|
|
Ruhan ASYA |
Birlikte yaşamak |
|
“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık” mealindeki âyetin tevili sanki Melbourne. Bu âyetin işaret ettiği tearüf ve teavün hakikatinin en güzel şekilde yaşandığı bir coğrafyada, farklılıklarla gelen bir güzelliği yaşıyoruz. Birlikte, aynı çatı altında huzur, hoşgörü ve nezaket içerisinde yaşayan, dinleri, tenleri ve dilleri farklı insanlar.
Toplu taşıma araçlarında, gezinti yerlerinde din, dil ayırmadan selâmlıyor insanlar birbirlerini. Kimse kimsenin hakkını ihlâl etmiyor banka kuyruklarında, alış veriş merkezlerinde, otobüs duraklarında. İhtiyaç anında herkes birbirine yardım ediyor. Haftada iki gün gittiğimiz İngilizce kursunda Makedonyalı, Pakistanlı, Afrikalı, Avustralyalı farklı kültürlerden insanlarla aynı çatı altında samimane arkadaşlıklar kurduk. Grup çalışmalarında birbirimizi tanımaya çalışıyor, bireysel alıştırmalarda birbirimize yardımcı olmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Ülkemizi çok merak ediyorlar. Sorular soruyorlar. Başörtümüz dikkatlerini çekiyor. Ve Türkiye’de herkesin başörtüsü takıp takmadığını soruyorlar. Makedonyalı Stalinka‘ya Makedoncadan bildiğim birkaç kelimeyle lâtife yapıyorum. ”Nema problema” diyorum, yani sorun yok. Kahkahayla gülüp sarılıyor boynuma.
İnsanlar çok tabiî ve nezaketli burada. İnsanın selâmet içerisinde yaşaması için trafik kuralları ve sair kurallar tavizsiz bir anlayışla icra ve takip ediliyor. Arka koltukta bile emniyet kemeri takma zorunluluğu var. Kemersiz yakalandınız mı affetmiyorlar. Bebekler için özel koltuk monte ediliyor arka koltuğa. Kameralar konulmuş tehlikeli bölgelere ve otobanlara. Sürekli çekiliyor trafik akışı. Ve ansızın kapınıza ceza kâğıdı geliyor. Şaşırıp kalıyorsunuz. Çünkü biri sizi gözetliyor. Hatalı sollamalarınız, trafik ışıklarını ihlâl etmeniz, hız sınırınız her haliniz kaydediliyor kameralarca. Sonra bu görüntüler sayılara dönüşüyor. Ve ceza olarak bırakılıyor posta kutusuna.
Melbourne’da farklı coğrafyalardan gelmiş epey Müslüman yaşıyor. Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri diyor ya: “Heyet-i ictimaiye-i İslâmiye büyük bir ordudur; kabail ve tavaife inkisam edilmiş. Fakat bin bir bir birler adedince cihet-i vahdetleri var. Hâlıkları bir, Rezzakları bir, peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir... Bir, bir, bir; bine kadar bir, bir…” Bu bin birler adedince cihet-i vahdetin getirdiği “Mü’minler kardeştir” hakikatini yaşamaya çalışıyoruz. “My sister” (kız kardeşim) diyor bize karşılaştığımız farklı milletlerden Müslümanlar. İngilizce kursundaki Pakistanlı teyzemiz Amina, isimlerimiz yerine “my sister” diye hitap ediyor bize. Otobüs şoförleri Müslümansa bilet bile sormuyorlar bazen dindaşlarına. “Geçin “diyorlar.
Bir Afrika düğününe katılıyoruz. Damat adayı Türk, gelin Eritreli. Türkler ve Eritrelilerin kaynaştığı bir düğün. Afrikalılar geleneklerini koruyorlar yıllardır yaşadıkları Melbourne’da. Bir hafta arayla kadın ve erkeklere ayrı düğün yapılıyor. Bir hafta evvel Nur Vakfı Konferans Salonunda erkekler için bir düğün programı yapılıyor. Ve bir hafta sonra kadınlar kendileri için tahsis edilmiş bir düğün salonunda, meşrû müzikler eşliğinde geleneksel danslarını yapıyor ve Eritre’ye özgü oyunlar oynuyorlar. Oyun figürleri abartıdan çok uzak, genel olarak ellerin zarif figürlerinden müteşekkil. Bizim Türklerin de Afrikalıların arasına karıştığını ve onlarla ahenk içerisinde oyunlarına eşlik ettiklerini gözlemliyoruz. Bir ara Türkçe ilâhiler çalınıyor. Mâlûm, oğlan bizim. Artık kız da bizim. Ortak dil İngilizce olunca bir diyalog oluşuyor Türklerle Afrikalılar arasında..
Cuma günleri Nur Vakfı Mescidine Cuma Namazına geliyor Müslümanlar. Risâle-i Nur derslerinin müdavimi olan farklı milletlerden insanlar da var. Hatta Çinli bir kardeşimiz Müslüman olmadığı halde namaz kılıyor cemaatle. Bazen namazda telefon görüşmesi yapmak gibi faulleri olsa da namazdan geri kalmıyormuş anlatıldığı kadarıyla.
İşte vatanımızdan kilometrelerce uzakta yaşadığımız güzelliklerden ve farklılıklardandı yazdıklarım. Sevk ve izn-i İlâhî ile geldiğimiz bu kıt'ada Nur Vakfı çatısı altında böyle bir hizmette bulunmayı nasib ettiği için Cenâb-ı Hakka ne kadar şükretsek az. Elhamdülillahi hâzâ min fazli Rabbî.
