|
|
Son asırda zerreler hayatın daha fazla içinde yer alır hale geldi. Daha doğrusu hayatın bu kadar içinde oldukları insanlar tarafından fark edilir hale geldi. Zerreler ile ilgili tanımlar geçmiş asra çok önemli farklılıklar getirdi. Olur ve olmazlar ile ilgili bol keseden ortaya atılan yaklaşımlar ve varlığın sadece maddî alana sınırlı olan algılanış ve tanımlanış şekli ciddî değişikliklere maruz kaldı.
Fizik ve metafizik alan şeklinde yapılan ayrımlar yavaş yavaş anlamını yitiriyor, her şeyin her şey ile bağlantılı olduğu hakikati varlık tanımının merkezine oturuyor. Bu anlamda bilim dine, felsefe nübüvvete, madde mânâya daha yakın hale geliyor. Hayatın ve varlığın anlamı ile ilgili yerleşmiş tanımlar daha kuşatıcı ve daha haddini bilir bir hal alıyor. Hayat anlamını yaratılış gayesi ile uyumlu şekilde ele alındığında buluyor. Fert çevresindeki her şeyi Rabbi ile irtibatlandırdığında varlığa yüklenen anlam o kadar farklı bir hal alıyor ki, yaşadığınız her halin ve her saniyenin anlamlı olmasının getirdiği güzellikle yaşanan bir hayat elbette çok daha anlamlı ve yaşanmaya değer bir anlam ifade ediyor.
Varlığın temel yapı taşı olduğu düşünülen zerrelere yüklenen anlam ve onların anlaşılması gerek bilimin, gerekse insanlığın en önemli problemlerinden biri olagelmiş. Belki de zerre anlamlı hale geldiğinde bütün varlıkların da anlamlı olacağı düşüncesi ile bu problem insanlığın gündeminde çok farklı bir yerde ve farklı bir önemde gözleniyor.
Bu anlamda Batı ülkeleri ve özellikle Amerika çok hızlı bir farklılaşma süreci yaşıyor. Varlığın bilimler tarafından tanımlanışındaki yeni ve bütüncül yaklaşım insanların çok ilgisini çekiyor ve hayatın bu açıdan anlam bulması arayışı gittikçe artıyor. Bu arayış ise Batılı düşünce tarzını adım adım nübüvvet alanına ve tevhidî bakış açısına taşıyor. Bu anlamda zerrelerin titreşimine tevhid bakışının getirdiği izah çok önemli ve insanlığın gelecek asırlardaki varlık tanımı açısından çok önemli bir yer tutacağa benziyor.
“Tahavvülat-ı Zerrat” isimli eserinde (30. Söz, İkinci Maksat) Bediüzzaman, zerrelerin titreşimini kudret kaleminin kâinat kitabının yazılması esnasındaki hareketinde zerre anlamını ifade eden kaleminin ucu şeklinde muhteşem bir tanım yapıyor. Sırf bu tanım çerçevesinde algılanan varlık tablosunda çevrenizdeki her şeyin kudret kalemi ile çiziliyor olduğunu bilmek şeklindeki varlık algısı ferdi her an kudret kalemi ile ve Rabbi ile irtibatlı hale getiriyor. Bu sadece ferdin dünyasını oluşturduğu varlık algısı ve benlik tanımı açısından bakıldığında bile çok güçlü bir hakikat.
Âlemlerin Rabbi ile Âlemlere Rahmet olarak gönderdiği zatı (a.s.m.) Mi’rac’da kab-ı kavseyn durumunda hissettiğimizde, bu iki kavis mânâsının ortasında kâinatı ve bütün varlıkları tevhidi bir anlam buluyor. Varlığın Hazret-i Muhammed (a.s.m.) tarafından Rabbi’ne yönelik algılanışında sanki zerrelerin titreşimi o mübarek ağızdan çıkan “saadet-i ebediye” ve Âlemlerin Rabbi’nin güzel isimlerine mazhariyet duâsının titreşimine dönüşüyor. Kâinat Sultanı’ndan bu âleme doğru yönelen boyutu ile yani melekût âleminden mülk âlemine yönelen şekli ile kâinat Hazret-i Muhammed (a.s.m.) ve onun duâsına çok gür bir sada ile ‘amin’ diyenlerin duâsını kabul ettiğini kâinat şeklinde ya da kâinat sesi ile ifade edişinin titreşimine dönüşüyor. İşte zaman ve mekân sınırlılığının dışına çıkılabilme imkânı olsa ve varlık, Kâinat Sultanı’nın, en seçkin muhatabı (a.s.m.) ile görüşmesi esnasında karşılıklı muhabbetlerin dile getirilişindeki mukaddes mânâların maddî âlemde karşılığı olan seslerin titreşiminin zerrelerin titreşimi şeklinde algılanan bir kâinat tablosu müthiş bir varlık algısı oluşturuyor.
Bu durumda elinizde tuttuğunuz bir bardak Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) Rabbi’ne yönelttiği bir sevgi ifadesine dönüşüyor. Bedeniniz ve çevrenizdeki bütün varlıklar Rabbinizin bu muhabbet ifadesine mukabelesinin ve bunu kulların alanına mülk olanların seviyesine inmiş olarak ifade etmesi esnasında, yani kevnî olarak ifade esnasındaki titreşime dönüşüyor. Dokunduğunuz ve algıladığınız her şeyin gerisinde Hazret-i Muhammed’in duâsının sıcaklığını hissetmek ve Rabbiniz’in o duâya mukabelesinin kudsî sesi ile zerrelerin titreştiğini algılamak çok güçlü bir varlık algısı. Zerrelerin bu mânâda titreştiğini algılayan ve bunu ruhunda gerçekten hisseden ferdin dünyasında hayatın sıkıntılı ve anlamsız olabileceği herhangi bir an ya da varlıkla bağında olumsuz bir yön bulunabilir mi? Varlığı Rabbi’nin elçisi (a.s.m.) görüşmesine şahitlik olarak algılamak ruhları zerreler gibi titreten ve tarifi imkânsız hayat enerjisi veren bir hal olmalı.
Varlığa getirilen bu Muhammedî (a.s.m.) muhabbet tanımı insanlığın tamamını ilgilendiren ve Mi’rac’da o zatın (a.s.m.) namaz kıldırdığu bütün peygamberlerin ve o peygamberlere tabi olanların da buluşma ve birleşme noktası olacaktır. Bu bir sosyal tevhid ve varlığın kuşatıcı anlamı etrafında topyekûn insanlığın buluşması anlamına gelecektir. Yani insanlığın selâmeti tevhidde ve tevhid hakikatinin hakkı ile idrakindedir. Kalplerin tevhidi de ancak bu mânâlar etrafında bütünleşmekle mümkün olacak ve gelecek asrın küresel köyünde okunacak ezan bütün insanlığa bir dâvet olacak ve tevhid hakikati etrafında kenetlenmiş bu köyün mensupları küresel bir Asr-ı Saadetin hazırlayıcıları ve ashabı konumuna gelecektir. Büyük bir umutla doğması beklenen İslâm güneşi ve Allah’ın nurunun sosyal boyutta tamamlanması bu tarz gelişmelerle olacağa benzer. Hizmet ufkunun ve gelecek planlarının bu bakış açısı ile şekillenmesi artık elzemdir.
