Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Cennet kuşları |
Ölüm, Azrail Aleyhisselâm yakınlarımıza uğramadığı müddetçe pek hatırımıza getirmemeye çalışsak da, hayatın en kesin, keskin, yalın ve değişmez gerçeklerinden biri. Mukaddes kitabımızdaki “Her canlı ölümü tadacaktır” ikazı, bu gerçeğe dikkatimizi çekiyor. Mâlûm, bu âyet mealinin, şehir merkezinde bulunan ve çoğunlukla ölüm gerçeğinin hatırlatılmasından en çok rahatsızlık duyanların vefat etmiş yakınlarını misafir eden bir mezarlığın girişine yazılması birilerinin keyfini kaçırmış ve “Böyle yazılarla insanları korkutmaya ne gerek var?” diye tepki göstermelerine sebep olmuştu. Oysa özellikle çağımız insanına her vesileyle ölüm gerçeğinin hatırlatılması gerekiyor ki, bu dünya hayatının fâni olduğunu unutmasın; gelip geçici kavgalarla hem kendisinin, hem başkalarının hayatını zehir etmesin; sonu gelmeyen hırslara kapılarak felâketlere sürüklenmesin... Ölümün her an her insanın başına gelebileceğinin farkında olunsa, meselâ siyaset cenahındaki sonu gelmez kısır polemikler, temelde incir çekirdeğini doldurmayacak içi boş tartışmalar ve gündelik hayatta çok sıradan sebeplerle patlak veren kavga ve sürtüşmeler yaşanır mı? Oysa etrafımızda her gün vefatlarıyla “Ölüm haktır” fermanını imzalayan birçok canlı var: İnsanlar, hayvanlar ve sonbaharda bir kez daha “kıyamet”i yaşayan yeryüzündeki bitkiler... Bunların içinde insanı en çok sarsanlar, çocuk ölümleri. Gün geçmiyor ki, medyada, birbirinden farklı ve inanılmaz sebeplerle meydana gelen çocuk ölümlerinin haberleri çıkmasın... Evinin önünde kimbilir ne zamandan kalma patlayıcının infilâki ile; mıcır yığınının altında kalarak; ya da okul dönüşü caddeden karşıya geçerken hızla gelen bir aracın çarpması sonucu vefat eden çocuklar... Ya da yaz günlerinde açık kalmış pencereden düşerek, balkonda oyun oynarken oradaki ipin boynuna dolanması sebebiyle boğularak veya beşikte uyurken alttaki su dolu leğene yuvarlanarak can veren bebekler... Geçtiğimiz günlerde Şırnak’ta okula yeni başlayan 7 yaşındaki Gurbet’in babasıyla birlikte eve dönerken aniden yola fırlayıp, hızla gelen bir araca hedef olduktan sonra hastanede beyin ölümünün gerçekleşmesi, bu trajik ölümler listesindeki son örneklerden biri olarak bütün Türkiye’yi ağlattı. Hele baba Şükrü Yavuz’un, organlarını bağışladığı kızının masum yüzüne ağlayarak son öpücüğünü kondurduğu vedalaşma sahnesini kolay kolay unutmak mümkün değil. Babanın ve Türkçe bilmeyen annesinin sözleri, organ bağışı kararını “Allah rızası için” verdiklerini ifade ediyordu. Böylece fakir Yavuz ailesi, bu iman, sabır, fazilet ve fedakârlığı ile, hepimize örnek teşkil eden bir ders veriyordu. Olayla ilgili haberlerde minik Gurbet’in okumaya çok meraklı olduğu ve büyüyünce doktor olmak istediği belirtiliyordu. Allah ona daha hayırlısını verdi. Tehlikeli tuzaklarla dolu dünyadan alıp “Cennet kuşu” yaptı. İnşaallah ebedî hayatta yine buluşup Cennet kapısında karşılayacağı ailesiyle sonsuza kadar birlikte olacak. Tıpkı, Bulut ailesinin, annesinin bedenindeki yedi aylık misafirliği sonrasında erken doğumla dünyaya gelen, ama gözlerini açıp annesiyle, babasıyla, ablalarıyla tanışamadan berzaha ve orada kendisi için hazırlanmış Cennet köşesine intikal eden yeni ferdi M. Abdullah Said gibi... Geride kalanlar için ilk bakışta çok derin bir hüzün. Ama iman gözlüğüyle bakanlar için geçici bir ayrılık. Bulut ailesi de olup bitenlere bu gözlükle bakabilen bahtiyarlardan. Ve şimdi onların, önden giden ve kendilerini Cennet girişinde karşılayıp, “vildânün muhalledûn”dan biri olarak neşe kaynağı olacak bir oğulları ve kardeşleri var. Ne mutlu “Cennet kuşları” arasındaki yerini alan M. Abdullah Said’e ve “o gün” geldiğinde doya doya hasret gidereceği ailesine... * Üstadı anma toplantısı için Münih’teyiz. Yazılarda bir-iki günlük kısa bir fasıla olabilir. 24.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Mü’min ölümü sever |
Mahzun rumuzlu okuyucumuz: “Mü’min ölüm karşısında dirayetli olmalı ve ağlamamalı diyorlar. Oysa bu kolay değil. Ölüm acı veriyor ve ağlatıyor. Nasıl dirayetli olup ağlamamalı?”
Ölüm evet, acı veriyor, incitiyor ve ağlatıyor. Çünkü insanın ruhu incedir, kalbi rikkat sahibidir, duyguları şefkat yüklüdür. En yakınındaki birisinin üzerine şefkatiyle toz konduramazken, birdenbire ölmesi karşısında dayanamayacak derecede incinebiliyor. Ancak ölüm perdesi arkasındaki İlâhî şefkat ve büyük rahmet bilinirse, işte o zaman insan teselli bulabiliyor ve ölüme karşı dirayet kazanabiliyor. Ölüm hükmüne teslim olabiliyor. Ölüm Allah’ın emridir. Ölümle mü’min Allah’ın rahmetine ve şefkatine teslim olur. Allah’a kavuşur. Bunu birçok âyet-i kerime ilân ediyor. Bunu bilen ve iman eden mü’min ölümü severek karşılıyor. Çünkü mü’min Allah’a kavuşmayı arzu eder. Allah da mü’mine kavuşmayı ister. Dolayısıyla mü’min Allah’tan korkar, fakat ölümden korkmaz. Nitekim Allah korkusu da mü’mine yüksek sevap ve derece kazandırmaktadır. Resûlullah Efendimiz (asm) ölmek üzere olan bir genci ziyaret etmişti. Gence buyurdu ki: “Kendini nasıl hissediyorsun?” Genç: “Vallahi yâ Resûlallah, Allah’ın rahmetini umuyorum. Fakat günahlarımdan korkuyorum” dedi. Bunun üzerine Resul-i Ekrem Efendimiz (asm): “İşte o ikisi (ümit ile korku) kulun kalbinde bir araya gelirse, Allah muhakkak ona umduğunu verir ve onu korktuğundan emin kılar” buyurdu.1 Peygamber Efendimiz (asm) bir diğer hadislerinde buyurdu ki: “Her kim Allah’a kavuşmayı arzu ederse, Allah da ona kavuşmayı arzu eder. Ve her kim Allah’a kavuşmayı arzu etmezse, Allah da ona kavuşmayı istemez.” Hazret-i Âişe (ra) dedi ki: “Yâ Resûlallah! Hepimiz ölümü sevemeyiz!” Peygamber Efendimiz (asm): “O mânâda değil. Fakat mü’min, can verirken Allah’ın rahmeti, rızası ve Cenneti ile müjdelendiği zaman, Allah’a kavuşmayı arzu eder. Ve Allah da ona kavuşmayı arzu eder. Kâfir ise, Allah’ın azabı ve gazabı ile müjdelenir de, Allah’a kavuşmaktan ve Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz” buyurdu.2 İnsanın ölümle nereye gittiğini ve nereye sevk olunduğunu soran Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, sorusuna kendisi cevap verir: İnsan öyle bir Cennet hayatına dâvet olunuyor ki, o Cennet hayatının bir saatlik lezzeti, bin senelik mesut, bahtiyar ve rahat dünya hayatı ile elde edilemiyor. Bundan da ötesi: İnsan öyle bir yüksek huzura dâvet olunuyor ki, o huzurda Allah’ın eşsiz cemalini ve sonsuz güzelliğini görmeye mazhar olmanın bir saati, mutluluk itibariyle bin senelik Cennet hayatında bulunmuyor. Ehl-i Cennete cenneti unutturan güzellikler bunlar. Bedîüzzaman’a göre, insan hiç durmadan böyle bir yüksek huzura gidiyor, götürülüyor ve sevk olunuyor. Öyle ki, insanın, âşık, tutkun ve düşkün olduğu dünya sevgililerinde gördüğü bütün güzellikler, Allah’ın eşsiz güzelliğinin binler perdelerden geçmiş bir nev'î gölgesinden ibarettir. Bütün Cennet bütün güzellikleriyle Allah’ın rahmetinin bir tek cilvesinden ibarettir. Bütün sevgiler, muhabbetler, aşklar ve cazibeler, Allah’ın bir tek muhabbet pırıltısından ibarettir. İşte insan böyle bir Mâbud-ı Lemyezel’in ve bir Mahbub-u Lâyezâl’in huzuruna gidiyor ve ebedî ziyâfetgâhı olan Cennete çağrılıyor. Kur’ân’da birçok âyette beyan olunan, “O’na döndürülüyorsunuz” ifadesi bu yüksek dönüşü haber veriyor. Öyle ise insan kabir kapısına ağlayarak değil; gülerek gitmelidir.3 Sevdiklerini de ağlayarak değil; en azından Allah’a teslim etmiş olmanın verdiği iç huzuruyla ve güven duygusuyla yolcu etmeli, göndermelidir.