18.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Gücüm yetebilseydi |
|
Aklımın kabul etmediği çok olaylarla karşılaşmaktayım. Kalbimi karartan, ruhumu sıkıştıran hadiselerle hep birlikte, iç içe yaşamaktayız bu dünyada. Olmasını arzu etmediğimiz çok hareketler cereyan etmekte, elimizin düzeltmeye güç getiremeyeceği zulümler irtikap edilmektedir çevremizde. Basiretler bağlanmış, ebediyete ulaştıracak duygular mühürlenmiştir adeta...
Gönlümüzün hoş görmediği çok şekillere bürünmektedir insanoğlu... İstesek de, istemesek de hareketlerinden hoşlanmadığımız insanlarla birlikte yaşamak zorunda kalıyoruz. Bu da gösteriyor ki, imtihanımız zıtlarla bir arada bulunmakla olmaktadır. Madem ebedî bir saadet kazanılacaktır, o zaman elbette imtihan kolay olmayacaktır.
Aklımızın ermediği, kalbimizin onay vermediği hadiseleri düzeltme gücüne sahip olmadığımız apaçık ortadadır. Anlıyoruz ki aczimiz ve zaafımız sınırsızdır. Gözlerimizin görmesinde, kulaklarımızın işitmesinde, ayaklarımızın adım atışında, ellerimizin eşyayı alışında irademiz bir hiç hükmündedir.
Gerçekte iktidar ve irademiz bir hiç hükmünde olmasına rağmen bazen kendimizde güç vehmediyor, sahip olmadığımız güzellikleri kendimize vermekten çekinmiyoruz. Oysa en zoru, insanın kendi hayat mükellefiyetlerini kendi sırtına yüklemesidir. Bu yükün altından kalkması mümkün olmayacağı için bir çok sıkıntılara kendini düçar etmiş olacaktır.
Doğru olan ise insanların kendi âcizliklerini anlaması, fakirliklerinin sınırsızlığını idrak etmesi ve bütün hareket ve davranışlarının mutlak sahibi olan Allah’ı tanıması, O’na karşı olan mükellefiyetlerini yerine getirme iradesini göstermesidir. Ama biz insanlar her zaman gerçeklere göre hareket etmiyor, çoğu zaman nefis ve şeytanların kandırmalarıyla gülünç durumlara düşebiliyoruz.
Bütün kâinatın yaratıcısı olan Allah’tan gafletle geçen her an, insanın gülünç duruma düştüğü andır. Günahlara bulaşılan her vakit kaybedilen değerli bir zamandır. Rabb-i Rahimi tanımak ise insanlığın en yüce mertebesine çıkmak demektir.
Bütün varlıkların Rabbi olan Allah’a kul olmak, O’nun rızası dairesinde yaşamak ise huzur ve saadetlerin en güzelidir. O’na yönelmek saadete yönelmek, ebedî hayata yönelmektir. O’na yönelmek ifade edilmesi mümkün olmayan nimetlere müstehak bir hale gelmektir.
İnsanları gaflet içinde görmek insan olan insanları derinden yaralıyor. İnsanların mukadder son olan ölümden bîhabermiş gibi hareket etmesi şeytanları memnun ederken, gerçeklerin farkında olan insanları adeta kahrediyor.
İslâm memleketinde yaşamak, günde beş vakit semalara yükselen ezan sedalarını dinlemek bile ne yazık ki bir kısım gafillerin uyanmasına sebep olmuyor. Taş kalplilerin cehenneme doğru yuvarlanması, kendilerine verilen büyük değerdeki emanetlere ihanet edenlerin insanlıktan gittikçe uzaklaşması üzüyor insan olan insanları.
Zaman hızla insanları ölüme yaklaştırıyor. Yıllardır dünya hayatını sürdüren bizleri mukadder son bekliyor. Belki yarın belki de yarından yakın bir zamanda artık bu dünya hayatında nefes alma imkânımız olmayacaktır. Bir gün mutlaka rızkımız kesilecek, gözlerimiz kapanacak, kulaklarımız duyamayacak, ayaklarımız adım atamayacak ve ruhlarımızın artık cesedimizdeki vazifesi bitmiş olacaktır.
O mukadder gün gelmeden sadece Allah rızası için yaşamanın yollarını arayıp bulmamız gerekmektedir. O dünyalara bedel olan ihlâs duygusuna sahip olmak için ve İlâhî rızanın nuruyla aydınlanmak için gayret etmemiz gerekmektedir.
Dünyanın fani değerlerinin bizleri kendine bağlamasına izin vermememiz elzemdir artık. Aksi takdirde iflâs etmiş bir şekilde bu dünyayı terk edersek, korkunç ve vahim sonlardan kendimizi kurtaramayız. İnsana yakışan ise iman ile yaşamak ve ebedî hayattaki saadeti kazanmanın huzuru ile bu dünya hayatına gözünü kapamaktır.
18.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Zübeyir Güzdüzalp'e borcumuz var |
|
Orta Anadolu’nun tabiî ve sarp güzelliklerinin eteğinde kurulmuş bir ilk ve orta öğretim kurumumuz var: Zübeyir Gündüzalp Koleji. Altı yaş gurubu çocuklarımızı alıyorlar; on sekiz yaş gurubuna gelinceye kadar bebek gibi, çiçek gibi, altın bilgilerle donatıyorlar; istikbale hazırlıyorlar, geleceğe hazırlıyorlar, hizmete hazırlıyorlar, dünyaya hazırlıyorlar, ahirete hazırlıyorlar.
Eğitim kolay iş değil. Ama değerli iştir. Yatırıma değen, ilgilenmeye değen, uykuların kaçmasına değen, rahatsız olmaya değen, geceyi gündüze katmaya değen iştir. Hem eğitimci açısından, hem anne baba açısından eğitim önemlidir. Dünyada kazanmanın yolu eğitimden geçer. Ahirette kazanmanın yolu eğitimden geçer. Eğitim Peygamber mesleğidir. Allah’ın Rab ismine mazhardır. Rububiyetin tecellisine medardır. Yarın mahşerde yüz akımızdır.