Buna namzet hizmet erbabının sosyal düzenin ve dünya siyasetinin üstünde bir bakış açısı olmalı ve bu durum davranış ve fikirlerine açık bir şekilde yansımalıdır.
30.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Bozguncu duygular |
|
Aslında sadece gurur üzerinde duracaktım. Sâir duygulardan bahsetmek gerekecek mi, bilemiyorum, ama gurur gibi insanı oldukça derin vartalara sürükleyen bir öldürücü haslete dikkat çekmek ve bu duygudan ehl-i kemâl olan insanların çok ciddî bir şekilde kaçınması gerektiğini dile getirmek için tuşlarla konuşmaya başlamıştım.
Biz insanlarda bulunan bir çok kötü hasletten kurtulmak elbette büyük gayret gerektirir. Duygularımızı hep iyiliklerle beslemek, fıtratımızda bulunan hasletleri iyi bir şekilde kullanmak dünya imtihanını kazanmamız için mutlak bir şekilde gerekmektedir. Çünkü bizleri iyiliklere de, kötülüklere de sürükleyen duygularımızdır. Çünkü maddî davranışlarımızı yönlendiren mânevî dinamiklerimizdir.
Kötülük sınırları içinde kalan bir çok terörist, bozguncu duygulardan bahsedebiliriz. Husûmet, kin, kıskançlık, gadab, enaniyet, gurur aklıma bir çırpıda gelenlerdir. Şüphesiz şu anda burada ifade etmediğim başka kötü duygular da bulunmaktadır. Ama az çok hepsinin tedavi edilebileceğini düşündüğüm halde, gurur, enaniyet ve benlik gibi aynı kategoride zikredilebilecek duyguların kolay kolay tedavi edilemeyeceği hissi beni oldukça fazla korkutmaktadır.
Efendimizin (asm) gururun şeytandan olduğuna dâir hadislerini hatırlarsınız. Gururun şeytandan olduğunu düşündüğümüzde şeytanın da gurur ile meydana geldiği gerçeğini hatırlarız. Zira İblisi şeytan eden sır gururdur. Şeytan ucb ile kendi ameline güvenmiş ve gururla da kendini daha büyük görerek Hâlık-ı Kâinatın emrine karşı gelmiştir. İşte lânet halkası bunun üzerine boynuna geçirilmiştir. Durum böyle olunca, insan olan insan nasıl gurur gibi kötü bir hasletten korkmasın?
“Şirk-i hafî” dediğimiz gizli şirkin en fazla barındığı duygu, gurur ve kardeşi enaniyet olmalıdır. İnsanı insanlıktan çıkaran ve Rabbine isyana götüren en büyük kötü duygu gurur olduğu için şeytan insanın bu damarını olabildiğince fazla kullanmaya çalışmaktadır. Her insanda bulunan gurur zaafı için tedbir alınmazsa, insanı Rabbine ve hemcinslerine karşı isyana götüren çok durumlar meydana gelir. Gururun yönlendirdiği bir hayat önce sahibi için, sonra da diğer insanlar için yaşamayı çekilmez hâle getirir.
Şeytan çoğu zaman gururumuzu bize göstermemekle bizi tuzağına düşürmekte ve gururdan kaynaklanan bir çok fena hasletlerimizden dolayı bizlere mazeretler üretmektedir. Şeytanın bu tuzağına düştüğümüz zaman, aslında gurur eseri olan bir çok davranışımız için kendimizi haklı bulmaya başlarız ki, bu durum tedavinin zora girmesi gibi bir durumla bizleri karşı karşıya getirir.
Karşımızdakilerin gururlu olduğuna kendimizi inandırmaktan, insanların bizi başarılarımızdan dolayı çekemedikleri duygusuna kadar karşımıza birçok şeytânî ve nefsânî tuzaklar çıkabilmektedir. Tedbir almazsak hem dünya hayatımız zehirlenir, hem de ebedî saadeti kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya gelebileceğiz. Bu sebeple bizleri gurur ve enaniyetten uzaklaştıracak iyi hasletlerle kendimizi bezemeye çalışmamız gerekecektir.
Aldığımız tedbirlerin başında, şüphesiz, bizlerin aciz ve fakir bir kul olduğuna, Allah’a hakikî kul olduğumuz takdirde değer kazanabileceğimize kendi nefsimizi inandırmamız gelmektedir. Bu durum ancak tahkikî bir imanı elde etmekle mümkün olabilir. Her an Rabbimizi düşündüğümüz ve ibadetlerimizi hulus-u kalble yaptığımız takdirde hep ölüm hakikatini düşünecek ve böylece gurur ve enaniyet gibi hasletlerin insanlar için ne kadar abes ve tehlikeli olduğunu iyi bir şekilde idrak etmiş olacağız.
“Gururlanma padişahım senden büyük Allah vardır” misâlinde olduğu gibi, gerçek bir imana sahip olan insan gururlanmayı bir zül bilecek ve Allah’ın kudreti karşısında mütevazilikten başka bir çıkar yolun olmadığını anlayacaktır.
Hâsılı bizi aldatan duyguların en tehlikeli olanlarından bir tanesinin gurur olduğunu tekrar ifade etmek istiyorum. Rabbimin ehl-i imanı gurur ve enaniyet gibi nefsânî ve şeytânî tuzaklardan muhafaza etmesi temennisiyle satırlarıma son veriyorum. Vesselâm...
30.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Okuma mevsimi |
|
Okulların tatili ile başlayan zaman dilimi, son yıllarda okuma-yazma faaliyetlerine ara verilen bir dönem olarak görülüp, toplumun geniş kesimlerine de yaygınlaştırılmak isteniyor. Mutlu bir azınlığın sahiplendiği bu yanlış kanaat, sıcakların bastırması ile pekişmekte, tatil boşa geçirilmesi gereken bir zaman dilimi olarak algılanmaktadır. Özellikle dünyevîleşmenin hakim olduğu son yıllarda tatil, bir kısım ehl-i din tarafından da bu yönüyle “moda”laştırılmaktadır.
Bediüzzaman Said Nursî Emirdağ Lâhikası’nda yer alan “Bir Suale Mecburî Cevab”ın tetimmesidir” başlıklı bölümde tenbellik veya meşguliyetle ortaya çıkan bu ‘rehavet tehlikesi’ne şöyle dikkat çekiyor: “Aziz sıddık kardeşlerim,
“Bu yaz mevsimi, gaflet zamanı ve derd-i maîşet meşgalesi hengâmı ve şuhûr-u selâsenin çok sevaplı ibâdet vakti ve zemin yüzündeki fırtınaların silâhla değil, diplomatlıkla çarpışmaları zamanı olduğu cihetle, gayet kuvvetli bir metânet ve vazife-i nûriye-i kudsiyede bir sebat olmazsa, Risâle-i Nûr’un hizmeti zararına bir atâlet, bir fütur ve tevakkuf başlar.
“Aziz kardeşlerim, siz kat'î biliniz ki, Risâle-i Nur ve şâkirtlerinin meşgul oldukları vazife, rû-yi zemindeki bütün muazzam mesâilden daha büyüktür. Onun için, dünyevî merakâver meselelere bakıp, vazife-i bâkiyenizde fütur getirmeyiniz. Meyvenin Dördüncü Meselesini çok defa okuyunuz; kuvve-i mâneviyeniz kırılmasın. (s. 41)”
Bize göre tatil; sıla-i rahim yapma, dinlenme, farklı kültürel aktivitelere yönelme, tarihî yerleri gezme, bol bol okuma ve kâinatta bir resmigeçit halinde boy gösteren varlıkları tefekkür zamanı olarak değer kazanmalıdır. Yaz mevsimi de bu faaliyetler için güzel bir fırsat sunar.
