|
|
Faruk ÇAKIR |
‘İnsanlık’ İsrail’i yenecek |
|
Gazete ve televizyonlar günlük hava tahmini yayınlarcasına; İsrail’in Gazze’de giriştiği katliâmlarla ilgili ‘ölü ya da yaralı’ sayıları yayınlıyor. Filistin’de hemen her gün onlarca kişi ölüyor ya da yaralanıyor. Bütün dünyada insanlık, “Dur, yapma!” dedikçe İsrailli yöneticiler “Hayır, keyfimin kâhyası benim. İstediğimi yaparım” demeyi sürdürüyor. Sürdürüyor fakat, bu vurdumduymazlık ilâ nihaye devam edebilir mi? Etmez ve etmemeli. Sık kullanılan bir sloganda, “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek” denilirdi. Bundan yola çıkarak, biz de “İnsanlık onuru, İsrail’in zulmünü yenecek!” diyebiliriz.
Dünyanın bir ‘köy’ haline geldiği düşünülürse, Gazze’de ya da dünyanın başka bir bölgesinde yaşanan insanlık dramı bizi de ilgilendirir. Sadece aynı dini ve aynı kıtayı paylaştığımız (komşu olduğumuz) için değil, ‘insanlık’ ortak değerinde buluştuğumuz için ilgilendirir. Aynı şekilde, dünyanın en ücra köşesinde bulunan başka dinlere mensup olan insanları da ilgilendirir. Nasıl ki Kongo’da ya da Nikaragua’da yahut Afganistan’daki katliamlar, sıkıntılar, depremler, felâketler de hepimizi ilgilendirdiği gibi...
İsrailli yöneticiler, dünyadan yükselen tepkilere şimdilik sessiz kalıyor, hatta alay edercesine cevaplar veriyorlar. Fakat insanlığın ortak tepkisi karşısında uzun süre direnmeleri mümkün değildir. Şu an için Amerika’yı arkalarına almış görünüyorlar. Ancak son BM toplantılarından birinde ABD de İsrail aleyhindeki bir karar tasarısına karşı ancak ‘çekimser’ kalabildi, yani kararı reddedemedi, veto edemedi. Bir iki adım sonra İsrail’in yaptığı vahşete Amerika da sahip çıkamayacak. Bir sonraki adımda İsrail sadece kınanmakla kalmayacak, yanlıştaki inadı sürerse belki de ‘küresel boykot’a maruz kalacak.
Gerçekten de İsrail’i dize getirecek uygulamalardan biri de ekonomik boykot olabilir. Benzer konularda başlatılan ve başarıya ulaşan kampanyalar vardır. Tabiî ki şahısların boykotu yanında, devletlerin boykotu da sözkonusudur. Fertler alışverişte bu hassasiyeti gösterirken, devletler de yüklü miktarlardaki alışverişlerinde ve anlaşmalarında bu konulara dikkat etmelidir. Meselâ, Türkiye’de vatandaş marketten alış veriş yaparken “Aman, İsrailli firmalara destek olmayalım” diye kılı kırk yararken, idarecilerimiz bir kalemde yüz milyon dolarlarla ya da milyar dolarlarla ifade edilen anlaşma metinlerine imza atarsa ‘ambargo’ delinmiş olmaz mı?
Bilhassa Gazze katliâmı sonrasında İsrail’e karşı büyük bir tepki oluştu. Sadece İslâm ülkelerinde yaşayanlar değil, bütün insanlık âlemi tepkili. Bu tepkinin artarak devam etmesi muhtemel. İnsanlık âleminden yükselen bu tepkilere rağmen, “Ben istediğimi yaparım” diyebilmek mümkün değildir. Mümkün olsaydı, en başta Amerika keyfî uygulamalarını devam ettirebilirdi. Nasıl ki ABD, Irak’ta yaptığı yanlışlardan kurtulmak isteyen bir duruma geldi, İsrail de dünya insanlığını karşısına alıp yanlışlarını devam ettiremez. Er ya da geç bu katliâmlara son verip, insanlığın tepkisine kulak vermek durumunda.
İnsanlığın ortak tepkisi, İsrail’in zulmünü, haksızlığını, inadını yenecek inşaallah.
15.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Meclis, neden “İsrail’i kınama kararı” alamadı? |
|
Ekonomik kriz tsunamisinden “Ergenekon dalgaları”na, mahallî seçimlerden “mahalle baskısı” araştırmalarına kadar bir çok önemli konu, yoğun gündemin kesafeti altında kayboluyor. Milletin bu denli tepkisine rağmen TBMM’nin Gazze’de katliam yapan İsrail’i kınama kararı almaması da bunlardan biri…
Gerçek şu ki son Gazze saldırısı, ABD ve İsrail’le ilişkilerde Türk dış politikasındaki tezatları ve zâfiyetleri bir defa daha su yüzüne çıkardı. Zira siyasî iktidarın tenâkuzlarla dolu tezatlı hali Gazze ve İsrail ikileminde açıkça sırıtıyor…
Kamuyonun büyük infiâline rağmen İsrail hükûmetinin, savunma sanayii işbirliğine devam eden, silâh alımı ihâlelerini sürdüren ve Gazze’yi bombalayan İsrail savaş uçaklarının Konya ovası üzerindeki eğitim uçuşlarını devam ettiren AKP hükûmetini İsrail hükûmetinin yavuzhırsız misâli ithamı, bunun handikaplı politikaların göstergesi. Amerikan The New York Times gazetesinin Cengiz Çandar’ın ağzından, “Türkiye’nin İsrail nezdindeki imajı zedelendi, bu çatışmanın tarafı haline geldi” diye yazıp Başbakan’ın son İsrail’i eleştirisiyle, “Türkiye’nin arabuluculuğunun tehlikeye attığını” duyurmasının anlamı bu. Keza medyadaki “yerli” İsrail muhibbi kalemşörlerin daha şimdiden Ankara’nın Amerikan Kongresi gündemindeki “Ermeni soykırımı tasarısında Yahudi lobisine ihtiyacı”nı şantaj havasında nazara vermeleri de bu amaçla…
Belli ki İsrail ve Yahudi lobisi, ABD’nin dayattığı politikalara “mecbur” gördüğü Ankara’nın bu “çekingen” ve “kuru kınamalar”dan öteye geçmeyen tutuk durumunu dahi kabul etmiyor…
“FEVERAN” VAR, “YAPTIRIM” YOK…
Aslında İsrail Cumhurbaşkanı Peres’in, “Bizim imaja ihtiyacımız yok” diyerek büyük bir pervâsızlıkla katliama devam edeceklerini açıkça ilân etmesi, bunun ilk sinyaliydi. İsrail Başbakanı Olmert’in, Gazze’de ateşkese sağlanmasına yönelik çağrılara karşı, “Saldırıları daha da arttıracağız, kimze bize ahlâk dersi veremez ve kimse bizim adımıza karar alamaz” diye meydan okuması, İsrail’in başta Türkiye olmak üzere hiçbir ülkeyi, değeri ve uluslararası hukuku ve kuralı tanımadığını ortaya koymakta.