Dipnotlar: 1- Tirmizî, Cenâze, 10. 2- Tirmizî, Cenâze, 67; Müslim, Zikir, 15; Buhârî, Rikâk, 41; İbn-i Mâce, Zühd, 31; Nesâî, Cenâze, 10. 3- Mektûbât, s. 223. 24.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
“Umarım bu feryadı duyarsınız!” |
Bir insanın, özellikle bir mü’minin en önemli vasfı, düşünmesi, duyarlı olması olaylar karşısında tepki vermesidir. Bir ağacı, kalası veya taşı düşünün: Yanında güzel hareketler sergileyip, konuşmalar yaptığımızda bizi alkışlamazlar. Olumsuz bir iş yaptığımızda da eleştirmezler… Zira, onlar tepki veremez! Son zamanlarda insanın şerefini, aile mahremiyetini, mukaddes değerleri, namus mefhumunu rencide edip ayaklar altına alan pespaye diziler ülkemizi kasıp kavuruyor. Toplum olarak bunlara sessiz ve tepkisiz kalmanın sebebi ne? Bunları kanıksadık mı, alışkanlık hâline mi geldi yoksa? Ondan mı hiçbir tepki vermiyoruz? Belki de, para kazanma, köşe dönme, ihale peşinde koşma gibi sebeplerle tepki verilmiyor? Eğer öyle ise, dünyevîleşmenin dehşetli bir sonucu ile karşı karşıyayız demektir! Halbuki bir her mü’min, “emr-i bi’l-ma’ruf”, yani doğruyu, iyiyi, güzeli emretmek, anlatmak ve “nehy-i ani’l-münker”, yani batıl, yanlış, çirkin ve olumsuzluktan sakındırmakla mükelleftir. Neyse ki, Takyettin Karakaya isimli muhterem bir okuyucumuz ses verdi. Gönderdiği e-postayı aktarıyorum: “Birkaç haftadan beridir Kanal D televizyonunda ‘Fatmagülün suçu ne?’ adlı bir dizi gösterilmekte. (...) İslâmın en güzide bayanlarından olan, Efendimiz Aleyhissalâtu Vesselâm’ın kerimesi, göz bebeği olan Hz. Fatıma’nın isminin bu iğrenç filmde kullanılması karşısında hiçbir tepkinin gelmemesi gerçekten çok üzüntü verici bir durum. “Bugünkü Radikal Gazetesinde gerçekten kanı beyne sıçratan başka bir haberle karşılaştım. Haberde (...) iğrençliğin bütün sınırları aşılmakta olduğu yazılmaktaydı. “Efendimiz aleyhissalâtu vesselâmın iğrenç karikatürleri karşısında verilen tepkinin bir benzeri neden burada verilmiyor, çok merak ediyorum açıkçası. “Burada çok daha ağır bir tahrik unsuru varken ve Hz. Fatıma gibi iffet sembolü bir insanın isminin böyle ahlâksızca ve pervasızca kullanılması söz konusuyken en azından bir tepki olarak bunu yazılarınızda belirtmenizi beklemek çok olmasa gerek. “Ben, bir okur olarak kendi üzerime düşeni yapıyor ve sizin buna tepki vermenizi istirham ediyorum. (...) Bu yazı elinden çok fazla şey gelmeyen, içi acıyan, kahrolan, ne yapacağını şaşırmış bir Müslümanın feryadıdır. Umarım bu feryadı duyarsınız.” 24.10.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
|
Peçe, Lordlar Kamarasında! |
Avrupa’daki tesettür tartışmalarını önceki yazılarımızda sizlerle paylaşmıştık. Bu aralar tartışmalar peçe üzerinden yapılmakta. Dinimizdeki tesettür emri üniforma tarzında tek tip bir örtünmeyi nasihat etmiyor bizlere. Örtünmenin sınırları tesbit edilmiş sadece. İslâm tarihi boyunca her toplumda coğrafya, iklim, geleneklere göre Müslüman kadının örtünme tarzı değişik olmuş. Dolayısıyla tesettür kavramı, peçe ile sınırlı değil elbette. Yüzlerce örtünme şeklinden sadece bir tanesi. Ama ilginçtir, tartışmalar peçe üzerinden gerçekleşmekte… Fransa’da Sarkozy Hükümeti, Müslüman kadınların peçe takmasını yasakladı. İngiltere’de ise bu konuda sert tartışmalar yaşanmakta. İngiliz Bakan Damien Gren’in sözlerini aktarmıştık sizlere. 21 Ekim 2010 tarihini taşıyan gazetelerde yer alan en son haber ise, tartışmaların geldiği noktayı göstermesi açısından ilginçti. Peçe tartışmaları artık Lordlar Kamarasında idi. Lordlar Kamarası, İngiliz Parlamentosunun üst kanadı konumunda bir yapıya sahip. Yasalar çıkarılırken önce Avam Kamarası’nda konuşuluyor. Ardından Lordlar Kamarasında tartışılıyor. Kraliçenin onayı ile yürürlüğe konuluyor. Habere göre, Lordlar Kamarasının Müslüman üyesi Lord Ahmed’in başkanlığında düzenlenen “Batı peçeden panikledi” başlıklı konferansta, peçenin sosyal, dinî yönü gönüllü ya da mecburî kullanılıp kullanılmadığı konuları değerlendirilmiş. Society Outreach isimli dernek tarafından düzenlenen konferansta, İslâmiyet konusunda çeşitli kitapları bulunan Dr. Fazıl El Milani, ödüllü gazeteci ve savaş muhabiri Yvonne Ridley, Exeter Üniversitesi Arap ve İslâmî Çalışmalar Enstitüsü akademisyenlerinden Dr. Ghada Karmi konuşmacı olarak katılmış. El Milani, Kur’ân-ı Kerim’de peçe ile ilgili bir âyet bulunmadığını, ancak hadislerden yararlanılarak peçenin kullanımı konusunda çeşitli bilgiler bulunduğunu söylemiş. Gazeteci Ridley ise peçenin Müslüman kadınların demokratik ve özgür seçeneği olduğunu ifade ederek bu konuda çeşitli yorumlarda bulunan Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’yi eleştirmiş. Fransa’da her yıl yaklaşık 4 bin kadının aile içi şiddet dolayısıyla öldüğünü, Sarkozy’nin peçe ile uğraşmak yerine öncelikle aile içi şiddeti çözmeye çalışması gerektiğini söylemiş. Dr. Ghada Karmi ise peçenin siyasallaştıktan sonra yaygınlaştığını ifade etmiş.