Öyleyse, bu hakikatleri yaşamak ve yaz mevsimini okuma mevsimi yapmak isteyenleri, her yaştan okuyucumuza farklı alternatifler sunan okuma programlarına dâvet ediyoruz. Bu imkânı bulamayanlara da kâinat kitabı ile birlikte kâinatı okuyan Kur’ân-ı Kerim ve onun bu asra bakan tefsiri olan Risâle-i Nur eserlerini okumalarını tavsiye ederiz.
Vatan sathını bir mektep yapma azmi ile yola çıkan Yeni Asya Neşriyat satışa sunduğu değerli eserlerle okuyucularına bu konuda zengin bir tercih imkânı sağlamaktadır.
***
Meyve Risâlesi yeni tanzimle yayınlandı
Büyük boy külliyatın yeni tarzıyla neşrini tamamlayan Yeni Asya Neşriyat, cep boy risâlelerin dipnotlu, lügatçeli ve indeksli olarak yeni tanzimle yayınını sürdürüyor. Bu çerçevede Meyve Risâlesi de yeni tarzıyla satışa sunuldu. Makam olarak Şuâlar isimli eserin 11. Şuâsı olan Meyve Risâlesi, Denizli Hapishanesi’nde 1943-44’te Türkçe olarak telif edilmiştir.
Meyve Risâlesi, on bir Mesele’den oluşur ve her meselede ayrı bir konu ele alınır. Ele alınan konuların başlıcaları şunlardır:
Ömür sermayesinin ahirete müteallik kullanılması, ölüm hakikati, gerçek ve elemsiz lezzetin iman dairesinde bulunduğu, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına açılan “imanı kazanmak veya kaybetmek” dâvâsı (ki Bediüzzaman, bu dâvâ için “Eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için bilâtereddüt sarf edecek” der), gençlik nimetini istikamet dairesinde sarfetmek, fenlerin kendilerine has diliyle Allah’ı anlatması, Ahiret inancının diğer iman esaslarıyla ispatı; Ahiret inancının dünya ve ahiret saadetine, şahsî ve toplumsal hayatın mutluluğuna vesile olması; imanın bir bütün olduğu, parçalanma kabul etmediği, Kur’ân’daki tekrarların hikmeti, imanın bu dünyadaki güzel meyveleri, bazı âyetlerdeki i’caz nükteleri ve Meyve Risâlesine dair bazı Nur talebelerinin mektupları.
***
Beşleme kampanyasında son gün
Bediüzzaman Beşlemesi için 1 Haziran’da başlatılan indirim kampanyası bugün sona eriyor. Zamanın Sesi, Bediüzzaman, Said Nursî, Nurcular ve Muhabbet Fedaileri adlı kitaplardan oluşan seride Risâle-i Nur müellifi, onun ortaya koyduğu hareket ve talebelerinin dünden bugüne uzanan hayat seyri gözler önüne seriliyor. Bir nehir roman hüviyeti taşıyan beşlemeyi edebiyatçı-yazar İslâm Yaşar kaleme aldı. Bediüzzaman’ın hayatını ve Nurculuk tarihini roman tadında okumak ve dostlarına tavsiye etmek isteyenler için bu bulunmaz fırsat kaçmaz.
Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz.
30.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
İnsanlık baharına çdoğru... |
|
İstikbale yürüyenler için yol haritasının önemini belirtmeye gerek var mı? Yol haritaları ve bu yol haritalarının kaynakları o kadar çeşitli ki… Bir çok insan kendisine göre bir takım sınıflandırmaya gider. Veya her insanın yol haritası, doğru addettiği kaynaktan doğar. Bize göre; mahiyeti acz, fakr, kusur, cehl ve nakıstan yoğrulmuş insana yol haritasını, ancak Yaratıcısı eline verir. Bu yol haritası vahiydir. Ve Kur'ân'ın yaşanmış, tecrübe ile tatbik edilmiş hali olan Sünnettir. Kur'ân ve sünnette insana yalın olarak yapılan vurgu okuyanların dikkatini çeker. Müslüman-gayrımüslim farkı gözetilmeksizin… Bir çok âyet-i kerîme doğrudan insanı veya insanları muhatap alıyor. İman sözkonusu edilmeksizin… Bu husus, Kur'ân'ın yalnızca kendisine tabi olanlara değil, bütün insanlık için bir ders kitabı olduğunu elbette ortaya koyuyor. Bilhassa yaşlı dünyamızın bir köye dönüştüğü şu zamanda… Kur'ân-ı Kerîm'in yanı sıra Peygamberimizin de cihanşümul olduğu, onun (a.s.m.) insanlığın en büyük rehber ve öğretmenliğini anlayana bildirir. Kur'ân'ın âyetlerini hatırlarsınız: “Ey insanlar!…” veya “Ey insan!” veya “Ey ben-i Âdem” şeklindedir. Resûlullahın hitaplarını, ders ve nasihatlarını incelediğimizde de aynı vurguyla karşılaşıyoruz… Veda hutbesinin bazı paragraflarında “Ey iman edenler” denilirken, bazılarına “Ey insanlar” diye başlanılır. Hafızanızda mealen kalmış birçok hadis-i şeriften “insanın en hayırlısı… insanın en akıllısı… veya insanın en şereflisi…” mânâlarıyla başladığını biliyorsunuz…
Bediüzzaman Hazretleri Kur'ân'ın “Ey Ehl-i Kitab” hitabını tefsir ederken, ehl-i mekteb mânâsına da dikkati çekiyor. Yani, semavî dinlere veya İslâmla irtibatı olmadığı halde, ilim ve fenlerle insaniyetin inkişâfına çalışmaları “muvasala” çizgisine çağırıyor. İçinde yaşadığımız zamanın dehşetli hadiselerine karşı bilhassa Müslüman ve Hıristiyanları ittifaka çağıran Kur'ân, yardımcı kuvvet olarak “Ehl-i Mektebi” de davet ediyor.
Avrupa-Amerika toplumlarındaki değişmeleri yakından takip edenler; ahlâk, karakter ve hayatın birçok bölümünü Resûlullah'ın öngördüğü tarza yakın yaşayan insanları göreceklerdir. Temizlik, düzen, intizam, komşuluk, nezâket, çalışkanlık, hakperestlik, dakiklik ve daha birçok insanî vasıfta insaniyeti yaşıyanların pekçoğu Kur'ân'ı ve Resûlullah'ı tanımıyorlardır. Mübalâğa addetmeyeceğinizden eminim, Irak'ta evleri yıkılan ve hunharca öldürülen insanlar için, Batıda ekranların önünde gözyaşı döken insanların sayısı az değil…
İkinci Dünya Savaşı Batı cemiyetinde büyük değişikliklere yol açmış. Bediüzzaman Hazretlerinin 1911'de Emevî Camiinde haber verdiği sekiz maniyi çetin dönem denilen iki cihan harbi ortadan kaldırmaya kısmen muvaffak olmuş, kanaatindeyiz. Yine Bediüzzaman'ın tesbitiyle bu dehşetli savaş “düşmanlığın” ne kadar kötü olduğunu Avrupa'ya ders vermiş. Birbirlerine kanlı bıçaklı Fransa-Almanya bu dersten sonra “demir çelik anlaşmasını” yapmışlar. Doğrusu çetin bir kışa benzetebileceğimiz bu savaş “insanlığın çekirdeğini” baharla birlikte çatlatmış. Bu mânâlar çerçevesinde Bediüzzaman Hazrtlerinin “Leyle-i Kadir'de kalbe ihtar edilen hakikat” parçasını Onüçüncü Söz'den okumak gerekiyor.