Bundandır ki 27 Aralık’taki saldırıdan birkaç gün önce Ankara’ya gelen İsrail Başbakanı Olmert’in Başbakan Erdoğan’la beş buçuk saati aşan ve hiçbir kaydı olmayan başbaşa görüşmesinde nelerin konuşulduğu merak konusu olmakta. Yine bundandır ki Başbakan’ın bir nevi “aldatıldığı”nı imâ edip “feverân” ederek İsrail’i “saygısızlık”la suçlaması, kamuoyonda soru işârtelerine yol açmakta. Başbakan’ın tepkisi, saldırı öncesinde Olmert’in bu hususta hiçbir bilgi vermemesine bağlanmıştı. Erdoğan’ın “saldırıdan ısrarla sakınması”na rağmen Olmert’in bu “uyarıları” dinlemediğine yorumlanmış; hatta saldırının ilk günlerinde Erdoğan’ın Olmert’in telefonlarına çıkmadığı, protesto edip “posta koyduğu” haberleri medyada yer almıştı.
Gerçi daha katliamın başında Başbakan’ın “yakınması” üzerine İsrail Büyükelçisinin “Kimseye bilgi vermek mecburiyetinde değiliz” restiyle açığa çıkan Türkiye’yi “umursamaz” tavrı resmen deklâre edilmişti. Ancak İsrail gazetesi Haaretz’in Türkiye uzmanı muhabiri Zvi Barel’e göre Olmert’in daha dört gün önce biraraya geldiği muhatabı Erdoğan’a saldırının hemen öncesinde “Gazze operasyonu”yla ilgili bilgi vermek istemediği için telefonunu reddettiğini yazması, Ankara’nın kırılganlıklarla dolu ikilemi ele vermekte. Böylece son altı yılda İsrail’le savunma, ekonomi ve enerji alanlarında işbirliğini tamgaz sürdüren AKP hükümeti, bu çıkmaz tutuk politikalarla “arabulucu” olduğu İsrail’i durduracak hiçbir karar ve yazılı belgeye imza atma irâdesini gösterememekte. Son örnek, Meclis’te bir kınama kararı dahi çıkartamaması…
AKP “KINAMA KARARI”NA
İMZA ATMADI…
Şu hale bakın; uzun süre tepkisiz kalıp bir “kınama” dahi yayınlayamayan Birleşmiş Milletler bile, şimdiye kadar 19 Güvenlik Konseyi kararı olmak üzere 76 kararını çiğneyen İsrail’e “ateşkes” çağrısında bulunuyor. İsrail’in BM’nin koordinatlarını verdiği okulları ve “güvenli” diye çocukları, kadınları, yaşlıları doldurduğu evleri bombalayıp katletmesi üzerine, BM Güvenlik Konseyi, ABD’nin muhalefetine rağmen nihâyet Gazze’de âcil ve kalıcı bir “ateşkes kararı”nı alıyor. Lâkin dörtyüz sene Osmanlının idâresine kalmış Gazze’de bine yakın insanın katledilmesine, dörtbinin yaralanmasına TBMM sessiz kalıyor.
Cumhurbaşkanı Gül’ün Kasım 2007’de dâvet ettiği İsrail Cumhurbaşkanı Peres’i milletvekillerine ayakta alkışlatıp TBMM Genel Kurul Salonu’nda konuşturan AKP siyasî iktidarı, Gazze katliamı için Meclis’te “kınama kararı” çıkartmıyor. Anadolu’nun dört bir yanında halkın meydanlarda lânetlediği, Başbakan’ın sert demeçleriyle yakınıp topa tuttuğu ve milletvekillerinin protesto ettiği katliam ve vahşete millet irâdesinin temsilcisi Meclis’ten bir “kınama bildirisi” dahi yayınlanamıyor.
AKP Grup Başkanlığı, Meclis’teki diğer siyasî partilerden gelen ortak bildiri teklifine, “Dışişleine danıştık, dengeler varmış” mülâhazasıyla, “İsrail ile diplomatik ilişkilerde sıkıntı oluşturmaması” gerekçesiyle “ortak bildiri”yi geri çevirip imza atmıyor. Filistinli yaralılara gözyaşı döken Başbakan, “insan” olarak “duygusal davrandığını” söylüyor; lâkin “siyasetçi” olarak İsrail uygulamalarına karşı en ufak bir tutum sergilemiyor. Âdeta Gazze saldırısına karşı halkın öfkesini ve gazını alacak “içi başka-dışı başka” politik söylemlerle geçiştiriyor.
Neticede Başbakan’ın parti grubunda ve medyada İsrail’e veryansın etiği bir sırada, “TBMM’nin İsrail’i kınama bildirisi”nin AKP’nin engellemesine takılması, siyasî iktidarının İsrail karşısında “gürleyip yağmayan” yaman çelişkisini bir defa daha deşifre ediyor.
Anlaşılan AKP iktidarı hâlâ İsraille dostluk ve işbirliklerini südürme hesâbında. Hâlâ Başbakan’ın aldığı “BOP’un eşbaşkanlığı görevi”yle “stratejik müttefiklik” içinde. Hâlâ ABD’nin kayıtsız şartsız arka çıktığı İsrail’le işbirliği ve ortaklık peşinde. Hâlâ hiçbir diplomatik etkili yaptırımda bulunmamakta…
Demek milletin karşısında İsrail’i “kınama konuşmaları”, bir siyasî şovdan ibâret...
15.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Suna DURMAZ |
Minber |
|
Müslüman kıyımı yapmaya and içmiş olan binlerce Avrupalının oluşturduğu Haçlı ordusu, 4 bin kilometre yol katettikten sonra 13 Haziran 1099 tarihinde Kudüs surlarına dayandılar. Şehri abluka altına alıp nihayet 13 Temmuz’da saldırıya geçtiler.. Kudüslüler saldırıya mancınıklarla attıkları kızgın taşlarla cevap veriyor; göğüslerini haçlı ateşine siper ederek mübarek beldeyi savunma yolunda şehid olma arzusuyla kahramanlık destanı yazıyorlardı.
Ancak adet ve edavat üstünlüğünü elinde tutan haçlı ordusu karşısında dayanmak çok zordu. Her taraf toz duman olmuştu. Havada gezinen kara bulutlar, semaya dikilen gözlere büyük felâketin iyice yaklaştığını haber veriyor, “karagün kapıda!” diyordu.
Şiddetli saldırılar karşısında inançtan örülen duvarın çökmesinin kaçınılmaz olduğu acı bir gerçekti. Nihayet mûsibet günü gelip çatmış, Tevhid dininin merkezi ve barış şehri olan Kudüs, kırk günlük direnme sonucunda haçlılara yenik düşmüştü. Şehrin düşmesiyle insanlık tarihinin en kanlı sayfası da açılmış oldu. Surlardan içeri giren canavarlar öldürdükleri Müslümanların cesetlerine basa basa Mescid-i Aksaya kadar geldiler. Kutsal mekânlara saldırılmaz ümidiyle Aksa Harem-i Şerifine sığınan binlerce Müslüman kana susamış olan haçlıların elinden kurtulamamıştı. Bunların akıbeti de diğerleri gibi kılıçtan geçirilmek olmuştu...
