Baki ÇİMİÇ |
|
Başörtüsü yasağına kaderî bakış |
Güncelliği yıllarca devam eden ve çok hızlı bir şekilde ülkemizin gündemine tekrar çözüm arayışı adı altında gelen “tesettür veya başörtüsü” meselesi yine tartışılıyor ve önemini koruyor. Dinin bir emri olan başörtüsü meselesi senelerce siyâsî çalkantılar ve tartışmalar içerisinde epey örselendi ve yıpratıldı. Hâlbuki insânî ve vicdanî hiçbir kişi bu meselenin çözümünden rahatsızlık duymaması gerekir. Çünkü bu mesele dînî ve vicdânî bir tercih ve insânî bir haktır. Bu hak üzerinden yapılan ucuz hesaplar ve haksızlıklar gayretullaha dokunmuştur. Herkes bu imtihânın sorumluluğunu şahsî ve siyâsî olarak verecektir. Tesettür veya başörtüsü meselesini değişik boyutlardan inceleyebiliriz. Zaten son günlerde bu mesele epey konuşuluyor ve tartışılıyor. Medenî ölçüler içerisinde konuşulması ve tartışılması elbette ki bu problemin çözümüne katkı yapabilir. Yıllardır siyâsî zeminlerde bu hâdisenin konuşulması ve sû-i istimâl edilmesi öncelikle bu hakkı kullanmak isteyenlere zarar verdiği de bir hakîkattir. Biz de kaderî bakış boyutundan başörtüsü ve tesettür meselesini değerlendirmek istiyoruz. Çünkü kâinatta hiçbir hâdise yoktur ki, kaderin şumûlü harici olsun. Hele ki musîbet ciheti de olan hadîselerde beşerin zulmü arkasında muhakkak kaderin hissesi ve adaleti vardır. Bu noktalara da değineceğimiz değerlendirmelerimizde özellikle meselenin ehl-i îmâna bakan yönlerini tefekkür etmek istiyoruz. Çoğu meselede olduğu gibi tesettür veya başörtüsü meselesinde de birileri yine hâlen işin kışır boyutunda geziniyor. Bir türlü başörtüsü meselesi lüb ve öz olan emir boyutuna geçemiyor. Hâlen ulemâ-yı ehl-i zâhirlerin de aldandıkları yer olan illet ve hikmet meselesi karıştırılıyor. Hikmeti illetin önüne geçirmek ve böylece lübbü kışıra fedâ etmek olan “Lübbü bulmayan, kışır ile meşgul olur”1 cihetine hamlediyor. Tesettürün hiçbir dünya maslahatı için fedâ edilmemesi gereği ve gerçeği atlanıyor. Dahâ fazla kışır ve dış görünüş ciheti nazarlara sunuluyor. Hakîkatte tâife-i nisânın fıtratının gereği olarak emredilen tesettür basitleştirilerek dünyevîleştiriliyor. Üzerinde çok u’cûbe yorumlar yapılıyor. Böylece lübbe ulaşılamayınca lübdeki sır kışırdaki sûrete kurban ediliyor. Öncelikle tesettürün rûhlarda ve kalblerde ma’kes bulan emir ciheti ve fıtrat yönü atlanıyor. Yani lübbü ve özü öncelenmesi gerekirken kışrı ve kabuğu ile gündemde kalınmasına çalışılıyor. Ancak rûhlarda ve kalblerde ma’kes bulacak olan îmânî salâbet ve tesettürden sonra sûretteki görüntüler de hakîkate ve rızâ ma’kamına ulaşacaktır İnşâallah. Ümîdimiz ve inancımız böyledir. Musîbet sadece kışırdaki kusurlardan değil, lübdeki kırılmalardan terâküm eden kaymalarla verdirilen fetvaların toplamı olmalı ki; zalimlerin tasallutuna kaderin fetvası olmuş olmalıdır. Tekrar o kalbî ve fıtrî lübbe dönülsün ve sadece Allah rızâsı için fiiller derûhte edilsin. İşte o zaman bütün mesele hallolacaktır İnşâallah. Buradan şunu rahatlıkla anlıyoruz ki, zaman çok ızdırârî duâ vaktidir. Duâya devam edilmelidir ki, kalbler toplu olarak Rabb-i Rahîm’e yönelsin. Musîbet devam ediyorsa, duâ vakti de devam ediyor bilinsin. İnşâallah kalbî, fiilî ve kavlî duâlarla zulmün kalkmasına ve hakkın hükmünün ve hürriyet-i şer’iyenin tahakkukuna çalışılsın. Ubûdiyet niyeti ile vazîfeler yapılsın ve netice Rabb-i Rahîm’den beklenilsin. “İnsan zulmeder, kader adalet eder” hükmüne göre acaba başımıza gelen bu musîbette kaderin nasıl bir adaleti vardır? Bu dünya imtihân dünyasıdır. Onun için de burada Yüce Allah hikmeti ile hükmetmektedir. Ahirette ise kudreti ile tecelli edecektir. İnsanın başına gelen hadîselerde beşerin hissesi olduğu kadar, kaderin de hissesi vardır. “Her şeyde, her musîbette, husûsan beşer eliyle gelen zulümlü musîbetlerde, Risâle-i Kader’de beyân edildiği gibi, iki sebep var. Biri: Zâhiren esbâba bakan beşerdir. Diğeri: Kader-i İlâhî’dir. Beşer, zâhirî esbâba bakar; bâ’zan