Durup dururken insaniyet inkişâf etmiyor. Büyük bedellerle güzellikler kötülüklere yer değiştiriyor, Batıda. Mazisi de öyle… Yalnız, ilimle çok ilgilenen, mütemâdiyen okuyan Avrupalıların yolu zaman zaman dinsiz felsefece kesiliyor. Hakikat olan Kur'ân'ı ve onun biricik öğretmenini bulmaması için, saldırgan dinsizlik sadme üzerine sadme hazırlıyor. Kanaatimizce insanlık bütün tarihinde, Kur'ân'a ve Hz. Muhammed'e hiç bu kadar yaklaşmamıştı. Fakat bildiğimiz gibi havayı bulandırmaya, düşmanlıkları körüklemeye, kaos üretmeye hayatlarını ve servetlerini adamış dünya çapındaki organizasyonlar çok ciddî çalışıyorlar. Müslüman gazetecilerin, bir köye dönüşmüş dünyamızın gazetelerini ve medyasını iyi takip etmeleri gerekiyor. Bizim onların dünya genelindeki stratejilerinden bîhaber oluşumuz elbette cehaletimizdendir. Halbuki zamanımızın Müslümanları hikmetle bezenmeli değiller miydi?
İnsanlığı “muvasala çizgisine” dâvet eden Müslümanlar; ehl-i kitap, insaniyet ve İslâmiyet sıfatlarına haizseler rahat etme lüksleri olmamalı… Bir taraftan Hıristiyan ruhanîlerin yardımına koşarken; diğer yandan insaniyetin inkişâfına çalışan “ehl-i mektebin de” muavenetine koşmamız gerekiyor. Bu da Kur'ân ve Sünnetten nebean eden İslâmiyetin güzelliklerini evvelâ yaşamak ve sonra da anlatmakla mümkün olacaktır, kanaatindeyiz…
30.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Sünnette cömertlik, öfke, sözünde durmak |
|
Murat Bey:
*1) Peygamber Efendimizin (asm) muhatabını geri çevirmediğini, her isteyenin istediğini verdiğini, eğer yoksa vaat ettiğini, şahsı için öfkelenmediğini biliyoruz. Bugün bir mü’min sünnete uyma niyetiyle mezkûr tavırları hayatına tatbik etmeli midir? Etmeli ise bu ciddî istismarlara kapı aralamaz mı? Meselâ istenildiğinde her şeyini veren, şahsı adına hiç öfkelenmeyen düz bir insan, bu yönleri nedeniyle istismar edilip sıkıntıya düşmez mi? 2) Bir de Peygamberimizin (asm) bir randevusuna muhatabı gelmeyince buluşma yerinde 3 gün beklediğini okuyoruz. Bu kesretten kinaye midir yoksa gerçekten 3 gün beklemiş midir?”
1- PEYGAMBER Efendimizin (asm) cömertlerin cömerdi olduğu, kendisinden bir şey isteyeni boş, geri çevirmediği, mutlaka elinde ne varsa verdiği doğrudur. Cömertlik Allah’ın sıfatlarındandır, güzel ahlâktandır ve en güzel uygulanış biçimini Sevgili Peygamberimiz (asm) göstermiştir.
Hayırda ve cömertlikte israf olmaz, sınır olmaz. Karşı tarafın niyetinin ve samimiyetinin ne olup olmadığı endişesine de gerek yoktur. İmam-ı Azam, “İsrafta hayır olmadığı gibi, hayırda da israf yoktur” demiştir. Güzel ahlâktan hiç kimse zarar görmemiştir. Karşı tarafın istismar niyeti var diye Müslüman güzel ahlâktan vazgeçecek değildir.
Bununla beraber, bu, Müslüman’ın, attığı adımlarda ölçü ve kontrolden uzaklaşacağı mânâsına da gelmez. Hiç şüphesiz Müslüman bilerek oyuna gelmez, bir delikten iki defa ısırılmaz. İhtiyacı olmadığını ve istismarcı olduğunu bildiği ciddiyetsiz birisine karşı davranış ve duruşunu gözden geçirir.
Şunu da unutmak gerekir: İstismar niyeti, önce kendi sahibine zarar verir. Cömert kişi bundan zarar görmez. O yaptığı hayrın sevabını alır, feyiz ve bereketini alır. Cömertliğiyle, istismarcıyı bile günün birinde tövbe noktasına getirir.
2- Öfke kuvve-i gadabiyedendir, ruhumuzun fıtrî bir halidir. Sünnette öfkelenmemek değil; öfkeyi şecaate çevirmek, yiğitliğe çevirmek, yararlı hale getirmek tavsiye edilmiştir. Sünnet ölçülerinde kullanılırsa hakka hizmet eder, haksızlıkları önlemeye hizmet eder, adalete hizmet eder, Müslüman toplumun izzetini ve hukukunu korumaya hizmet eder. Allah’ın Celâl sıfatının üzerimizdeki tecellisidir. Fakat İzzet ve Celâl sıfatı sahibi Cenâb-ı Allah, nasıl, İzzet ve Celâlinin gereği olan azap ve cezalarında zulümden, haksızlıktan, adaletsizlikten münezzeh bulunuyorsa, insan da zulümden, haksızlıktan, öfkeyle kalkıp zararla oturmaktan, Müslüman’ı kırıp rencide etmekten, Müslüman’ı diliyle ısırmaktan men edilmiştir. Müslüman, öfkesiyle Müslüman’a zarar vermekten sakındırılmıştır. Nitekim Kur’ân, sahabeleri Müslüman’a karşı merhametli, kâfire karşı şiddetli yanlarıyla övmüştür.1
3- Peygamber Efendimizin (asm) verdiği söze sadık bulunduğu bir gerçektir. Fakat buluşma yerinde muhatabı gelmeyince üç gün beklediği ile ilgili haber sıhhatli değildir. Bunu ona (asm) yakıştırmak doğru da değildir.
Nitekim bir yer ve saatte buluşmak üzere birisiyle sözleşilmişse, sünnet için esas olan, söz konusu saatte orada hazır bulunmaktır. Söz konusu saat geçtikten sonra, muhatap gelmediğinde, orada bekleyen şahıstan da bekleme yükümlülüğü düşer. Vakti varsa ve lütfederse biraz daha bekleyebilir. Fakat ilânihaye beklemek zorunda değildir.
Dipnotlar:
1- Fetih Sûresi, 48/29
30.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Enaniyet ne zaman felâket getirir? |
|
Ene (benlik), diğer adıyla enaniyetin mânâsı kendinde olmayan ve başkasının mânâsını gösteren; biri hayra, biri de şerre bakan iki yüzü bulunduğunu; hayra bakan yüzü ile, yalnız feyzi, verileni kabul edip kendi îcad edemediğini, o yüzde fâil değil; îcaddan eli kısa olduğunu; şerre bakan yüzünde ise fâil, fiil sahibi olan bir varlık olduğunu biliyoruz.
