Buharî ve Müslim’de yer alan bir hadis-i şeriften öğrendiğimize göre Allah, bir kulunu sevdiği zaman Cebrail’i çağırıp, “Ben falanı seviyorum sen de sev” buyurur. Cebrail de onu sever, sonra da gök ehlini çağırıp Allah’ın falan kimseyi sevdiğini, onların da sevmelerini söyler. Onlar da severler. Sonra da Allah o kimsenin sevgisini yerdeki insanların kalbine koyar.1
Yer ve gök ehlince sevilen bir kimse olmak çok az insana müyesser olan büyük bir nimettir.
Allah’ın, meleklerin, insanların sevgisini kazanabilmek ise ancak Allah dostu, Allah’ın sevgili bir kulu olabilmekle mümkündür. Bunun yolu da her işte Allah’ın rızasını aramak, emirlerine sımsıkı bağlı kalmak ve yasaklarından kaçınmaktır.
Daha hayatındayken hizmet ve eserleriyle milyonlarca insanın gönlünde taht kurmuş, bugün de kurmaya devam eden bu büyük insanın ilk göze çarpan özelliği bir ihlâs abidesi, sevgi ve şefkat kahramanı olmasıydı. 87 yıllık ömründe sadece ve sadece Allah rızasının canlı bir modeli olan Resûl-i Ekremi (a.s.m.) örnek almış; sevgide, şefkatta, fedâkârlıkta, her türlü güzel haslette onun eşsiz ahlâkını yansıtmıştı.
Önüne üç yüz lira (yaklaşık yirmi beş milyar lira) maaş ve bir sürü dünyevî makam ve menfaatlar serildiği halde yüzünü çevirip bakmamış, hiçbir şeye âlet ve tâbi olmayan, dünya ve ahiret mutluluğunun anahtarı olan iman ve Kur’ân hizmetine kendini adamıştı. “Bu milletini imanın kurtulması uğruna bir Said değil, ben Said fedâ olsun” diyordu.
İnsan, iyi ve güzel şeylere lâyıktı. Allah, ahiret nimetlerini olduğu gibi dünya nimetlerini de mü’min kulları için hazırlamıştı. Meşru dairede ve şükretmek kaydıyla her türlü nimetten hakkıyla yararlanabilirdi. Hayatın gerçek zevk ve lezzeti ise ancak iman dairesinde kalmakla mümkündü. Yoksa inançsızlıkla, isyanla bir lezzete yüz acı karışır, hayattan tat alınmaz olurdu.
Bütün bu nimetlerden niçin hakkıyla yararlanılmasındı? İmanda terakki kaydedildikçe hayatın tam tadına varılabilir; imanın sonsuz fayda ve nurlarından yararlanılabilirdi. Kısacası ahiret de, dünya da Cennete dönerdi.
Bediüzzaman “İman!” dedi. “Kur’ân!” dedi. İmanların tehlikede olduğunu söyledi. İmanlar kurtarılmalıydı. “Bütün mesaimi iman üzerine teksif etmişim” dedi. Sevgi ve şefkati insanların dünya ve ahiretlerinin Cehenneme dönmesine razı olmadı. Bu uğurda hayatını, rahatını fedâ etti, çile ve ıztırapları göğüsledi. Ortaya Risale-i Nurlar gibi Kur’ân tefsirleri çıktı. “Beni idama mahkum eden zatlar, sizler şahit olun ki, Risale-i Nurla imanlarını kurtarsalar onlara da hakkımı helâl ediyorum” dedi. Siz birini öldürmeye, o ise sizi kurtarmaya çalışacak, görülmüş bir şey mi? Ama bir şefkat abidesi olan Bediüzzaman bu sözleriyle, “Ben zindanlarda çürümüşüm, sürgünlerde perişan olmuşum; hak ve özgürlüklerden mahrum kalmışım. Bunlar o kadar önemli değil. Hepsine katlanırım. Yeter ki dünya ve ahireti Cennete çeviren, hayatı Cehennem olmaktan kurtaran imanlar kurtulsun” demek istiyordu.
İşte ondaki bu insan sevgisi, bu şefkat, bu karşılıksız hizmet anlayışı sebebiyledir ki, vefatından sonra da dünyanın dört bir yanında onlarca dile çevrilen eserleriyle imanları kurtarmaya; akıl, kalb ve ruhları fethetmeye, gönüllerde yaşamaya devam ediyor.
1. Buharî, Edeb: 41; Müslim, Birr: 157.
23.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|