18 Temmuz 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Oligarşik yargı sistemi

HÂKİMLER ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), hâkim ve savcıların atamalarına ilişkin Haziran Kararnamesini hâlâ yayımlayamadı!

Haberlere göre tıkanmanın sebebi şu: HSYK’nın çoğu üyeleri, Ergenekon’a bakan hâkim ve savcılarla Diyarbakır savcısını cımbızla seçerek başka görevlere atamak, yerlerine yeni hâkim ve savcıları getirmek istiyor, Adalet Bakanı da buna karşı çıkıyor!

Eğer böyleyse çok vahim! Çünkü:

* Savcı ve hâkim atamalarında onların isteği önemlidir; Ergenekon savcı ve hâkimlerinin ise atanma talepleri olmamıştır!

* Bu hâkim ve savcılar hakkında, görevlerini kötü yaptıklarını düşündürecek bir disiplin soruşturması bile yoktur!

* Dahası, bu hâkim ve savcılar sadece Ergenekon’a bakıyorlar ve uzmanlaştılar. Onları başka göreve atayıp yerlerine HSYK üyelerinin ‘uygun’ bulacağı yeni isimleri atamak, açıkça “görülmekte olan belirli bir davaya müdahale” anlamına gelecektir!

TARAFSIZ OLMAK!

Konularında uzmanlaşmış olan Ergenekon savcı ve hâkimlerini başka işlere atamak, bundan sonra hassas konularda açılabilecek soruşturmalar için açıkça “gözdağı” vermek olarak da algılanacaktır. HSYK’nın Van Savcısı Ferhat Sarıkaya hakkındaki ‘ibret-i âlem’ kararı, savcılar üzerinde “gözdağı” etkisi yaratmıştır. Bu gerçeği bilimsel araştırmalarda görüyoruz. Bir de Ergenekon soruşturmasında atamalar yapmak büsbütün güven sarsıcı olacaktır.

Yeni hâkim ve savcıların bu çok kabarık dosyayı sıfırdan incelemeye alması da adaleti temelli sürüncemede bırakacaktır.

Üstelik, bu savcı ve hâkimlerin uzaklaştırılmasını isteyen, kendi beyanlarıyla “bizden hâkim”ler atanmasını bekleyen çevrelerin çabaları da biliniyor. HSYK’nın bu yönde karar vermesinin nasıl algılanacağını anlatmaya gerek var mı?!

HSYK, YARSAV gibi politize bir dernek değildir, tarafsız olmaya mecbur bir kamu kurumudur. Bu tür hatalardan uzak durmalı, yargı hayatımızdaki “tarafsızlık” tartışmalarını büsbütün tahrik etmekten sakınmalıdır.

Bu sağduyuyu göstereceklerine inanıyorum, çünkü aksi çok vahim bir basiretsizlik olur.

OLİGARŞİ SORUNU

Yargı sistemimizin genel bir sorunu bu olayla bir kere daha karşımıza çıkıyor: Oligarşik yapılanma!

Kurulların tarafsızlığı ancak üyelerinin tek kaynaktan değil, değişik kaynaklardan gelmesine, çeşitli sorumluluk duygularının kurulda temsil edilmesine bağlıdır.

‘Tek görüşlü’ kurullar asla tarafsız olamaz!

Halbuki 12 Eylül rejimi, seçilmişler üzerinde “vesayet” kurumlarından biri olarak yargıyı gördüğü için, oligarşik bir yapı oluşturdu: Mümkün olduğunca tek görüşlü ve dar kaynaklı kurullar...

İşte, parlamentonun üye seçmediği tek Anayasa Mahkemesi bizdedir! Bizde HSYK’nın yapısı da ‘oligarşik’tir; Yargıtay ve Danıştay’la HSYK birbirlerine üye seçiyorlar. 12 Eylül, HSYK kararlarını yargı denetimine de kapatmıştır!

Adalet Bakanı ile Müsteşar’ın Kurul’da bulunmasının yargı bağımsızlığına aykırı olduğu iddiası da ‘vesayetçi’ bir hurafedir! Dünyada HSYK türü kurullarda, elbette yargıçlar ağırlıktadır ama üyeler çeşitli kaynaklardan ve yürütme ya da yasama dahil çeşitli organlarca seçilmektedir.