FULCHER, KATLİÂMI
TASVİR EDİYOR
Kalemim bu hunhar katliâmı dile getirmekten aciz kaldığı için “Şehide şahidün min ehliha-ehlinden biri şahitlik etti” âyetinin sırrınca, olaylara şahit olan Rahip Fulcher’ın sözlerini buraya aktarmak istiyorum. “Süleyman mabedine (Mescid-i Aksa) sığınan onbinlerce kişinin başı koparılmıştı. Şayet orda olsaydın ayakların dizlerine kadar kana bulaşırdı! Daha ne söyleyeyim ki; kadın ve çocuklar dahil kimseye yaşama izni vermeyip öldürdüler. Kâfirlerin ne kadar zeki oldukları keşfedildiği için karınlarını yarıp bağırsaklarında para arıyorlardı! Birkaç gün sonra bütün cesetleri toplayıp büyükçe bir yığın yaparak ateşe verdiler. Böylece küllerin arasında para bulmak daha kolay olacaktı. Bu katliâmdan sonra adamlarımız evlere saldırdılar. Olay sistematik bir şekilde yürütülüyordu. Şöyleki: Bir eve kim önce girerse o ev veya köşk içindekilerle beraber onun olurdu. Böylece birçok fakir zengin olmuştu...” (The First Crusade s. 91-92)
İşi gücü batıl mezheplerini yayma politikası olan Mısırdaki Fatımi Devleti, Haçlıların Anadolu ve Suriye topraklarında ilerlemesine göz yummasının faturasını, ‘İftiharüddevle’ idaresi altına verdiği Kudüs’ün düşmesiyle acı bir şekilde ödemişti.
Enfal Sûresi 46. Âyetinde geçen “İhtilâfa düşmeyin; sonra cesaretiniz kırılıp kuvvetiniz elden gider” uyarısına geç de olsa kulak veren Fatımiler, fitne ve bozgunculukla uğraşanların sonunun felâket olmasının kaçınılmaz olduğunu anladıklarından, Vezir Efdal emrindeki yirmi bin askerden oluşan bir orduyu hemen Haçlıların üzerine gönderdiler. Ancak bu hareket “Ba’de harab’ul Basra” yani “Basra harap olduktan sonra” misalindeki gibi geç kalmış bir hareket olduğu için Kudüs’ü kurtaramadığı gibi el-Mecdel Ovasında yapılan meydan muharebesinde yirmi bin kişilik ordu da tarumar olmuştu. Üstelik Akka, Taberiyye, Kayseriyye ve el-Celil gibi önemli şehirler de Haçlılara kaptırılmıştı. (el- Kudsü Tarih ve Hadara s. 137)
Haçlı katliâmından kurtulabilen bir grup Müslüman Şam’a gelip İslâm’ın ilk kıblesi Mescid-i Aksa ve Kudüs’te olup bitenleri anlattığında, ahali bu acı olay karşısında yanıp tutuştu. Bunun üzerine Şam kadısı Ebu Saad el Herevi, yanına aldığı bir heyetle Abbasi Halifesi Mustazhirbiemrillah’ı durumdan haberdar etmek için Bağdat’a gitti. Mescid-i Aksa ve Kubbetüs-Sahra’nın kiliseye çevrildiğini öğrenen Halife, Ebu’l Vefa İbn Akil el-Hanbeli gibi devrin büyük âlimlerinden cami minberlerinden halkı cihada çağırmalarını istedi. (el-Unsü’l Celil fi Tarihi’l Kudsi ve’l Halil s. 307)
Cihad çağrısı üzerine ağlayarak camilere koşan Müslümanlar başlarına gelen bu mûsibetten kurtulmak için Allah’a yakarıyorlardı. Yanık yanık duâ etmelerine rağmen henüz ruhları cihad için hazır değildi maalesef.
Nasıl cihad edeceklerdi ki? Kardeş kavgaları başını almış yürümüş; herkes kendi başına buyruk olmak istiyordu. Oysa Mescid-i Aksa’yı kurtarmak için şahsî mevki ve şereflerin din uğruna feda edilmesi Kürt, Türk ve Arabın cahiliyet hamiyetperverliğini bırakıp tek yürek olarak ümmetin yüce dâvâsı için seferber olması gerekiyordu. Bu da şu an için mümkün değildi.
Halkın bu ümitsiz hâline rağmen, ulema yüce dâvâdan vazgeçmedi. Cami ve medrese minberlerinden irşad hareketi başlattılar. Yeise kapılmadan ümmetin kaybetmiş olduğu değerleri geri getirmek için olağanüstü çaba sarfettiler. İzzet ve şerefin ırk, kan, mal ve mülkte değil, İslâm ve onun mukeddesatını korumakta olduğunu vurgulayan vaazlar verdiler. Netice için hiç de acele etmiyorlardı. Zira nefislerin terbiye olunması uzun tutacağa benziyordu. Nitekim öyle de olmuştu...
—Devam Edecek—
15.01.2009
E-Posta:
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Yeni Ergenekon soruları |
|
Ergenekon operasyonlarının bir kavle göre 10, bir başka kavle göre 11. dalgasından sonra ortaya çıkan sonuç ne?
Evvelce İlhan Selçuk ve Kemal Alemdaroğlu örneklerinde yaşanan “gözaltına alıp serbest bırakma” olayı bu defa Tuncer Kılınç, Kemal Yavuz, Erdal Şenel ve Kemal Gürüz’de tekrarlandı.
Neyle suçlanıyorlardı, neden bırakıldılar, tutuksuz mu yargılanacaklar, yoksa hiç mi yargı önüne çıkarılmayacaklar; şu an için bilinmiyor.
Alt rütbeli muvazzaflardan bazıları tutuklanırken, gözaltına alınan emekli or ve tümgenerallerin bırakılması ile, operasyon gününün ertesinde Genelkurmay Başkanının yürüttüğü “sessiz trafik” arasında bağ var mı; o da meçhul.
Peki, özellikle Gürüz’ün, polis aracına bindirilirken kafasına bastırılması ânını yansıtan görüntülere yönelik eleştiriler sonrasında, İçişleri Bakanlığının gözaltı işlemleri için soruşturma başlatıldığına dair açıklaması ne anlama geliyor?
Böylece “Bakan Beşir Atalay, evvelce kendisini Kırıkkale Üniversitesi Rektörlüğünden azleden Gürüz’den bu şekilde intikam alıyor” iddialarının asılsızlığı mı gösterilmek isteniyor, yoksa işin içerisinde daha başka şeyler de var mı?
Bir diğer nokta, emekli paşaların evlerinde jandarma ekiplerince yapıldığı söylenen “arama”ların 10 dakikayı geçmediğine dair haberler.
Bir başka soru işareti, hem Ankara’daki, hem Ayvalık’taki evleri aranan Sabih Kanadoğlu’nun gözaltına alınmaması ve işlemler başlamadan çok önce haberinin TRT’de yayınlanmış olması.
Bütün bunlardan sonra, yeni dalganın Yalçın Küçük, İbrahim Şahin ve beş günlük firar sonrası teslim olan ya da ele geçirilen Yarbay Mustafa Dönmez haklarında verilen tutuklama kararlarıyla son bulduğu görüntüsü ortaya çıkıyor.