100 yıl önce, 100 yıl sonra Nereden nereye… Haberleri okuduğumda nereden nereye diye düşündüm gayri ihtiyari… İngiltere’deki Avam Kamarası, Lordlar Kamarası kavramlarına Risâle-i Nur’u okuyanlar aşinadır. Zira Bediüzzaman Hazretlerinin Tarihçe-i Hayat’ında yer alan bir olay hepimizin zihnine kazınmıştır adeta. Bediüzzaman Hazretleri Van’da bulunduğu yıllarda bir yandan Horhor Medresesinde ders vermekte, bir yandan da Vali Tahir Paşa’nın konağında yer alan zengin kütüphaneden istifade etmektedir. Toplumun sıkıntılarının farkındadır. Medreselerde din ilimleriyle birlikte müsbet ilimlerin de okutulması gerektiğini düşünmektedir. Hatta zihninde, bir eğitim projesi teşekkül etmiştir. Bundan sonraki hayatının en büyük iki gayesinden birini oluşturan idealindeki bu üniversiteye, “Medresetüzzehra” adını vermişti. Tahir Paşa, bir gün ona, gazetelerden birinde, İngiltere’nin Sömürgeler Bakanı Gladstone’un Avam Kamarasında yaptığı konuşmayı okur. Gladstone, elinde bir Kur’ân-ı Kerîm’le kürsüye gelerek, “Bu Kur’ân Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe, biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur’ân’ı onların elinden kaldırmalıyız. Yahut da Müslümanları Kur’ân’dan soğutmalıyız” demiştir. Bu sözler Bediüzzaman’ın dünyasında fırtınalar koparır. “Ben de Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez mânevî bir güneş hükmünde olduğunu dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim” der. Bu olay onun hayatının diğer bir gayesi olarak, “Kur’ân’ın bu asra bakan manevî mu’cizesini insanlara ispat ederek gösterme kararı”nı almasına sebep olur. (Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 44, Yeni Asya Neşriyat, Ekim 2002) Yaklaşık yüz yıl önce İngiltere’de Avam Kamarasında yapılan konuşma ile yüz yıl sonra Lordlar Kamarasındaki konferans, gizlenmek istenen bir gerçeği güneş gibi ortaya çıkarıyor: İslâm hızla yayılıyor. Kur’ân güneşini söndürmek mümkün değil! Güneş balçıkla sıvanır mı? 24.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Hak ve hürriyetlerde geri mi gidiyoruz? |
Sorumlu veya icra makamında olan hemen herkes topu birbirine atınca, istemeyiz ama, başörtüsü problemi deyim yerinde ise yine “kördüğüm” hâline gelecek gibi görünüyor. Bu konuda birbirini samimiyetsizlikle suçlamaktan öteye müşahhas ve inandırıcı bir formül sunmaktan kaçan iktidar ve muhalefet partilerinin yanında, Diyanet’in dahi başörtüsü konusunda net ve kararlı bir tavır sergilemekten kaçınması, tuhaf olduğu gibi bütün ehl-i dini ve bilhassa da başörtüsü mağdurlarını üzen bir durum olmuştur. Hak ve hürriyetler alanında Türkiye geriye mi gidiyor, bilemiyorum. Altmışlı-yetmişli yılları yaşayan hemen her insanın bildiği gibi, kronikleşerek devam etmekte olan şimdiki yasaklar, o tarihlerde ya hiç yoktu veya asgarî düzeyde idi. 28 Şubat’la beraber icad edilen “kamusal alan” diye bir kavram hiç yoktu. Başta Çankaya olmak üzere hemen bütün makam ve kurumlara hemen her insan istediği kıyafetiyle serbestçe girebiliyordu. Lokal olarak bazı üniversitelerde çok cüz’î yasaklar yaşanıyordu. Yine, başörtüleriyle devlet kurumlarında çalışan hanımlar da mevcuttu. Şimdiki kanunlar, yönetmelikler o zaman da yürürlükte idi. Anayasa Mahkemesi, Danıştay’ı, Sayıştay’ı olduğu gibi laiklik adına her çeşit istibdada âmâde hakimler, savcılar da vardı. Şimdi artık ılımlı bir hâle bürünen ordumuza hâkim kimi güçler, o dönemlerde başörtüsüne ve benzeri dinî değerlere karşı daha da acımasız ve tavizsiz bir durum sergiliyordu. Bütün bu olumsuz ve nâmüsait şartlara rağmen, o günleri yaşayan ve olayların içinden birisi olarak diyorum ki, bugün başörtüsü üzerinden ehl-i dine reva görülen muameleler o günlerde yoktu. İlköğretimden üniversiteye kadar, cüz’î bazı sıkıntılar olsa da, isteyen öğrenciler başörtüleriyle okullarına devam edebiliyorlardı. İmam hatipliler istedikleri yüksek okullara girebiliyorlardı. Okullarını bitirip öğretmen, doktor, mühendis, hâkim veya savcı olarak çalışabiliyorlardı. Mevcut Başbakan’ın imam hatipli olması, ayrıca hâlen devletin çeşitli kurumlarında çalışan imam hatip çıkışlı, memur veya âmir konumundaki insanların mevcudiyeti de bu söylediklerimizi teyid ediyor. Yine bu meyanda, geçmiş dönemlerdeki siyasî kadrolar tarafından açılan yüzlerce imam hatip lisesinin, binlerce Kur’ân kursunun, onlarca yüksek İslâm enstitüsü ve ilahiyat fakültesinin varlığını düşündüğümüzde, yapılan bu icraatların takdire şayan hizmetler olduğunu görerek, bu güzel hizmetlere vesile olan hükümetleri takdir ve tebrik etmemek mümkün değil. Ve çok enteresandır, bu takdire şayan hizmetlere imza atan siyasî kadroların çoğu da dindarlıklarını ön plana çıkarmayan, dinî argümanlar üzerinden siyaset yapmayan siyasî kadrolar olması, bu işin kader boyutunu hatıra getiren icraatlardan olsa gerek. Bu işin diğer bir enteresan ve tuhaf yönü de, dindar görünümlü ve sürekli dinî değerleri kullanarak milletten oy isteyerek iktidara gelenlerin, en iddialı oldukları manevî alanda hemen hiçbir varlık gösteremedikleridir. Meselâ bu kadrolar hemen hemen tek bir imam hatip lisesi veya ilahiyat fakültesi açamadıkları gibi mevcut imam hatiplerin kapatılması veya önlerinin kesilmesi de böyle dindar görünümlü kadrolara sahip hükümetler zamanında olması tuhaf ve düşündürücü bir manzaradır. Bütün bu olup bitenler, siyasetin başlı başına bir san’at işi olduğunu, bu san’atı en iyi şekilde yapmanın da bazı kabiliyetleri, bazı maharetleri gerektirdiğini gösteriyor. Bu özelliklere sahip olan siyasetçilerin başarı sağlayabileceklerini öğreniyoruz. Diğer taraftan sırf dindar olmanın siyasî başarı için yeterli olmadığını; maharetten ve lâzım olan kabiliyetlerden yoksun bir dindarlığın, siyasette beklenilen muvaffakiyeti getiremeyeceğini, hatta istemeyerek de olsa bazı zararlara dahi sebep olacağını akıldan çıkarmamak gerek. Bediüzzaman da, “Salâhat (dindarlık) ayrıdır; maharet (liyakat, ustalık) ayrıdır” tesbitine dikkatleri çektikten sonra bir nev'î idare san'atı olan siyasette salâhatin değil, maharetin geçerli olduğunu ifade ediyor. Elbette siyasete talip olanlarda salâhatla beraber, istenilen kabiliyet ve maharetler de varsa nurun alâ nur… Velâkin bu vasıflara sahip siyasetçiler yok gibi. Çünkü yine Bediüzzaman’ın tesbitiyle “..güneş gibi imanlar taşıyan bir kısım Sahabeler ve onlara benzeyen mücahidînden, Selef-i Salihînden başka, siyasetçi, ekserce tam müttaki dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttaki olanlar, siyasetçi olmazlar.” Bu tesbitleri yapan Bediüzzaman, ülke gerçeklerini de göz önünde bulundurmuş olmalı ki, böyle dinî değerleri ön planda tutmayı şiar edinen siyasî kadroların şimdilik başa gelmemelerini tavsiye ediyor. Şayet bu şartlarda başa geçecek olurlarsa, dini siyasete âlet etmeye mecbur olacakları ve bu durumda dinin ve dindarların zarar görecekleri ikazında bulunuyor. Bu ikazlara kulak tıkayarak iktidara gelen dindar kadroların yaptıkları icraatlar da, Bediüzzaman’ın ne kadar yerinde ve doğru uyarılarda bulunduğunu göstermektedir. Not: Gazetemiz yazarlarından Şükrü Bulut’un, dünyaya teşrif ettikten iki üç gün sonra dar-ı bekaya irtihal eden çocuğunun ebedî âlemde anne-babalarına şefaatçi olmalarını temenni ediyorum. H. G. 24.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Saadet BAYRİ |
|
Kadınlar insan mı? |
