|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
100 yıllık kırıksız çizgi |
|
Saltanat, meşrutiyet, cumhuriyet, demokrasi. Said Nursî, siyasî tarihimizin bu dört devresini de yaşamış ve her birinde, Kur’ânî prensiplere dayalı tavizsiz duruşunu korumuş bir âlim, müfessir, mütefekkir ve aksiyon adamı.
Fikirlerinin sağlamlığından o kadar emin ki, “Asr-ı Saadet mahkemesine de celb olunsam, üç asır sonra kurulacak bir âkil adamlar mahkemesinde de yargılansam, şimdi neşrettiğim hakikatleri aynen ibraz edip savunurum” diyor.
Zira o fikirleri dayandırdığı ölçü ve prensiplerin kaynağı, zaman ihtiyarladıkça mesajları gençleşen ve tazelenen Kur’ân’daki şablonlar.
Çağdaşlarından farkı, bu prensipleri donuk ve hayattan kopuk bir anlayışla değil, öze sımsıkı bağlı dinamik bir yaklaşımla yorumlaması.
Klasik ve gelenekçi ulemanın çoğunun karşı çıktığı meşrutiyeti onun şer’î delillerle savunması, istibdadı reddedip hürriyetin önem ve değerini vurgulaması, girilen yeni çağda tek adam ve tek görüşe dayalı yapılarla yola devam etmenin imkânsızlığına dikkat çekerken herşeyin meşveret ve şûrâ ile yürüyeceği Meclis sistemine geçişin kaçınılmazlığını nazarlara vermesi.
Evet, Said Nursî yeni çağda tek şahsın yerini şahs-ı manevînin; tek görüşün yerini istişare, ortak akıl ve kamuoyunun; kuvvetin yerini hak, bilgi ve kanunun alacağını öngörüp bir asır önce dile getirerek duruşunu bu temele oturtmuş.
Ve içtimaî tesbitlerini, temellerinde herhangi bir zedelenmeye asla meydan vermeden, yeni ihtiyaçlara göre güncellemekten geri durmamış.
Bunun en ilginç örneklerinden biri, şeriat namına alkışlayıp sahip çıktığını söylediği meşrutiyet için yaptığı tariflerin, demokratikleşme sürecimizin sonraki aşamaları olan cumhuriyet ve demokrasi için de geçerli olduğu mesajını verecek şekilde, “cumhuriyet ve demokrat mânâsındaki meşrutiyet” ifadesini kullanması.
Ama bunu yaparken, isme ve görüntüye değil, öze ve içeriğe bakmış. Bu tavrını, “İstibdat ne şekilde olursa olsun, meşrutiyet libası giysin ve ismini taksın, rast gelsem sille vuracağım” ve “İstibdad-ı mutlaka cumhuriyet namı verilmiş” gibi son derece çarpıcı ifadelerle dile getirmiş.
Padişahlık döneminde eleştirdiği şahıs istibdadının, bu istibdada tepkileri istismar ederek iktidarı ele geçirecek olanlarca bir komite istibdadına dönüştürülebileceği ikazında bulunmuş.
Ve maalesef bu uyarısında haklı çıkmış.
Cumhuriyet karşıtlığı ithamıyla da yargılandığı mahkemede kendisini “dindar bir cumhuriyetçi” olarak nitelerken, ideal cumhuriyet modelinin hakikî adalet ve hürriyeti taşıyan Asr-ı Saadette yaşandığını anlatarak, “isim ve resimden ibaret cumhuriyet” anlayışını eleştirmiş.
Çok partili demokratik hayata geçildiğinde de, demokrasinin adalet, hürriyet, halka hizmet gibi temel prensiplerini Kur’ânî referanslarla izah etmiş ve demokratik ortamda siyaseti dine hizmetkâr kılmanın gayreti içerisinde olmuş.
Onun meşrutiyet dönemindeki hizmetlerini anlattığı Divan-ı Harb-i Örfî Müdafaası, İstanbul ve Selânik’teki “Hürriyete hitap” nutukları ve şark aşiretleriyle sohbetlerini ihtiva eden Münâzarât eseri, 100 yıllık demokrasi serüvenimizin şu anki merhalesine de ışık tutan mesajlar taşıyor.
Sanki o serüvenin henüz başındaymışız gibi.
Bediüzzaman'ın o eserlerini 1950'den sonra küçük rötuşlarla tekrar neşrederken “Eski zamandan ziyade bu zamanın tam bir dersi olabilir” gibi notlar koymuş olmasının hikmeti ve anlamı bu.
23.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Teşvik eden Üstad |
|
23 Mart, Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin vefat yıldönümü. Bediüzzaman, her fani gibi vefat etti, ancak Kur’ân’ın mânevî bir tefsiri olan Risâle-i Nur vasıtasıyla bir anlamda tesirini devam ettirdi. Vefatının üzerinden geçen yıllar, onun daha iyi tanınmasına da vesile oldu.
Bediüzzaman’ın yurt içinde ve yurt dışında tanınması, bilinmesi sadece kuru bir ‘tanıma’yla izah edilemez. Onun hakikatli bir tefsiri olan Risâle-i Nur, bugün devamlı sûrette okunan ve istifade edilen bir eser külliyatı haline gelmiştir.
Her yıl olduğu gibi bu yıl da “23 Mart dosyası”nı hazırlamak için Üstad Bediüzzaman’ın talebelerinin bir kısmını ziyaret etme imkânı bulduk. Onlara hem Risâle-i Nur’u, hem de Bediüzzaman’ı yeniden sorduk. Elbette onların ‘hatıraları’nı önceden okumuş ya da dinlemiştik, ama her defasında farklı bilgiler duyuyorduk.
‘Son şahitler’den Abdullah Yeğin Ağabey, gayet mütevâzî bir şekilde Üstadı anlatırken, Risâle-i Nur’un ‘farkı’na dikkat çekiyordu. Bediüzzaman’ın, bilhassa gençleri gayretlerinden dolayı teşvik ettiğini hatırlatan Yeğin Ağabey, “Bizi de her zaman teşvik etmiştir. Bu hususta ‘lâhikalar’da da örnekler vardır” diyor.
İsmail Tezer kardeşimizle ziyaret ettiğimiz Yeğin Ağabeye “Risâle-i Nur’un diğer eserlerden bariz farkı nedir?” diye soruyoruz. Özetle şöyle cevap veriyor: “Risâle-i Nur, insana kâinatı okutturuyor. Baktığınız her yerde, her şeyde Yaratıcının mührünü gösteriyor. Hem aklı, hem de kalbi ikna ediyor. Risâle-i Nur’da ikna edilmeden bir şey anlatılmıyor.” Abdullah Yeğin Ağabey, Risâle-i Nur’un dikkatle okunmasının ve anlaşılmasının gençlerin üzerinde adeta bir vazife olduğuna da dikkat çekiyordu.
Aynı şekilde Mustafa Sungur Ağabeyi de ziyaret ettik. O da, ‘cennetâsâ baharın çiçekleri’ni görmüş gibi sevinçliydi. Her cümlesinde Üstadı hatırlatan Sungur Ağabey, “Üstadımız en sıkıntılı günlerde bu günleri bize müjdelerdi. Ama biz, bu günleri tahayyül bile edemezdik. Artık, başta Arap dünyası olmak üzere bütün dünya Risâle-i Nur’a sahip çıkıyor. Biz geri kalmayalım” anlamında tesbitlerde bulundu.
Mehmet Fırıncı Ağabeyin gündeminde de Risâle-i Nur’un insanlığa ulaştırılması hedefi var. Türkiye ve yurt dışında yapılan çok sayıda toplantıya iştirak eden Fırıncı ağabey, Risâle-i Nur’un bütün dünyada geniş kabul gördüğüne dikkat çekiyor. Risâle-i Nur’a gösterilen ilgi ve alâkayı, Üstadın müjdelerinin tahakkuku olarak görmek gerektiğine işaret eden Fırıncı Ağabey şöyle diyor: “Korkarım ki Türkiye bu konuda geri kalacak. İnsanlık, Risâle-i Nur’un izah ettiği hakikatlere susamış vaziyette. Bize düşen, bu hakikatleri olduğu gibi aktarabilmek.”
Geçmişte, “Din afyondur” diyerek her türlü inanca savaş açan Rusya’da bile bugün Risâle-i Nur’lar okunuyor ve Bediüzzaman bir şekilde gündem oluyorsa, demek ki müjdeler tahakkuk etti ve ediyor.
Ancak şunu hatırda tutmak gerekir: İnsanlığın Kur’ân hakikatlerine teslim olması elbette çok önemlidir. Fakat asıl biz, kendimiz, nefsimizle Kur’ân’a ve onun hakikatli bir tefsiri olan Risâle-i Nur’a teslim olmalıyız. Yoksa, ‘bütün dünya’nın hakikati görmesi tek başına bize bir fayda vermez...