Zübeyir Gündüzalp Kolejinin, Orta Anadolu’nun sarp yamaçlarında kurulmuş olması bir kusur değildir. Bulunduğumuz yere uzak olması bir kusur değildir. Yanı başımızda, mahallemizde, ikamet alanımızda rahatlıkla tercih edebileceğimiz birçok eğitim kurumunun olması bir kusur değildir. Bir ayrıcalık da değildir. Bizler ortaokula giderken ana ocağımızdan ayrıldık. Okul yoktu o zamanlar evimizin yanı başında. Ne ortaokul, ne lise. Ana ve babamızın duâsı bizimle beraberdi, o kadar! Ve bu bize yetiyordu.
Şimdi çocuklarımız gurbete mi dayanamıyor, biz mi onlarsız edemiyoruz, onları yanı başımızda görmeyi eğitimle eşdeğer mi kabul ediyoruz, onlara sürekli hükmedince ve sürekli onları yönlendirince onların daha iyi eğitileceğini mi varsayıyoruz? Nerede kusur ediyoruz ve nerede yanlış düşünüyoruz bilmiyorum; ama çocuklarımızı okutmak için öyle deniz aşırı yerlere göndermeyi tercihlerimizden çıkarır olduk.
Oysa uzak da olsa, uzağı yakın kılarak çocuklarımızı ellerinden tutup, Zübeyir Gündüzalp Kolejine teslim etsek; hem ortaöğrenimlerini kaliteli bir okulda, başarılı bir yönetim ve özverili öğretmenlerin ellerinde bitirecekler, hem yüksek öğrenime en güzel biçimde hazırlanacaklar, hem de ahiretlerini kaybetmeyecekler. Anneye babaya duâ edecekler. Unutmayalım: Bir ebeveynin bırakabileceği en değerli miras, dünyevî, uhrevî eğitimini güzel almış salih bir evlâttır. Hatta Peygamber Efendimiz (asm) salih evlâdın anne baba için, kendileri ölse de arkalarından yağmur gibi sadaka-i cariye hükmünde sevaplar yağdıracağını müjdeliyor.
Şimdi böyle bir müjdeye mazhar evlâtlar yetiştirmek üzere kolları sıvamış bir eğitim kurumumuz var. Zaten çocuklarımız, mutlaka ilköğretim ve orta öğretim tezgâhından geçiyorlar. Biz de bunu istiyoruz zaten. Bunun için bir dediklerini iki etmiyoruz. Gözlerinin içine bakıp duruyoruz iyi yetişsinler diye. Vatana, millete, dine, imana yararlı insan olsunlar ve insanlığa hizmet etsinler diye. Onlarla ilgili hedefimiz büyük. Haklıyız da. Çünkü onlar geleceğin büyükleri.
Diğer yandan, dünyayı kazanırken, ahiretlerini de kaybetmesinler istiyoruz. Hem okusunlar, hem de imanlarını kurtarsınlar istiyoruz. Bunda da haklıyız!
Öyleyse yarın bir gün, evlâdımız bize yabancılaşmadan… Mahşerde, “annem babam bana imanımı öğretmedi!” diye bizden şikâyetçi olmadan. Gelin bu gün, tedbir almakta geç kalmayalım. Yeni şeyler yapmamıza, Amerika’yı yeniden keşfetmemize gerek yok! Alınmış tedbirin bir ucundan tutalım, yeter! İlköğretim ve orta öğretim çağı çocuklarımızı Zübeyir Gündüzalp Kolejinde okutalım. Uzak yakın demeden.
Hem ulaşım sorunu yaşamıyoruz artık günümüzde. Uçak gibi otobüsler her tarafa gidiyor. Üstelik uzaktan gelenler için ulaşım farkını da düşüyorlar. Öyleyse, daha ne duruyoruz? Çocuklarımızın kaliteli bir eğitimi güvendiğimiz bir kurumun elinden almalarını istemiyor muyuz?
Tekirdağ’dan Van’a; ilk ve orta öğretim çağında çocuğu bulunan bütün ebeveynlere sesleniyorum. Haydi, ilk beş sınıfta, küçüktürler ayrılamazlar diyelim. Ya üst sınıflarda… Artık ayakları yere basıyor. Ayrılırlar. Hiç merak etmeyin. İyi de yetişirler. Yerleri yurtları var çünkü kolejin. Özverili ve gayretli bir vakıfları var, emeği geçenlerden Allah razı olsun; çocukların her şeylerini düşünmüşler, çocuklar için çok ferah bir yurt binası yapmışlar.
Öyleyse; yakınımızda, Zübeyir Gündüzalp Kolejinin benzeri bir orta öğretim kurumumuz varsa, sözüm yok. Çocuklarınızı oraya gönderin.
Yoksa… Bu günden tezi yok, Zübeyir Gündüzalp Koleji için yer ayırtalım. Otobüs biletimizi alalım. Sınırlı kontenjanları dolmadan; acele edelim.
Unutmayalım: Bizim Zübeyir Gündüzalp’e borcumuz var. Borcumuzu bir nebzecik olsun, ödemenin yollarından birisi bu.
18.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Nimet ve itibar okumayı gerektirir |
|
İNSAN eşref-i mahlûkat, yani, yaratılanların en şereflisi.
İnsan mükerrem bir varlık. Yani, her şey ikram edilip ihsan edilmiş bir varlıktır.
Dolayısıyla her şeyin en kalitelisi insana ikram edilmiş:
Tahıllar, sebze ve meyveler...
Suyun en berrağını biz içiyoruz!
Karasinekler gübre yiyor!
Ağaçlar bulanık ve küduretli su içiyor, çamur yiyor...
Hayvanlar leş yiyor!
Bâzıları diken, geven yiyor!
Mısır sapları, saman yiyor!
Kimi mikrop yiyor!
Kimi zehir yiyor!