Enaniyet, mânâ-yı harfî yönüyle hassas bir mizan; Cenâb-ı Hakkın sınırsız sıfatlarını anlamak için bir ölçü birimidir.
Enaniyetini hayra bakan yönüyle kullanması gereken insan onu şerre yöneltir, kendine bir vücut rengi verip haddini aşarsa büyük tahribatlara sebep olur. Heves ve ihtirasına kapıldığında her şeyi, hatta elinden gelse dünyayı harap ve insanlığı mahvetmek ister.1
Bu zamanda İslâm terbiyesinin azlığı ve kulluktaki zayıflıkla benlik, enâniyet kuvvet bulmuştur. Dolayısıyla enaniyet çok ileri gitmiştir. Herkes, kàmeti miktarında bir buz parçası hükmünde olan enaniyetini eritmeyip bozmamakta; kendini mazûr bilmekte; ondan çekişme, kavga, gürültü çıkmakta; ehl-i hak zarar görmekte, ehl-i dalâlet de istifade etmektedir.2
Evet, bu zamanın önemli birer hastalığıdır benlik, enaniyet, hodfüruşluk.
Mâdem ki asrımızda ehl-i dalâlet, eneye binip dalâlet vadilerinde koşmaktadır, onun için ehl-i hak, bilmecburiye eneyi terk etmekle hakka hizmet edebilir.3 Aksi halde insandaki bu en tehlikeli ve en zayıf damarı okşamakla çok fenâ şeyleri yaptırabilirler.4
Hele îman ve Kur’ân hizmetinde bulunanların dikkat etmeleri gereken hususların başında bu gelmektedir. Onun içindir ki Bediüzzaman, kendisi hakkında beslenilen hüsn-ü zanları dahi kabul etmez. Bunu, “Bu zamanda enaniyet ziyade hükmettiği için, haddimden çok ziyade olan hüsn-ü zanları alamıyorum. Ve ben kardeşlerim gibi, kendi nefsime hüsn-ü zan etmiyorum”5 sözleriyle ifade eder. Yine der ki: “Ben nefs-i emmaremi elimden geldiği kadar hodfüruşluktan, şöhretperestlikten, tefahurdan men’e çalışmışım ve şahsıma ziyade hüsn-ü zan eden Nur talebelerinin belki yüz defa hatırlarını kırıp cerh etmişim.”6
Demek hakka hizmet ancak enaniyeti terk etmekle mümkündür.
Dipnotlar:
1- Hakikat Çekirdekleri, s. 15.
2- Kastamonu Lâhikası, s. 148; Tarihçe-i Hayat, s. 295.
3- Mektûbât, s. 468.
4- Mektûbât, s. 468.
5- Emirdağ Lâhikası, 1:223.
6- Şuâlar, s. 333.
30.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Hürriyetçi Prens Sabahaddin Bey |
|
Meşrûtiyet dönemindeki Osmanlı Ahrar Fırkası ideologlarından fikir ve siyaset adamı Prens Sabahaddin Bey, bundan tam 60 sene evvel bugün, yani 30 Haziran 1948'de sürgünde bulunduğu İsviçre'de vefat etti.
Babası paşa ve aynı zamanda Saray'a dâmat olan Sabahaddin Beyin, I. Meşrûtiyet'in feshedilerek ilk Meclis–i Mebusan'ın kapatıldığı gün olan 13 Şubat 1878'de dünyaya geldiği rivâyet edilir.
Onun prensliği, anne tarafına dayanır. Annesi Seniha Hanım, Sultan II. Abdülhamid'in kız kardeşidir.
Babası Dâmad Mahmut Celâleddin Paşanın hürriyet–meşrûtiyet taraftarı olması ve Yeni Osmanlılara yakınlık duyması, Mutlâkiyet rejimi tarafından sakıncalı görülmeye başlandı. Önce, Adliye Nezaretindeki işinden edildi, ardından inzivada kalmaya zorlandı.
Mesele bununla da bitmedi, her hareketleri takibe alındı. Evlerinin ve yaşantılarının sürekli şekilde takip ve tarassut altında tutulması, onları ziyadesiyle rahatsız etti.
Paşa ailesi, hem bu rahatsızlık sebebiyle, hem de çocuklarının daha iyi bir tahsil görmeleri mülâhazasıyla İstanbul'dan ayrılarak Fransa'ya yerleşti.
Ailesi Fransa'da iken Jön Türklerle temasa geçen ve onlarla birlikte hareket etmeye başlayan Prens Sabahaddin, 1902'de Paris'te yapılan Ahrar Kongresinde en ön safta göründü. Kongredeki rakibi ise, Meşrûtiyet taraftarı olmakla birlikte daha ziyade milliyetçi ve merkeziyetçi fikirleriyle tanınmış olan Ahmet Rıza Beydi.
Ahrar hareketi, bu kongreden sonra iki kola ayrıldı: Milliyetçi–Merkeziyetçi Grup ile Hürriyetçi Liberal Grup.
II. Meşrûtiyet'in ilân edilmesiyle birlikte İstanbul'a gelen Ahrar–ı Osmaniye Fırkası saflarına katılan Prens Sabahaddin, bu fikrî ve siyasî hareketin ideologlarından biri oldu.
Ne var ki, seçimleri komitacılıkla iş gören İttihatçılar kazandı. Bunlar, rakip olarak Ahrar Fırkasını gördükleri için de, onlara karşı her türlü baskı hareketini devreye soktular.
Her şeye rağmen, 1920'li yıllara kadar aralıklı da olsa Türkiye'de kalmaya ve siyaset yoluyla millete hizmet etme fırsatını kollayan Prens Sabahaddin, Osmanlı Hanedanına mensup bütün fertler için getirilen yasaktan o da nasibini aldı ve yurt dışına gitmek zorunda kaldı.
Prens Sabahaddin ve onun gibi hürriyetçi aydınların bir şekilde bertaraf edilmesiyle birlikte, meydan Ziya Gökalp gibi milliyetçi geçinen katı merkeziyetçi ideologlara kaldı.
Zıt dünyaların insanı
Evet, Ziya Gökalp ve Prens Sabahaddin, gerek fikir ve gerekse siyaset âleminde birbirine en zıt görünen iki şahsiyet idi.
Gökalp'in dünya görüşü Türkiye'de 1950'lere kadar olanca ağırlığıyla devam ederken, bu tarihten sonra ise Prens Sabahaddin Beyin fikir ve dünya görüşüne doğru tedricî bir yöneliş hareketi başladı.
Zaten, 1908'de Bediüzzaman Said Nursî'nin de Prens Sabahaddin Beye hitaben yazmış olduğu bir mektupta, güzel fikirlerinin neşv ü nemâ bulması için zaman ve zeminin şartlarına dikkat çekiliyor ve özetle ve bilmânâ şunlar söyleniyordu: "Prens Sabahaddin Beyin sû–i telâkki olunan (yanlış anlaşılan) güzel fikrine cevap.
"Sizin teşebbüs–i şahsi ve hiss–i rekabete istinad eden fikriniz güzeldir. Musabakayı, yarışmayı intac eder.