‘Çocukların, gençlerin, ihtiyarların, hanımların, hastaların ve mahpusların Üstad’ını, vefat yıldönümünde rahmetle anıyoruz...
23.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mikail YAPRAK |
Dünyanın bütün güzelliklerini buraya getirin |
|
Bismillah” ile yazıma başlarken, bu nurlu sitenin, bu nur sitesinin, bu âlem-i İslâm sitesinin, kısacası sonsuz beka âlemi dahil onsekiz bin âlemden haber getirecek bu hakikat sitesinin açılışına saniyeler, dakikalar ve saatler vardı, ama gün yoktu, günler yoktu. Bunu da www.saidnursi.de sitesini açmak istediğimde görmüştüm. Kaç saat, kaç dakika ve kaç saniye kaldığının haberini veriyordu. Saniyelerin hızına bakarak başladım. Elim dolaştı, zihnim karıştı. Dakikaların hızına dönünce rahatladım. Ama saatlerin akış hızına göre yazmaya vaktin müsaadesi yoktu. Zira bu “açılış” sinyalini veren zatın, günler öncesinden bize tevdi ettiği vazifeyi, zamana havale edişimden bu ana kadar günler gelip geçmişti sessizce ve hızla. Şimdi bu hızlı akış sinyalini, yeni sitemiz veriyordu, Abdullah veriyordu herkese..
Aslında herkesin; siteyi bilecek ve tanıyacak olan herkesin birer Abdullah olması gerekmez mi? Haddizatında hepimiz birer “abdullah” değil miyiz? Bilsek de, bilmesek de... Ama içimizden biri olan bu “abdullah”, iyi bilmişti bunu, ruhunun derinliklerine, cisminin iliklerine kadar. Hepimiz adına hepimiz için, gecesini gündüzüne katmıştı. Uyumamıştı ve uyutmamıştı. Gecelerini aydınlatmıştı, gündüzlerimizin kararmaması adına, evlerimizin kabirlere dönüşmemesi adına... İmanımız adına, Kur’ânımız adına... Bu alana el atılmalıydı, esaslı ve kalıcı olarak. Zira her alanda olduğu gibi, medyada da tahribat had safhada. Medyanın menfi elleri ahtapot gibi en mahrem alanlarımıza uzanmış vaziyette. Çocuklarımızın, gençlerimizin istikballerini, ebedî hayatlarını mahvedecek boyutta bir kuşatılmışlık var. Öyleyse gazete, dergi, radyo ve diğer yayınlara ilâveten internet sitelerimiz de olmalı değil mi?
Açılan bu siteyi, canlı tutmak, diri tutmak, yeni tutmak ve hep yenilerle donatmak ise, bütün “abdullah”ların, yani hepimizin boynumuzun borcu olmalı. Sadece Abdullah Efe’nin değil..
Bu site için emeği geçen ve geçecek olan herkesten Allah razı olsun.
***
Televizyon çıkmadan önce radyo bir harikaydı. Bu harikalar zinciri devam etti ve edecek.
Şimdi haberleşme aracı olarak internet en harika!
Bu harikaları temsilen dünyamıza giren radyoya, Ahirzaman Müceddidi şöyle dikkat çekmişti. İşte aşağıdaki radyo tarifi üzerinden bütün kitle iletişim vasıtalarına bakalım. Bu vasıtaların, aslında insanlığın menfaati ve yüce hakikatların daha iyi anlaşılması için bize hediye edildiğini bilelim:
“Radyo bir nimet-i İlâhiyedir (İlâhi nimettir). Elbette ve elbette beşer (insanlık) bu büyük nimete karşı umumî şükür olarak o radyoları her şeyden evvel kelime-i tayyibe (çok güzel ve hayırlı sözler) olan başta Kur’ân-ı Hakim, onun hakikatları, iman ve güzel ahlâk dersleri ve beşere lüzumlu ve zaruri menfaatlarına dair kelâmatları olmalı ki o nimete şükür olsun. Yoksa nimet böyle şükür görmezse beşere zararlı düşer.”
“Kardeşim, biz kendi kendine hareket edenlerden değiliz, biz inayet altındayız. 1400 sene evvel mübarek bir ümmî ve öksüzün eliyle o zamanın krallarının, sultanlarının muhalefetine rağmen, bütün dünyada ilân edilen İslâmiyet nasıl yayılmışsa, Risâle-i Nur da Hz. Ali’nin Celcelutiye’sinde bildirdiği gibi, gizliden gizliye inkişâf edecek, ona müştak Risâle-i Nur Talebeleri vasıtasıyla da dünyaya Kur’ân’ın hakikatları ilân edilecektir. Nasıl ki, önce kalemle sonra teksirle olduğu gibi, yakın bir zamanda matbuat ve radyo vasıtasıyla olacaktır.”
İşte radyo ve matbuat üzerine yapılan bu hakikatli yorumları alıp internete tatbik etmek, hakikati gücendirmez, bilâkis yerinde bir tesbit olur.
***
Hani, “Dünyanın bütün çiçeklerini buraya getirin” demişti ya, ölürken bir köy öğretmeni ta 1949’larda.. Bu güzel söz, onun son sözleri olmuştu ya, inşaallah kelime-i şahadetle beraber... Hani kendisi yıkılan okul duvarının altında kalmış da, çocuklara ve mesleğe olan aşkı asırlara tevdi edilmiş ya... Hani şair de onun bu sözlerini şiirleştirerek bir hoş sâdaya dönüştürmüş ya..
Biz de dünyanın bütün güzelliklerini buraya getirin, diyoruz. Sadece dünyanın değil, madde ve mânânın güzelliklerini... Ahiretin güzelliklerini, diyoruz.. Güzel insanları bu siteye çağırıyoruz. Dualarla, hediyelerle açılışa katılalım. Linklerde, belli alanlarda vazife almak aşkıyla buraya koşalım. Bütün güzelliklerimizle, değerlerimizle dünyaya açılalım. Merak ettiğimiz her şeyi burada bulabilelim. Başka kapılara el atmayalım. Hani bizim merakımızı da nelerin celbedip nelerin celbedemiyeceğini bilmeyen yoktur. “Amerikanın tavukları, Zühal’in etrafındaki halkalar” cinsinden meraklarımız olamaz. Heva ve hevesten izn-i İlahî ve hıfz-ı ilahî sayesinde uzağız. Ve Kur’ânın bildirmesiyle biliyoruz ki:
“Bütün güzel sözler O’na yükselir.”(Fâtır Sûresi, 10.)
İşte yeni sitemizin açılışı mübarek Mevlîd Kandili’ne denk geldi. İki Cihan Serveri Efendimiz’in (asm.) dünyaya teşrifi, kâinatın en büyük hadisesidir. Âlemlerin merakla ve sevinçle beklediği o zat-ı mübarek, kendisine indirilen Kur’ân ile kâinatı ve âlemleri okumuş, sırlarını çözmüş ve idrakimiz nisbetinde bize de bildirmiş.
Dünyanın bütün güzelliklerini bu siteye davet ediyoruz ya... Bakınız güzelliğe ki, bir çok güzel buluşmalar üst üste geliyor. Bir taraftan Mevlid Kandili ile her tarafta Kutlu Doğum Haftası kutlamaları başlarken, Ahirzaman Peygamberi Aleyhissalatü Vesselâm Efendimizin hakikî bir varisi olan Üstad Said Nursi’nin vefatının sene-i devriyesi münasebetiyle anma programları yapılıyor, Kur’ân-ı Kerimler okunuyor, salât ü selâmlar getiriliyor.
Bu feyizli buluşmalarla birlikte yola çıkan yeni sitemizin hayırlara vesile olması ve anma programlarında kolaylıklar dileğiyle..
23.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Gerekçe cereyanlar ve kavramlar |
|
28Şubat sürecinin has isimleri arasında olan Zekeriya Beyaz galiba Takvim gazetesinde olsa gerek “Nurculuk hakkında ne dersiniz?” şeklindeki belli ki ısmarlama ve şike olan suâle şöyle cevap vermekteydi: “Nurculuk hakkında iki kavil var. Birisine göre İslâm içi, diğerine göre de İslâm dışıdır...”
Zaten başka türlü cevap verseydi şaşardık. Mısır’da bu hususlarla ilgili anlatılan gerçeğini aratmayacak bir fıkra var. Saltanat ve rejim hocasına sorulmuş ki: “Hocam çarşaf hakkında mütalâanız nedir? “Ne dese beğenirsiniz? Tabiî ki Baykalvari veya Bektaşivari cevap vermiş: “Zinhar haramdır...”
Bunun üzerine başka birisi atılmış ve sormuş: “Efendim kadınların kısa etek/şort giymelerine ne buyurursunuz?” Bunun üzerine klasik veya Beyazvari cevabı vermiş: “Fihi kavlani...” Yani iki görüş olduğunu söylemiş. Bektaşiye zeval olmaz...