Kimi böcek yiyor!
Kimi solucan yiyor!
Maliyeti çok pahalı, en lezzetli, en mugaddî, en tatlı, en hoş yiyecekleri biz yiyoruz! Daha ne istiyoruz, ne isteyebiliriz?
Bir elmanın yaratılabilmesi için, kâinat fabrikası çalışıyor. Milyarlarca, trilyonlarca işçi. Kâinat, galaksiler, yıldızlar, güneş, dünya, mevsimler, toprak, ağaç, kök, gövde, çiçek, yaprak, dal, yağmur, hava zerreleri, atom ve hücreler...
Kâinat, hiç ara vermeden 24 vardiya, harıl harıl bizim için çalışıyor!
Bir buğday başağı için, hattâ danesi için toprak, toprağın olabilmesi için dünya, dünyanın olabilmesi için Güneş sistemi, onun da bu intizam ile devam etmesi için samanyolu, onun da galaksi, onun da bağlı bulunduğu galaksilerin karekökünün olması gerekir!
Özetle, kâinatın bütün unsurlarıyla insana hizmet etmesi iki şeye işaret etmektedir:
“Bak, had ve hesâba gelmeyen şu sergilerde olan misilsiz, benzersiz mücevherât, şu sofralarda olan emsâlsiz yiyecek gösteriyorlar ki, bu yerlerin padişahının hadsiz bir cömertliği, hesapsız dolu hazîneleri vardır.”1
***
Erzurum taraflarında hâfızlara büyük itibar gösterirlermiş. Aç kalan birisi:
“Ben hâfızım” demiş.
“Aman, yemek verin, minder getirin, başköşeye oturtun!” diye iltifat etmişler.
Yemekten sonra:
“Eee, Hâfız Efendi, şimdi bize bir aşir oku artık!” demişler.
“Ben hâfızım ama, kardaşım çok güzel Kur’ân okur!” demiş.
İyi de, ni’metlere kim mazhar olmuş ise o okumayacak mı?
Öyle ise insan evvelâ kendisini, sonra Kur’ân’ı, sonra kâinatı okumalıdır.
Çünkü, ni’metlerin en iyi, en özel harmanlanmışı ona ikram ediliyor.
Dipnot: 1- Sözler, s. 54.
18.08.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Asabilere tefekkür terapisi |
|
ASABİLİK, sinirlilik hâli, hemen herkeste az çok bulunabilir. Bunu dengelemenin, vasat ve itidal çizgisine çekmenin çeşitli yolları, usûlleri, metotları var.
O usûllerden birinin de, bilhassa tenhalara çıkmak sûretiyle tefekküre dalmak olduğuna kanaat getiriyoruz. Bu usûlün tesirini bizzat kendimizde de müşahade edebiliyoruz. Mizaç olarak zaman zaman sinirli ve asabi davranırken, tefekkür seanslarından sonra daha bir halim selim vaziyet alabiliyoruz.
Tenhalara çıkıp tefekküre dalmak, harikulâde bir terapi hükmüne geçtiği gibi, tefekkür, aynı zamanda makbul ve yüksek bir ibadettir.
Bir saat tefekkürün, bir sene nafile ibadet hükmüne geçtiğine dair sahih rivâyetler var.
Bediüzzaman Hazretlerinin Barla, Isparta, Kastamonu ve Emirdağ hayatıyla alâkalı hatıralarını tesbit ederken, canlı şahitlerden dinlediklerimizin tamamında ortak bir noktaya rastladık. O nokta da, Bediüzzaman Hazretlerinin hemen her fırsatta kırlara çıktığı ve mümkün olduğunca yalnız başına tenhalara çekilerek huzura, tefekküre dalmaya çalıştığı gerçeğidir.
İlâhî inayet, şüphesiz ki daima o zatın üzerindeydi. Fakat, kendisi de şu sebepler dünyasında zahirî şartlara riayet etmeye ve her şeyin iyisini, güzelini tercih etmeye çalışırdı.
Dolayısıyla, tefekküre dalması da, hem ibadet olması, hem de mânen ve ruhen rahatlatıcı olması hasebiyle, hayatı boyunca onun terk etmediği makbul bir âdeti olmuştur.
Bu yüzden de, onu hiddete getirmek ve bir hâdise vukua getirmek isteyen düşmanlarının bütün planları bozulmuş, kurmuş oldukları tuzaklar boşa çıkmıştır.
Kendi ifadesiyle, Cenâb-ı Hak, ona emsâlsiz bir sabır ve tahammül hissi vermiş. O da, bu hisleri besleyip kuvvetlendirecek çarelere başvurmuş ve örnek davranışlarıyla da bunu talebelerine yansıtmaya, onlara ders vermeye çalışmıştır.
Bu zamanda bizlerin de en az Bediüzzaman Hazretleri kadar tefekküre ihtiyacımız var. Binler günahın ve münkerâtın hücumuyla, kalben, ruhen ve mânen yara bere içinde kalıyoruz. Sinirlerimizi bozan, bizi asabilik hastalığına doğru sürükleyen nice inatçı sebeplerle karşılaşıyoruz. Tefekkürü terk ettiğimiz takdirde ise, o hastalıklar bünyemizde yer ediyor ve zamanla bizi takattan düşürecek kadar gelişip kuvvetlenebiliyor.
İşte, bazı ebeveynler var ki, maalesef bu hastalığın pençesine düştükleri için, çocuklarına çok sert davranmaya başlıyor. Onları ikna etmek, yanlışı doğruyu muhakemeli tarzda onlara izah etmek yerine, sinirlenerek, emrederek ve bağırıp çağırarak onları sadece susturmaya çalışıyor.
Böyle yapmakla, çocukların adam olacağını zannedenler varsa, fena halde yanılıyorlar.