“Nev-i şahsına münhasır” karakteri, kişilerin ad ve soyadlarından şecerelerini çıkarma “uzmanlığı” ve vaktiyle Beka Vadisinde Apo ile özel görüşme yapmak dahil ilginç bağlantılarıyla öteden beri kendisinden söz ettiren Küçük, Ergenekon’da nasıl bir yere oturtuluyor; meçhul.
Susurluk’ta mahkûm olan, geçirdiği ağır “kaza” neticesi hafıza kaybına uğradığı belirtilen ve “sağlık sebebiyle” Sezer tarafından affedilip serbest kalan eski özel harekâtçı İbrahim Şahin’in evindeki krokilerden hareketle yapılan kazılarda ortaya çıkarılan silâh, mühimmat ve cephanelik olayında da ilginç gelişmelere şahit olmaktayız.
Bazıları, darbe planlarının konuşulduğu 2004 tarihli gazetelere sarılmış olarak gömülen bu silâhlar Ergenekon’un Susurluk ayağını ele veriyor diye düşünülürken, yarbay bağlantılı silâh ve cephanelikler başka bir boyuta işaret ediyor.
Ve hemen akabinde, Ecevit hükümetinde Adalet Bakanlığı yapmış olan Hikmet Sami Türk sahneye çıkarak, nereden biliyorsa, “Bu silâhlar olası bir işgal durumunda direnişte kullanılmak üzere devlet tarafından konulmuş gizli silâhlar olabilir” şeklinde ilginç bir açıklama getiriyor.
Benzer bir izah, aynı gün, “Türkiye güvenliğinin en üst noktasında görev yapmış” bir kişiye izafe edilerek, köşe yazılarına da aksettiriliyor.
Böylece zihinlerde, “Şahin’le irtibatlı silâh ve cephanelikler gündeme geldiği zaman ihtiyaç duyulmayan bu yorum, aynı şey muvazzaf bir yarbay için söz konusu olduğunda niye birden bire piyasaya sürülüverdi?” suali şekilleniyor.
Ve devamında, “İkinci Dünya Harbi sonrasının soğuk savaş ortamında Stalin’in işgal tehdidinde bulunmasından bu yana Türkiye kimden nasıl bir işgal ihtimaline muhataptı ki, böyle silâh ve cephanelerin gerektiğinde çıkarılıp kullanılmak üzere toprağa gömülmesine ihtiyaç hissedildi?” şeklindeki sual de cevabını bekliyor.
Hatırlanacağı gibi, 2000’li yıllara Hizbullah adı verilen cinayet çetesi tarafından domuz bağıyla katledilmiş insanlarla dolu ceset tarlalarındaki kazıların dehşet görüntüleriyle girmiştik.
Şimdi ise gündem silâh ve bomba tarlaları.
Ama ikisinde de imza aynı: Ergenekon...
15.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mikail YAPRAK |
Hadiseleri doğru okuyabilmek |
|
Hadiseleri sadece duymak ya da görmek yetmiyor. Asıl olan onları doğru okuyabilmektir. Buna da göz lâzım. Onda da yetersizlik varsa, bir de iyi bir gözlük lâzım. Hâlâ yanlış okunup yanlış mânâ veriliyorsa, o zaman basiret gözü arızalıdır, hastadır. Zaten bu ahirzamanda maddî-manevî hastalıklar alabildiğine artmıştır. Teşhisi konulmayan hastalıklar bile vardır. Basiret körlüğü ise çok yaygın olmakla beraber, teşhisi konulmuş ve tedavisi var olan bir hastalıktır.
Bir âyet-i kerimenin meali şöyledir: “Körle ile gören bir olmaz. İnanıp iyi amellerde bulunanla kötülük yapan da bir olmaz. Ne kadar da az düşünüyorsunuz!” (Mümin, 58)
Burada; görenle kör olan kişi örnek gösterilerek keskin bir ayırım yapılmıştır. Basiretten uzak olanlar kör olarak vasıflandırılmıştır.
Şu âyetler de, basiretin apaçık kaynağını gösteriyor:
“Bu (Kur’ân), insanlar için basiret nurları, kesin olarak inanan bir toplum için hidayet ve rahmettir.” (Casiye, 20)
“Bu Kur’ân’ın âyetleri, Rabbiniz tarafından size verilmiş gözler gibidir; onlarla hakkı görürsünüz. …” (A’raf, 203)
Başımızdaki göze basar, kalp gözüne ise basiret denir. Risale-i Nur’da basiret körlüğüne karşı çok müessir dersler vardır. Basiret gözünün körleşmesini büyük tehlike olarak gören Bediüzzaman, toplumun basiret gözünün açılması için gayret sarf etmiş ve bu gözü hep açık tutacak dersleri ve reçeteleri, eserleriyle gelecek nesillere tevdi etmiştir.
“Basar masnuatı görüp de basiret Sânii görmezse çok garip ve pek çirkin düşer.” Basîret ilâhî bir nurdur ve hakkı bâtıldan ayırmamızı sağlayan insanî bir özelliktir. Kalplerinde bu özellik bulunmayan kimseler hakkında Allah Teâlâ;
“Onların kalpleri vardır, ama onunla gerçekleri anlayamazlar” buyurur. (A’raf, 7/179)
***
Günümüzde, pis kokularının sonradan ortaya çıktığına şahit olduğumuz öyle şeyler var ki, kokuları bu kadar yayılıncaya ve asıl mahiyetleri anlaşılıncaya kadar, koca toplum o kokuları misk ü amber zannıyla nefes nefes içine çekmiştir. Yani kurt gövdenin içine girmiş, kanını emen, can damarını koparan düşman sezilmez olmuştur. Ve bu tehlike hâlâ bütün vahametiyle devam etmektedir. Hangi çukurdan hangi mel’anetin, hangi taşın altından hangi yılanın çıkacağı bilinmez bir vaziyette yol alınıyor. Allah akibetimizi hayır etsin. Devlet ünvanının bile terörle beraber anılacağı kimin aklına gelirdi? Gerisini siz düşünün artık.
Fıkra bu ya, Temel bankayı soymak için demirleri keserken bekçi yanaşmış, ne yaptığını sormuş, o da "Kemençe çalıyorum” demiş. Bekçi de, hani kemençe sesi çıkmıyor, deyince, Temel "Merak etme, bu kemençenin sesi sabaha çıkacak"demiş. Bu fıkradaki, demiri kesen testereyle kemençeyi ayırt edemeyen bekçi gibi, toplum olarak biz de öyle nesneleri birbiriyle karıştırıyoruz ki, başımıza böyle garip haller geliyor. İş işten geçtikten sonra sesini işitiyor, kokusunu alıyoruz.
Yine birileri birşeyler kotarıyor, maddî ve manevî bünyemizden, acısını sonradan duyacağımız parçalar koparılıyor. Yani oyun içindeki oyunun içinde yine bir başka oyun. İç içe oyunlar oynanıp gidiyor. Bütün bu oyunlar ve kargaşalar da, kendi menfaatleri için dünyayı ateşe atanların işine yarıyor. İçerdeki ve dışardaki zinde güçler karşılıklı paslaşmış oluyorlar. Ama unutulmasın ki, planların en güzeli ve en nihaî olanı Allah’a mahsustur.
***
Eskiden beri ağızdan ağıza nesillere devredilen hatırı sayılır bir deyim vardır:
Şapla şekeri karıştırmak..