Bugünlerde haberlerde ve tartışma programlarında tek bir konu var. Kadınlar ve kadınların dinî inançları. Aslında komik ve hayret bir durumla karşı karşıyayız. Bir zamanlar “Kadınlar insan mı?” diye tartışılırken… Şimdi konu biraz daha çağ atladı; “Kadınların inancı olur mu?” durumuna gelmiş halde. Tabiî bu kadar net değil konu ancak şöyle bir bakınca, bende çağrışım yapan cümle bu. Yoksa “Kadın başını şurada açmalı, burada kapamalı” diye bir cümle söylenir miydi? Ve bunu yine bir kadın yapar mıydı? Neden erkeklerin inançları hakkında hiçbir yorum yokken, inancından dolayı bir kadının yapmış olduğu tercih bu kadar eleştirilir. Hem cevabı çok uzun, hem de çok kısa bir soru bu… *** On yıl önce başörtüsü meselesiyle ilgili yazı yazmıştım ve aradan geçen zaman hiçbir şeyi değiştirmedi. Değişen sadece başörtüsü hakkında yorum yapanların kimliği. Kimlik derken erkek yazarlardan bahsetmiyorum. Ya da dışarıdaki beylerden. Ben başını bir şekilde açıp sınava girmiş ya da peruk takıp birkaç yerden geçmek zorunda kalmış kişilerden bahsediyorum. Hemen hemen başörtüsüyle ilgili bütün yazılmış yazıları okumaya çalışıyorum. Ancak gördüğüm durum şu: Artık nasıl göründüğümüzle ve ne yaptığımızla ilgilenmiyoruz biz sadece tribünlere oynuyoruz. Bu konuyu gündemime almayalı bayağı uzun zaman oldu. Zira biraz sıkışınca kişiler, vicdanlarına biraz darbe alınca “Sen çok mu süpersin?” tarzı ifadelerle leş kargalığı yapıyor. Ki; bu sözleri okuyunca ya da duyunca sadece tebessüm ediyorum. Demek ki “Sen çok mu iyisin?” diyen cenneti garantilemiş. Yoksa yaşıyor olup bu soruyu sorma cüretini gösteren, tertemiz olmalı günahtan. Daha ne denir ki… Şahsî günahlarımızla şeairi birbirine karıştırdıysak, durumumuz bayağı acip. Bu “Namaz kılmıyorsam, ezan neden okunuyor?” demek gibi bir şey. *** Her neyse… Bu meselede bitmeyecek türlerden. Bir diğer konu ise televizyonda konuşan örtülüler. Ekrana çıkıp örtümü savunan kişilerin hallerine bakıyorum, açık bir bayandan tek farkları başlarındaki örtü… Öyleyse neyin savunucusu bunlar. Benim bile tasvip etmediğim bu kişiler, nasıl olur da benim hakkımı savunduğunu söyler. Bir hakkı savunan kişi, karşı çıktıklarına, tasvip etmediğine her ne şekilde olursa olsun benzer mi? Derken fazla olduğumu fark edip, önüme bakayım diyorum. O kadar çok eleştiri var ki yolumda birine takılıp düşüyorum. Eskiden sendelerken, şimdilerde düştüğüm yerden dahi kalkamıyorum. Her halimin eleştiri yağmuruna tutulduğu bu günlerde, bende birilerini eleştiriyorum. En çok nefret ettiğimi ben yapıyorum. Ne kadar tuhaf. Ekranıma bir yazı düşüyor “Peygamber size gelse”. Çok kızıyorum. Peygamber bize ya da şehrimize gelse halimize ağlardı. Şiirdeki gibi kulağımızdan tutup çekmezdi. Biliyorum. Ama sadece ben biliyorum. 24.10.2010 E-Posta: [email protected] |
İslam YAŞAR |
|
Said Nursî’nin II. Anadolu Seferi |
Said Nursi, hayatı sefer telâkki eden bir insandı. “Bizler uzun bir seferdeyiz. Buradan kabre, kabirden haşre, haşirden ebed memleketine gitmek üzereyiz” sözleri ile ifade ettiği sefer güzergâhının ömür safhasında Anadolu’nun mühim bir yeri vardı. Çocukluk yıllarında başladı seferlere çıkmaya. Önce eğitim, ardından müşahede maksadıyla bütün bölgeyi dolaştı. Ulvî gayeler için büyük hedefler seçti ve harekete geçti. Hedeflerini gerçekleştirmek maksadıyla İstanbul’a gidip Sultan Abdülhamid ile görüşmeye çalıştı. Ardından İran’a, Şam’a, Beyrut’a gitti. Tekrar İstanbul’a gelip Sultan Reşad’ın Balkan seyahatine iştirak etti. O seçtiği hedeflerine doğru kararlı adımlarla yürürken çıkan savaş, Said Nursî’nin yolunu cephelere çevirdi. Pasinler cephesinde, Van havalisinde büyük kahramanlıklar gösterdikten sonra Bitlis müdafaası sırasında yaralanıp esir düşünce Rusya içlerindeki esaret yolculuğu başladı. Esaretten kurtulup vatana dönme esnasında gördü Doğu Avrupa’yı ve Balkanları. İstanbul’da kaldığı sırada ısrarlı dâvetler üzerine Ankara’ya gitti ise de, orada hissettiği ‘en kara hâlet’ yüzünden fazla durmadı ve Van’a döndü. Van’da inzivada iken Hicaz’a ve Anadolu’ya açılan iki farklı sefer güzergâhı çıktı karşısına. Hicaz taraflarına gitmek hicret mânâsı taşıyordu. Anadolu ise sürgün yeri olarak seçilmişti. Said Nursî, sürgünü tercih etti ve Anadolu’ya gitti. Çok ağır şartlar altında geçse de, neticesi itibariyle isabetli bir tercih, faydalı bir seferdi bu. Burdur, Barla, Isparta, Eskişehir, Kastamonu, Denizli, Afyon, Emirdağ gibi şehirlerde, kasabalarda sürgün ve hapis şartlarında geçen I. Anadolu Seferi, Risâle-i Nur Külliyatı ile Nur Hareketini netice verdi. Bu bir fetih seferi idi. Gönüllerin fethinin seferi. İlk defa sürgün diyarlarında, zulüm ve işkence altında başladı bu sefer. Onları keyfî kararların verildiği mahkeme koridorları ve zecrî tedbirlerin alındığı hapishane zindanları takip etti. Said Nursî ve talebeleri oralarda bunları yaşarken hasbelkader dışarıda kalabilen Nur Talebeleri de kenar semtlerdeki evlerinin küçük odalarında hep Risâle-i Nurları okuyup yazdılar. Sonra ‘Nur Medresesi’ adı verilen veya ‘dershane’ denen evler girdi devreye. Oralarda, haftanın muayyen günlerinde yapılan Nur sohbetlerinden onlarca, yüzlerce, binlerce hatta milyonlarca insan faydalandı. Bu tenvir hareketi, Said Nursî’nin vefatına kadar artarak devam etti. Bediüzzaman Said Nursî, Anadolu’da yetişen büyük bir İslâm âlimi idi. Onun yazdığı Risâle-i Nur Külliyatı da zaman içinde bu milletin temel değerlerinden biri haline geldi. Onun için millet, ahirete irtihalinden sonra da Said Nursî’yi unutmadı, Risâle-i Nurları sahiplendi. Ona reva görülen baskılar, zulümler, işkenceler ve benzeri muameleler talebelerine de yapıldı. Nur Talebeleri de tıpkı Üstadları gibi baskılara, zulümlere, eziyetlere aldırmadılar. Risâle-i Nurları neşrederek ‘milletin imanını selâmette görmek için’ âdetâ seferber oldular. Onların fedakâr, ihlâslı, gayretli çalışmaları ve millet ekseriyetinin himayesi, yardımı sayesinde, kısa zamanda memleketin her yerinde binlerce Nur medresesi açıldı ve ‘vatan sathı bir mektep’ haline geldi. Kanun adına yapılan keyfî muâmelelere, fiilî baskılara, zecrî tedbirlere rağmen kitaplar, gazeteler, dergiler, radyolar ve benzeri mevkuteler de o hareketin neşir vasıtası oldu. Zaman içinde evlerden ve dershanelerden salonlara taştı Nur Hareketi. Said Nursî önceleri fikirleriyle, daha sonra da ismiyle, şahsiyetiyle, eserleriyle memleketin küçüklü büyüklü hemen her salonunda anıldı, anlatıldı. *** Artık sıra, meydanların fethine gelmişti. Nur hizmetinin, cemiyete malolup yeryüzüne yayılarak cihanşümul bir hareket haline gelmesinde hep ilk hamleleri yapmak gibi bir meziyete mazhar olan Yeni Asya camiası, bu hususta da harekete geçti. Maksat, değişik vesilelerle sık sık gündeme gelen Bediüzzaman Said Nursî’nin fikirlerini, eserlerini nazara vermek ve Said Nursî’yi iyi tanımak için eserlerini okumanın, Risâle-i Nurları doğru anlamak için de hayatının seyrini bilmenin gerektiğine dikkat çekmekti. Yıllardır zihinlere örülmek istenen bazı duvarları yıkmak, hakikatin yerine konmaya çalışılan putları devirmek, tabuları ortadan kaldırmak ve sevgi taşıyıp şevk vermek maksadıyla yapılan bu iş için seçilen vasıta, çizilen afiş, yazılan slogan ve konulan resimler gerçekten dikkat çekiciydi. TIR, memleketin her yerine rahatça gidebilecek en büyük nakil vasıtası idi. Büyük bir TIR’ın üzerine boydan boya, ‘insanı ve kâinatı okumanın yolunun, dünya dillerine çevrilen Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur Külliyatından geçtiğini göstermek için Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet TIR’ının Türkiye Yollarına’ çıktığı yazılmıştı. Said Nursî’nin, TIR üzerinde yer alan resmi de manidardı. Zîra, onu küçük bir dağ köyüne sürüp köylülerle görüşmesini yasaklayarak âdetâ ölüme terk eden Ankara’daki resmî zevât, yıllar sonra hâlini, vaziyetini merak ettiğinden fotoğraflı bilgi istemişti. Bediüzzaman, Barlalı Hacı Enver Efendi bu isteği kendisine söylendiğinde hiç şaşırmamış, yatağının üzerinde hafifçe doğrularak böyle poz vermişti. Bu fotoğraf onun, Ankara’daki muhatabına bakarcasına çektirdiği tek fotoğraftı. Said Nursî, vefatının ellinci yılında ruhen çıktığı bu II. Anadolu seferinde, o meşhur nazarla temâşâ edecekti memleketin halini, milletin ahvâlini ve hizmetinin tekâmül merhalelerini. Nur hareketi, Anadolu’da doğmasına rağmen vatan sınırlarını aşan, serhatti olmayan, hudut tanımayan cihanşümul bir hareketti. Fakat bu sefer, Anadolu’ya has bir tanıtım ve hizmet seferi olduğundan memleketin bir yerinden başlaması gerekiyordu. Serhat şehri olması ve san'at harikası mimarî eserler taşıması hasebiyle Edirne’den başladı bu sefer. Mimar Sinan’ın Selimiye’si ile Said Nursî’nin Risâle-i Nur Külliyatının birlikte temâşâ edildiği manzara, tarihî addedilecek kadar muhteşemdi. Paşaeli’ndeki diğer şehirleri ve ilçeleri ziyaret edip Gelibolu Yarımadasından şüheda ruhlarının refakatinde Çanakkale’ye geçen Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet TIR’ına Anadolu şehirleri de ard arda meydan açtılar. Aslında gelen, üzerinde yazılar ve resimler bulunan bir TIR’dı. Zahiren