Beyler, çocuklarınız bu hallerinize muztarip ve sizden şikâyet ediyor; ancak, sizler bunun farkında değilsiniz.
Evet, çocuklar büsbütün serbest bırakılmaz ve bırakılamaz. Fakat, onların üstünde baskı kurmakla, hele hele iman-ahlâk meselesinde bağırıp çağırmakla bir şey elde edemezsiniz. Böyle yapmakla, sadece çocuğun geçici olarak suskunluğunu temin etmiş, fakat iç dünyasında başka şeyler besleyerek ilk fırsatta onları hayatında tatbik etmesinin düğmesine basmış oluruz, o kadar.
Keza, zorla şu veya bu elbiseyi giydirmenin, yahut kerhen şu veya bu okula göndermenin de uzun vadede hiçbir faydası olmaz. Ne yapılacaksa, izah ve ikna ile yapılmalı. Aksi halde, hissiyâtımızı tatmin eder ve sinirlerimizi yatıştırmış gibi olurken, etrafımızı kırıp dökmekten beter etmiş oluruz.
İşte, çocuklarımıza karşı sinirli bir halimizi fark ettiğimiz anda, hemen bu işin yanlışlığını kabul ile, mümkün olan en kısa zamanda tefekkür tarikiyle huzura, sükûta dalmamız gerektiğini ve bir mânevî terapiden geçmenin vakti geldiğini anlamamız icap ediyor.
Aksi halde, ortalığı kırıp dökeriz de, ne kendimize, ne de çocuklarımıza bir faydamız dokunur. Sonra da dövünüp dururuz: Ne ettiysek, ne yaptıysak, bizim çocuk bir türlü adam olmadı, olamadı.
Evet, herkes kendine göre bir çeşit imtihana tabidir. Fakat, bir türlü düzelmeyen çocuğumuzun veya aile efradımızın bize taalluk eden yönünü de mutlaka düşünmek ve kendimizin ne yapması veya ne yapmaması gerektiğini sık sık ve her fırsatta düşünmek, tefekkür etmek, artık bir zaruret halini almıştır.
Tarihin yorumu / 18 Ağustos 1915
Tevfik Fikret
ŞAİR Tevfik Fikret, İstanbul'da öldü. Asıl ismi Mehmet Tevfik'tir. 1867 doğumludur. Servet–i Fünûn devri şâiridir. Birçok şiir kitabı bulunmaktadır. Mezarı İstanbul Boğazı sırtlarındaki Âşiyan'a sonradan taşındı. Daha önceden medhiyeler düzdüğü Sultan Abdülhamid'e bir Ermeni teröristin bombalı tuzak kurmasını coşkuyla alkışlayan "Bir lâhza–i teehhur" başlıklı şiire imza atar. Şiirin bir beyti şöyledir: Ey şanlı avcı! Dâmını beyhûde kurmadın, Attın. Fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın.
Tevfik Fikret, görüldüğü gibi Sultan II. Abdülhamid'e o derece düşmandır ki, bir Ermeni teröristin bombalı cinayetini dahi çekinmeden alkışlayabiliyor.
Bombanın patlamasıyla, mâsum birçok insan vefat etmişti. Ancak, bu feci durum bile kindar şairin umurunda değildi.
18.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Cüz hamlemiz başlıyor |
|
Ramazan-ı Şerifteki hatim cüzü hamlemiz için çalışmalar hızlandı. Gazetemizdeki anonslar dünden itibaren başlarken, bazı televizyon kanalları, radyolar ve internet sitelerindeki kampanya reklamları da 25 Ağustos Pazartesi günü start alacak.
Bu arada, kampanya çerçevesinde yapılacak çalışmalar, hafta sonunda Kızılcahamam’da bir araya gelen temsilcilerimizle birlikte son kez gözden geçirilip değerlendirildi.
Hatırlanacağı gibi, üç sene önceki cüz kampanyamızda, tahminlerimizin çok üzerinde neticeler almış ve yoğun talep sebebiyle, cüz takımları için ikinci bir baskı daha yapmak zorunda kalmıştık.
Aynı başarının, bizi daha ileri noktalara taşıyarak tekrarlanmasını diliyoruz.
Tabiî, bunun için her zaman olduğu gibi yine elbirliğiyle çalışmamız gerekiyor.
***
Yeni Asya Ankara Sosyal Tesisleri
Ankara ile arası 65 kilometre olan sayfiye ilçesi Ayaş’a 10 kilometre mesâfedeki Oltan beldesinde toplam 12 dönüm arazi üzerine inşa edilecek Yeni Asya Ankara Sosyal Tesislerinin temeli, 24 Ağustos 2008 Pazar günü saat 11’de atılıyor.
Tesisin projesinin tamamlandığı bilgisi geçen yıl 3 Kasım’da İstanbul’daki temsilciler toplantısında Yönetim Kurulu üyesi Ali Vapurlu tarafından verilmiş ve temel atma merasiminin 2008 ilkbaharında yapılmasının öngörüldüğü, 3 Aralık’ta bu köşede duyurulmuştu.
Bilâhare bu tarih 24 Ağustos olarak kesinleşti.
Toplam üç blok halinde konaklama ve toplantı binalarının yer alacağı 4 bin metrekarelik kapalı alanda kurulacak sosyal tesislerde, ikisi büyük, dördü küçük 6 toplantı, ikram ve ağırlama salonu bulunacak.
Tesislerde erkekler için üç katlı, âileler ve hanımlar için dört katlı ayrı bir blokta yapılacak 48 apart dairenin yanı sıra yemekhane, spor ve piknik alanları ile yürüyüş parkuru da olacak.
Başta Ankara ve İç Anadolu bölgesi olmak üzere bütün Yeni Asya okuyucularına hizmet verecek Ankara Sosyal Tesislerinde, binlerce öğrencinin yaz ve kış okuma programları, eğitim çalışmaları, toplantılar ve diğer hizmetler gerçekleştirilebilecek.