Bizdeki bu son gerilimde de HSYK’nın oligarşik ve kapalı yapısının payı büyüktür.

Milliyet, 17 Temmuz 2009

Taha Akyol

18.07.2009


‘Rejimin savcısı’, ‘devletin hukukçusu’

Hâkİmler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun, Ergenekon davasını çökertmek amacına hizmet edecek tayinler yaptığına ilişkin haberler son günlerde yoğunlaştı. Bu ‘Kurul’un böyle davranacağı konusundaki haberler birer uydurmadan ibaret sayılabilir mi? Bugüne kadar yaşadığımız deneyler, kurulun az çok neler yapabileceğini öngörmemizi sağlayacak nitelikte.

Şemdinli’de Genelkurmay Başkanı’nın ‘iyi çocuklar’ını mahkemeye veren, onların tutuklanmasını sağlayan ve dönemin Genelkurmay Başkanı hakkında da haklı eleştiriler yapan savcıyı meslekten men edip, onu işsiz güçsüz bırakanlar bu ‘Kurul’un üyeleri değil miydi? Bu ‘Kurul’un çoğunluğunun başından beri Ergenekon davasına müdahil olmaya yönelik çalışmalar yaptığına ilişkin haberler medyada yer aldı.

Ergenekon davasında yoğunlaşan rejim ve düzen çatışması şiddetini koruyor. Yargı, asker, bürokrasi ve onların siyasi alandaki temsilcisi sayılabilecek Cumhuriyet Halk Partisi, bu ülkenin seçimle gelmiş iktidarlar tarafından yönetilmesine bir türlü razı olmuyorlar. Bu ülkenin geleceğiyle ilgili temel siyasi kararları Meclis ve hükümet yerine onlar vermek istiyorlar.

***

Dilerseniz dizinin önceki bölümlerinin kısa bir özetini yapalım... Askerler, 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri müdahaleleriyle, siyaset üzerindeki egemenliklerini son derece ileri boyutlara taşıdılar. Darbe döneminde hazırlanan ve topluma dayatılan 1982 Anayasası bu egemenliğe anayasal meşruiyet sağladı.

Bu rejim asıl olarak asker merkezli bir rejim. Yargı ve bürokrasi de bu sistemin devamını sağlamakla görevli. Zaten sistem öyle kurulmuş ki, seçimle gelen iktidarların eli kolu otomatikman bağlanıyor. ‘Sistem’in önemli ayaklarından birisi cumhurbaşkanlığıydı. Kenan Evren türü cumhurbaşkanları yoluyla kurulan otoritenin böyle sürüp gidececeği düşünülmüştü.

Sistemdeki en önemli delik cumhurbaşkanlığının yargı-asker-bürokrasi üçgeninin dışındaki bir isme geçmesiydi. Anayasa Mahkemesi, hukukla hiçbir ilgisi olmayan ‘367 milletvekili olmadan cumhurbaşkanı seçimine geçilemez’ kararını bu amaçla almıştı.

Olmadı, dikiş tutmadı. Cumhurbaşkanlığı onların elinden çıktı. Anayasa Mahkemesi yeniden harekete geçirildi ve AK Parti hakkında kapatma davası açıldı. Koşullar elverişli olmadığı için kapatma gerçekleştirilemedi. Bu tehdit hâlâ sürüyor. Çünkü Anayasa Mahkemesi, Anayasa’nın köklü bir değişime uğramasının önünde bir şahin kararlılığıyla bekliyor ve geçit vermiyor.

***

Askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasının yolunu açan kanun değişikliği bu çevreyi yeniden harekete geçirdi. Uzun zamandır fırsat kollayan ve elverişli koşulları bekleyen Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu harekete geçti. Ergenekon davasının çökertilmesi yoluyla, yargı karşısına çıkarılan ‘darbeci’ler, ‘müdahaleci’ler, ‘suikastçi’ler yargılanmaktan kurtarılacaktı. Böylece ciddi bir inisiyatif ortaya konacaktı.