Şekerin ne olduğunu bilmeyenimiz yoktur. İsmiyle, cismiyle ve tadıyla herkes onu bilir. Aynı şeyi “şap” için söylemek çok zor. Bundandır ki, şap diye şappadak ortaya atılan bazı meseleler, şeker diye yutturulabilir. Burada durup şöyle bir düşünelim.
Acaba bazen şapla şekeri karıştırmamız, sadece şapı çok iyi tanımadığımızdan mı kaynaklanıyor, yoksa haddizatında şekeri de o kadar tanımadığımız konusunda farkında olmadan kendimizi ele vermiş mi oluyoruz?
Aslında bu ikinci şık biraz daha ağır basıyor gibi... Çünkü şekeri hakkıyla ve hakikatıyla tanıyan birisi, şapla karşılaşınca, en azından “Bu benim tanıdığım şeker değildir, başka ne olduğu da beni ilgilendirmez” deyip işine ve hizmetine devam eder.
Bilhassa siyasî ve sosyal arenada bize bile çok "şap”lar, şeker diye yutturulmuştur ve yutturulmaya devam ediliyor. Halbuki Üstad Hazretleri, "Nur talebeleri baştaki iki göz gibi, iki bakar bir görür" diyor. Unutmayalım ki, bundan kırk sene önce, İslâmî duygu ve düşünceyi siyaset arenasında (sui)istimal etmek üzere bir parti ortaya çıktığı zaman, Zübeyir Ağabey o engin feraset ve basiretiyle "Bu bir‚ nizam değil, bu bir‚ nifaktır" demişti. Çünkü bu parti, kendisine rey vermeyecek olanları hakiki Müslüman olmamakla suçluyordu. Çünkü bu parti, ahiret ve Kur’ân için fîsebilillah çalışan hizmet erlerinin nazarlarını dünyaya ve siyasete kaydırmak istiyor, üstelik onları pasiflikle itham ediyordu.
15.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Allah’a muhatap olma heyecanı |
|
Cenâb-ı Hak insanoğlunu yeryüzünde Kendi adına tasarruf edecek bir halife, bir vekil tayin etmiş; söz ve davranışlarında dengeli, adaletli olmasını emretmiş; şaşırmaması, sapmaması için de rehber olarak kitapları, âhirzaman peygamberi Efendimizle de (asm) Kur’ân’ı göndermiştir.
Açıkçası Kur’ân’a muhatap kılınmakla payesi, derecesi yükseltilmiştir insanın. Bütün yaratıklar üstünde bir mevkidedir O. Allah’a muhatap olabilmek kadar büyük bir şeref düşünülebilir mi? Allah’ın kuluna verdiği değerin bir ifadesidir bu.
Bu şerefi bağışladığı için Rabbine minnet ve şükran borçludur insan. Kitabını okumak, anlamak ve hayatını onunla şekillendirmekle mükelleftir. Onu kelime kelime okuyacak, mânâ derinliklerine nüfuz etmeye, Rabbinin yüce maksadını anlamaya çalışacaktır. Cenâb-ı Hak, Kamer Sûresinde dört defa yeminle düşünülmesi, anlaşılması ve ezberlenmesi için Kur’ân’ı kolaylaştırdığını bildiriyor. Sonra da, “Fakat düşünüp ibret alan nerede?” buyuruyor.
Rabbinin kendini muhatap ve dost edindiğinin mânâ ve değerini bilemeyenler onu düşünüp ibret alamayadursunlar, Kur’ân’ın sırlarına, derinliklerine nüfuz etmeye çalışan üç yüz bin tefsir onun ne kadar zengin ve engin bir hazine olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. “Cevherin kıymetini sarraf olan anlar” hakikati sırrınca Kur’ân deryasına dalanlar onun sırları ve mânâ zenginlikleri karşısında mest olmuş, bazan bir âyete takılıp daha ilerisine gidememişlerdir. Allah Resûlünün (asm) Hz. İsa’nın duâlarından olan, “Eğer onlara azap edersen onlar Senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, elbette Sen dilediğini yapmaya kadirsin ve Sen herşeyi hikmetle yaparsın” meâlindeki Maide Sûresinin 118. âyetine gelince etkilenip sabaha kadar kıldığı teheccüd namazında aynı âyeti tekrarlamaktan kendini alamadığını biliyoruz.1
İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin de Kamer Sûresinin, “Yahut onlar, yeryüzünde dolaşıp durdukları bir sırada Allah’ın kendilerini azabıyla yakalamayacağından mı emin oldular? Halbuki onlar Allah’ı aciz bırakacak değillerdir” meâlindeki 46. âyetini ağlaya ağlaya okuyarak sabahlamıştı. İmam-ı Malik, Tekâsür Sûresinin “Sonra da size verilen nimetlerden hesaba çekileceksiniz“ meâlindeki 8. âyetini gözyaşları içinde saatlerce tekrarlamıştı.
Hasan-ı Basrî’nin, İbrahim Sûresinin “O, sözünüz ve hâlinizle istediğiniz herşeyden size verdi. Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız saymakla bitiremezsiniz. İnsan ise, şüphesiz ki, çok zalim ve çok nankördür” meâlindeki 34. âyetine gelince gözyaşlarını tutumayıp tekrar ede ede sabahladığı biliniyor. Malik bin Dinar, Casiye Sûresinin “Yoksa o kötülükleri işleyenler, kendilerini iman edip güzel işler yapan kimseler gibi tutacağımızı ve hayatlarında ve önlerinde onlarla eşit olacaklarını mı sandılar? Ne kötü bir hükme varıyorlar!” meâlindeki 21. âyetini tekrar tekrar okumaktan kendini alamamıştı.
Said bin Cübeyr’ de Yasin Sûresinin “Sizler, ayrılın, ey mücrimler!” meâlindeki 59. âyetini sabaha kadar tekrarlamıştı.1 İşte Kur’ân’ın böyle insanın tekrar tekrar okumaktan kendini alamayacağı mest edici bir özelliği var.
Dipnotlar: 1- Gece İbadeti, s. 69-70.
15.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Karanlığı aydınlatma süreci |
|
Ergenekon örgütü dâvâsıyla ilgili olarak her kafadan bir ses çıkıyor. Bilen de konuşuyor, bilmeyen de...
Netice itibariyle, meselenin konuşulması, tartışılması, araştırılması yine de iyi. Yeter ki, iş çığrından çıkartılmasın, konu saptırılmasın ve gidişatın önü kapatılmasın; dâvâ gidebildiği yere kadar ciddiyetle tâkip edilsin.
Bazıları çıkıp diyorlar ki: "Ergenekon'a 'terör örgütü' deniliyor. Peki, bu dâvâdan yargılananların işlediği terör eylemleri nerede? Böyle saçmalık olur mu? Devletin en yüksek, en hassas, en itibarlı makamlarında yıllarca hizmet etmiş kişilere yapılan terörist muamelesi, onların evlerinden apar topar alınıp gözaltına alınması, mahkemelere sevk edilmesi olacak şey değil." Vesaire...
Evet, cidden bazı görüntüler hiç hoş değil. En azından zahirî hisler zaman zaman rencide olabiliyor. Emniyet görevlilerinin bu noktada daha bir dikkatli davranması gerekiyor. Ne var ki, asıl mesele başka. Asıl meseleyi görmeyip, böyle detaylarla uğraşanların iyi niyetinden şüphe etmemek de elde değil.
