekir Her insana her yerde Olursa sevgi, saygı Olur sevinç bizlerde
Sevgi ile hareket Lüzumlu her insana Sevgi candan olursa Doyulur mu dostlara
Sevgi, saygı, cömertlik Kaplasın ufkumuzu Her biri birer değer Gerekli her insana
Saygı, barış, muhabbet Her insana artı kâr Olmazsa bütün bunlar Zarar insana zarar
İSA YAKAN |
18.07.2009 |
Bir konser baskını ve bir yazar
İnsan bir kere şartlanmış ise yapacak pek bir şey kalmıyor... Evirip çevirip, doğrularla yanlışları harmanlayıp “büyük” gazetelerde bile yazabiliyor, kaleminden zehirli köpükler saçabiliyor. Bir yanlış tavır, eğer İslâmiyetle alâkalı birisi ya da birileri tarafından yapıldıysa hemen “vur abalıya” mantığı sergileniyor. Geçenlerde Topkapı Sarayındaki bir konsere yapılan saldırıdan ve onunla alâkalı makale diye yazılan bir zırvalamadan söz ediyorum... Gerçi mezkûr İdil Biret konserini orada şarap içilmesine tepki olarak basan grup daha sonra, bir demet çiçekle san'atçıyı ziyaret edip özür dilediler, ama olan oldu bir kere... Ve tabiî bazı at gözlüklü tiplere bu olay manevî değerleremize saldırma imkânı verdi. Hiçbir müsbet netice vermesi mümkün olmayan bir anlık fevri davranış gerçekleşmiş oldu maalesef. Nasıl ki, örtülü de olsa din adına çıktıkları için, mevcut siyasî kadronun yaptıkları hatalar bazılarının “potansiyel din düşmanlıklarını” açığa çıkarmaya vesile oluyor. İktidar tarafından yapılan bazı ‘doğru’ işler de hücumlara maruz kalıyor. Öyle de, bu olay İslâmiyete hücuma vesile edildi ve ediliyor ne yazık ki... Oysa bu siyasî / idarî yanlışların “dinden değil”, “maharet” yerine “bizden olanı” veya siyaseten bize “yakın olanı” tercih etmekten kaynaklandığını düşünmek lâzım. Gelelim tekrar asıl konumuza... Hürriyet gazetesinde bir yazar “Piyano ve Sopa” başlıklı yazısında hiçbir faydası olmayan böylesi bir maddî eyleme tepki gösterdikten sonra, sözü hemen iktidara, daha kötüsü İslâmiyete getirmiş ve “Onlar bu dünya ile, yobaz öbür dünya ile meşguldü... Bu yüzden veremin ilâcını, gözlüğü, televizyonu, röntgen filmini, motoru, elektriği, telefonu, megafonu, ampulü onlar buldular” diye yazmış. Avrupanın teknolojisini onların bu dünyayla meşguliyetine yani yobaz olmamasına (!), bizim ise yobazlığımıza bağlamış. Sanki bir yazar olarak “Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyaya, yarın ölecekmiş gibi öbür dünyaya” çalışılması gerektiğini Peygamber Efendimizin (asm) buyurduğunu bilmezmiş gibi... Saptırmanın bu kadarına da pes doğrusu... Güya yobazlığı eleştirmiş, ama netice olarak yüce dinimize hakaret etmiş... En azından yazarın fikriyatı ve diğer yazıları dikkate alındığında bu intibaı doğurmuş. O yazar daha dünyada yokken ta 1500 sene önce İslâmiyet vardı. Kıyamete kadar da olacak. “Doğru İslâmiyetin” bilinmemesi ya da uygulanmaması, bu beyefendiye o saldırı hakkını vermez. Çünkü her geçen gün müntesipleri daha da artan İslâmiyet güneş gibidir ve üflemekle söndürülmesi mümkün değildir. Yazarın “yobaz” diye bahsettiği kimdir? Daha sonra özür dilemiş marjinal bir grubun fevri hareketi yobazlıksa, ona hepimiz karşı durduk, bundan sonra da duracağız. Ama “medenilere galabe çalmanın ikna ile” olduğuna inanmış ve bundan zerre kadar taviz vermeyenler olarak, o suçlamalar muhatabımız olmaz, olamaz. Öte yandan daha önce de defalarca yazdık ki, bilimlerin temeli olan matematikte “sıfırı” dolayısıyla cebiri bulan Müslümanlardı. İlk kontrol sistemini yapanlar, astronomiyle uğraşanlar, gerçeğe en yakın Dünya haritası çizen Piri Reis yine Müslümandı... İlim öncülerinden İbni Sina’nın kitapları son asırlara kadar Avrupa’da temel ders kitabı olarak okutuluyordu. Basit bir araştırmayla daha neler nelere erişilebilir bu internet çağında... Hepsi bir kenara, bu yazar bozuntusu efendiye bir örnek verip geçelim: 1513'de Piri Reis’in çizdiği Dünya haritasında buzullarla kaplı Antartika Dağlarının yapısını, o pek methettiği Avrupa ilim adamları 1820’lerde ses yansıtıcı ultrasonik cihazlarla ancak çizebildiler. Piri Reis’in asırlar önceki haritasıyla olan benzerliğe hayretler ettiler. Hatta o haritadaki kayalıklar ve girinti çıkıntılar bile aslıyla uyum içinde idi. Kaldı ki, Avrupalıların ancak yıllar sonra doğruladığı haritanın çizimindeki beceride, İdil Biret’in yaptığı müzik etkili olsa da, o yazarın makalesinde bolca tasvir ettiği şarap müessir (!) olamaz her halde. Zira alkolün beyni nasıl tahrip ettiği bugün inkâr edilmez ilmi bir hakikattir. Velhasıl biz vazifemizi yapıp dilimiz döndüğünce anlatıyoruz. Ama unutmayalım, “Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az” deyimi çok manidardır. (Vikisözlükte anlamı: Kimi zaman sözü biraz kapalı söylemek yeğlenir. Anlayışlı kimseler, ne denilmek istendiğini zaten anlarlar. Anlayışı kıt kimseler ise ne kadar açık söylense, ne kadar tekrarlansa yine anlamazlar.) |
HAKAN GÜRSOY 18.07.2009 |