Darbe dönemlerinde hep böyle olmuştur. 28 Şubat sürecinde Zekeriya Beyaz gibilerin yaptığını 27 Mayıs sürecinde Neda Armaner ve Turan Dursun gibiler icra etmişler. Darbeler döneminde icraat hep aynı olmuş. Hin-i hacette zaten bu tarz adamlar hep bulunur. Turan Dursun gider, Faik Bulut gelir vesaire... Sadaklarında daima atacak okları vardır. Sözü dallandırıp budaklandırmadan hemen söyleyelim. 27 Mayıs sürecinde Neda Armaner ve Turan Dursun gibiler Nurculuğun İslâm dışı bir cereyan olduğuna dair kitap yazarlar. Onu İslâmdışı kategoriye sokarlar. Dr. Neda Armaner, “İslâm Dininden Ayrılan Cereyanlar: Nurculuk” adlı bir kitap yazar. Laikçi tekfirciler veya zındıka komitesi bununla da kalmaz. Daha sonra İsmet Zeki Eyüboğlu İslâm’dan ayrılan cereyanlara bir yenisini ekler: Nakşibendilik.
Eskiden İslâm’dan ayrılanlar genellikle cereyan ve akım bazında ele alınırdı. Günümüzde ise moda değişti ve bu, kavramlara kadar indi. 27 Mayıs sürecinde yaşasaydı Neda Armaner’in kitabını muhtemelen Şahin Filiz kaleme alırdı. Şimdi ise Şahin Filiz cereyanlardan ziyade cereyanlara güç veren kavramları hedef alıyor ve başörtüsünün (onlar bühtanla türban diyor, türbanın da 12 Eylül rejiminin uydurduğu bir bid’at olduğunu Doğramacı’nın itiraflarından anlıyoruz) İslâm dışı olduğunu söylüyorlar. Zaten Bediüzzaman’ın onca muhakematı içinde tek mahkûm olduğu mesele tesettür meselesidir. Dolayısıyla şeairdir. İslâmda tesettür-ü nisvan meselesi dünden bugüne hep çekişmeli olmuştur. Ama unutmamak gerekir ki; İskilipli Atıf Hoca da şapka meselesi yüzünden idam sehpasını boylamıştır. Dolayısıyla Hareket Ordusundan beri kalkışmaların odağında ve gerekçesinde hep dinî eğilimler olmuştur. Karşı tarafa göre dindarlık, irticadır. Tekfirci laiklerin kullandıkları irticanın karşılığı İslâmda irtidat kavramıdır. Onlar da modernizme göre insanları ve kitleleri tekfir ediyorlar. Artık İslâmdışılık alanını da onlar belirliyorlar. Onların İslâm dedikleri şey de anti-İslâmcılıktır. Aslında, birçok kişinin de belirttiği gibi, irtica dinsizlerin takiyyesi ve şeriat düşmanlığı da İslâm düşmanlığının perdelenmiş hâlidir. Dolayısıyla kavramların simyası üzerinden bir kavga veriliyor.
***
Bu anlamda AKP’yi kapatma dâvâsının ikizlerinden birisi olan 27 Nisan 2007 muhtırasında Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri irticaî faaliyet olarak değerlendirilmiştir. AKP’nin kapatma dâvâsında ise kapatma gerekçeleri arasında Safahat’ın dağıtımı da var. 28 Şubat sürecinden itibaren kavganın en önemli ayaklarından birisi manevî algılar olmuştur. Milletin manevî dayanakları yıkılmak ve yerine maddî unsurlar ikame edilmek istenmektedir. Bundan dolayı kavganın en önemli odaklarından birisi Çanakkale ruhudur. Safahat ve Mehmet Akif Ersoy’un tasvir ettiği Çanakkale ruhu manevî dinamiklere haizdir. Öyleyse irticaîdir. Bu sebeple de Abdurrahman Yalçınkaya’dan önce Doğu Silahçıoğlu, Cumhuriyet gazetesinde yazmış olduğu makalede Akif ve onun da ötesinde İstiklâl Marşı’na sataşmış ve orada kullanılan manevî ifadeleri ve kavramları taşlamıştır. Keşke Turgut Özakman’larına yeni bir Çanakkale Destanı ve İstiklâl Marşı yazdırabilseler. Yazdıramazlar zira onda o ruhu mücerret yok. Onun yazacağı Çanakkale Destanı veya İstiklâl Marşı ile bırakın Çanakkaleyi savunmak bir köyü bile savunamayız. Destan yazmak için destansı adamlara ihtiyaç var. Mehmet Akif gibi...
***
Yine darbelerin ve darbecilerin vazgeçilmez gerekçelerinden birisi Nurculuk ve Bediüzzaman’dır. Son seferde farklı olsaydı şaşardık doğrusu. Damar kendisini sürekli olarak tekrarlıyor. Kapatma dâvâsıyla ilgili iddianamede yer alan gerekçelerden birisi de Isparta Belediye Başkanı Hasan Balaban’ın ilköğretim öğrencilerine içinde Bediüzzaman Said Nursî’yi anlatan bir kitabı dağıtması da vardır. Özakman’ın kitabını mı dağıtsaydı? Bu da aslında dine, diyanete tahammül edemediklerini gösteriyor. Tahammülsüzlüklerini önce yasaklayarak sonra da aforoz ederek gösteriyorlar. Başörtüsünü kamusal alanda yasakladıkları yetmiyormuş gibi bir de dinen aforoz ediyorlar. Halbuki bu aforizmaları yapanların tamamına yakını dinden bibehre insanlardır. İsmet Zeki Eyüboğlu gibilerin dine iltizamları veya bağlılıkları ne ki; dinî konularda yargıları senet sepet olsun.
Meseleyi eğip bükmeye gerek yok. Doğrudan mücadele edemediklerini, tevil ederek yani kimyasını bozarak ve dejenere ederek ortadan kaldırmayı deniyorlar. Er geç yanıldıklarını anlayacaklardır.
23.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Bir sevgi ve şefkat kahramanı |
|
Buharî ve Müslim’de yer alan bir hadis-i şeriften öğrendiğimize göre Allah, bir kulunu sevdiği zaman Cebrail’i çağırıp, “Ben falanı seviyorum sen de sev” buyurur. Cebrail de onu sever, sonra da gök ehlini çağırıp Allah’ın falan kimseyi sevdiğini, onların da sevmelerini söyler. Onlar da severler. Sonra da Allah o kimsenin sevgisini yerdeki insanların kalbine koyar.1
Yer ve gök ehlince sevilen bir kimse olmak çok az insana müyesser olan büyük bir nimettir.
Allah’ın, meleklerin, insanların sevgisini kazanabilmek ise ancak Allah dostu, Allah’ın sevgili bir kulu olabilmekle mümkündür. Bunun yolu da her işte Allah’ın rızasını aramak, emirlerine sımsıkı bağlı kalmak ve yasaklarından kaçınmaktır.
Daha hayatındayken hizmet ve eserleriyle milyonlarca insanın gönlünde taht kurmuş, bugün de kurmaya devam eden bu büyük insanın ilk göze çarpan özelliği bir ihlâs abidesi, sevgi ve şefkat kahramanı olmasıydı. 87 yıllık ömründe sadece ve sadece Allah rızasının canlı bir modeli olan Resûl-i Ekremi (a.s.m.) örnek almış; sevgide, şefkatta, fedâkârlıkta, her türlü güzel haslette onun eşsiz ahlâkını yansıtmıştı.
Önüne üç yüz lira (yaklaşık yirmi beş milyar lira) maaş ve bir sürü dünyevî makam ve menfaatlar serildiği halde yüzünü çevirip bakmamış, hiçbir şeye âlet ve tâbi olmayan, dünya ve ahiret mutluluğunun anahtarı olan iman ve Kur’ân hizmetine kendini adamıştı. “Bu milletini imanın kurtulması uğruna bir Said değil, ben Said fedâ olsun” diyordu.
İnsan, iyi ve güzel şeylere lâyıktı. Allah, ahiret nimetlerini olduğu gibi dünya nimetlerini de mü’min kulları için hazırlamıştı. Meşru dairede ve şükretmek kaydıyla her türlü nimetten hakkıyla yararlanabilirdi. Hayatın gerçek zevk ve lezzeti ise ancak iman dairesinde kalmakla mümkündü. Yoksa inançsızlıkla, isyanla bir lezzete yüz acı karışır, hayattan tat alınmaz olurdu.
Bütün bu nimetlerden niçin hakkıyla yararlanılmasındı? İmanda terakki kaydedildikçe hayatın tam tadına varılabilir; imanın sonsuz fayda ve nurlarından yararlanılabilirdi. Kısacası ahiret de, dünya da Cennete dönerdi.