Peki, nedir asıl mesele?
Şudur: Meşrûtiyet dönemini saymazsak, bu ülkede tam seksen beş senedir işlenen pekçok siyasî cinayet var. Düzenlenen onlarca provokatif eylem var. Bu eylemlerin bir kısmı (kanlı Taksim, Maraş, Çorum olayları gibi) tam bir katliâma dönüştü.
Keza, derin ve karanlık odaklar tarafından beslenip palazlandırılan bir dizi anarşi ve terör örgütleri var. Bunlar, içerden, iç bünyeden ciddî mânâda destek almadan asla yaşayamazdı, yaşayamazlar.
Aynı şekilde, geçmişteki darbe ve muhtıralara zemin hazırlamada, görünürdeki zavallı anarşistlerin, ahmak teröristlerin ve geri zekâlı tetikçilerin birer maşa, birer piyon, birer taşerondan ibaret olduğunu, aklı başında, vicdanı ayarında olan herkes biliyor ve kanaat getiriyor.
Buna mukabil, asıl beyin takımını teşkil edenlerin krallar gibi geçindiğini, çoklarının ortalıkta kravatlı, simokinli olarak arz–ı endam ettiğini bilmem ayrıca vurgulamaya gerek var mı?
Acaba, son dönemde ortaya çıkartılan ve krokileri "kral daireleri"nde bulunan dehşet uyandıran cephanelikler neyin nesi? Acaba, bütün bu organizasyonu hangi "yalın ayak, baldırı çıplak terörist" planlayıp uyguladı?
Belli ki, buna benzer durumlar geçmişte de vaki olmuş, ancak üzerinde pek durulmamış.
Belli ki, bu "kayıt dışı" silâh ve mühimmatın benzerleri, geçmişteki (1968–80) anarşik olaylarda, özellikle Taksim Meydanında (1977), Maraş ve Çorum katliâmında (1978) da kullanılmış.
Belli ki, aynı karanlık zihniyetin mensupları Meclis'te işlenen ilk cinayetlerde (1923–25), Şeyh Said ve Menemen Hadiselerinde (1925–30), 6/7 Eylül Olaylarında (1955), Hizbullah ve PKK gibi örgütleri istimal ve yönlendirmede aktif rol oynamış.
Evet, adına ister Ergenekon denilsin, ister başka şey denilsin, ne denilirse denilsin, ortada derin ve karanlık bir odak, acımasız bir mekànizma var ki, yukarıdan beri sıraladıklarımızın tamamı onun ilgisi, bilgisi ve hinterlandı dahilindedir. Sırtını devlete dayadığı ve bu sebeple güçlü olduğu için, ondan habersiz kimse birşey yapamaz, dahası ona rağmen hiçbir örgüt bir halt edemez.
Zira, o öyle bir zihniyet ve hâkimiyetini kurmuş öyle bir unsuriyettir ki, bu memlekete komünizm lâzımsa da onlar getirir, bu memlekette anarşi, terör, darbe, muhtıra, cinayet, ihanet, povokasyon lâzımsa, onu da kendileri yapar, yahut yaptırır.
Bu arada, cephaneliklerin peşpeşe ortaya çıkmasıyla hızı bir derece kesilenler olduğu gibi, hiç hız kesmeden dolu dizgin gidenlere de rastlıyoruz.
Evvekli gün bir tv programına çıkıp rastgele konuşan bir hanım profesör, özetle şunu söylüyordu: "Şu Ergenekon dâvâsı, son derece tutarsız ve dengesiz bir şekilde yürütülüyor. Karmakarışık bir seyir takip ediliyor. Buna çete yahut terör örgütü deniliyorsa, eylemlerinin ortaya çıkarılması lâzım. Yok, bu örgüt darbe hazırlığı içindeydi deniliyorsa, o takdirde bütün darbelerin suç teşkil ettiği ve darbe yapanların yargılandığı bir sürecin başlatılması gerekiyor."
Evet, bütün bunlar ideal şeyler ve genelde doğru düşünceler.
Ancak, temelde yatan bir yanlışlık var ki, o da şudur: Devlet kurumları içinde mevzilenmiş çetelerin veya darbe yapmış olan paşaların şimdiye kadar yargılanamaması, şimdi tesbit edilenlerin de yargılanmamasına gerekçe olmaz, olamaz. Böylesi sakat bir mantıkla hiçbir yere varılamaz.
Ne demek, "Madem ki, daha önceki çetelerden, cuntacılardan hesap soramıyorsanız, o halde şimdikileri de hesaba çekemezsiniz?"
Öyle şey olur mu? Her şeyin bir vakt–i merhûnu var. Karanlığın aydınlığa dönüşme vakti gibi... Hem, bazı şeylerin yapılabilmesi için, imkân ve şeraite ihtiyaç var. Karanlığı aydınlatma vasıtaları gibi...
Bakınız, İtalya'da da durum aynı oldu. Kızıl Tugaylar isimli terör örgütü (Gladyo), yıllarca İtalyanların huzurunu bozacak eylemlerde bulundu. Son olarak eski başbakanlardan Aldo Moro'yu 16 Mart 1978'de kaçırıp öldürmesiyle, devletin yargı kurumunu harekete geçirdi ve binlerce insanın sorgulanıp cezalandırılmasıyla neticelenen bir "temiz eller" sürecini başlatmış oldu.
İtalya, bizim için çok bâriz ve bir o kadar da çarpıcı örnek teşkil ediyor. O ülkenin adâlet teşkilâtı, çok kararlı, izzetli ve azimli bir duruş sergileyerek, İtalya'yı terör ve anarşi mikrobundan temizlemeye muvaffak oldu.
"Darısı bizim başımıza" diyerek, şu Ergenekon (bizdeki Gladyo) dâvâsına bakan savcı ve hakimlere hakiki adâleti tecellî ettirmede muvaffakiyetler diliyoruz.
Aynı duâ ve temenniyi, hakkaniyet duygusuyla hareket eden emniyet görevlileri ile medya mensupları için de tekraren ifade ediyoruz.
15.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Mülk sahibi, misafir ve tüketim |
|
Mülk Allah’ındır. O mülkünde istediği gibi tasarruf edebilir. İnsan halifei zemin ve emanetçi. Bütün varlıklar onun kumandanlığına verilmiş. Ancak, bu emaneti, istediği gibi kullanamaz.
Emanet sahibinin izni dairesinde hareket edebilir. İnsan bu dünyada bir misafirdir. Misafir ev sahibine tabidir.
Misafirliğin temel kuralı, ev sahibine tâbi olmaktır. Yani, ev sahibi nasıl hareket etmemizi istiyorsa ona uymak zorunludur. Meselâ, misafiriniz kapıya dayanır dayanmaz, “Soframdaki menü zengin; yemekler etlisebzeli olmalı; tüm meyve çeşitleri önüme gelmeli. Deniz veya dağ manzaralı odada kalmalıyım. Yerli, yabancı tüm hopçu popçuların şarkı ve türkülerinden oluşan müzik cd’leri bulunmalı, vs…” şeklinde dayatmalarda bulunabilir mi? İnsan, sonsuz ikram ve ihsan sahibi Rezzâkı Kerim’in aziz bir misafiri. Öyle ise, yalnızca Onun kâinat sofrasında bize sunduğu binbir türlü nimetlerden hangisine izin vermişse onlardan tadabilir; hangi içeceklere müsaade etmişse onları içebilir; hangi sesleri dinlememizi istemişse onlara kulak verebilir.