benzerlerinden pek bir farkı yoktu. Lâkin onlar onun temsil ettiği şahs-ı mânevîyi ve taşıdığı ruhanî değeri, manevî hazineyi hissetmiş olmalılar ki, uğradığı her şehir, geçtiği her kasaba, bir başka heyecanla karşıladı o TIR’ı. Kiminde konvoy halinde arabalar döküldü yollara, kiminde sıra sıra insanlar. Bazı şehirler mehter marşları ile yeri göğü inletti, bazıları çiçeklerle, çelenklerle gözleri ve gönülleri renklendirdi. Şehirlerdeki Nur Talebelerinden teşekkül eden hoşamedi heyetlerinin ve saatler öncesinden programın yapılacağı meydana gelen insanların başka farklı hususiyetleri de vardı, fakat hepsinde yaşanan ortak hâl, pembeleşen yanaklardan süzülen gözyaşı damlaları idi. Şehirlerden birinde, TIR’ın ardından biz de meydana girmiştik. Heyecan bende ünsiyet hâlini almış olmalı ki, kalabalığın arasından geçerken çok iyi tanıdığım ama yıllardır görmediğim bir simanın hıçkıra hıçkıra ağladığını görünce şaşırdım. “Ne oldu, neden ağlıyorsun?” diye sordum. “Daha ne olsun, baksana Üstad geldi” dedi TIR’ın üzerindeki resmi göstererek. Bu samimî serzenişin ikazıyla, meydanı dolduran diğer yüzlere baktığımda ekseriyetinin içli içli ağladığını, ağlamıyor gibi görünenlerin de gözyaşlarını gönüllerine döktüklerini anlayınca gözlerim doldu. Beş bölgede dört mevsim yaşandı bu sefer boyunca. Yüce dağlar aşıldı, geniş ovalar geçildi. Yaylalarda, sahillerde kalındı. Çeşitli etnik milliyet mensubu, her yaş, din ve cinsten pek çok insanla muhatap olundu. Anadolu’nun hiçbir şehrinde bu heyecan tablosu değişmedi. İnsanlar bazı meydanlarda, kızgın güneş altında terlemek, bazılarında soğuktan titremek, bazılarında da sağanak yağmur altında sırılsıklam ıslanmak pahasına programı sonuna kadar takip ettiler. Gerçi Bediüzzaman Said Nursî’nin ismini duyup resmini görünce şaşıranlar, yadırgayanlar, karşı çıkanlar yok değildi. Onu Şeyh Said’le karıştıranlar, isyancı sayanlar, cumhuriyet düşmanı zannedenler de vardı. Hatta Erzurum’da olduğu gibi onun resmini görmeye tahammül edemeyip gece karanlığında, kara boya ile resmini karalayarak veya verilen kitapçıkları almayarak tepkisini göstermeye çalışanlar bile çıktı. Saldırganlar değil ama tepki gösterenler anlayışla karşılandı. Onların çoğu, fikirlerine saygı duyan ve makul bir hitap tarzı ile Said Nursî’yi anlatıp eserleri hakkında bilgi veren Nurcu gençlerden özür dilediler. Onların verdikleri gazeteleri, kitapçıkları, broşürleri aldılar ve Nurculuk hakkındaki kanaatlerini gözden geçirme sözü verme olgunluğu gösterdiler. Bunlar, sayısı üçü beşi geçmeyen münferit hadiselerdi ve neticesi ne olursa olsun, meydanları dolduran coşkun sevginin yanında medar-ı bahs edilmeyecek kadar cüz’î kalırdı. Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet TIR’ı yalnız meydanları değil, bütün memleketi hareketlendirdi. Tarlasında, bağında, bahçesinde çalışırken yoldan geçen TIR’a önce sıradan bir nazarla bakan köylülerin, Said Nursî’nin resmini görünce dönüp tekrar tekrar bakmaları ve el sallamaları heyecan vericiydi. TIR, şehirlerin, kasabaların caddelerinde, sokaklarında tur atarken yoldan geçen insanların hayranlıkla bakmaları, onların hareketlerinden, gördükleri şeyi merak eden mağaza sahiplerinin Bediüzzaman’ın resmi ile karşılaşınca yüzlerinde hareketlenen hayranlık hatları görülmeye değerdi. Böyle bir faaliyete izin veren devlet adamlarının, valilerin, kaymakamların, her türlü emniyet tedbirini alan polis teşkilâtının, mahallerinin en büyük meydanını tahsis eden çeşitli partilere mensup belediyelerin, programa katılıp konuşma yapan başkanların, destek veren sivil toplum kuruluşlarının, mahallî gazete, radyo ve televizyonların gösterdikleri demokratik tavır takdire şayandı. Bütün bunlar Said Nursî’nin, “Kardeşlerim, bu vatana hâkim olan Risâle-i Nur küfrün belini kırmıştır. Küfür bir daha belini doğrultamayacaktır. Biraz sıkıntı çekeceksiniz, ama sonu iyi olacaktır” şeklindeki tebşirinin tezahürü idi. Bediüzzaman, tasarrufunun devam ettiğini gösteren pek çok tevafukî hadisenin yaşandığı bu II. Anadolu Seferini, İstanbul’da, Fetih Sûresi’nin “Şüphesiz biz sana apaçık bir fetih verdik. Allah sana şanlı bir zaferle yardım etsin” meâlindeki âyetleri ile aydınlanan Beyazıt Meydanı’nda tamamlayarak meydanların fethini de gerçekleştirdi. Bu sayede, tağutların zuhuru zamanında süfyan fitnesinin istilâsına uğrayan Anadolu’nun; meydanlarına, caddelerine sinen küfrün sinsi karanlığı çözülüp dağılmaya başladı. Bundan sonra Anadolu meydanlarında da Said Nursî konuşulacak. Şimdi sıra, deccalın zuhur ettiği diyarlarda.Yani, Bediüzzaman Said Nursî’nin II. Rusya seferinde. 24.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Banu YAŞAR |
|
Anne saati geldi mi? |
Dört yaşlarında anaokuluna alışmaya çalışan, sarı saçlı bir erkek çocuğu gözlerimin içine bakarak, ‘Anne saati geldi mi?’ diye bana seslendi. Küçücük elleriyle elimi tutarken, gözleriyle de yüreğimi yoklarcasına sormuştu bu soruyu… Bazı soruları herkese sormak istediğin zamanlar olur, belki bir tanesi istediğin cevabı verir diye… O da kendini hem okula alıştırmaya çalışırken, hem de annesinin geldiği saate ne kadar kaldığını da öğrenmek istiyordu. Öyle ya, her şeyin bir saati vardı; yemek saati, oyun saati, faaliyet saati, uyku saati ve… ‘Anne Saati’ Kandırılmamış, annesi babası tarafından doğru söylenerek büyütülen çocuklar, onların verdiği söze daha kolay inanır. Okula başlayan, kandırılmadan büyütülen bir çocuğa annesi akşam gelip onu alacağını söylediğinde ona inanır ve bekler. Kendini iyi hissetmese bile annesinin ona verdiği sözü tutacağını bilir ve ‘anne saatini’ bekler. Peki hiç düşündünüz mü? Sizin anne saatiniz ne zaman gelir? Ne zaman kendinizi anne saatini bekleyen bir çocuk kadar yalnız hissedersiniz? Kaç yaşında olursak olalım, Ve ne kadar büyürsek büyüyelim, Hep çocuk kalan, çocukça hisseden ve bir çocuk kadar incinen bir tarafımız var ya, işte o tarafımız konuşmaya başlayınca, yanımızdaki en yetişkin gibi görünen kişiye dönüp, yüreğimizin istediği cevabı vermesini istercesine sorarız; ‘Anne saati geldi mi?’ Ne zamanki hayat yorsa ve savrulsak uzaklara, Bütün tanıdıklarımıza ve şahitlik ettiklerimize rağmen Kalabalıkların içinde yalnız bir bakışın sahibi olsak, Bütün öğrendiklerimize rağmen, her şeyin yabancısı gibi hissetsek, Ve yuva sıcaklığında bir bakış, Emniyetli bir dokunuş arasak… İçimizden sessizce bağırmak gelir, ‘Anne saati geldi mi?’ diye… En masum ve en iddiasız tarafımız da bu yönümüzdür aslında… Ve en iddiasız olduğumuz zamanlar, en iddialı ve en güçlü olduğumuz anlardır… Şişmiş benliğin çıkarılıp atıldığı, Öfkenin ve hırsın fırlatıldığı zamanlarda gerçek kendimizle yüz yüze geliriz… En sıcak ve en samimî tarafımızla tanışmanın, masum olmanın lezzetini fark ederiz… İçimizdeki hiç büyümeden kalan ve sürekli kandırdığımız o tarafımızı, o masum tarafımızı tekrar hatırlasak bugün… İncinmekten, kırılmaktan ve savrulmaktan korktuğumuz için ördüğümüz sahte, kalın duvarlardan bir kapı açsak ve içerideki çocuğa, ‘Anne saati geldi’ diyebilsek… Ve bu saati bekleyen ve bir şifacı arayan herkes için gerçek teselli edenin, bırakıp da gitmeyenin, her saat, her saniye ve her an yanında olanın gerçek ebeveynliğine sığınsak, gerçek güvenliğine bıraksak kendimizi… Ne güzel olurdu… 24.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Selim GÜNDÜZALP |
|
İlk Namaz |