Bediüzzaman “İman!” dedi. “Kur’ân!” dedi. İmanların tehlikede olduğunu söyledi. İmanlar kurtarılmalıydı. “Bütün mesaimi iman üzerine teksif etmişim” dedi. Sevgi ve şefkati insanların dünya ve ahiretlerinin Cehenneme dönmesine razı olmadı. Bu uğurda hayatını, rahatını fedâ etti, çile ve ıztırapları göğüsledi. Ortaya Risale-i Nurlar gibi Kur’ân tefsirleri çıktı. “Beni idama mahkum eden zatlar, sizler şahit olun ki, Risale-i Nurla imanlarını kurtarsalar onlara da hakkımı helâl ediyorum” dedi. Siz birini öldürmeye, o ise sizi kurtarmaya çalışacak, görülmüş bir şey mi? Ama bir şefkat abidesi olan Bediüzzaman bu sözleriyle, “Ben zindanlarda çürümüşüm, sürgünlerde perişan olmuşum; hak ve özgürlüklerden mahrum kalmışım. Bunlar o kadar önemli değil. Hepsine katlanırım. Yeter ki dünya ve ahireti Cennete çeviren, hayatı Cehennem olmaktan kurtaran imanlar kurtulsun” demek istiyordu.
İşte ondaki bu insan sevgisi, bu şefkat, bu karşılıksız hizmet anlayışı sebebiyledir ki, vefatından sonra da dünyanın dört bir yanında onlarca dile çevrilen eserleriyle imanları kurtarmaya; akıl, kalb ve ruhları fethetmeye, gönüllerde yaşamaya devam ediyor.
1. Buharî, Edeb: 41; Müslim, Birr: 157.
23.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Azami zıtlıklar |
|
Yeni bir vefat yıldönümünde daha rahmet ve minnetle andığımız Bediüzzaman Said Nursî'nin hayat ve fikriyat yönüne, bugün bir başka pencereden bakmak istiyoruz.
O mübarek zâtın, bütün hayat ve fikriyatında meselâ en çok sevdiği ve en çok nefret ettiği, en çok savunduğu ve en şiddetli şekilde muhalefet ettiği, en ziyade ihtiyaç duyduğu ve hiç ihtiyaç duymadığı şeylerin neler olduğu hakkında şöyle kısacık bir değerlendirme yapmaya çalışalım bugün.
Şu can alıcı noktayı da hemen hatırlatalım ki, Bediüzzaman Hazretlerinin "en"leri, yahut âzamileri diye de niteleyebileceğimiz bu hususlar, o zâtın düşmanları ve muarızları açısından ise, kelimenin tam anlamıyla zıt ve aykırı şeylerdir.
Dolayısıyla, birbiriyle kıyasıya çatışan âzami derecedeki zıtlıklardan söz ediyoruz burada.
Meselâ, Bediüzzaman Hazretlerinin hayat ve hizmetindeki en mühim bir esas ve en büyük bir kuvvet olan "âzami ihlâs"a mukabil, onun muarızlarının ise "âzami ifsat" şeklinde bir strateji geliştirdiklerini ve ömürleri boyunca bu çizgide yürüdüklerini görmekteyiz.
* * *
Geçelim bir başka konuya. Meselâ "iktisat" konusu...
Üstad Bediüzzaman, hayatı boyunca hep "âzami iktisad"a riayet etmiş, israfa hiç girmemiş.
Onun muarızları ise, hem kendi hayat standartlarını, hem de milletin alışkanlıklarını "âzami israf" esası üzerine dizayn etmeye kalkışmış.
Evet, israf eden, bu zamanda işte o müfsit ve müsrif muarızların tuzağına düşer ve onların sofrasından yemlenerek zehirlenir.
* * *
İşte bunlar gibi daha başka ve belki yüzlerce zıtlıklardan söz etmek mümkün.
Ancak, bunları uzun uzadıya izâh etmek, bir köşe yazısının hacmini fazlasıyla aşacağı için, burada sadece bir kısmını daha da kısaltarak sıralamaya çalışalım.
İşte, rızık noktasında tam bir kanaatle geçinen ve bütün hayatını iman ve hidayet dairesinde geçiren Üstad Bediüzzaman'ın bu yaşayış tarzına mukabil, onun muarızları ise tam bir hırs ile dünyayı yutmaya ve hayatlarını da tam bir küfür ve dalâlet bataklığı içinde geçirmişe yönelmişler.
Kezâ, Bediüzzaman Hazretlerinin zalime karşı ve mazlûmun yanında, ırkçılığa karşı ve kardeşliğin yanında, ihtilâfa karşı ve ittifakın yanında.... olmasına mukabil, onun muarızları ise, tam tersi bir istikamette gitmişler.
Bunlar gibi, birbiriyle amansızca çatışan daha başka zıtlıklar da var. Tamamını burada sıralamak yerine, o zıtlıkları bütün netice ve semeresiyle birlikte sizlerin zihnine, muhakemesine havale etmekle yetiniyoruz.
Operasyonlar
Türkiye büyük ve güçlü bir ülke. Birçok sıkıntıyı aşabilecek bir kuvvete, kudrete, enerjiye sahip.
Ancak, yine de her bünyenin kaldırabileceği bir yük, bir ağırlık, bir müdahale sınırı var.
Bu sınır aşıldığında, bünye zorlanır, zarar görür.
Dikkatli gitmeli, teenniyle hareket etmeli.
Maalesef, ülkenin bugünlerde ağırlaşan sorunları, sıkıntıları sebebiyle, alarm zilleri çaldı çalacak gibi görünüyor.
Bir yandan, her gün yeni bir halkası ortaya çıkan zincirleme çete operasyonları.
Bir yandan parti kapatma dâvaları. Bu sebeple yaşanan restleşme ve sert tartışmalı düellolar.
Öte yandan, askerî operasyonlar, yeni reform paketleri, Meclis'te yeni Anayasa hazırlık çalışmaları, YÖK'te ve üniversitelerde yaşanan sıkıntılar, tedirginliğin devam ettiği piyasadaki dalgalanmalar, vesaire...
Sanki kasten ve bilerek aynı anda ortam habire gerilmeye, sıkıntılar üst üste yığılmaya, operasyonlar peşpeşe sıralanmaya çalışılıyor. Tâ ki, hava tam kızışıp ortalık dumanlasın, zihinler iyice birbirine karışsın ve bünye yorgun düşerek takatsiz bir hale gelsin diye...
Bu sebeple, "Aman dikkat!" diyoruz. Pusuda bekleyen muhtemel daha başka gelişmeleri hesaba katmak gerek... Ne var ki, iç bünye daha fazla gerilmeyi, zorlanmayı kaldıramayabilir.
Yeni bir "derin kriz" dalgasına, ne ülkenin takatı var, ne de milletin tahammülü.
Herkes adımını ona göre ayarlamalı.
23.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
İman inkılâbı |
|
Akıllara, kalplere, ruhlara hükmeden bir düzenlemenin yapılması gerekiyor. Bunu gerçekleştirebilecek tek güç ise iman hakikatleri. O yüzden günümüz şartlarında yapılacak en önemli iş imanı kuvvetlendirip, takviye etmeye çalışmak.
İman hakikatleriyle meşguliyet bir zaruret, ihtiyaç, hatta mecburiyet. Zira imanın yokluğu veya zayıf olması hem şahsi, hem ailevi, hem de toplum hayatı açısından felaketlere davetiye çıkarmak anlamına geliyor! Bu vesileyle, iman ve Kur’ân hakikatlerine dair eserleriyle gönüllerimizde ve akıllarımıza taht kuran bir iman inkılabını gerçekleştiren Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerini (ra) vefat yıldönümünde rahmetle anıyoruz.
KADINLARIN KURTULUŞU!
Ülkemizde Cumhuriyetin ilk yıllarında gerçekleştirilen inkılaplar kadınların hukukî haklarını da düzenledi. Bu düzenlemelerde Avrupa ülkelerinde uygulanmakta olan yasalar model alındı. Aradan geçer 80 yılda artık netleşen bir tablo vardı: Kadına yönelik mevcut hukukî düzenlemeler yeniden gözden geçirilmeliydi.
2001’den itibaren başlayan süreçte eksik kalan noktalar tamamlanmaya çalışılarak hukukî alanda yeni düzenlemeler gerçekleştirildi.
NELER Mİ YAPILDI?
Medeni Kanunda yapılan değişiklikler ile erkek ve kadının evlilik, boşanma ve mal sahipliğinde hakları eşitlendi. Kadın cinselliği, zina konusu namustan ziyade birey hakları çerçevesinde ele alındı. Aile Mahkemeleri kuruldu. İş Kanununda değişiklikler yapıldı. Kanuni değişiklikler aile içi şiddetle mücadele, kız çocuklarının eğitimi gibi konulardaki girişimleri de düzenleyecek şekilde yapıldı, yapılmaya devam ediyor.
Kadının hakları konusunda yapılan tüm bu hukuki düzenlemeler gözden geçirildiğinde net olarak yasal çerçeve itibarıyla ülkemizin “ata erkil” eskilerin tabiriyle “pederşahî”, feministlerin yorumuyla “erkek egemen” düzeni geride bıraktığını söylemek mümkün. En azından hukuki çerçeve bunu gösteriyor.