Şu halde, yemeiçme, tüketme hususlarında da aynı kuraldan hareketle kendimizi sorgulamalı ve rotamızı ona göre çizmeliyiz:
Ne zaman, nerede, ne kadar yemeli, içmeli ve tüketmeliyiz? Sırf yemekiçmek ve tüketmek için mi yaratılmışız ki, vaktimizi, çok muhteşem olan ve önemli işler için verilen irade, enerji ve kuvvei şeheviyemizi (yeme, içme dâhil bütün zevk ve lezzetler bu kuvvetin gereğidir) buna ayırmalıyız! Acaba, fıtratımıza konan şiddetli merak, ateşli sevgi, dehşetli hırs, inatlı talep ve benzeri güçlü temel duyguları, hisleri nerede kullanıyoruz? Onları kuvvei şeheviyenin emrine verip tüketime mi yönelik istihdam ediyoruz?
Esasında bu dünyaya gönderilişimizin ana gayesi, imtihan ve iman değil mi? Öyle ise kendimizi buna göre hazırlamalı değil miyiz?
Aslında israfa ve harama girmeden pekâla helâl dairesinde tüketebiliriz. Meselâ, inek, deve, geyik, balık etinden pek çok kuş etlerine kadar hemen hepsi helâl. Yalnızca domuz eti ve leş yasaklanmış. Bunları yemeye ihtiyaç olmadığı gibi, diğerlerinden daha lezzetli de değil! Su, süt, ayran, nar, üzüm suyu gibi çeşitli meşrubatlar, kahve, çay gibi tüm bitkisel suların tümü helâl ve keyfe kâfî. Sadece yıllanmış üzüm suyu ve benzerlerine izin verilmemiş…
Evet, “..helâl dairesi geniştir, keyfe kafi gelir. harama girmeye hiç lüzum yoktur.” (Sözler, Altıncı Söz, s. 33)
15.01.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Uhrevî amellerde ortaklık-2 |
|
Abdunnur bey: “Risâle-i Nûr’un mesleğinde iştirâk-i amâl-i uhrevî düsturu var. Bu düsturu biraz açar mısınız? Yani tanımadığımız Nur hizmetindeki kardeşlerimizin de sevaplarından hissedâr olabiliyor muyuz? Üstad; ‘herkes derecesine göre hissedâr olur’ diyor... Burada ‘derecesi’ ne demek? Meselâ, Emirdağ Lâhikasında Ali Osman’ın yazdığı kitapları başka vilâyetlere vermesinden dolayı ona daha geniş sahada sevap kazandıracağını söylüyor. Burada ben şunu anlıyorum: ‘Demek, sevabına hissedâr olacağımız şahıslar tanıdık olacaklar ve bizim mahsulümüz olacak.’ Ne dersiniz?”
İştirâk-i amâl-i uhrevî düsturuna göre:
1- Hiç kimse kendisi adına hareket etmez; herkes “biz” şuuru adına hareket eder. Böylece enâniyetin tehlikelerinden ve hatâlardan uzak kalır. Çünkü kendisi yoktur ve her adımını “biz” içindeki istişâre ile atar. İstişâre eden yanılmaz, hatâlardan korunur.
2- Biz havuzu büyük bir güç birliği sağlar. Böylece az, çok olur. İki kişi on bir kuvvetinde olur. On altı birleşik kardeşin kuvveti dört binden geçer.4 Bu güç birliği ile, havuzdakiler, büyük hizmetlere imzâ atabilecek bir kudrete sahip olurlar; fakat yıkıcı gurur ve riyâya da meydan vermezler. Çünkü gurur ve riyâ “biz havuzuna” giremez.
3- Havuzda enaniyet ve benlik olmadığından herkes yekdiğerinin hatâsını ve kusurunu affeder; ancak kendi kusurunu affetmez ve kendini ıslah ile meşgul olur. İnsanın kendi kusurlarıyla meşgul olması, ben dâvâsına atılan en büyük darbedir. Bu hayırlı darbe, biz şuuru açısından kazanımdır. Çünkü herkesin kendi kusurlarıyla meşgul olması ve kardeşini kusurlarından dolayı itham etmemesi kardeşler arasında barışın, birlik ve kaynaşmanın yaşanmasına zemin teşkil eder. Havuzda bulunan kardeşlerde fânî olmak sırrı (fenâ fi’l-ihvân, yani tefânî sırrı) böylece hayata geçmiş olur.
4-Biz şuuru ile hareket edenler arasında tembellik, atâlet, ümitsizlik, kötümserlik, bedbînlik, yıkılmışlık, mağlûbiyet hissi bulunmaz. Biz şuuru ile hareket eden dâimâ zaferdedir, dâimâ üstündür, dâimâ ümit içindedir, dâimâ ileri atılır, dâimâ iyi olan şeyleri konuşur. Kötü örnekler üzerinde durmaz.
5- Havuz şuuru, şahıslara nispetle Allah’ın rızâsına daha yakındır. Çünkü bizim cemaat halinde olmamızı ve birlikte hareket etmemizi isteyen Cenâb-ı Hak’tır. “Toptan Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılmayın”5 âyeti uhrevî hizmetlerde birlikte adım atmayı emreder.
6- Allah’ın rızâsını biz şuuru ile kazanmak, tek başına kazanmaktan daha kolaydır. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) Allah’ın rahmet ve rızâsının, feyiz ve bereketinin “biz şuuruna ermiş cemaat” üzerine indiğini bildirmiştir.6 “Allah’ın eli cemaat üzerindedir”7 hadisinin sırrı bu olduğu gibi, cemaatle kılınan namazda yirmi beş derece fazla sevap müjdelenmesinin sırrı ve hikmeti de budur.8
7- Biz şuuru ile hareket edenler halkın beğenisini değil, Allah’ın rızâsını esas alırlar. Allah dilerse zaten halkın beğenisi mümkün olabilecektir; fakat bunu kalben istemek gizli şirk hükmündedir. Üstad Saîd Nursî’ye göre, esâsen, halkın teveccühünün işe yaradığını söylemek mümkün de değildir. Bir işi için sultana müracaat eden adam, sultanı râzı etmişse, işi görülür. Râzı etmemiş ise, halkın iltimasıyla çok zahmet çeker. Bununla berâber yine sultanın izni gerekir. İzni de rızâsına bağlıdır.9
8- Üstad Saîd Nursî’ye göre, ihlâsı elde etmek için biricik niyet, Allah rızâsını kazanmak olmalıdır. Eğer Allah râzı olursa bütün dünya küsse ehemmiyeti yoktur. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yoktur. O râzı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktizâ ederse; kul istemek talebinde olmadığı halde, halklara da kabul ettirir. Onları da râzı eder. Onun için doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı esas maksat yapılmalıdır. Bu da en kâmil mânâda biz şuuruyla başarılır.10
9- Biz havuzundaki herkesin, havuzda bulunanların toplam hizmetinden hissedâr olmasında sözü edilen “derece”den maksat; bu havuzda “erime derecesi” olmalıdır. Fert, kendisini ne kadar havuza mâl etti ise, benliğini ne kadar yok bildi ise, kendi rûhunu ne kadar havuz ile bütünleştirdi ise; o derece havuzun büyük sevaplarından hissedâr olur, o nispette şahsî hatâlardan da kurtulur.