Türkiye, yıllardan beri yetiştirmekte, yetkilendirmekte ve terfi ettirmekte olduğu ‘otoriter devlet’ isteyen yargıçları ve savcılarıyla artık hesaplaşma noktasına geldi.

‘Kötü kanun yoktur, kötü hukukçu vardır’ diye düşünenlerdenim... Türkiye’nin yargıçları ve savcıları onlarca yıldır, özgürlük karşıtı bir sistem tarafından yönlendirildiler. Demokrasiyi rejim için tehlikeli gören bir anlayışla eğitildiler. Tayin ve terfileri ona göre gerçekleştirildi.

Demokrasi, özgürlükler vb. konularda duyarlı olan hâkimler ve savcılar sürgünlere gönderildi, işten el çektirildi ve sonunda sistem içinde kendilerine yer bulmakta çok büyük güçlük çeker hale geldiler.

Böyle eğitilen, yönlendirilen savcı ve yargıçların, ‘Ben rejimin savcısıyım’ gibi ifadeler kullanmalarını kesinlikle sürpriz sayamıyoruz. Daha evrensel, normal ve sağlıklı seçenek olan ‘Ben hukuk devletinin savcısıyım, özgürlüklerin ve demokratik rejimin savunucusuyum’ seçeneğini tercih eden savcı ve yargıçlara çok sık rastladığımız söylenemez.

‘Önce devlet gelir’ diyor hâkimin birisi TESEV’in yaptığı araştırmada. Bir diğeri ise hukukçuluğunu şöyle tarif ediyor: ‘Ben ülkem söz konusu olduğunda hukuk mukuk dinlemem.’

Böyle düşünen yargıç ve savcılar, ulusalcı söylemin ana düsturu haline gelmiş olan ‘Vatanın çıkarları söz konusuysa gerisi teferruattır’ sloganına da çok yakın duruyorlar: Tabii ‘vatanın çıkarı’ kavramını tanımlamalarının istenmesi durumunda, aşırı milliyetçi ve demokrasi karşıtı söylemlerin ötesine geçen bir tarif verme olasılıkları yok.

***

Ergenekon davası konusunda kendisini tarafsız yerde konumlandıranlara bir kez daha seslenmek gereğini duyuyorum. Bu dava, ülkemizin geleceğini belirleyecek, ‘demokrasi mi, otoriter rejim mi?’ ikilemini demokrasi lehine çözmek açısından çok önemli bir engelin aşılması davası. Burada tarafsızlık olmaz.(...)

‘Önce devlet gelir’ diyenlere karşı, ‘önce insan gelir’, ‘önce hukuk devleti gelir’, ‘önce özgürlükler gelir’ diyebilmek için Ergenekon davasına sahip çıkmalıyız.

Askeri eleştirdiği için, kendi meslektaşını, Şemdinli savcısını sokağa atan Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu bizlerden, demokrasi isteyen toplumdan, hukuk dışı girişimleri için destek beklemesin.

Devran değişiyor.

Radikal, 17 Temmuz 2009

Oral Çalışlar

18.07.2009


Darbecilik mahkûm edilmeli

Toplumdakİ darbe destekçisi kesim genel nüfusa oranla ciddi bir azınlık teşkil etmekle beraber, bu azınlığın devlet katları içindeki bürokratik gücü ve “saray aydınları” ve “saray medyası” üzerindeki hakimiyeti ihmal edilemeyecek ölçüde büyük.

Dünyanın şu çağında, AB üyeliği sürecinde yer alan ve kendisinden demokrasi standartlarını kabullenmesi ve tesis etmesi beklenen bir ülkede darbeci zihniyetin utanmadan ve toplum tarafından kahredici şekilde kınanmadan hâlâ boy gösterebilmesi bu gücün ve ideolojik gözü dönmüşlüğün bir yansımasıdır. Daha geçenlerde silahlandırılmış bürokrasiye eklemli bir “gazeteci”, hepimizin bildiğinin herkesin bildiği olmadığını, yani darbelerin darbe olmayıp TSK’nın emir-komuta zinciri içinde yönetime el koyması olduğunu, sanki böyle bile olsa bu marifetmiş gibi, yazabilmiştir.