Hatta, bu fikir, medeniyetteki terakkiyat makinesinin buharı hükmündedir.
"Adem–i merkeziyet (yerinden yönetim) sistemine, herhangi bir tefrikaya meydan ve mahal bırakmadan gidilmeli.
"Bu fikrin güzelliğini taakkul ediyoruz, fakat tatbikini şimdilik irade edemiyoruz. Tatbiki için çok zaman lâzım. Fakat, hükümetler şimdiden teşebbüsata başlamalı." (Bkz: Osmanlıca Nutuk, 1. Mektup.)
Mezarını Menderes getirtti
30 Haziran 1948'de İsviçre'de vefat eden Prens Sabahaddin Beyin mezar nakli, 4–5 sene sonra ancak mümkün olabildi.
1950'de iktidara gelen Demokrat Parti, 1951'de Taif'te bulunan Mithat Paşanın mezarını İstanbul Şişli'ye nakletti.
Bundan bir sene sonra ise, Ahrar–Demokrat hareketin fikir öncülerinden olan Prens Sabahaddin Beyin mezarını kendi vatanına nakletmek için harekete geçildi.
İlk adım, Osmanlı Hanedanına mensup kimseler için yapılan kànun değişikliği noktasında atıldı.
Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın şiddetle muhalefet ettiği bu girişim, Başbakan Adnan Menderes'i de istifa eşiğine getirdi.
Sonunda, Bayar geri adım atmak zorunda kaldı ve ilgili kànun kabul edilerek yürürlüğe girdi.
16 Haziran 1952'de kabul edilen ve bazı şartlara bağlı tutulan 5958 sayılı bu kànunla, Osmanlı Hanedanına mensup sadece ölmüş olanlar ile hayattaki hanımların yurda girişlerine izin verilebildi.
İşte, bilhassa Adnan Menderes'in fikirlerine hayranlık duyduğu Prens Sabahaddin Beyin mezarı da, bu kànunun kabul edilişinden iki hafta sonra İsviçre'den alınarak İstanbul'la getirtildi.
Prens Sabahaddin Beyin mezarı, halen Eyüpsultan Kabristanında olup ziyarete açık bulunmaktadır.
30.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Cemaat fertlerini kaynaştıran unsurlar |
|
Dünyada yalnız başına yaşamak ne kadar sıkıcı! Birlikteliğin tadını almak; iletişim, dostluk ve muhabbet köprüleriyle mümkün. Bundandır ki, mü’minleri kaynaştıran unsurların başında uhuvvet, yani kardeşlik, dostluk gelir.
İlâhî hikmetin tesis ettiği İslâm uhuvveti, geçici bir pozisyon değil. Dinî, ahlâkî, psiko-sosyal, kültürel açılardan derin boyutları var. Bediüzzaman, Uhuvvet Risâlesi’nde cemaat ve insanlar arası kardeşliği tesis için, “Mü’minler ancak kardeştirler”1 meâlindeki âyetin ışığında Kur’ânî ve Sünnetî birçok prensibi nazara verir.
Uhuvvetin en önemli unsuru ise muhabbettir. Dünyaya gönderilişimizin ana gayesi, “ibadet”;2 ibadet, “iman-ı billah, marifetullah ve muhabbetullah”, yani, Allah’ın varlığı ve birliğine iman, isim ile sıfatlarını tanıyıp O'nu sevmeyi ve dahi teşekkür etmeyi kapsar.
Yaratılış ve varoluş gayemiz de sevgidir. Zira, insan, kâinatın Sahibinin Esmâsının tecellisine mazhar. O ise Habib ve Veduddur. Yani, çok seven, sevilen ve bütün sevgileri yaratandır. Habib ismini zerrelerden kâinat simasına kadar her şeye yansıtmıştır.3
Sevgi, aynı zamanda bütün unsurlar arasındaki bağ, ışık ve hayattır. Keza, bütün canlıları ayakta tutan unsurdur. Rezzak-ı Kerim, yarattığı varlıkları seviyor, rızıklandırıyor. Habib isminin parıltıları anne-babalarımızda tecellî etmeseydi hayatta olmazdık; kaynaşamazdık; hayatın hiçbir tadı kalmazdı.
Aslında kalbimize konan hadsiz sevgi potansiyeli, ebedî bir güzelliğe sahip Zata yönelmek için verilmiş.4 Çünkü kalbin yaratılmasının sebebi, sevgi ve sevgilileri yaratan gerçek sevgililer Sevgilisi’ni sevmektir. Meşrû sevgi; her şeyi O’nun adına sevmek, O’nu hatırlamaktır. Anne-babamızı, çoluk çocuğumuzu, eşimizi, dostumuzu; peygamberler ile sahabelerini, evliyâları, ilim ehlini ve meşrû olan her şeyi severiz.5 Evet, O'nun yarattıklarını, Esmâsının tecellisi ve ahiretin tarlası olması açısından doyasıya sevebiliriz, sevmeliyiz. Her şeyi, yüce Rabbimizin Habib, Rahim, Vedûd gibi sonsuz isim ve sıfatları hesabına seversek; sevgimizin gücü de sonsuzlaşır. O takdirde, Allah’ı tanımaktan gelen sevgi, en büyük maya ve iksir olur.6 En değerli duygularımızdan birisi olan sevgi, eğer tevhid sırrı yardım etse (yani sonsuz sevgi sahibi Habib’ten beslenirse), bizi kâinat kadar büyütür, genişlik verir ve yaratılmışların nazenin bir sultanı yapar.7
Kur’ân, muhabbeti, aynı zamanda psiko-sosyal bir güç kaynağı, bir kaynaştırıcı olarak nazara verir: “Allah’a iman edenler, Allah’a olan sevgileri cihetiyle daha kuvvetlidir.”8 İman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve manevî kaleler de sevgi sebebidir.9
Pek çok âyette beyan buyurulduğu gibi, Allah, sırat-ı müstakîm denen doğru yolda olanları sever, temiz olanları sever,10 iyilik yapanları sever, merhamet edenleri sever, sevenleri sever. Kendi basit, küçük sevgisiyle O’nun sevgisini birleştirenler, sonsuz bir sevgiyle bağlantı kurar.
Ayrıca, Bediüzzaman, sadece mü’min kardeşliğini ihyâ etmez. Diğer taraftan, iman hakikatiyle, “yaratılmışlar”la bizi kardeş ilân ederek, aradaki vahşeti, yabancılığı kaldırır, dostluğa ve kardeşliğe dönüştürür.11
Bunun içindir ki, mü’min sever, sevilir, sevdirir ve sevdirmeli. Habib ve Vedud sıfatlarında ilerleyen Allah dostlarının güçlü olmasının sırrı budur.
Dipnotlar: 1- Hucurat: 10.; 2- İsrâ, 44.; 3- Sözler, s. 321-322.; 4- Lem’alar, s. 20.; 5- Sözler, s. 583.; 6- Mektubat, s. 434.; 7- Şuâlar, s. 21. 8- Bakara: 165.; 9- Hutbe-i Şâmiye, s. 58.; 10- Bakara: 222.; 11- Sözler, s. 586.