PEKİ, KÂĞIT ÜZERİNDE TABLO
BÖYLEYKEN UYGULAMA NASIL ACABA?
Bunun cevabını bütün kadınlar ve medyamızı takip eden herkes biliyor. Bizim toplumumuz Batı ülkeleri gibi değil ki, namus cinayetleri tüm canlılığıyla devam ediyor. Sigortasız işçi çalıştırmak da aynı şekilde. Aile içi şiddetin dozu gün geçtikçe artmakta. Kız çocukların eğitimi konusuna ise üniversitelerdeki başörtüsü problemi en ibretli misal. Yani anlayacağımız, kadın hep mağdur durumda…
Dünya Ekonomik Forumu tarafından yapılan uluslararası bir araştırma cinsiyet eşitsizliği konusunda Türkiye’nin 115 ülke arasında 105. sırada yer aldığını gösteriyor.
Türkiye cinsiyet eşitsizliği açısından hemen hemen her ölçüte göre Avrupa ülkelerinin gerisinde yer alıyor. Kadın milletvekili sayısı açısından, çalışan kadınların oranında, okuryazarlık seviyesinde 115 Batı ülkesi arasında kadın hakları açısından en kötü durumdaki ülke Türkiye… (26 Aralık 2007, Hürriyet)
Karamsar bir tablo mu çıktı? Ne yapalım, anlatmaya çalıştığım şey kâğıt üzerinde yapılan düzenlemelerle gündelik hayattaki uygulamaların birbirinden çok farklı olduğu. Masa başı “toplumsal mühendislik” çalışmalarıyla olmuyor bu işler!
23.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Şükrü BULUT |
Sevgili Üstadıma tahassür... |
|
Ne çabuk geçti yıllar… Anî esen rüzgârlara mı, yoksa sarp kayalardan kaynayarak, vadilere doğru koşan çaylara mı benzetsem geçen seneleri… Hani, dünkü gün gibi, derler ya… Halbuki firakınla kavrulalı neredeyse yarım asır olmuş. Ayrılık yarası o kadar taze ki… Henüz yeni açılmış gibi… Taze taze kanıyor, her gün… İltiyamını beklerken ayrılık yaralarının, ıztıraplarımız şiddetle artıyor… Hele senin bahsin geçince, söz konusu sen olunca sükûnet dağlara kaçıyor, her dem cismimiz heyecan ve helecanlar içinde kıvranıyor Üstadım…
Bu mektubu, aşıkların vuslat yâdıyla hıçkırıklara boğulduğu bir gecede yazıyoruz… Sana olan iştiyâkın aşka dönüştüğü bir gecede… Hani vatanından koparılırken Vanlıların, Emirdağ’ına giderken Denizlililerin buğulu bakışlarla seni ardın sıra izledikleri zamanlara benzeyen bir gecede… Veya Denizli garında, otobüsün penceresinden pervanelerine bakıyordun ya… Birisi gözyaşlarını senden kaçırmaya çalışıyordu. Elindeki mektubu bir beyaz kelebek gibi kucağına bırakmıştı, bakışlarından kaçarak… Ve yeni bir gurbetin doğuşunda mektubu açmıştın. Yol boyu, tâ Emirdağ’ına kadar süzülmüştü yaşlar yanağından… İşte o anlara benzeyen bir demde, canım Üstadım, gecelerimiz belki de binlerce Feyzi’nin tahassürüyle yüklü… Rüzgârlar deşifre edilebilseydi, hıçkırıkları tek tek duyacaktın. Senden maddeten ayrı kaldığımız zamanlar uzadıkça, sana özlemimiz öyle artıyor ki…
Seni çok özledik. Bir kez dahi olsa gelemez misin? Vürudunla firak ateşinin söneceğinden öyle eminiz ki Üstadım… Ufkumuzda hafifçe görünsen ve bize bir el etsen… İstersen yalnızca gelme… Hasretini bestelediğin Abdurrahman’ınla gel! İstikàmet şehidi Asım’ınla… Bize “dosdoğruluğu” yeniden göstersin… Hayatımızın pahasına… Sonra Nur fabrikasının sahibini, müdebbirini… İslâmköy’den Karadağ’a hangi telefonla seninle konuştuğunu bize göstersin… Zindanda yarım bıraktığı Nurlarını tamamlasın aziz şehid… Denizli kabristanındaki kuşlar, hâlâ onun sekerattaki “hû hû!”larını taganniyle meşguller… Hasan Feyzi’siz olur mu ki Üstadım? Kasideleriyle cûş u hurûşa getirsin bizi:
Boyun balâ, gözün şehlâ, gören mecnun seni Leylâ!
Sözün ferşte, gözün arşta, gönül meftun sana câna!
Derken, birden ayrılığın en yakıcı mersiyesini sunsun sana:
Çekilip nur-u hidayet yine zindan olacak
Yine firkat, yine hasret, yine hüsran olacak
Olsun, acılarla, tatlılarla gel… Münâcâtlarına hasret koca çınar, her gece dallarında seni bekler… Mırıldanır, senden duyduklarını… Hafız Ahmetlerin, Şamlıların, Milaslıların ve Tahirî’nle gel… Donmuş dünyalarımıza bahar seninle gelecek… Bize doğru attığın her adımla her yerin gülşene döndüğünü, sevdiğin gül-ü Muhammedî’lerle çevrenin süslendiğini ve Muhammedî rayihalarla sermest olduğumuzu görmeye gelmez misin? Hulusilerin, İlemalı ve Konyalı Sabrilerin, Abdullah Çavuşların, Hüsrevlerin ve Lütfülerinle gel… İster Eflanî’ye, ister İnebolu’ya, istersen Kuleönü veya Sav’a gel… Sana müştak ve seni bekleyen binlerceyi göreceksin Üstadım.
Aramızdaki maddî varlığınla cihanşümul hücumlara karşı bize paratöner olduğunu söylemiştin de, anlayamamıştık… Ahirzamanla ilgili söylediklerinin dehşetini yaşıyoruz. Belki de Ahirzaman mücadelesinin en ateşli ânını… Mütecaviz dinsizlik Anadolu nifakıyla ittifaka geçti. Şarapnellerin birisi Atlas ötesine, diğeri Enbiya beşiğine düşüyor. Harb-i Umumîdeki milletlerin seferberliğini çoktan geçti seferberliklerimiz… Âlem-i İslâm’a düşen ateşler Doğu ve Batıyı ayağa kaldırmış… Bildiğin gibi ihtiyar dünyanın da canı burnuna gelmiş…
Belki de görünmeden aramıza teşrif ediyorsundur… Hal-i pürmelâlimizi görüp görüp üzülüyorsundur. Bazen hanelerimizi şereflendirmediğin ne malûm… Camekânlı dolaplarda mutenâ yerlerdeki Risâlelerine sevinirken, gözün evimizin en cazip köşesine kurulmuş sihirli kutulara takılır. Ekranların manyetizmine yakalanmış ev halkını görünce önce şaşırıyorsundur. Aile boyu zamanın müfsit aletleriyle hipnotize olmuş ve derin uykulara daldırılmış halimizi görünce de ağlıyorsundur, ey şefkat kahramanı!… Ey ism-i Rahîmin mazharı… Bizi gafletimizle başbaşa bırakır mısın? Rabbimizin izniyle yeniden gel evlerimize ve kurul baş köşemize… Göreceksin ki o zaman ne sihir, ne manyetizma ve ne de hipnotizma kalmayacak evlerimizde.
Firkatinde zar u efgan olduğumuz Üstadım, senden sonra zaman o kadar sür’at peyda etti ki… Top güllesine benzettiğin dünyamız, hedefine sanki düşmek üzere… O sür’atle her şey birbirine girdi. Bir aycık zamanda yılları yaşadığımız oluyor. Sen dememiş miydin bize, “serîüsseyir zamane çocuğu”…
Zamane çocuğunun etrafını dahiyeler, tufanlar, zelzeleler ve kasırgalar sardı… Ölümün soğuk nefesini hissedemeden ekranların karşısından yataklarına uzananlar, yorgun bitkin duygularla sabahlıyorlar bugün… Nasıl izah edeyim ki? Her şey karmakarışık. Neyi düşüneceğimizi, nasıl yaşayacağımızı ve şu derin ıztıraplarımızı nelerle teskin edebileceğimizi tekrar bize anlatırsın... Tamam yazdın… Gel gör ki, zamane hadiseleri bizimle kitaplarının arasına giriyor… İman hakikatlerini yudumlamamıza fırsat vermiyor… N’olur yine gel... Bizimle, bizi beyebanlara uçuran dünyevî kasırgalar arasına mübârek elini koy… İnanıyoruz ki; sekînet işte o zaman başlayacak bizde… Kevgire dönmüş, yıkık dökük bir saray kalıntısındaki dünyamızda bütün dehlizler, menfezler ve pencereler boşluklara o kadar açık ki üşüyoruz… Dimağımız donuyor. Efkârımız alabora! N’olur gel… Elindeki nurlarla ısınacağımızdan ve zemherir ürpertilerden kurtulacağımızdan o kadar eminiz ki… Sana olan hasretimizi; ne tahassür, ne özlem ve ne de iştiyak ifade edemiyor… Seraser muhtacın kesilmişiz… Seni bekliyoruz, sevgili Üstadımız.