—Geçen haftadan devam— Yıllar sonra ilk defa abdest aldığı yerden doğruldu. Parmağında bir damla gözyaşıyla duruyordu. Bir yandan da duâlar ediyordu. “Affet Allah’ım! Bastona dayanıp, titreyen ayaklarla huzuruna gelmek, Sen davet ediyorsan kolay, Sen yol gösteriyorsan kolay. Henüz o yaşta değilim. Bastonum da yok. Elim, ayağım da titremiyor. Ama nedense, uzak kaldım davetinden, rahmetinden. Nasipsiz bir insan olmaktan, Sana mâlum, üzüntü duyuyor, ağlıyordum hep. Bu kadar mı yabanî, bu kadar mı uzağım bu dünyaya? Arada bir cami kapısı… İki dünyayı ayıran bu mu? “Hayır, Allah’ım, hayır… Rahmetin, içerde de, dışarıda da hep aynı. Ben ayırmışım, nefsim ayırmış, şeytan ayırmış; böyle göstermiş. Bölmüş dünyamı, bölmüş içimi. İçimi senden gayrı ne varsa, onunla doldurmuş. “Oysa baştanbaşa her yer Seninle doluymuş da, haberim yokmuş. Sen bana bu kadar yakınken meğer ben Sana bu kadar uzakmışım. Şimdi anlıyorum. Af diliyorum. Bu küçücük damlanın hürmetine, bir ömür yapılamamış her ibadetin âhını, feryadını ve dahi utancını, özrünü, tövbesini onda saklıyorum, onda tutuyorum, onda takdim ediyorum. Affet yâ Rabbi! Zerreyi güneş yap. Damlayı göl yap. Ruhumu tertemiz yap. Bir vaktin adımını, mazîden istikbâle binler adımların, binler niyetlerin ve ibadetlerin başlangıcı yap!...” dedi… Ve tam o sırada Ezan-ı Muhammedî “Allahuekber” diye, Alaaddin Hoca’nın Medine-i Münevvere’yi, oradaki günleri andıran o güzel sadâsı yükselmeye başladı. Ve şimdi “tıp” diye durmak, taş kesilip donmak zamanıydı. Bu ezan her defasında çarpardı onu zaten. Her okunuşunda kor bir ateş düşerdi yüreğine. “Yeter bu oyun!” dedi. “Son vereceğim artık. Namazsız, abdestsiz günlere elveda…” dedi. Ağır adımlarla yürüdü. Caminin dış avlusunda pembe çiçekler vardı. Bir bacağı sekerek yürüyen bir ihtiyarın elceğiziyle büyüttüğü, göz nuru döktüğü… Eski naylon yağmurluğuyla dolaşan o garip adamın armağanıydı o çiçekler. Neredeydi sahi? Epeydir gözükmüyordu. Hatta bir gün çekine çekine sormuştu ona: “Sizi uzun zamandır izliyorum. Ne yaptığınızı merak ediyorum.” demişti. Yaşlı adam: “Ne yapayım evlât? İşte dünyadan giderayak şu caminin bahçesinde benim de bir hatıram olsun istedim. Caminin avlusu taştan duvardan bir şey gibi göze soğuk görünmesin istedim. Elimdeki şu küçük gülleri ekip büyütmeye çalışıyorum burada.” Sabırlı adamdı. Her gün işinin başındaydı. Merhabalaşırlardı. Bir yazı da yazmıştı: “Lütfen güllere dokunmayınız.” diye. Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur derler ya, adamcağız bakışıyla mayalıyordu oraları. Her gün, ama her gün o da dikkat ediyordu, adam da. Ve küçük pembe güller büyüyordu. Kışın ortasında bile ne güzel bir manzaraydı bu. Her yeri kaplamıştı güller. Adamın dediği gibi, taş duvar, harika bir yeşillikle örtülüydü şimdi. İşte oraya yaklaştı. Bacağı seken adamın diktiği güllerin üzerine bir şebnem gibi bıraktı. Sonra ağır adımlarla hiç kimseye görünmeden içeri girmek istiyordu ve girdi çok şükür. İçerde loş bir yer seçip doya doya Ezan-ı Muhammedî’yi dinledi, dinledi ve ağladı. Çocukluğundan kalma o güzel günleri tekrar yaşadı. Tekrar doğdu namazla. Tekrar doğruldu duâyla, niyazla. Hayata tekrar tutundu o gün, o abdestle, o namazla, o duâyla, o secdeyle. Secdelerdeki o müstesna hâl ile. Çocukluğunda bıraktığı altın damlaları tekrar topladı aynı yerden. Secdeler, seccadeler, alnından öpüyordu onu adeta. Şairin de dediği gibi:
“Beni kimsecikler okşamaz madem; Öp beni alnımdan, sen öp seccadem…”
Ruhu yepyeniydi, dipdiriydi. Bedeni cilâlanmış, kalbi eskisi gibi değildi. Bütün paslardan arınmış, yeniden doğmuştu. İmanın ve inancın kudreti ne kadar da büyükmüş, bir kere daha anladı ve ağladı. İnsan, günde beş vakit böyle tazelenir de, temizlenir de, böylesine yenilenir de, hayatına bu yeniliği katar da, sonra o hayata neler katmaz ki?.. Neler kaybettiğini, kazandığı gün anlar insan. O gün, böyle bir gündü işte. Attığı ilk adımla anlaşılmıştı her şey. Hayata ilk adımını atar gibi ilk namazına adımını atanlara selâm olsun. Duâların arasına bizi de katanlara selâm olsun. Bizi de unutmasınlar inşaallah. Niyazımız budur. Biz de bu ilk adımı onlar gibi atmanın heyecanını duymalıyız ve onlarla beraber bu heyecanı duyacağız İnşaallah. Yeniden yaşamalıyız ve yeniden yaşayacağız İnşaallah. Güneşlerin en aydınlık vaktini, suların en berrağını, duâların en hasını biz de etmek, biz de solumak, biz de içimize çekmek istiyoruz. Doyasıya… İlk günün abdesti, ilk günün namazı ve niyazı gibi… Allahuekber… Allahuekber… Kâinat kardeşlerle beraber… Allahuekber… Allahuekber… Abdeste gösterilen itina, namazın mayasıydı. Namaz, abdestle başlıyordu. Bunu tâ çocukluğundan beri biliyordu. Ama işte… Hayat, tahsil, arkadaş, çevre, dış ülke, okumak derken hayatın ana gayesi onu alıp nerelere götürmüştü. Kucağında hüzün dolu bir ömrün solgun yaprakları duruyordu. Silkeledi. Silkindi. “Allah” dedi ve dirildi. Şimdi artık çok uzaklarda değildi. Yakındı. Çok yakındı Rabbine. Bulutların selâmını alacak kadar, bulutlardan gelen her bir damlayı O’ndan bilecek kadar yakındı. Rüzgâr esse, O’ndan bir rahmet esintisi, bir baş okşamasıydı, bir yüz okşamasıydı. Annenin o yumuşacık elleriyle evlâdını sever gibi, okşar gibi, rahmetin eli de yüzünü okşuyordu. Bunu tâ en başından, çocukluğundan beri biliyordu. Hiç unutmamıştı o günleri. O günleri çok özlüyordu. Abdesti çok seviyordu. Çok ama… Çok… Araya yıllar girmişti, yıllar… Keşke sular kesilse de bir karanlık köşede gözyaşlarıyla abdest alsaydı. Ve o günleri yaşıyordu şimdi. Evet, sular, yaşlar birbirine karıştılar, çağladılar, coştular. Ummanlara karıştılar. Yıkadılar, pakladılar, akladılar. Ruhunun arındığını, kalbinin atışlarının değiştiğini hissediyordu. Adım atışındaki kararlılık bile farklıydı. Niyet ne kadar önemliydi. Ne kadar büyük bir ibadetti niyet. Belliydi. Niyetsiz ne abdest olur, ne de namaz. Hayat, baştan sona bir niyetti adeta. Belliydi işte, belliydi. Günahlar damla damla dökülüyordu sanki. Kirler, yıllar yılı içinde birikmiş, kireçlenmiş olan nice paslar, o eski günahlar tek tek dökülüyordu sanki. Abdestini o kadar dikkatle almıştı ki, mazide kalan yılları tek tek yaşadı o gün. Ve o sonsuz rahmetine Rabbinin, hayran kalıyordu. Bir su damlası, büyümüş, adam olmuştu. Kaytarmış, kaçmıştı, çağrısından uzaklaşmıştı, ama sonunda yüreği daha fazla dayanamadı ve dâvete icabet etti. Aradığını secdelerde bulmuştu. "Namazda ruhun, kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem, cisme de o kadar ağır bir iş değildir." (Bediüzzaman) Bu cümlenin hakikatini ruh ve bedeninde zerre zerre yaşıyordu sanki. Şadırvandaki bir su damlası gibi o da akıp gidiyordu adeta. Aklanıp, paklanıp gidiyordu. Yılların kirleri, günahları, isleri, pisleri dökülüp gidiyordu. “Cömerttir bizim şadırvanın suları.” diyordu bir ihtiyar, caminin müdavimlerinden bir ihtiyar. Birkaç gün evvel oradan geçerken duymuştu bu sözü o ihtiyardan. “Cömerttir bizim şadırvanın suları, cömerttir…” Bu sözün mânâsı yankılanıyordu kulaklarında. “Cömerttir bizim şadırvanın suları, cömerttir…” Kaç açı doyurmuş, kaç muhtacı beslemiş, kaç yoksulu zenginleştirmiştir bu sular. Kim bilir? Kaç günahkâr yüzü ak ekmiştir bu sular. “Cömerttir bizim şadırvanın suları, cömerttir…” Orhan Camii’nin bahçesinden girip de, camdan içerideki cemaati seyredip, onların namaz kılışlarına ağladığı günleri hatırladı. “Allah’ım, bana da nasip et. Beni de onların içine al!” dediği günleri hatırladı. Ağlıyordu. Duâları kabul olmuştu. Önce niyet. Kanatlanmadan uçmak yok. Niyet, amellerin kanadıydı. Bir vakit aramakla geçmişti ömrü. Bir türlü bulamıyordu o vakti. Meğer o vakti bulmak için de niyet gerekti. Bak hele şu işe… Demek ki bir adım atamayanın ve buradan içeri giremeyenin mânisi yine kendisiydi. Ah, dünyada ne engeller aşıp da ilerlemiştik, ne tepeler, ne dağlar keşfetmiştik de, Allah adına atılacak bir adım için mecal yoktu. Oldu mu ya? Oldu mu? Gözü görsün de dili söylemesin insanın, olmazdı… Yükü gözyaşı olan gemiler gibiydi. Şerde inat edeceğine hayırda sebat etmek gerekti. İşte her şeyin özü özeti buydu. Doğduğuna, yaşadığına pişman olduğu günler gerideydi artık. Kendi derdi yetmezmiş gibi fuzûlî bir yığın işle oyalandığı günler geride kalmıştı artık. Nefsin, şeytanın defterini dürdü. Hakta sebat etti. Sabretti. Yürüdü… Amanı zamanı yokmuş meğer. Bismillah deyip, niyetine girip, tez elden başlamak gerekmiş meğer. Kim düşmanı, kim dostu, o gün fark etti. Örsle çekiç arasında kaldığı günler geride kalmıştı. Hatırladı sevgili dedesinin o güzel sözünü. Anneciği de sık sık tekrarlardı ya, doğruymuş: “Namaz, yolda bırakmaz.” Bırakmamıştı işte, bırakmamıştı. Ayakkabılarını giyerken elinden düşüp ters döndüler. Güldü. Mırıldandı: “Eh, bugüne kadar hep onlar bana giydirdi, bugün de ben şeytana pabucu ters giydirdim.” Ve su gibi aktı. Şadırvandan geçerken abdest aldığı yere uzun uzun baktı. Gözyaşlarını kimse görmesin diye sakladı. “Haydi, yeni bir gün başlıyor. Haydi bakalım, Bismillah…” dedi. O gün yepyeni bir sayfa ömrüne açtı. Su gibi aktı, gitti.