30.06.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Güvenini kaybeden, her şeyini kaybeder |
|
Ekonomik ve siyasî istikrarın devamı, ‘güven’ esasına dayanır. Eğer millet, siyasetçiye güvenmezse siyasî istikrarı, tüccarına güvenmezse ekonomik istikrarı sağlamak mümkün olmaz. Aynı şey, siyasetçi veya tüccarın ‘müşteri’lerine güvenmesi ya da güvenmemesi ile de ilgilidir.
Her şeyi ‘madde’ de arayanların gözlerinin ‘maneviyat’ konusunda ‘kör’ olduğu malûmdur. Böyle olduğu, insanlar maddiyata, ‘para’ ve pula yönlendirildiği için maalesef manevî ‘körlük’ hastalığı yayıldı. Bunun neticesinde de piyasaları ayakta tutan ‘güven’ uçup gitti.
Yıllar önce görüştüğümüz bir iktisatçı, “Piyasada güven kalmadı, çekler, senetler protesto ediliyor. Böyle giderse Türkiye daha büyük ekonomik krizlerle karşı karşıya kalır” demişti. Elbette bu tesbiti yapan sadece bizim görüştüğümüz ekonomi uzmanı değildi. Konuyu yakından takip eden hemen herkes, bilhassa 1980 ihtilâli sonrası yaşanan ‘bozulma’nın toplumu ciddî anlamda tehdit ettiğinin farkındaydı. Ancak sosyal problemlerin ortaya çıkması uzun yıllar aldığı için, ‘erken uyarı’ yapanlar çoğunlukla ‘felâket tellâlı’ itham edilir. Nitekim, o yıllarda bu günleri tahmin eden her kademedeki ‘uzman’lar dönemin yöneticileri tarafından bu şekilde itham edilmiştir.
Tüketici odaklı pazarlama araştırmaları yapan Nielsen firması, 3 yıldır 51 ülkede sürdürdüğü ‘’Global Tüketici Güven Endeksi Araştırması’’ sonuçlarını açıklamış. (AA, 29 Haziran 2008)
Nielsen’den yapılan açıklamaya göre, tüketici güveni hem Türkiye’de, hem de dünyada en düşük seviyelerine gerilemiş durumda. Türk tüketicileri ise, yüzde 92’lik oran ile ülkelerinde ekonomik durgunluk olduğuna inanan tüketicilerin başında geliyor.
Nielsen Global Tüketici Güven Endeksi son 6 ayda 6 puan düşerek, endeksin son 3 yılda gösterdiği en büyük düşüşü yaşadı ve 88 puan seviyesine kadar geriledi. Türkiye’nin endeks puanı da, yine ortalamanın çok altında kalarak en düşük seviyesine indi. Türkiye 67 puan ile 51 ülke içerisinde en alttan 4’üncü sırada yer alıyor.
Araştırma sonuçlarına göre, Türk tüketicileri, ekonomik durgunluk ortamında enflasyon ve işsizlik konularında bütün dünya ile aynı endişeleri yaşarken, terör ve siyasî istikrarsızlık konusunda diğer ülke tüketicilerine göre daha yüksek endişe duyuyor.
“İş”lerin iyi yürüyebilmesi için ‘güven’in ilk şart olduğu her hâlde izah istemez. Bu konuda Alman işadamı Robert Bosch’un şu sözü de çok anlamlıdır: “İnsanların güvenini kaybetmektense, para (sermaye) kaybetmeyi tercih ederim.”
Ülkemizdeki ‘tüketici’ler güvenlerini kaybettiğine göre ‘sermaye’lerini de kaybetmiş sayılırlar. İşte asıl problem burada. Yarın bir gün ‘sermaye’ bir şekilde kazanılabilir. Peki kaybedilen ‘güven’i yeniden tesis etmek daha zor değil mi?
Kim ya da kimler ‘güven’ sağlanmasını temin edebilecek? ‘O kafa’ bu millete ‘güven’ verebilir mi?
30.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Din eğitimi bir anayasal hak |
|
Türkiye’nin temel sorunlarından biri de insan haklarının başında gelen ve demokratik bir anayasal hak olan eğitim hakkı çerçevesindeki din eğitimi ve öğretimi hakkının bir türlü lâyıkıyla verilmemesi. Anayasanın, yasaların ve Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler gereği devletin din eğitimi ve öğretimi vazifesini yerine getirilmemesi.
Anayasanın 24. maddesi, din eğitimi ve öğretimi görevini öncelikle devlete yükler. Keza Anayasanın 90. maddesi, kanun hükmündeki “milletlerarası andlaşmalar”ı anayasa ve yasaların üstünde tutar; uyma mecburiyetini getirir. Bundandır ki bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne bile başvurulamaz.
Ayrıca Türkiye’nin AB demokratik kriterleri arasında taahhüd ettiği, özellikle temel hak ve hürriyetler kapsamında vatandaşların dinlerini temel eğitim içinde öğrenmelerinin bir temel hak olduğu açıkça belirtilmiş.
Bu bakımdan, evvela Türkiye’nin AB Ulusal Programı’nda atıfta bulunulan, Avrupa İnsan Haklarır Sözleşmesi (AİHS) Ek 1. Protokolü 2. maddesinde “hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz; devlet, eğitim ve öğretim ile ilgili üzerine aldığı görevleri yerine getirirken, anne ve babaların çocuklarına, kendi dinî ve felsefî inançlarına uygun olan bir eğitim ve öğretimin verilmesini isteme haklarına saygı gösterir” esasını yerine getirmek durumundadır.
Zira AİHS’nin 17. maddesi, hiçbir surette devlete, topluluğa veya kişiye sözleşmede tanınan hak ve özgürlüklerin yok edilmesine veya öngörüldüğünden daha geniş ölçüde sınırlandırmasına yönelik hakkını vermeyeceğini bildirir. Vatandaşların düşünce, vicdan, din, inanç ve ibadet özgürlüklerinin, dinini öğrenme ve yaşama hakkının kolaylaştırılmasını teminat altına alır.
DİN DERSLERİNİN İÇİ DOLDURULMALI
Herkes biliyor ki okullarda haftalık ders sayısı ve müfredatı oldukça yetersiz olan “din dersleri”nde, İslâmiyet dışındaki dinleri öğretmekte. Hatta Hıristiyanlık ve Musevilikle kalınmamakta; Uzakdoğu batıl inanışlarını; Budizm, Şintoizm, Sihizm, Janizm, Taoizm ve hatta Bahailiği birer “din” olarak programa koyup okutmakta. Kısıtlı dersler gereksiz malâyaniyatla doldurulmakta. Öncelikle, bunun düzeltilmesi gerekir. Zira ilk ve öğretim okullarındaki “din kültürü ve ahlâk dersleri”, devletin Anayasa ile “denetim ve gözetimine aldığı” ve vatandaşa bırakmadığı, “din ve ahlâk eğitim ve öğretimi” görevinin gereğidir. Bu görevi hakkıyla yapması, yarım yamalak bırakmaması, savsaklamaması; bunun için belirlenen “zorunlu dersler”in içini doldurması vazifesidir…
Esasen okullarda okutulan “din kültürü ve ahlâk bilgisi” dersleri, adından da anlaşılacağı gibi, sâdece dinlere dair kültür ve ahlâkî bilgilerle sınırlı kalmakta. Anayasada öngörülen “din ve ahlâk eğitim ve öğretimi” anlamını karşılamamakta. Bu itibarla, yüzde doksan dokuzu Müslüman olan milletin çocukları, elbette tarihinin yanısıra bu ülkede ve hatta dünyada yaşayan dinleri, inanışları tanıyacak; kısa da olsa dinler tarihi hakkında bilgi sahibi olacak. Hıristiyanlığı da Museviliği de genel anlamda kültür olarak öğrenecek. Ancak, dinini, dinî kültürünü, tarihini öğrenmekle kalmayacak; eğitimini de alacak.