Bize bıraktığın tesbihat hatıranda, sabah akşam şerrinden Allah’a sığındığın Deccaliyet, dünyayı sadmeleriyle sarsıyor. Avrupa’daki son saldırısı İkinci Cihan Harbinden de dehşetli… Bombaların harab ettiği şehirler tamir oldu ama, bu tahrip fikirlerde başlayıp ruhlara sirayet ettiğinden, bedenleri zakkum acısıyla kıvrandırıyor. Mesih’in (a.s.) ordusunu püskürten ispritizmacı başlar, dinsizliğin birinci kuvvetiyle ittifaka geçtiler. Bekleyiş içindeki İsevî âleme maalesef İslâm âlemi hâlâ bîgâne… Senin sesini bekliyorlarmış. “Haydi ileri!” emrini… Eskişehir, Denizli, Afyon ve İstanbul’da hedefi gösteren şehadet parmağını… Bakışlarınla, gürleyişinle bekliyorlar muazzez Üstadım…
Nifak hareketinin, bakışlarımızı yeniden, gösterdiğin hedeflerden kopardığını ve hatta bazılarımızın anî kasırgalarla siperlerinden uçtuğunu elbette duydun. O kadar derinden ve dehşetlice geliyor ki zındıka, farkına varamadık. Ama bir bakışınla, omuzlarımıza hafiften dokunuşunla tekrar kendimize geleceğimize inanıyoruz. Yeter ki bir kez de olsa gel ve dokun… Elinle olmasa, bari bakışlarınla dokun bize… Düşmanın daireyi iyice daralttığını biliyorsun… Hiç beklenmedik stratejilerle en mahrem mekânlarımıza girdi. Yeterince Nur Risâlelerini okuduğumuzu söyleyemeyiz… Hulusi’den, Sabri’den, Rüştü, Refet’ten tâ Zübeyir ve Sungurlara kadar gönderdiğin mektuplarını, Kur’ânî stratejilerini tam okuyamadık canım Üstadım… Merkad-i re’sin olan Şarktaki fitneyi bir asır önceden ikaz ile haber vermiştin. Tedbirini alamadık… Kapılarımızı Ye’cüc ve Me’cüc tuttu… Şimal cereyanını hep Kuzeyden bekledik, Şarktan ve hatta kıblegâhımızdan da hücum edeceklerini hesap edemedik, aldandık. Şark yine senin Şarkın… Mevsim bahara dönüyor… Yeniden gel yaylalarımıza… Sözden anlamayan bizlere Münâzarâtını şerhet! Eski Said, Yeni Said ve Zübeyir’li günlerinle gel!…
Dert ve ıztıraplarımızla seni üzüyoruz Üstadım. Kusurumuzu affet! Ancak seninle ve elindeki nurlarınla çıkış arıyoruz şu labirentlerden… Fakat seni sevindirecek şeylerimiz de var… Ey asrın müceddidi! Hani nurların neşir günlerinde, Emirdağ’da ağabeylerle dolu dizgin koşuşturduğun zamanlarda Mekke’den bir adres vermiştin ya. Nurların Hacer’ül Esved’de, Ravza-yı Mutahhara’daki kabulünü anlatmıştın. Nurlar yerlerine ulaştı Üstadım. Âl-i Beyt, Haremeyn-i Şerîfeyn’de nurların neşir vazifesini üstlendi. Şam-ı Şerif’ten Halep ve Mısır’a kadar Medresetü’z Zehra’nın şubeleri açıldı. Âlem-i İslâm içinde ve İsevî kıt’alarda nurlar sür’atle yayılıyor. Mucizat-ı Ahmediye her gün kuş cıvıltıları arasında okunuyor Ravza’da… Hüve Nüktesinde tarif ettiğin hava zerrelerine binen nurlar, harika tellerin uçlarına tutunarak bütün dünyayı dolaşıyor ve muhtaçlarına en çaresiz demlerinde O’nun izniyle ulaşıyorlar. Senin Medrese-i Zehra’n olan Isparta, İnebolu, Urfa ve İstanbul gibi şubelerini görmedikleri halde; Kapstadt’ta, Kuala Lumpur, Darulbeyda ve Cezayir gibi dünyanın altı kıt’ası ve yedi ikliminde aynı sistemde medreselerin açılıyor.
Aramıza döndüğünde seni sevindirecek çok şeylerin olduğuna eminiz. İsevî ruhanîlerin, söylediklerini nasıl tek tek kabul ettiklerini, “Muvasala” çizgisinde Risâle-i Nur’u tasdiklerini, hatta onların bizi; emansız, amansız ve tahribatçı Deccaliyete karşı ittifaka davet ettiklerini görsen, sevineceksin Üstadım…
Biliyoruz… Sen görüyor ve seviniyorsundur da, biz seni göremiyoruz. Tahassürün harîk bir nağmeye döndüğü şu demimizde iştiyakımızı gideremiyoruz… Verdiğimiz sözlerde durmadığımızı ve en ehemmiyetli vazifelerimizde tembellik ve korkaklıkta bulunduğumuzu biliyoruz… Anlaşılıyor ki, yakazalarımıza dargınsın… Öyle ise canım Üstadım, bari rüyalarımıza gel… N’olur… O kadar özledik ki…
23.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
İslam YAŞAR |
‘Zaman, cemaat zamanıdır’ |
|
“Allah’ın kudret eli, cemaat üzerindedir.”
Peygamber Efendimiz (asm), cemaatin gücüne bu sözlerle işaret buyurmuş.
Gerçekten de cemaat hem maddî, hem de mânevî yönden büyük bir güç ve kuvvet kaynağıdır. Cemiyet içinde kim sağlam bir cemaat teşekkül ettirebilirse, o güç sayesinde cemiyetin işleyişine hâkim olur.
Burada medar-ı bahs olan cemaat, mü’minlerin bir ibadeti birlikte yapmaları olabileceği gibi cemiyet hayatına müteallik hususlarda ortak hareket etmeleri de olabilir.
Hatta bu hadis-i şeriften, cemaatin yalnız mü’minlere münhasır bir haslet olmadığı ve sadece ibadet esnasında tecellî etmediği; belli maksatlarla bir araya gelen fertlerin kurduğu her içtimâî birliğin o güce sahip olacağı mânâsı da çıkarılabilir.
Zîra hadisteki cemaat kelimesi hususî bir tasrih sıfatı taşımamaktadır.
Bu itibarla küçük-büyük her cemaatin sebeb-i vücudu olan maddî-mânevî değerleri ve cemiyetin içinde onları tanıyınca ilgi duyacak bazı muhtemel muhatapları vardır.
Mensupları o değerleri hâlleriyle izhar ve dilleriyle ilân etmeye başladıklarında hareketleri, samimiyetleri nisbetinde tesir uyandırır. Zamanlarını o değerlerle değerlendirmek isteyen ferdler, gelip onlarla kenetlenirler ve cemaate güç verip kuvvet alırlar.
Böylece bir cemaate mensup olmanın hazzı hayatın her safhasında hissedilir.
***
Cemaat, topluluk demektir.
Kalabalık, grup, yığın, güruh, kütle kelimeleri de cemaat gibi topluluğu tedâi ettirir, ama cemaatin diğerlerinden farkı, insanları mensubiyet hissiyle birbirine bağlayan güçlü bağlarının olmasıdır.
Aslında kalabalıklar, gruplar, yığınlar, kütleler, güruhlar da insanlardan meydana gelir. Fakat onların aralarında, bazı şahısların tahrikiyle hareketlenen merak saikasının, heyecan hissinin veya menfaat duygusunun dışında pek bir bağ yoktur.
Onlar bazı hadiselerin vuku bulması, hissî hâllerin zuhur etmesi, menfaat fırsatının doğması gibi zahirî sebeplerle muvakkaten bir araya gelirler, hedeflerine ulaştıktan sonra da dağılırlar.
Başka zamanlarda çeşitli vesilelerle farklı kalabalıklara karışsalar, değişik grupların içinde yer alsalar, belli kütlelerle birlikte hareket etseler ve aynı güruhlarla bir araya gelseler de, bunların hiçbirinden kalıcı beraberlikler hasıl olmaz.
Bazı müteheyyic fıtratlı ferdlerin tahrikleriyle bir yere toplandıklarında sayıları binleri, on binleri, yüz binleri bulur ama dağıldıkları zaman geride bıraktıkları tesir fazla uzun sürmez.