Not: Bu yazının ilham kaynağı olan Dr. Sadık Ağabey’e, Cihat ve Tarık kardeşlerime ve bu yolun talihli yolcularına duâyla… 24.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Çocukları ailelerinden alıp sokağa mı atacaksınız? |
Bir iki ilköğretim öğrencisinin başörtüsü ile okula gitmek istemesi, kamuoyunun pek de alışık olmadığı bir tartışmayı alevlendirdi. Hemen herkes aynı soruyu birbirine soruyor: Başörtüsü ilköğretim okuluna da iner mi? Bu soruya verilen cevaplar da, geçmişte başörtüsü ile üniversiteye gitmek isteyen öğrencilere verilen cevaplara benziyor: Düne kadar böyle bir talep yoktu. Şimdi bu talep nereden çıktı? Tartışmalar üzerine açıklama yapan ‘yetkililer’in beyanları ise, kafa karışıklığının delili sayılabilir. Meselâ TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı, bazı velilerin kız çocuklarını başörtüsü ile okula götürmek istemesini değerlendirirken şöyle demiş: “Bu iş daha ileri giderse, aile çocuğu baskı altına alırsa, o zaman çocuk aileden alınır. Tüm bu yetkiler devletin elindedir.” (Hürriyet, 23 Ekim 2010) Elbette bu sözün önü ve sonu da var, ama böyle bir beyana karşı hemen şunu söyleyebiliriz: Siz önce ailesi olmayan ‘sokak’taki çocuklara sahip çıkın, onların eğitim almasını temin edin! Sonra sıra gelirse ‘aile’lerin çocuklarına el koymaya kalkın! Yanlış bilgi ve yanlış kabullerle yola çıkarak bir yere varamayız. Nasıl ki yıllar önce üniversiteye başörtülü gitmek isteyen öğrencilere “Eskiden yoktu, şimdi nereden çıktı?” demek bir çare olmadıysa, ilköğretim okullarına başörtülü gitmek isteyenlere de bu soruları sorarak itiraz etmek anlamsızdır. “Eskiden böyle bir talep yoktu” demek hem gerçeğe uygun değil, hem de probleme çare olmaz. Aslında böyle bir talep geçmiş yıllarda da vardı. Herkes biliyor ki “eskiden yoktu” denilen yıllarda; köylerdeki ilkokullarda kız öğrenciler genellikle 3. sınıfa kadar okula gönderilirdi. Kız öğrencilerin okula gönderilmeme sebebi büyük ölçüde uygulanan başörtüsü yasağıydı. Yine geçmiş yıllarda başlatılan “Haydi kızlar okula” kampanyasının arzu edilen nisbette başarıya ulaşamamasının sebebi de, uygulanan başörtüsü yasağı değil miydi? İstanbul Kartal’da bile bir veli, “Kızını okula gönder” diyen dönemin kaymakamına “Başörtüsü ile gidebilecekse gönderirim” anlamında cevap vermişti. Demek ki bu mesele sadece bu günün problemi değil, yıllardan beri kanamaya devam eden bir yara... Son günlerde tartışmayı alevlendiren hadiseler (hadiselerin aslını bilemiyoruz, ama) ‘provokasyon’ olarak adlandırılsa bile netice değişmez. “Başörtüsü yasağı sona ersin” diyenler bunu talep ederken sadece üniversitelerdeki yasaklara itiraz etmiyorlar ki! ‘Kamusal alan’ dahil her yerde başörtüsü yasağının sona ermesi talep ediliyor ve ediyoruz. Dolayısı ile ilkokulda devam eden yasak da sona ermelidir. Velilerin, çocuklarını tesettürlü olarak okula göndermek istemeleri de bir haktır. “Tesettürsüzlüğü” asıl, olması gereren, tartışılmaz ‘tabu’ olarak kabul edip; ‘tesettür’ü aykırı bir durum, doğru yoldan sapma olarak gören anlayış doğru değil. Son hadiselerin provokasyon olup olmaması milyonların problemi değildir. Yasağın sona ermesi yönündeki talepler böyle ‘provokasyon’larla önlenemez, engellenemez. Türkiye’yi idare edenler gerçekleri görmezden gelmesin, doğru talepleri dile getirenleri de ‘Çocukları ellerinden alırız’ diye tehdit etmesin! 24.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Kamusal alan” sabotesi… |
“Kamusal alan” gerekçesiyle temel hak ve özgürlüklerin başında gelen inanç hakkının engellenmesi, tam bir sabote… Bu konuda son süreçte önce “kamusal alan” karmaşası gündeme getirildi. Başbakan Erdoğan, Bulgaristan’a gitmeden önce havalında, Demirel ve Sezer dönemlerinde başörtülülerin rahatça Çankaya Köşkü’ne gittiklerine işaretle “Sekiz yıl önce kamusal alan mı vardı?” diye sordu. Köşk’teki 29 Ekim resepsiyonunun teke indirilmesi tartışmalarına giren Erdoğan, peşinden partisinin Kızılcahamam kampında, “Cumhura ait olan hiçbir yer cumhura yasaklanamaz” deyip “Bu kamusal alan ne, nereden çıktı?” diye sordu. Anamuhalefet Partisinin başörtüsünün üniversitelerden sonra ilköğretimde ve kamusal alanda da serbest bırakılmasına dair gereksiz evhâmla “güvence talebi”ne mukabil, grup başkanvekillerine “görüşme tâlimatı”nı verdiği siyasî rakiplerini tutarsızlıkla suçladı. Ne var ki ardından ortaya attığı “kamusal alan” konusunu yine kendisi rafa kaldırıldı. Finlandiya ziyareti öncesinde yine havaalanında yedi yıl öncesindeki “kamusal alan” hususunu hatırlatan Erdoğan, “7 yıl önce Türkiye’de kamusal alan diye bir ifade kullanılmamıştır” cümlesinden sonra, “Kamusal alan neresidir, neresi değildir müzakeresi yapılsın. Özgürlükler nereye kadar var tartışılsın” diye ortada konuştu. Daha evvel ‘kamusal alan yoktu” sözünden de bir nevi çark edip “kamusal alan”ı kabul ederek çerçevesinin çizilmesini istedi. Ve CHP’lilerin Cumhurbaşkanının eşinin başörtüsü ile resepsiyona katılmasına karşı, “Bunun kamuda olmayacağı deklâresi” çağrılarıyla başörtüsü hakkı bu kez “kamusal alan” tartışmasına boğduruldu… Bu arada bazı mahallerde başörtülü öğrencilerin ısrarla ilköğretim okuluna girme teşebbüslerine karşı, öncelikle iktidar partisi mensupları tepki gösterdiler. Evvela Millî Eğitim eski Bakanı Çelik, “Bunun bir sabote ve provokasyon” olduğunu bildirdi…
ÇÖZÜMÜN TIKANMASI… Devamında yasakçı zihniyetin öteden beri ileri sürdüğü, “başörtüsü ilköğretime ve memurlara da yansır” mülâhazasına karşı siyasî sebeplerle açıklık getirilmeyip mesele daha baştan çıkmaza sokuluyor. Millî Eğitim Bakanı, açık açık “Yasal boyutta temel eğitimde, ilköğretimde, lisede kılık ve kıyafetin nasıl olacağı bellidir” diye başörtüsüne müsaade edemeyeceklerini belirtti. AKP Kadın Kolları Başkanı, “Bizim kesinlikle böyle bir görüşümüz yok” diye kesip attı. Böylece Meclis’te başlamadan biten partiler arası görüşmeler tıkanırken, “kamusal alan belirsizliği” üzerinden bir kördüğüm daha atılıyor. Belli ki siyaset, kapalı kapılar arkasında ayrı, halka karşı ayrı telden çalıyor. AKP sözcüleri bir yandan “İlköğretimde başörtüsünü ileri sürmek çözümü sabote etmektir” derken, CHP’nin “ilköğretimde ve kamuda güvence talebi”ne, MHP’nin “hizmet verenle hizmet alan ayırımı” önerisine açıklık getirmiyor. Bu kilitlenmeyle üniversitelerdeki başörtüsü hakkının önü kesiliyor. Türkiye Cumhuriyeti mevzuatında hakkında hiçbir hüküm ve kanunun bulunmadığı ve devletin “din işleri”yle ilgili yetkili anayasal kurumu Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Kur’ân âyetleri ve peygamberimizin hadislerine dayanarak fetva kararlarıyla “dinî bir vecîbe” olduğu sabit olan başörtüsü hakkı, basit siyasî hesaplarla öteleniyor. İktidar ve muhalefet, başbaşa verip bu temel hak ve özgürlüğünün teminine dair “sorunu” birlikte çözmek yerine, televizyonlara çıkıp kamuoyu önünde konuyu politize ediyor. Yasadışı yasak, alâkasız “laiklik ilkesi” ve “kamusal alan” gerekçesiyle yasadışı yasağı savunanların ellerine yeni bahaneler ve kozlar veriliyor…