Bunun içindir ki sözkonusu derslerin amacına uygun olarak ıslâhına ilâveten, Anayasanın hükmettiği “din ve ahlâk eğitim ve öğretimi” için, okul dışındaki din eğitim ve öğretiminin de verilmesi, anayasal bir zorunluluktur. Devlet, vatandaşa bırakmadığı “din eğitimi”ni, mezkur maddede geçen “kişilerin kendi isteği ve küçüklerin kanunî temsilcileri”nin talebine bağlı” olarak yerine getirmekle yükümlüdür.
DİN EĞİTİMİ HEP ÖTELENDİ
Yine bu yükümlülükle evvelemirde Kur’ân kurslarında İslâm dininin temel kitabı olan Kur’ân öğretimi ve daha geniş boyutta, iman, ibâdet ve ahlâk esaslarını ihtiva eden dinî bilgilerin öğretilmesi ve eğitilmesi, devletin üzerine bir vecîbedir. Ne var ki okullarda verilmeyen din eğitimi, Diyanet’e bağlı Kur’ân kurslarında ve camilerde de yaş yasağı ve iki ayla sınırlı haftada beş dersi geçmeyen noksan programla da verilememekte; oldukça eksik kalmakta.
Peki bu durumda din eğitimi ve öğretimi nasıl yapılacak? Sekiz yıllık kesintisiz eğitimi bitirmeyenin gidemediği; uzun yaz tatilinde bile ancak ilköğretim beşinci sınıfların gidebildiği Kur’ân kurslara gidemeyen öğrenciler, nerede Kur’ân okumayı ve dinini öğrenecek? Hangi zeminlerde yeterli ve sağlıklı dinî eğitim alacak, akide ve ibadet esaslarını yaşama becerisini kazanacak? AKP siyasî iktidarı, din eğitimi ve öğretimine sahip çıkmak bir yana, âdeta bir yük gibi gördü; bir nevi istiskal etti.
Gerçek şu ki AKP siyasî iktidarı, özellikle din eğitimi ve öğretimini hep öteledi. Din kültürü ve ahlâk bilgisi derslerini mânâsına uygun olarak verimli hale getirmedi; dahası “yeni anayasa” hazırlıklarında öncelikle bu derslerin tartışmaya açılmasına göz yumdu.
Ertelemeye ve ötelemeye devam ediyor…
30.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kemal BENEK |
Dünyada, CHP gibi bir parti var mı? |
|
Yoktur herhalde. Muhalefetteyken oyları azalan, iktidara gelmemek için her şeyi yapan, gelmek için hiçbir şey yapmayan bir partiyi duyan, bilen varsa lütfen haber versin.
İktidarın en büyük şansı da CHP. AKP hiçbir şey yapmasa bile CHP’nin politikası ile oylarını arttırabiliyor. CHP ve Baykal, iktidarın gizli destekçileri gibi politika yapıyor. Başbakan Erdoğan da bunu çok iyi kullanıyor.
***
Geçtiğimiz hafta CHP için hiç iyi bir hafta olmadı. Hesaplarında yaklaşık 1 milyon YTL’lik usûlsüz harcama tesbit edilince Anayasa Mahkemesi suç duyurusunda bulundu. Normal şartlarda—tekrar ediyorum normal şartlarda!—cezasız kalmayacak bir usûlsüzlüğe rastlandı. Süreç şimdilik işliyor. Gelişmeleri hep birlikte takip edeceğiz.
CHP’nin genel politikası her yere sirayet ediyor. Yine geçtiğimiz hafta “özerk ve tarafsız” Radyo Televizyon Üst Kurulu’nda (RTÜK) başörtülü stajyer avı bizzat CHP’li üyeler tarafından yapıldı.
RTÜK’te görev yapan onlarca stajyerden birinin başörtülü olduğu CHP’li üyeler Şaban Sevinç ve Mehmet Dadak tarafından fark edilir edilmez olağanüstü hal ilân edildi! Başörtülü stajyerin haddi bildirilmek üzere kırmızı alarm verildi!
Neticede RTÜK, başörtülü stajyer çalıştırmak suçundan (!) tövbe-istiğfar niteliğinde bir bildiri yayınladı: “Üst Kurulda çalışan tüm personel ve stajyerler kanun, tüzük ve yönetmeliklerde öngörülen kılık ve kıyafet kurallarına uymaktadır.”
***
Dünyada CHP gibi bir muhalefet var mı sorusunun cevabını Sosyalist Enternasyonal de (SE) bulamamış olacak ki sorunu da, soruyu da kökten çözecek bir yola başvurdu. SE, CHP’nin üyelikten atılması sürecini başlattı. Bunu öğrenen SE’nin başkan yardımcısı Deniz Baykal, ricacı olarak Onur Öymen’i SE’nin Başkanı Yorgo Papandreu’ya gönderdi.
Onur Öymen, SE’nin aldığı kararın altında AKP’nin olduğunu söyleyerek yine ucuz muhalefet yapma alışkanlığını sürdürdü. Her ne kadar eski CHP’li, AKP Ankara Milletvekili Haluk Özdalga ve liberal solcu Baskın Oran SE’ye birer mektup yazarak CHP’nin atılmasını istedilerse de “dünya sosyal demokratları” her şeyi ayan beyan görüyor.
Ankara’da bir dizi görüşme gerçekleştiren Almanya Parlamentosu sosyal demokrat grubu, çok sayıda parti ve siyasetçi ile görüşmüş ancak CHP’den randevu bile istememişti. Geçen yılki SE toplantısında da Etik Komitesinin İsveçli üyesi, CHP’nin Sosyalist Enternasyonal üyeliğinden çıkarılması girişiminde bulunmuştu.
Bu arada Özdalga ve Oran’ın mektuplarında CHP ve Baykal için kullandıkları tabirlere değinmeden geçemeyeceğim. Özdalga, CHP’yi “Türkiye’de var olan en tehlikeli demokrasi ve reform karşıtı güçlerden biri”, “Demokrasi ve özgürlüğün arsız muhalifleri”, “Askerî müdahalenin açık sözlü kışkırtıcıları”, Oran da, “meclisteki bütün siyasî partiler arasında en gerici parti” olarak tanımladı. Kaderin cilvesine bakınız ki herkesi gericilikle suçlayan CHP, kendisini en iyi tanıyanlar tarafından en gerici parti olarak ilân edildi!
Yazıyı, kendini “tek parti dönemindeki bir milletvekilinin torunu ve CHP üyesi iki koyu Kemalistin kızı” olarak tanımlayan CHP Genel Saymanı Mustafa Özyürek’in kızı Esra Özyürek’in isyan ettiğini hatırlatarak bitireyim. Esra Özyürek, gündeme oturacak kitabında CHP zihniyetinin 1930’ları aşamadığından şikâyet ediyor.
30.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Gezi Eki Pdf
|
|
|
|
|
|