Avrupa Birliği’ne giriş süreci, AKP hükümetinin kendini ifade etme ve demokrasi karşıtı güçlere karşı destek arama mücadelesindeki en önemli kalkanlarından birisi oldu. Heyecanla başlayan bu süreç, zaman içinde hem ülke içi şartların hızla değişmesi hem de Fransa başta olmak üzere bazı AB üyesi ülkelerin karşı tavrını açıkça göstermesiyle, yavaşladı. Şimdi hükümet yerel seçimler sonrasında yeniden bu çabalarını hızlandırmaya hazırlanıyor.
Cumhurbaşkanı Gül’ün Brüksel ziyareti öncesinde Avrupa Birliği yolunda Türkiye’nin yaşadığı değişim ve AB standartlarını yakalamanın ülkemizin daima birinci konusu olduğunu söylüyordu.
AB Komisyonunun 2008 yılı Türkiye İlerleme Raporu’na damgasını vuran yalın bir gerçek var: Türkiye AB üyesi olmak istediği halde, bunun gereklerini yerine getirmede yeterince istekli davranmıyor. AB üyeliğinin yalnızca bir teknik mevzuat uyumundan ibaret olmadığı, 21. yüzyılda rekabet gücü yüksek bir ülke olmamız için eğitim, kayıtdışı ekonomi, iş piyasası, tarım, bölgesel kalkınma, bilgi teknolojileri, enerji konularında reform yapılması gerektiği raporda özellikle vurgulanıyor.
İşin teknik yanına bakıldığında; AB ile herhangi bir müzakere süreci sözkonusu değil. AB müktesebatı denilen mevzuatın tamamının aynen Türk hukukuna aktarılması ve uygulanması bekleniyor. Yani burada bir pazarlık sözkonusu değil. Özellikle tarım, istihdam, eğitim alanlarındaki mevzuatın aynen aktarılması ve uygulanması gerekiyor.
Ancak siyaset, hukuk, sosyal politika alanlarında kaydedilen ilerlemeler de yeterli görünmüyor. Yeni anayasa hazırlanmasındaki yavaşlık, siyasal reformları sürdürmede isteksizlik, bürokrasinin azaltılmaması, sivil olmayan kurumların siyasî faaliyetinin sürmesi, kapsamlı bir yolsuzlukla mücadele stratejisi hazırlanmaması, milletvekili dokunulmazlığının sınırlandırılmaması, Ombudsmanlık sisteminin halen kurulmamış olması bu alanlardaki önemli eksiklikler olarak göze çarpmaktadır.
Hükümet çevrelerinde AB’nin Türkiye’yi tam üyeliğe kabul etmemek için her türlü tedbiri alacağı, bu yüzden asıl amacın, bu süreci ülkemizdeki temel hak ve özgürlüklerin güçlendirilmesi, demokrasinin sağlamlaştırılması ve çağdaş ve hürriyetçi bir anayasa hazırlanması için kullanmak olduğu görüşünün yaygın olduğu anlaşılmaktadır.
Avrupa Birliği’nin ekonomik birlik olma yönünde çok güçlü hale gelmediği, son küresel krizde açıkça ortaya çıktı. Avrupa krizi yoğun bir şekilde yaşıyor. Bu arada Avrupa’nın hızla yaşlanması, sosyal güvenlik sistemlerinde çok önemli bir kriz sebebi. Emeklileri çalışanlarından çok olan bir sosyal güvenlik sisteminin sürdürülmesi imkânsızdır. Mevcut nüfus trendlerinin sürmesi halinde on yıl sonra bir çok Avrupa ülkesinde sosyal güvenlik sistemi çökme tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Burada Türkiye genç nüfusu ile büyük önem kazanmaktadır. Türkiye, Avrupa’nın nüfus trendini 50 yıl geriden izliyor. Önümüzdeki 25 yıl içinde AB ülkelerinde 20-44 yaş arası çalışma çağı nüfusu 165,2 milyondan 136,3 milyona gerilerken, Türkiye’de 26,5 milyondan 33,7 milyona çıkacak. Başbakan, “üç çocuk” sloganı ile bu genç nüfus potansiyelini güçlü tutmayı amaçlıyor. Avrupa’nın potansiyel katkı oranını yükseltmesi için çalışan sayısının arttırılması gerekiyor. İşte burada Türkiye devreye girecek. Ancak bu potansiyelin kullanılabilmesi için bu genç nüfusun eğitilmesi gerekiyor. Bu eğitimde de hem Avrupa iş piyasasında ihtiyaç duyulan mesleklerde eğitimin öne çıkarılması, hem de eğitim standardının yükseltilmesi gerekir.
Kısacası; ‘AB nasıl olsa bizi kabul etmez’ mantığı yanlış olduğu gibi, ‘Avrupa Birliğine ihtiyacımız yok’ muhalefeti de gereksiz. Hem ülkemizdeki siyasal ve sosyal standartların yükseltilmesi, hem de yakın gelecekte Avrupa’yı bekleyen risklerin fırsata dönüştürülmesi için hükümetin bir an önce AB’ye giriş çabalarını hızlandırması gerekiyor.
28.03.2009
E-Posta:
|