YOKUŞA SÜRMEYE KARŞI İPE UN SERMEK… Gelinen noktada, kanunsuz keyfî yasak sürüyor. Eğitim hakkının inanç hakkıyla takasına devam ediliyor. İkircikli ve çelişkili hal, inanç özgürlüğünü politik polemiklerin atışma alanına çekip çözümü daha da zorlaştırıyor. Tıpkı AKP hükûmetinin Leyla Şahin dâvâsında, AİHM’e, Türkiye’de kadınların kılık ve kıyafetleri hakkında hiçbir kanun bulunmadığını, Diyanet’in dinî delillere dayanarak “başörtüsünün tesettürün bir parçası ve dinî bir vecîbe olduğu” kararını iletmeyip, “YÖK ve yasakçı rektörlerin “gerekçeleri”yle eğitim hakkını engelleyen başörtüsü yasağının Türkiye’deki mevzuata uygun olduğunu” savunması gibi. Başörtüsünün aynen yasakçıların indî mülâhazalarıyla, “siyasî simge”, “laikliğe aykırı”, “gerginlik sebebi” sayması misâli… Neticede, muhalefetin “ek şartlar”la işi yokuşa sürmesine, iktidarın ipe un serip “yeni sivil demokratik anayasa” gibi temel hak ve özgürlüklerin başında gelen başörtüsünü de 2011 seçimleri sonrasına bırakması, siyasetin samimiyetini ve siyasî mülâhazalarla muallel kırılgan mâhiyetini ortaya çıkarıyor. Peki, yasasız yasağın kaldırılması için yasaya gerek olmadığına ve ancak ortak demokratik irâdeyle aşılacağına göre, iktidar partisi, daha önce söz verdiği “YÖK, baraj ve dokunulmazlıklar” önerisini müzâkereye neden yanaşmıyor? Neden göz göre göre çözüm sabote ediliyor? 24.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Olmayanı anlatmak… |
AKP Şanlıurfa Milletvekili Ramazan Başak, Meclis Genel Kurulunda Güneydoğu Anadolu Projesi’ndeki gelişmeleri anlatırken, muhalefet partisine mensup milletvekilleri de ilginç bir tartışmaya girdi. “Değerli arkadaşlar, bunları niye anlatıyorum? Bizim, iktidar olarak en büyük eksiğimiz nedir biliyor musunuz? Yaptıklarımızı yeterince anlatamıyoruz” diye konuşan Başak’a, DSP İzmir Milletvekili Harun Öztürk’ün, “Gerçekten öyle! Olmayanı anlatıyorsunuz!” diye sataşmasından sonra MHP Antalya Milletvekili Hüseyin Yıldız da, “Neyi anlatacaksın?” diye oturduğu yerden seslendi. Konuşmanın bitiminde de CHP’nin Grup Başkanvekili Muharrem İnce söz isteyerek GAP’la şu bilgileri verdi: “Hükümetin 2008-2012 GAP Eylem Planı’nda aktarılmasını öngördüğü kaynak 26,7 milyar TL’dir, 2008 ve 2009’da kaynak kullanımı 4,3 milyar TL’dir. Yani öngörülen parayı aktarabilmesi için 2012’ye kadar 22,4 milyar TL aktarılması gerekir. Yani eğer iki yılda 4,3 milyar TL aktarılmışsa bu öngörülen yapılmayacak demektir, GAP Eylem Planı işlemiyor demektir.” Kimi bardağın dolu tarafını, kimi boş tarafını görür. Kimileri de boş olan bardağı dolu göstermeye çalışır. Tıpkı bu tartışmada olduğu gibi…
MERAK İsrail’in 31 Mayıs günü Gazze`ye insanî yardım götüren Mavi Marmara`ya saldırıp 9 Türk'ü öldürmesinin üzerinden yaklaşık 4.5 ay geçti. Türkiye o zaman büyük tepki göstermiş, iki ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin kopma noktasına geldiği söylenmişti. O zaman yapılan açıklamada İsrail’in bir ayda yapması gerekenler şöyle sıralanmıştı: “İsrail özür dilesin. Öldürülen Türklerin ailelerine tazminat ödensin. Uluslar arası soruşturma kabul edilsin. Gazze’ye uygulanan ablukaya son verilsin…” Aradan geçen sürede bunların hangisi yapıldı dersiniz. Hiçbirisi… Bunlar olmazsa Türkiye’nin sert tepki göstereceği de söylenmişti. Bu da olmuyor. Unutuldu gitti… Vaat edilen gelişmelerin ne zaman gerçekleşeceğini ölenlerin aileleri ile birlikte biz de merak ediyoruz.
KURBANLIK Eskiden Kurban Bayramı yaklaştıkça dinî konularda tartışmalar olurdu. “Bu sene de kurban bayramı hac mevsimine denk geldi” gibi “komik” tartışmaları yaşaya geldik. Bu sene ise, Türkiye’de yeteri kadar kurbanlık hayvan bulunmadığının tartışması yapılıyor. Tartışmanın taraflarından birisi, hatta en önemlisi de Tarım Bakanlığı… Geçtiğimiz hafta içinde konu Meclis genel kuruluna kadar gelip tartışıldı. Tarım Bakanı Mehdi Eker, genel kurulda milletvekillerine kurbanlık hayvan sayısının yeterli olduğunu anlatırken, milletvekillerinin sataşmalarına da cevaplar verdi. “Sayın Bakan, gâvurdan koyun getirmesen, millet kurbanlık koyun kesemeyecek” diyen CHP Muğla Milletvekili Gürol Engin’e, Eker; hangi yıllarda ne kadar canlı hayvan ithal edildiğini rakamlarla açıklamaya kalkınca Engin cevabı yapıştırdı: “Hiç olmazsa kurbanlık koyuna muhtaç olmadılar!” Bu tartışma önümüzdeki günlerde daha epey yapılacak. Kurbanlık hayvan ihtiyacı, fiyatların yüksekliği Kurban Bayramına kadar konuşulmaya devam edilecek.
“TÜRKİYE’Yİ DİNLİYORUZ” Son yıllarda yasal ya da yasal olmayan dinlemeleri çokça konuşur olduk. Yasal olmayan dinlemeler yüzünden günlerdir gazeteciler mahkemelerin kapılarında. Ancak bizim aktaracağım başka bir dinleme olayının bununla alâkası yok. Söz konusu dinleme olunca artık bu işin kara mizahı da yapılır oldu. AKP İletişim Merkezi’nin internet sitesindeki afişte bu anlamda dikkat çekici. Afiş fotoğrafında, Erdoğan’ın telefonlu kulaklıklı resminin yanında “Türkiye’yi dinliyoruz. Akim’i siz de arayın. Akim, 3 yılda 350 bin kişinin derdini şikâyetini, önerisini dinledi. Dinlemekle kalmadı her birini yanıtladı” denilirken, şikâyetlerin nasıl iletileceği de ifade edilmiş. Afiş, Kemal Kılıçdaroğlu’nun da dikkatini çekmiş. Şakayla karışık şu cümleyi sarfetmiş: “Siyasî iktidar ile telefon dinlemeleri arasında tartışılmaz bir ilişki var…” Yoruma gerek yok, çünkü yorum cümlelerin içinde saklı… 24.10.2010 E-Posta: [email protected] |