Müslüman kıyımı yapmaya and içmiş olan binlerce Avrupalının oluşturduğu Haçlı ordusu, 4 bin kilometre yol katettikten sonra 13 Haziran 1099 tarihinde Kudüs surlarına dayandılar. Şehri abluka altına alıp nihayet 13 Temmuz’da saldırıya geçtiler.. Kudüslüler saldırıya mancınıklarla attıkları kızgın taşlarla cevap veriyor; göğüslerini haçlı ateşine siper ederek mübarek beldeyi savunma yolunda şehid olma arzusuyla kahramanlık destanı yazıyorlardı.
Ancak adet ve edavat üstünlüğünü elinde tutan haçlı ordusu karşısında dayanmak çok zordu. Her taraf toz duman olmuştu. Havada gezinen kara bulutlar, semaya dikilen gözlere büyük felâketin iyice yaklaştığını haber veriyor, “karagün kapıda!” diyordu.
Şiddetli saldırılar karşısında inançtan örülen duvarın çökmesinin kaçınılmaz olduğu acı bir gerçekti. Nihayet mûsibet günü gelip çatmış, Tevhid dininin merkezi ve barış şehri olan Kudüs, kırk günlük direnme sonucunda haçlılara yenik düşmüştü. Şehrin düşmesiyle insanlık tarihinin en kanlı sayfası da açılmış oldu. Surlardan içeri giren canavarlar öldürdükleri Müslümanların cesetlerine basa basa Mescid-i Aksaya kadar geldiler. Kutsal mekânlara saldırılmaz ümidiyle Aksa Harem-i Şerifine sığınan binlerce Müslüman kana susamış olan haçlıların elinden kurtulamamıştı. Bunların akıbeti de diğerleri gibi kılıçtan geçirilmek olmuştu...
FULCHER, KATLİÂMI
TASVİR EDİYOR
Kalemim bu hunhar katliâmı dile getirmekten aciz kaldığı için “Şehide şahidün min ehliha-ehlinden biri şahitlik etti” âyetinin sırrınca, olaylara şahit olan Rahip Fulcher’ın sözlerini buraya aktarmak istiyorum. “Süleyman mabedine (Mescid-i Aksa) sığınan onbinlerce kişinin başı koparılmıştı. Şayet orda olsaydın ayakların dizlerine kadar kana bulaşırdı! Daha ne söyleyeyim ki; kadın ve çocuklar dahil kimseye yaşama izni vermeyip öldürdüler. Kâfirlerin ne kadar zeki oldukları keşfedildiği için karınlarını yarıp bağırsaklarında para arıyorlardı! Birkaç gün sonra bütün cesetleri toplayıp büyükçe bir yığın yaparak ateşe verdiler. Böylece küllerin arasında para bulmak daha kolay olacaktı. Bu katliâmdan sonra adamlarımız evlere saldırdılar. Olay sistematik bir şekilde yürütülüyordu. Şöyleki: Bir eve kim önce girerse o ev veya köşk içindekilerle beraber onun olurdu. Böylece birçok fakir zengin olmuştu...” (The First Crusade s. 91-92)
İşi gücü batıl mezheplerini yayma politikası olan Mısırdaki Fatımi Devleti, Haçlıların Anadolu ve Suriye topraklarında ilerlemesine göz yummasının faturasını, ‘İftiharüddevle’ idaresi altına verdiği Kudüs’ün düşmesiyle acı bir şekilde ödemişti.
Enfal Sûresi 46. Âyetinde geçen “İhtilâfa düşmeyin; sonra cesaretiniz kırılıp kuvvetiniz elden gider” uyarısına geç de olsa kulak veren Fatımiler, fitne ve bozgunculukla uğraşanların sonunun felâket olmasının kaçınılmaz olduğunu anladıklarından, Vezir Efdal emrindeki yirmi bin askerden oluşan bir orduyu hemen Haçlıların üzerine gönderdiler. Ancak bu hareket “Ba’de harab’ul Basra” yani “Basra harap olduktan sonra” misalindeki gibi geç kalmış bir hareket olduğu için Kudüs’ü kurtaramadığı gibi el-Mecdel Ovasında yapılan meydan muharebesinde yirmi bin kişilik ordu da tarumar olmuştu. Üstelik Akka, Taberiyye, Kayseriyye ve el-Celil gibi önemli şehirler de Haçlılara kaptırılmıştı. (el- Kudsü Tarih ve Hadara s. 137)
Haçlı katliâmından kurtulabilen bir grup Müslüman Şam’a gelip İslâm’ın ilk kıblesi Mescid-i Aksa ve Kudüs’te olup bitenleri anlattığında, ahali bu acı olay karşısında yanıp tutuştu. Bunun üzerine Şam kadısı Ebu Saad el Herevi, yanına aldığı bir heyetle Abbasi Halifesi Mustazhirbiemrillah’ı durumdan haberdar etmek için Bağdat’a gitti. Mescid-i Aksa ve Kubbetüs-Sahra’nın kiliseye çevrildiğini öğrenen Halife, Ebu’l Vefa İbn Akil el-Hanbeli gibi devrin büyük âlimlerinden cami minberlerinden halkı cihada çağırmalarını istedi. (el-Unsü’l Celil fi Tarihi’l Kudsi ve’l Halil s. 307)
Cihad çağrısı üzerine ağlayarak camilere koşan Müslümanlar başlarına gelen bu mûsibetten kurtulmak için Allah’a yakarıyorlardı. Yanık yanık duâ etmelerine rağmen henüz ruhları cihad için hazır değildi maalesef.
Nasıl cihad edeceklerdi ki? Kardeş kavgaları başını almış yürümüş; herkes kendi başına buyruk olmak istiyordu. Oysa Mescid-i Aksa’yı kurtarmak için şahsî mevki ve şereflerin din uğruna feda edilmesi Kürt, Türk ve Arabın cahiliyet hamiyetperverliğini bırakıp tek yürek olarak ümmetin yüce dâvâsı için seferber olması gerekiyordu. Bu da şu an için mümkün değildi.
Halkın bu ümitsiz hâline rağmen, ulema yüce dâvâdan vazgeçmedi. Cami ve medrese minberlerinden irşad hareketi başlattılar. Yeise kapılmadan ümmetin kaybetmiş olduğu değerleri geri getirmek için olağanüstü çaba sarfettiler. İzzet ve şerefin ırk, kan, mal ve mülkte değil, İslâm ve onun mukeddesatını korumakta olduğunu vurgulayan vaazlar verdiler. Netice için hiç de acele etmiyorlardı. Zira nefislerin terbiye olunması uzun tutacağa benziyordu. Nitekim öyle de olmuştu...
—Devam Edecek—
15.01.2009
E-Posta:
|