Cenâb-ı Hak cümlemizi tam ihlâs ve istikâmette muvaffak kılsın. Âmîn.
Dipnot:
1- Lem’alar, s. 165; 2- Âl-i İmrân Sûresi, 3/103; 3- Câmiü’s-Sağîr, 3/3040; 4- a.g.e., 2/2338, 3/3891; 5- a.g.e., 3/2821; Riyâzu’s-Sâlihîn, 10,1061,1062, 1067; 6- Mesnevî-i Nûriye, s. 156; 7- Lem’alar, s. 164
15.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hasan YÜKSELTEN |
Kalbimizde vehn mi var? |
|
Hepimizin hayatında hafızamıza kazınan, unutamadığımız bazı isimler, bazı resimler, bazı olaylar vardır. Bunların bazılarını olumlu olarak hatırlarız, bazılarını da olumsuz.
Benim için olumsuz hatırladıklarımın en başında Irak’ta işkence yaptığı insanların boynuna tasma takıp, yanlarında gülerek hatıra resimleri çektirebilen, ne kadar aşağılık olduğunu tarif etmeye kelime bulamadığım Amerikalı kadın asker Lynndie England gelir. Bir diğeri bir duvarın kenarında, İsrailli askerlerin ateşi arasında kalan oğlu Muhammed el Dura’yı korumaya çalışan ama buna muvaffak olamayıp oğlunun cansız bedeni kucağında, ağlayarak koşan Filistinli babanın çırpınışlarıdır. Yine bir başkası, Gazze şeridinde, Filistinlilerin evlerini yıkmaya gelen İsrail buldozerini engellemek için buldozerin önüne dikilen ama İsrailli şoförün göz göre göre üzerinden geçerek öldürdüğü Amerikalı kız Rachel Corrie’nin yerde yatan cansız bedenidir.
Geçen hafta İsrail terör devletinin Gazze saldırılarındaki katliâmları sonrası hepimizin yüreğini yakan ölmüş üç çocuk ve başlarında ağlayan babalarının resmi, maalesef hayatımda her zaman hatırlayacağım olumsuz resimlere bir yenisini daha ekledi. Yine İsrail terörü, yine Gazze, yine cansız bedenler, yine ölü çocuklar…
Çocukların terörist oldukları bahanesiyle öldürülebildiği günümüz dünyasında, kuvvetin hakta değil, hakkın kuvvette olduğunu, küçük bir azınlığın insanlığa göz göre göre zulmedebildiğini görüyoruz maalesef. Aslında tarihe baktığımızda, Lut, Ad, Semud gibi kavimlerin kıssalarını okuduğumuzda, bu hadiselerin belli bir müddet hep böyle devam edegeldiğini görüyoruz. Kendilerine verilen mühlet dolana kadar zalim, haksız ama güçlü bir kesim birçok devirde insanlığa hükmetmeye çalışmış.
Ancak bu olaylarda kaderin hükmünü de unutmamak gerekir. Şahsen günümüzde İslâm aleminin maruz kaldığı olumsuz hadiselerde aklıma hep Peygamber Efendimizin (asm) bir sohbeti gelir:
Rasûlullah (asm) buyurdu: “Aç insanların yemek kabına üşüştükleri gibi, bir gün diğer milletler de sizin başınıza üşüşecektir.”
Birisi sordu: “Bizim azlığımızdan mı?”
Rasûlulullah (asm) cevap verdi: “Hayır, aksine siz o gün kalabalık, fakat selin önündeki çerçöp gibi zayıf olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı duydukları korkuyu kaldıracak ve sizin kalbinize de ‘vehn’ atacak.”
Yine birisi sordu: “Ey Allah’ın Rasûlü, vehn nedir?”
Cevap verdi: “Dünya sevgisi ve ölüme karşı isteksizlik.”1
Bugünün dünyasına baktığımızda bu sohbette bahsedilenlerin birebir gerçekleştiğini görmekteyiz. Zengin kaynaklara sahip birbuçuk milyarlık İslâm âleminin dünya sevgisine giriftar olmasıyla, ne kadar aciz ve zayıf bir duruma düştüğünü hepimiz müşahede ediyoruz maalesef. Kalbimize vehn girince, neticesi de böyle oluyor. Bedenin rahatını sağlama uğruna ruhumuz ölüyor.
Diyojen birgün lahanalarını sularken oradan geçen Aristippas’a “Lahana ile yaşamasını bilseydin, bir zalime dalkavukluk etmezdin” der. Bugün kendi iktidarlarının devamı için, masum insanların, çocukların ölümünü bile el altından destekleyebilecek kadar insaniyetini unutmuş dikta rejimlerinin, zalimlere nasıl dalkavukluk ettiğini esefle izliyoruz ne yazık ki. Öldürülmeden önce yazdığı mektuplarından birinde, “Ben içinde hiçbir çaba göstermeksizin müreffeh bir hayat yaşayıp bir soykırımın parçası olduğumun farkına bile varmadan çıkıp gideceğim bir hayata gelmedim...” diyordu Rachel Corrie. Kendini Müslüman olarak tanımlayan ama zulme taraftar olabilen ülkelere ve insanlara acı bir ders verircesine...
Vehnin kalpleri işgal ettiği günümüzde, acaba bizler kendi dar dairemizde, rahatımızdan vazgeçip, zalimin zulmüne karşı gelebiliyor muyuz? İnsanın menfaatinden vazgeçebilmesi kolay değildir. Yeri geldiğinde menfaati için, onurunu izzetini feda edip, meşrû olmayan yollara bile sapabilir. Günümüzün bütün hedefini rahat içinde yaşamak üzerine kuran, bir şarkıda geçtiği gibi ‘biz dünyayı çok sevdik, ölüm bizden uzak olsun’ diyen dünyasında, bir Bediüzzaman’ı örnek alıp ideallerimiz için, inancımız için menfaatimizden vazgeçebiliyor muyuz? Yoksa dolambaçlı fetvalarla, kendimizi kandırıp menfaatimiz yerine, dinimizden mi taviz veriyoruz? Acaba bizler her halükârda, hesap-kitap yapmadan zalimin, yanlışın karşısında olup mert bir şekilde mazlumun, doğrunun yanında yer alabiliyor muyuz; yoksa ‘evet ama’larla başlayan cümleler kurup, belli zulümlere, yanlışlıklara, haramlara bilâkis taraf mı oluyoruz?
Son günlerde yaşadığımız üzücü olaylar bizlerin de kalbimizi sorgulamamız açısından bir fırsat olabilir belki. Elimizi kalbimize koyalım. Ne dersiniz? Sizce kalbimizde vehn var mı?
Dipnot: 1- Ebû Dâvud, Melâhim 5; Ahmed bin Hanbel, V/278
15.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|