Gazetemiz imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular ve Yönetim Kurulu üyelerinin de hazır bulunacağı, ders ve duaların okunacağı temel atma merâsimine, Ankara ile çevre il ve ilçelerden okuyucularımızın katılması bekleniyor.
Bütün okuyucularımızın dâvetli olduğu Ankara-Ayaş Oltan kasabası Sağlık Ocağı altındaki inşaatın temel atma merâsimine gitmek için aynı gün saat 10’da Ankara Maltepe’deki Abdülkadir Özkan Vakfı önünden otobüs kalkacak.
İlgililer, böylesine hayırlı bir hizmet tesisi için okuyucularımızın destek ve dualarını beklediklerini bildirdiler.
Biz de şimdiden hayırlı olsun diyor, tesislerin hizmete vesile olmasını diliyoruz.
***
Miranda’ya bir mesaj
Haftalık yazılarına devam eden Robert Miranda’nın Türkiye ziyaretini anlattığı son yazısı üzerine Ordu-Ünye’den Dursun Penekli’nin, bizim kanalımızla kendisine gönderdiği tebrik mesajını birlikte okuyalım:
Yazılarınızı zevkle okuyorum, Allah ebediyyen razı olsun. Uzak diyarlardan hislerimize tercüman oluyorsunuz, ne güzel birşey.
13.08.2008 tarihli yazınızla Barla’yı hayalen bir kere daha yaşadım ve Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin baktığı pencereden siz bakarken ne hissettiyseniz ben de aynı şeyleri sekiz sene önce hissetmiştim, Yüce Rabbim bir daha gitmeyi sizlere ve bizlere nasib etsin.
Uzak diyarlardaki Nur talebelerine ve bütün Müslüman kardeşlere selâmlar. Kadir-i Zülcelâl Hazretleri sizleri ve bizleri İslâm yolunda muvaffak etsin. Amin. Bir daha Türkiye’ye geldiğinizde Ünye’ye bekliyoruz. Baki selâmlar.
18.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Saygısızlık… |
|
Geçen hafta 12 yıl aradan sonra İran’dan Türkiye’ye yapılan en üst düzeydeki ziyaret, “Anıtkabir” seriştesi ve “trafik sıkışıklığı” gürültüsüyle mâlum medyaca âdeta gözden kaçırıldı.
Oysa sözkonusu ziyarette, başta ABD ve İsrail’in silâh ve para yardımı sağladığı ve çok yönlü lojistik destek verip eğittiği PKK / PEJAK terör örgütüyle mücadele konusunda her türlü bilgi alışverişi, istihbarat paylaşımı ve yardımlaşmayı içine alan kapsamlı anlaşmalar imzalandı.
Bu çerçevede, karşılıklı saygı, iyi komşuluk ve güvenlik işbirliği ilkeleri zemininde özellikle uyuşturucu ve insan kaçakçılığı, organize suçlar, göç ve diğer alanlarda muhtevalı işbirliğine varıldı.
İran Cumhurbaşkanı, Türkiye ve İran’ın bölgesel ve uluslararası konuları etkileyebilecek ülkeler olduğunu belirterek, Irak ve bölgedeki ecnebi işgaline ve krizlere karşı bölge ülkeleri arasında diyalogu yeniden te’yid etti. Türkiye’nin İran’dan ithal ettiği doğalgazda kış aylarında yapılan kesintilere karşı gerekli tedbirlerin alınması kararlaştırıldı…
ABD VE İSRAİL’İN İSTEĞİYLE GAZ
ANLAŞMASININ İPTALİ…
Ancak İran’la iki önemli konuda Türkiye’nin müstenkif kalması dikkat çekici oldu. İran’ın nükleer enerji programının “meşru hakkı” olduğunu belirtilmesine rağmen, “uluslararası kaygılar” ve “nükleer silâhların yayılmasının önlenmesi” perdesinde, “ABD ve İsrail’in istekleri”nin en üst düzeyde Tahran yönetimine iletilmesi, ziyarete göle düşüren ilk olumsuzluk oldu.
Gerçek şu ki İran tarafı pek renk vermeze de, Türkiye’nin uzun zaman sonra gerçekleşen bu çok önemli ziyarette hâlâ tıpkı Washington mahreçli telkinler gibi “ABD ve İsrail’in kaygıları”nı iletmede aracılık etmesi, oldukça çarpıcı.
İran Cumhurbaşkanı, bütün dünyanın gözü önünde “dostlarımızdan gelecek her türlü yeni öneriye açığız” diye diplomatik diyaloga vurgu yapsa da, “İran’ın nükleer meselesinin ABD’nin düşmanca tutumundan kaynaklanan siyasî sorun olduğu” açıklaması, Tahran – Ankara – Washington hattındaki nirengi noktasını açığa çıkarıyor.
Nitekim Cumhurbaşkanı Gül’le yaptığı ortak basın toplantısında Ahmedinecad, her ne kadar sırf ilişkileri olumlu seviyede tutmak hesabına “elektrik ve doğalgaz alanında yatırımlarda ortak uzlaşma sağlandığını” ifâde etse de, daha ziyaretin ilk etabında ABD’nin diretmesiyle “gaz yatırımları anlaşması”nın son demde ABD’nin isteğiyle iptal edilmesi, Türkiye’nin bölge politikalarındaki asıl handikapı su yüzüne çıkarıyor. Bunun bir kısım medyada âdeta “müjdeli” bir haber gibi duyurulması, olayın arka plânındaki karanlık ve karmaşık ilişkilerin ipucunu ele veriyor.