Onun için de kalabalıklar kuru, gruplar başıboş, kütleler gayesiz, yığınlar ruhsuz, güruhlar şuursuz addedildiğinden; şuur sahibi insanlar, onları ikaz ederek içinde bulundukları rehâvet hâlinden kurtarmak isterler.
“Haykırsam kollarımı, makas gibi açarak:
Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!”
Necip Fazıl gibi böyle haykırmak da ikaz etmenin bir yoludur ve duyanları muvakkaten uyandırır ama daha haykırışın yankısı dinmeden insanların ekseriyeti tekrar çıkmaz sokaklara doğru döner.
Kalabalıkları durdurup sonsuza uzanan ‘Cadde-i Kübrâ-i Kur’âniyeye’ sevk etmenin yegâne çaresi, ferdlerle bizzat ilgilenip dünyalarına girmek, heyecanlarını teskin ederek tereddütlerini giderdikten sonra bir cemaate mensup olmalarını sağlamaktır.
Cemaatin esası ferddir. Her cemaat bidayette bir ferdin etrafında şekillenir. Ferdin fiilî gayretiyle veya mânevî câzibesiyle bir araya gelen diğer ferdler, mânevî bağlarla birbirlerine bağlanabilirlerse cemaat teşekkül etmeye başlar.
Dağların bağrından süzülen damlaların birikmesiyle meydana gelen yeraltı gölleri gibi cemiyetin içinden çıkan ferdlerin damla misâli tek tek gelmeleri neticesinde cemaat de yavaş yavaş gelişip büyür.
İçtimâî toplulukların içinde teşekkülü en zor olan birliktir cemaat. Çünkü farklı fıtratlardaki ve seviyelerdeki mensuplarını bir arada tutmak için hem kendini zamanın gidişâtına göre değişmeden yenilemesi, hem de müntesiplerini eğitip geliştirmesi şarttır.
Bir cemaat, makul şartlarda fıtrî olarak teşekkül edip ulvî hedefleri ve sağlam kaideleri ile cemiyet içinde temayüz etmeye başladığı takdirde, onu meydana getiren fertlerin sadakatleri, feragatleri, cesaretleri, metanetleri nisbetinde nesiller boyu yaşar.
Lâkin ferdin cemaate mensup olması da pek kolay değildir. Önce bir vesile ile cemaatin varlığından haberdâr olması, şartlarını, değerlerini, hedeflerini, gayelerini öğrenmesi ve bunların kendi fıtratına uygun olup olmadığını anlaması icab eder.
Ardından cemaatin dayandığı yazılı kaynakları varsa okuması, mürşidleri varsa bağlanması, şartlarına âşinâ olması, mensuplarından mizacına uyan arkadaşlar bulması ve onların da yardımıyla cemaatin işleyişine intibak etmesi gerekir.
Ne kadar süreceğini ferdin kendisinin bile bilmediği bu intisap safhası bazen günler, haftalar, aylar, hatta yıllar boyu devam eder. Bu zaman içinde onun oradaki varlığına halel verecek dâhilî ve hâricî pek çok hadise vuku bulur.
Bu arada nefsinin de tahrikiyle harekete geçen eski arkadaşlıkları, yanlış alışkanlıkları, mâlayanî meşguliyetleri, hissî zaafları, maddî zarûretleri ve aile büyüklerinin de aralarında bulunduğu bazı yakınlarının muhalefeti intibak etmesini zorlaştırabilir.
Ferd, ancak aklen iknâ, kalben tatmin olduğu takdirde iradesini kullanıp kararlı ve istikrarlı hareket ederek bütün bu maddî, mânevî bâdireleri aşar ve cemaate mensubiyet hissetmeye başlar.
Bu bir netice değil merhaledir.
Bediüzzaman’ın, “Bahtiyar, Kevser-i Kur’ânîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine atıp eritendir” şeklinde ifade ettiği gibi ferdin cemaatte fâni olup ‘bahtiyar’ sıfatını alma merhalesi…
Fert bu sıfatı aldıktan sonra o cemaatin canlı bir uzvu hâline gelir. Zaaflarını izale ederken meziyetlerini cemaatin şahs-ı mânevîsi içinde değerlendirerek cemaati ile birlikte terakkî eder.
Şayet kendisini cemaatteki bazı kişilerle mukayese eder, onları küçümseyerek şahsî kabiliyetlerini cemaatin üstünde görmeye kalkarsa, ‘bahtiyar’ sıfatını alamaz ve zahiren bir süre o insanlarla birlikte olsa da, bu beraberlik fazla uzun sürmez.
Bilhassa cemaat, bazı içtimâî meselelerde ortak karar alacağı zaman ısrarla kendi fikirlerini ileri sürer, kabul edilmezse bunu seviye farkı olarak görüp cemaatle bağlarını koparır.
O fıtrattaki fertler, ayrıldıkları zaman cemaatin çok şey kaybettiği zehâbına kapılsalar da aslında cemaat pek bir şey kaybetmez. Asıl kaybeden onlar olur ama bunu da iş işten geçtikten sonra anlarlar.
Zîra, “Bu zaman ehl-i hakikat için şahsiyet ve enaniyet zamanı değil cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası ne kadar harika da olsalar, cemaatin şahs-ı mânevîsinden gelen dehasına karşı mağlup düşebilir.”
***
Bediüzzaman Said Nursî, cemaatin gücünü ilk keşfeden âlimlerden biri.
Sadece keşfetmekle kalmamış, ‘Felâket ve helâket asrının adamı’ olması hasebiyle yaşadığı zamanın hususiyetlerini de nazara alarak hem ifşa etmiş, hem büyük bir cemaat kurmuş.
Taunların zuhuru zamanında tağutların, hayatını hedef alan tacizlerine ve dâvâsına kasteden taarruzlarına hep cemaatinin tesanüdünden, teâvününden gelen güçle, kuvvetle mukavemet etmiş ve muvaffak olmuş.
Kalbine ilham edilen Kur’ânî hakikatleri muhtaç olan insanlara ulaştırmak istediği zaman küçük bir köyde sürgünde olmasına rağmen o cemaat kuvveti sayesinde seri ve güzel yazı yazan kâtipleri yanında bulmuş.
Onların yardımıyla telif ettiği eserlerini, aralarında ümmîlerin de bulunduğu cemaat mensubu köylüler çoğaltmış, çobanlar taşımış, şoförler memleketin her yanına yaymış.
Önceleri onu bazı imkânlar vererek kandırmayı veya korkutup dâvâsından vazgeçirmeyi deneyen tağutlar, yaşadıkları bazı hadiselerin neticesinde kandırmaktan, korkutmaktan, yıldırmaktan, bıktırmaktan ümitlerini kesince canına kastetmek istemişler.
Bazen aşı yapmayı bahane ederek, bazen yemeğine gizlice zehir koyarak zehirleyip öldürmek istemişler. Bazen kurşuna dizme emri vermişler, bazen ardından silah atmayı denemişler.
Bu şekilde ona on dokuz, yirmi sefer suikast hazırlamışlar. Bazılarında emir yerine vaktinde ulaşmamış, bazılarında kurşun hedefini bulmamış. Bazen vücut zehri kabul etmemiş, bazen zehir vücuda işlememiş.
Zahirî sebeplerin bütünü ile sukut ettiği zamanlarda ise ya Ruhi Bey gibi suikast müfrezesi komutanları insafa gelmiş, ya Hafız Ali, Hasan Feyzi gibi fedakâr talebeleri imdadına yetişmiş ve her seferinde, cemaatin kuvveti şeklinde tecellî eden Hıfz-ı İlâhî sayesinde harika bir şekilde kurtulmuş.
Bediüzzaman, bu büyük güç ve kuvvet kaynağından bütün ehl-i hak ve hakikatin istifade etmesinin İslâm’ın inkişafına vesile olacağını düşünerek, onların da varlıklarının sebebi olan maddî, mânevî değerler etrafında cemaatler teşekkül ettirmelerini istemiş.
***
“Cemaat rahmet, ayrılık azaptır.”
Hadis-i şerifte ifade edilen bu hâller cemaate has olduğundan bir cemaatin gücü nisbetinde zaafı da vardır. Cemaat ferdlerden meydana geldiği, ferdler de umumiyetle şahsiyet ve enaniyet hisleriyle hareket ettikleri için, bir cemaatin en tehlikeli zaafı ihtilaflara açık olmasıdır.
“Cemiyetteki tesanüd, durgun şeyleri harekete geçirmek için yaratılmış bir âlettir. Cemaatteki karşılıklı haset ise, harekette olanları durdurmaya yarayan bir âlettir” hakikati mucibince hareket halindeki bir cemiyetin ve cemaatin en büyük düşmanı haset ve ihtilaftır.