Darbeci zihniyetin iki tezi bilhassa dikkat çekmektedir. Bir: Darbeler fraksiyonlar tarafından yapılmamış, emir-komuta zinciri içinde bütün TSK tarafından gerçekleştirilmiştir. İki: Türkiye’nin ordusu ve darbeleri Latin Amerika ordu ve darbelerine benzemez, çünkü bizde ordu gitmemek üzere darbe yapmaz ve iktidarda çok uzun kalmaz, “gereken”i yapıp kışlasına döner. Bu iddianın sahipleri, bir anlamda, Türkiye’nin “darbeler bakımından dahi bir muz cumhuriyeti olmadığı”nı söyleyerek tuhaf bir övünme gerçekleştirmektedir. Birinci tez darbeler tarihimizin gerçekleri tarafından yalanlanmaktadır. Kötülüğün başı 1960 darbesi emir komuta zinciri içinde yapılmamış, bir cunta tarafından pişirilmiştir. Dönemin Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun hukuka riayeti ve siyasî otoriteye itaati yüzünden aşağılanmış ve yargılanmıştır. Aynı akıbete başka üst rütbeli subaylar da düçar olmuşlardır. 1960 darbesi adeta bir “albaylar cuntası”nın eseridir. Nitekim, izleyen Talat Aydemir-Fethi Gürcan darbe teşebbüslerinden sonra albayların üst kademeliler tarafından daha iyi kontrol edilmesini sağlamak için tedbirler alınmıştır. 1960 darbesi ve Aydemir-Gürcan kalkışmaları, emir-komuta zincirinin parçalanmasıdır. Bu, hiç şüphe yok ki, 12 Mart darbesi için de geçerlidir. 12 Eylül’ün emir komuta zinciri içinde vuku bulduğu söylenebilir ama 28 Şubat da hiyerarşiyi parçalamış ve büyük gayretlerle ordu hiyerarşik düzene geri sokulabilmiştir. Şu halde darbelerin cuntacı fraksiyonlar tarafından yapılmadığı, emir-komuta zincirinin içinde tüm TSK tarafından gerçekleştirildiği iddiası hakikatle örtüşmektedir.

Kaldı ki, emir-komuta zinciri içinde yapılması da bir darbeyi meşrulaştıramaz. Bu söylenen doğru bile olsa tuhaf ve acı bir gerçeği yansıtmaktan öte bir anlam ifade etmeyecektir. 1960 ve 1971 darbelerinden sonra, orduda, bünyeye sızan darbecilik virüsünü tedavi edilecek yerde virüsün bütün bünyeye yayılması yoluna gidilmiştir. Askerî yetkililerin bile ifade ettiği üzere, cuntacılığı önlemek yerine, cuntalara fırsat vermemek için, bütün TSK cuntacı zihniyete teslim edilmek istenmiştir. Yani “Tandoğan mantığı” işlenmiş, “darbe yapılacaksa biz yaparız” denmiştir. Darbecilik ve cuntacılık bir grup subay için yanlışsa bütün ordu için nasıl doğru olmaktadır? Burada aklım ünlü liberal filozof Bastiat’ın yağmayla ilgili söyledikleriyle bu yaklaşım arasında bir paralellik kuruyor. Bastiat, devlet üzerinden yağma yapanların, yağmaları fark edildiğinde, yağmadan vazgeçmek yerine, fark edenleriyağmaya ortak ettiklerini ve böylece sistemin sürüp gittiğini söyler. Cuntacılık da bizde aynı yolu izlemişe benziyor. Cuntacı zihniyetin kökünü budamak yerine cuntacılık neredeyse bütün bünyeye yayılıyor.

İkinci tezin de övünç yerine utanca sebep teşkil etmesi gerekir. Resmî üniformayla iktidarda oturma süreleri açısından karşılaştırıldığında bizdeki darbecilerin daha kısa kaldığı doğrudur. Latin Amerika’da askerî cunta rejimlerinin ömrü yirmi yıla kadar çıkarken bizde en fazla “üç yıl” sürmüştür. Ancak, bu aldatıcı bir görüntüdür. Türkiye’de darbeciler iki üç yıl sonra görünürde kışlaya dönmekle beraber, aslında dönmemektedir. İzlerini kalıcılaştırmayı garanti altına almadan darbeyi bitirmemektedir. Siyasî sistemi yeniden dizayn etme planlarını yapmakta, uygulamaya koymakta ve ancak ondan sonra güya kışlaya dönmektedir.