Enerji işbirliği anlaşmalarını imzalamak için Türkiye’nin İran Cumhurbaşkanını dâvet ettiği ve bu maksatla beraberinde Enerji Bakanını getirdiği bir sırada, Amerikan Büyükelçiliği yetkililerinin, Neoconların tâlimatıyla Türkiye’den “İran’ın nükleer zenginleştirme programını askıya almasını talep etmesini, aksi halde uluslararası toplumdan tecrit edileceklerini ve yaptırıma mâruz kalacaklarını bildirmesini” dayatması, ibret verici.
Her türlü mutâbakatın sağlandığı ve İran Cumhurbaşkanının Enerji Bakanıyla imzalaması için geldiği 600 milyon dolarlık doğalgaz anlaşmasının iptal edileceğinin bir gün önceden Financial Times’te yazılması, Washington’un, “İran’la işbirliği yapılacak zaman değil, anlaşmayı imzalamayın!” direktifinin Ankara’da yankı bulduğu söylentisini bir defa daha doğruluyor…
AÇIK AÇIK SAVAŞ TAMTAMCILIĞI…
İran Cumhurbaşkanının Türkiye ziyaretiyle su yüzüne çıkan bir başka husus; yüzlerce nükleer başlıklı silâha sahip olan İsrail’in, bir yandan İran’ın nükleer enerji üretimini bölge ve dünya için “tehdit ve tehlike” diye lanse edip, diğer yandan ABD’yi İran’a saldırmaya kışkırtmasının bu ziyareti etkilemesi…
İsrail, Türkiye’nin Müslüman komşusu İran Cumhurbaşkanının ziyaretini “talihsizlik” olarak kötülemekle kalmıyor; Ulaştırma Bakanı Şaul Mofaz, ABD’nin de desteği ile askerî operasyon çağrısında bulunarak İran’a saldırı tehdidini tekrarlıyor.
Bunun için İsrail’in saldırı kapasitesini genişletmek amacıyla İran’ı bombalayıp dönebilecek miktarda yakıt taşıyabilen 90 adet F-161 uçağı satın aldığını ve gelecek yılın sonunda da 11 tane daha alacağını fütursuzca duyuruyor. Ayrıca deniz kuvvetlerinde bulunan üç adet nükleer başlık taşıyan Dolphin denizaltısına ek olarak Almanya’dan iki yeni denizaltı daha satın alacağı bildiriyor.
İsrailli Bakan, “İran’a saldırmaktan başka alternatif yok; nükleer programına devam ederse biz de İran’a saldıracağız; ve saldırının ABD’nin desteği olmadan gerçekleşmesi mümkün değil” diye açık açık savaş tamtamlığı ve kışkırtıcılık yapıyor. ABD ise “İsrail’in endişelenmekte haklı olduğunu belirterek” ateşe benzin döküyor.
Ahmedinecad’ın da İstanbul’da söylediği gibi, birkaç ülke teknolojiyi tekeline alarak diğer ülke halklarını bundan mahrum bırakıyor. Ve en çirkini de, nükleer enerjiyi en kötü bir biçimde kullanan ve depoları bu bombalarla dolu olan İsrail gibi devletler tarafından “nükleer enerji” kasten “nükleer bomba” diye propaganda ediliyor. Uluslararası teâmüllere, hükümranlık hakkına aykırı olarak, Türkiye ve İran gibi ortak inanç, tarih ve kültürü paylaşan iki komşu ülkenin işbirliği resmen engelleniyor...
Ve Ankara’dakiler bu saygısızlığı sadece seyrediyor…
18.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Aliya modeli |
|
Geçen günlerde Uluslararası Gençlik Forumu (IYF)’nun Milsan Kongre Salonu’nda tertiplemiş olduğu “Yeni Bir Dünyanın İnşasında Müslüman Gençliğin Rolü’ toplantısını kısmen de olsa izleme imkânı buldum. Orada kadim dostumuz Mustafa Tahhan’la karşılaştık ve kısa bir hasret giderdik. Kendisini dinleme bahtiyarlığına erdik. Öncü İslâmî bir kuşak oluşturulmasından bahsediyordu. Hiç duymadığımı itiraf etmeliyim: Böyle bir modelin Haçlılara karşı ilk defa İmam-ı Gazali tarafından ortaya atıldığını söyledi. “Et Taliütü’l İslâmiyye’ olarak bilinen bu İslâm’ın öncü kuşağı veya alperenleri noktasında Gazali’nin teklifini ilk duyduğum için, garibime gitti ve kendisinden bunu belgelendirmesini istedim. Suudi Arabistan’da yapılan bir araştırmayı kaynak gösterdi. Velhasıl kendisinden bunun belgesini istedim, o da göndereceğini vaad etti. Zira, Gazali, Haçlı Savaşları’nın arifesinde Beytü’l Makdis’te bulunuyor ve kimi çağdaş yazarlar onu o günlerde pasifist olarak değerlendiriyorlardı. Halbuki Tahhan’ın anlattığı tablo bu tasviri nakzediyor. Gazali’yi alperen mertebesine ulaştıran bir tasvir. Gazali’den şüphemiz olmamakla birlikte, başkalarının da şüphelerini izale etmesi açısından bu iddianın tevsik edilmesini ve belgelendirilmesini istiyoruz. Orada Mustafa Tahhan ve diğer konuşmacılar gençliğin idealsizlikten perişan düştüğünü anlattılar. Gayesini ve dolayısıyla buna bağlı istikametini kaybettiğini söylediler. Sözgelimi Hicaz’da birçok gencin Aşere-i Mübeşşere’nin ismini bile bilmediğini ve Hazreti Ali’nin ismini doğru olarak telaffuz edemediğini yana yakıla anlattılar. Bu bağlamda bazılarının Hazreti Ali’yi, Ali İbni’l Hattap ve Hazreti Ömer’i Ömer İbnu Ebi Talip olarak hatırladığını aktardı. Tam bir facia. Eğer bu nesiller model insanları bilmezlerse, onların temsil ettiği değerleri nasıl içselleştirecekler? Mekke’de Necati Öztürk hocamız da anlatmıştı. Bizi Hudeybiye Vadisi’ne götürdükten ve gezdirdikten sonra şunları söylemişti: Lise dengi okullardaki talebelere Hudeybiye Musalahası’nın yapıldığı vadiyi sorduğumuzda, bize ne cevap verseler beğenirsiniz? Bazıları Mekke’nin dibindeki Hudeybiye’nin Lübnan’da olduğunu tasavvur ediyordu.