Cemaatlerin ekseriyeti, düşman olarak, varlıklarının esası olan değerlere muaraza eden içtimâî grupları görseler de asıl düşman kendi zaaflarıdır. Zîra dışarıdan yapılacak tazyikât, fiilî işleyişine meziyetlerin hâkim olduğu cemaati zayıflatmaz, kuvvetlendirir.
Muhalif hareketler, hedef olarak seçtikleri cemaatlerin meziyetlerini ve zaaflarını tesbit edip meziyetlerini kendilerine aldıkları, zaaflarını da onlara karşı kullandıkları takdirde cemaatin kuvveti zaaf hâline gelir.
Nitekim ehl-i dalâletin, ‘şiddetli ve cemaatli bir sûrette taarruz etmesi’ neticesinde bunların hepsi vuku bulmuştur. Cemiyette ‘yüzde on mesabesinde olan ehl-i nifak ve dalâletin, yüzde doksan ehl-i hakikati mağlup etmesi’ bu hâlin tezahürüdür.
Cemaatlerin tekrar cemaat kuvvetine sahip olmalarının yegâne çaresi fertlerin, şahsiyetlerini ve enaniyetlerini bırakıp cemaatte fâni olmaları; cemaatlerin ise ‘vesilelerde ihtilâf etseler de maksatta, esasta ittifak ederek’ güçlü bir şahs-ı mânevî meydana getirmeleridir.
Bunu yapmak o kadar zor değildir. Çünkü Bediüzzaman Said Nursî ‘ehl-i hamiyeti ağlatan’ o müessif hadiselerin sebebini söylemiş ve kurtuluş çarelerini göstermiştir:
“Ehl-i dalâlet ve haksızlık -tesânüd sebebiyle - cemaat sûretindeki kuvvetli bir şahs-ı mânevînin dehasıyla hücumu zamanında, o şahs-ı mânevîye karşı en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlûp düştüğünü anlayıp ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı mânevî çıkarıp, o müthiş şahs-ı mânevî-i dalâlete karşı hakkaniyeti muhafaza etmek.”
23.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
“Şam Lâhikası” |
|
Bediüzzaman Said Nursî, sadece dinî meseleleri değil, içtimaî konuları da Kur’ân ve Sünnete göre tefsir eder; hâdiseleri, âyet ve hadisin getirdiği geniş Kur’ânî esaslarla açıklar.
Geçen yüzyılın başında 1911’de Şam’daki Emeviye Camiinde Arapça olarak irâd ettiği hutbesi, “çok büyük bir ehemmiyeti hâiz olması hasebiyle” o zaman Şam’da bir hafta içinde iki defa tabedilir. Bilahâre bizzat müellif tarafından tercüme edilerek, Türkçesi “Hutbe-i Şâmiye” adıyla neşredilir.
Bediüzzaman’ın ifâdesiyle, “Şam ulemâsının ısrarıyla, içinde yüz ehl-i ilim bulunan on bin adama yakın bir azim (büyük) cemaate verilen bu Arabî ders”, “zamanı geçmiş eski bir hutbe” değil, belki o güne bedel, doğrudan doğruya elli sene ve istikbâli müjdeleyen, Cami-i Emevî yerine âlem-i İslâm câmiindeki bütün Müslümanlara okunan “hakikatli ve tâze bir içtimaî ve İslâmî derstir.” (Hutbe-i Şâmiye, 12-13)
“Ey Câmi-i Emevî’deki kardeşlerim ve âlem-i İslâm camiindeki ihvanlarım!” hitabıyla verilen derste Bediüzzaman, Kur’ân’ın, “Rahmet-i İlâhiyeden ümidinizi kesmeyiniz” (Zümer Sûresi, 53) âyetiyle başlar. (a.g.e, 25-26)
Neticede o esnada işgâl altında bulunan Müslümanların kendi vatanlarındaki esâretten kurtulacağı, 30–40 sene sonra birçok İslâm devletinin teşekkül edeceği, “Cemâhir-i Müttefika-i Amerika - Amerika Birleşik Devletleri” gibi bir “Cemâhir-i Müttefika-i İslâmiye - İslâm Cumhuriyetleri Birliği)” kurulacağı müjdelerini verir…
* * *
İslâm âleminin büyük bir kısmının ecnebî işgal ve istilâsı altında bulunduğu ve “şanlı talihsiz bir devlet” olan Osmanlının dağılmaya yüz tuttuğu bir esnada, o gün çok daha zor, âdeta “imkânsız” ve “hayal” gibi gözüken“Bediüzzaman’ın birinci müjdesi”, gerçekten tam tahakkuk etti. 1960’lara 65’lere gelindiğinde sömürge altında hiçbir İslâm ülkesi kalmadı., 50’den fazla İslâm devleti kuruldu.
“İkinci müjde” olan, İslâm ülkelerinin bir araya gelip siyasî, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda birlik kurmaları, salt İslâm âleminin irâdesini birleştirmesine bağlı olduğundan birincisinden çok daha kolay olacağı ortada. Bediüzzzaman’ın, “bütün kanaatimle ve kat’iyyetle müjde veriyorum” diye “İlâhî rahmet”ten haber verdiği müjde de tahakkuk edecektir…
Bunun için, fesad ve ifsadla Müslümanlar arasında fitne yayan, özellikle ”İslâmiyet milliyetini sadefi ve kal’ası hükmünde olan Arap ve Türk iki büyük hakîki kardeş”in arasını bozan desîselerin deşifre edilmesi, birlik bağlarının kuvvetlendirilmesi gerekir.
Çünkü Bediüzzaman’ın tesbitiyle, “küçük tâifelerin menfaati ve saadet-i dünyeviyeleri ve uhreviyeleri, büyük ve muazzam tâife olan Arap ve Türk gibi hâkim üstadlara bağlıdır.” (Hutbe-i Şâmiye, 59-61)
İşte Şam’da düzenlenen sempozyumda bu mesajlar okundu.
Bu bakımdan—hicrî hesapla- -1329’da verilen Hutbe-i Şâmiye’nin irâdından tam yüz yıl sonra 1429’da yine bir Şubat ayında Şam’da yapılan “Ümmetin ölümünde hayat çağrısı El Hutbet’üş-Şâmiye” mevzulu sempozyum, çok önemli bir işâret taşı oldu…
Suriye aydınına ve Arap âlemine İslâm’ın mânevî coğrafyasının önemli bir merkezi olan Şam’da Bediüzzman’ın, “Ey bu Cami-i Emevîde bu dersi dinleyen Arap kardeşlerim” hitabıyla İslâm dünyasına Risale-i Nur’un çağa ve İslâm âlemine mesajının yankılanması, büyük bir ehemmiyeti ifâde etmekte…
Bediüzzaman’ın talebelerinden Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin, Mehmet Fırıncı ve Abdülkadir Badıllı’nın başını çektiği Nur talebelerinin teşebbüsüyle gerçekleştirilen sempozyumun bizzat Devlet Başkanı Başer Esad’ın memnuniyetiyle olması, Hutbe-i Şâmiye’deki müjdeler için ayrıca bir ümid ışığı olmakta…
* * *
Câmi’ül İhsân hocası Suriyeli Dr. Mâhir’ül Hindî’nin tertiplediği sempozyumda, silâhla değil, kalemle insanları nurlandırdığı ve “mânevî cihâd”ı esas aldığı bir defa daha belirtildi. “Küreselleşmenin beraberinde getirdiği ahlâksızlık ve fikir değişimi ve felsefî akımlara karşı tek çârenin Risale-i Nur olduğu” bir defa daha onlarca İslâm âliminin huzurunda tescil edildi…
Şam’ın önde gelen üniversitelerinden Feth’ül İslâm Rektöründen, Suriye Diyanet İşleri Başkanına büyük İslâm âlimlerinden mebuslara kadar bir çok ilâhiyatçı ve akademisyen, Suriye’nin en büyük ve yaşlı âlimi Prof. Dr. Ramazan El Buti’nin “Bediüzzaman ve Risale-i Nur” hakkındaki tebliğini can kulağıyla dinleyip tasdik ettiler…
“Zamanını, mekânının ve olayları aşan” olarak tavsif edilen Bediüzzaman’ın, “ümmetin öldüğü bir zamanda geldi ve ümmeti imanla diriltti” mesajının özetlendiği sempozyumda, “Bediüzzaman sanki bugün hutbesini okuyor” tespiti yapıldı. Bediüzzaman’ın son çağdaki iman ve Kur’ân hizmeti, Salâhaddin-i Eyyubî’nin Kuds-ü Şerif’i kurtarmasına benzetildi.
Prof. El Buti’nin, “Her ne kadar kütüphanelerimiz kitaplarla dolu olsa da yine Risale-i Nur’ları okumamız lâzım; ciddî bir şekilde Nurlardan ders almamız lazım” tavsiyesi, İslâm dünyasının gerçeği idi…
Şam sempozyumuna, “ümmetin kalplerine Risale-i Nur ışıklarını yakmamız lazım” mesajı damgasını vurdu.
23.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|