İşte bu yüzden siyasî sistemimiz askerî vesayet altındadır. Bu sistemde ülkedeki her problemin sorumluluğu sivillere, siyasilere aittir, sistemi dizayn eden askerlerin hiçbir sorumluluğu yoktur. Askerlerin sorumluluğuyla yetkileri ters oranlıdır. Bu zemberek askerin doğrudan sorumlu olduğu güvenlik alanında bile işlemektedir. Güneydoğu’da bir karakolda göz göre göre yaşanan bir ihmalin yarattığı facianın sorumluluğu mahalli komutana, bölge komutanına, kuvvet komutanına ve genelkurmay başkanına değil başbakan ve cumhurbaşkanına çıkarılmaktadır. Militarist medya seçilmişlere gösterdiği öfke ve sorgulayıcılığın binde birini üniformalı memurlara yöneltmemektedir. Asker bürokratlar çok sıkışıp “cevap vermek” mecburiyeti hissettiklerinde eleştirilere cevap vermek yerine eleştirenleri azarlamakta ve yargı dahil çeşitli yollarla onları taciz etmektedir. Dolayısıyla, bizde darbecilerin kısa kaldığı tezi doğru değildir. Tam tersine, kalıcılıklarını süresiz uzatacak düzenekleri kurarak darbeciler hem risklerini azaltmakta, sorgulanmalarının önüne geçmekte hem de darbe halini olağanlaştırmaktadır. Bizde darbecilerin ana hedefinin demokrasiyi korumak olduğu tezi de gerçekle alâkasızdır. Demokrasiyi yıkarak demokrasiyi kuvvetlendirmek olsa olsa fraksiyon cuntacılığını önlemek için toptan cuntacılaşma mantığına uyar. Darbecilerin ana hedefi, her zaman, kendilerine sistem üzerinde anti demokratik fakat muhkem bir mevki kazandırmak ve sınıfsal-mesleki menfaatlerini pekiştirmektir. Bu hep böyle olmuştur, hep böyle olacaktır; çünkü işin doğası böyledir.

Aslında ülkemizde darbecilerin görünürde nispeten kısa kalması, paradoksal şekilde, darbeciliği zayıflatmamakta, kuvvetlendirmektedir. Ve, bazılarının nezdinde, meşruluğunu artırmaktadır. Darbeciler 1960’tan veya 1980’den sonra 15-20 yıl süreyle iktidarda kalsalardı, muhtemelen, darbecilik bir daha geri gelmemek üzere tarihe gömülürdü. Bu süre toplum tarafından darbecilerin gerçek niyetlerinin ve çaplarının yanlış olmayacak biçimde teşhisine yeterdi. Şüphesiz, işsizlik, enflasyon çözülemezdi. Yolsuzluk ve suistimalde rekorlar kırılırdı. Askerî zihniyetin toplumsal hayata yapacağı akıl dışı ve keyfi müdahaleler toplumsal hafızaya kazınırdı. Askerlerin alanları dışına çıkmalarının topluma çok ağır zararlar verdiği açıkça görülürdü. Bütün bunlar militarizmi geriletirdi. Darbeci zihniyeti zayıflatırdı. Ama böyle olmadı ve darbeciler toplumun en azından bir kesiminin zihninde meşruluk, haklılık izleri bırakmayı başardı. Yani, darbelerden sonra açık askerî yönetimlerin ömrünü nispeten kısa tutmak, sonraki darbeleri hep kolaylaştırdı.

Darbeleri önlemek için önce darbeciliği mahkum etmeliyiz. Bunun ilk adımı olarak da darbeciliğe haklılık ve meşruluk kazandırmak için kullanılan bütün tezleri entelektüel olarak teşhir etmeli ve savunulamaz hale getirmeliyiz. Darbeciler ve onlara alkış tutanlar dahil bütün toplumun iyiliği uzun vadede buna bağlıdır.

Zaman, 17 Temmuz 2009

Atilla Yayla

18.07.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.