***
Mustafa Tahhan mutant neslin ancak sevgi, kuvve-i hasene, birikim ve teşkilatçılık eşliğinde yeniden diriltilebileceğini söyledi. Öyleyse diriliş neslinin en önemli ihtiyaçlarından birisi doğru model. Gerçekten de dünya fizikî ve metafiziki olarak tükenmeye doğru gidiyor. Böğründeki çürümüş nesiller de bu yıkımın hızını artırıyorlar. Sözgelimi Al Gore, dünyanın fiziken tükenişini yazdı. Meşhur bir Amerikan dizisini konu eden (City and Sex) romanının başında da şöyle bir tasvir var: Masumiyetini kaybetmiş çağ. Bekaretini kaybetmiş bir dünya ve masumiyetini kaybetmiş bir çağ. Yatay ve dikey boyutların ikisi de olumsuz. Bu dünya tükenmekten nasıl korunabilir ve çağa masumiyeti yeniden nasıl kazandırılabilir? İşte gelecek neslin ve nesillerin yol haritası bu soru olmalıdır. Bunun için de ideal modellere ihtiyaç var. Teoriyi pratize etmiş ve değerleri yaşanılır kılmış ali himmet zâtlara ihtiyaç duyuluyor. İşte Milsan Tesisleri’nden sonra, dün de (17 Ağustos 2008) Holiday Inn Oteli’nde Aliya İzzetbegoviç Sempozyumu istişare toplantısına katıldık. Manevî depremlerin yaşandığı günümüzde alınabilecek metafiziki tedbirlerden birisi de model şahısları yeniden keşfetmek ve yeni nesillerin şahsında onları yeniden üretmektir. Aksi taktirde, model şahısların üzerinden değerlerimizi yeniden canlandıramazsak, dünyanın anlamı da kendisiyle birlikte yok olacaktır. İşte bizi biz yapan ve değerlerimizi ete kemiğe büründüren model insanlardan birisi de Aliya İzzetbegoviç’tir. Bağcılar Belediyesi 11-12 Ekim tarihleri arasında Aliya’yı uluslararası bir sempozyumla anmaya hazırlanıyor. Bizi de istişare toplantısına çağırdılar. Holiday Inn’de yine aynı endişeleri ve teşhisleri dinledik. Hüseyin Kansu ve söz alan diğer zevat-ı kiram aynı meselelere parmak bastı. Gençliğin savrulduğunu ve bu savruluşunu dizginleyecek bariyerlerin ve setlerin kalmadığından dem vurdular. Yeni gençliğin en temel meselesi, manevî çürüme ve özden uzaklaşma olarak resmedildi. Bu resim gerçekçi bir resimdi. Öyleyse gençliğin, merkezi ana fikrinin ihya edilmesi ve buna ilaveten istikamet kazandırılması ve motivasyon için de idealleriyle yeniden buluşturulmasının zaruretinden bahsedildi.
***
İşte burada Aliya örneği karşımıza çıkıyor. Modern dönemde Aliyev ve Nebih Berri ve benzeri realist ve hatta makyevalist isimler yanında Aliya İzzetbegoviç ve Elçibey gibi isimler de var. Bunlar idealleri uğruna çile çekmeye talip insanlardı. Bununla birlikte, Aliya İzzetbegoviç aynı zamanda mefkûresini zafere ulaştırmış bir talihliydi. Hem İbranice, hem de Arapça ‘Aliya’ yükselmek ve yükseliş anlamına geliyor ki, Aliya da Osmanlılardan sonra ilk kez Balkanlar’da ülkesini yükselten bir liderdi. Mitterrand gibilerin, ‘Balkanlar’da bir İslâm devleti istemiyoruz’ çemkirmelerine karşı ülkesini ayağa kaldırmayı başardı. O tek bir vasıfla anlatılamayacak kadar çok yönlüydü. Çok dil bilenlere poliyglot diyorlar. O da çok yönlü, yani zülcenaheyn idi. Onu daha devlet adamı olarak tanımadan önce bir yazar, mütefekkir ve fikirleri için çile çeken bir çilekeş olarak tanıdık. Sabır ateşinden geçmiş, olgunluk denizinde yunmuştu. Barış yanlısı bir adamdı ve İslâm’ın özününün barış olduğuna müdrikti. Ama barışın yolunun ters orantı ile savaştan geçtiğini bilecek kadar da gerçekçiydi. Bu barışın da mütekabil ağırlıkları olmadan kurulamayacağının farkındaydı. Bundan dolayı barışın bedeli de, muktedir olmak ve fedakârlıktı. Kendisi bir terkip ve sentez olduğundan ve çok yönlülüğünden dolayı ona “bilge kral” ve “özgürlük savaşçısı” dendi. “Bir âlim bir âlem” deyimine uygun olarak Aliya Boşnakların şansıydı. Kosova ise, böyle bir şansı yakalayamadı. Adem Demaçi, İbrahim Rugova gibiler tarihî perspektifi kaybetmişler ve bu da onların gelecek istikametinde bir sapma olarak ortaya çıkmıştı. Tarih pusulasını kaybeden geleceğini bulamaz. Aliya İzzetbegoviç gerçekten de hikmet sahibi bir liderdi. Tarih konusunda şöyle demişti: “Tarihte kalma, ama tarihi de unutma.” Gençliği Aliya gibi modellerle yükseltmeliyiz.
18.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|