yanlış eder, zulmeder. Fakat kader, başka noktalara bakar, adalet eder.”2 İşte bu hakîkat, musîbetlerin altında yatan hikmetlerin îzâhıdır. Üstadımız Bedîüzzamân Saîd Nursî Hazretleri buna şöyle işaret etmektedir: “Maatteessüf başımıza gelen şefkat tokatını, iki üç gündür, kat’î bir kanaatla anladım. Hattâ, ehl-i isyan hakkında gelen bir âyetin çok işârâtından bir işâreti bize bakıyor gibi hissettim. O da şudur: yânî: ‘Onlara ihtâr ettiğimiz ders ve nasîhatı unuttukları ve amel etmedikleri vakit, onları tutup musîbet altına aldık.’”3 Yukarıdaki âyete göre başımıza gelen musîbetlerde ve tokatlarda ihmâl ettiğimiz “Onlara ihtâr ettiğimiz ders ve nasîhatı unuttukları ve amel etmedikleri vakit, onları tutup musîbet altına aldık” 4 hakîkatıdır. Acaba hangi ihtâr edilen dersleri ve nasîhatleri unuttuk ve amel etmedik? Şu gelen noktalar olabilir mi diye düşünüyoruz. Ehl-i îmân olarak dünyevîleştik. Her hâdisede dünyamızın rahatını düşündük. Bu ise ekseriyet teşkil edip kadere fetvâ verdirmiş olabilir. Hâlbuki dünyayı ahiretin mezraası ve esmâ-i ilâhînin tecellîgâhı bilmeliydik. Başörtüsü zulmünün altında çok hikmetler saklıdır. Bu musîbeti sadece kızlarımız ve nisâ tâifesi ile sınırlamak çok yanlış olur. Mutlaka hepimizin “Umûmî musîbet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zâlim eşhâsın harekâtına fiilen veya iltizâmen veya iltihâken taraftar olmasıyla mânen iştirak eder, musîbet-i âmmeye sebebiyet verir”5 hakîkatinden hissesi olmalıdır. Başörtüsü gibi Allah’ın emri ile farz olan bir ibâdet, emir boyutundan dünyevî maslahat, görüntü ve hatta modaya kurban edildiği görünüyor. Tesettür nisâ tâifesinin fıtratının bir gereği iken, bu cihet unutulmuş olabilir. İstisnâlar mevzûmuzun haricindedir. Emir boyutunda sırf ubûdiyet gereği yapılan tesettür elbette ki rızâ-i İlâhiye mazhar olur. Burada dahâ çok umûmî musîbete bakan cihetler değerlendirilmektedir. Kalbler Allah’ın elindedir. Hiç kimse için “Sen böyle yaptın?” diyerek meseleyi şahsîleştirmemek gerekir. Ancak seküler bir hayatın ehl-i îmânı dünyevîleştirmediğini kimse iddiâ edemez. Bu musîbetlerle esâsında kader adalet ediyor diyebiliriz. Hepimizden öncelikle enfüse dönmemiz, ubûdiyet ve duâlarla tekrar hakîkî mâ’nâda kalbî hicretlere yönelmemiz isteniyor olmalıdır. Bu kalbî hicretlere ulaşamadıktan sonra musîbetler şekil değiştirerek devam edebilir. Çünkü “Zalim Allahın kılıcıdır. Onunla intikamını alır, sonra o kılıcı da kırar” bir hakîkattir. Rabbimiz biz kullarının arş-ı kemâlâta ulaşmasını istiyor. Ancak kul kendi irâdesi ile buraya ulaşmakta tembellik yapıyor ve kullukta, duâda aksamalar baş gösteriyor. Yüce Allah kullarını musîbetlerle aciz bırakıp kendisine ve kulluğuna dönmesini istiyor. İşte bu cihetle de kader adalet ediyor olmalıdır. Son cümlelerimiz Risâle-i Nûrlardan: “Zâhirde zararlı gibi görünen şeyler, hakîkatte nimettir. Zahmette rahmet vardır. İmân hizmeti uğrunda başımıza ne gelse hayırdır. Biz başımıza geleceği düşünmekle mükellef değiliz, hizmet-i Kur’âniye ile mükellefiz. Biz, Rabb-i Rahîmimizin daima inâyeti altındayız. Ölsek şehidiz, kalırsak Kur’ân’ın hizmetkârıyız. İslâmiyet düşmanları bizi müebbed dünya hapsine de mahkûm etseler, bizler yine Risâle-i Nûr’un hizmetindeyiz, diye îmân etmişler ve fakat sadece imanla kalmamışlar, bilfiil de amel etmişlerdir, meydandadır.“6 İşte böyle davranmak ehl-i îmânın şe’nidir.
Dipnotlar: 1- Muhâkemât, 2006, s: 74. 2- Kastamonu Lâhikası, 2006, s: 384. 3- Lem’alar, 2005, s: 638. 4- En’âm Sûresi, 6: 44. 5- Sözler, 2004, s: 279. 6- Tarihçe-i Hayat, 2006, s: 828. 11.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Hasan GÜNEŞ |
|
Eğitim ve tahkikî iman |
Geçenlerde medyada, satır aralarında geçen bir konu vardı. Son dönemlerde dinî hürriyetlere ve demokrasiye karşı uygulamalarıyla dikkat çeken bir hareketin önemli aktörlerinden, iki bürokrattan bahsediliyordu. Her ikisi de muhafazakâr ailelerden geliyorlarmış, hatta birisi çocukluğunda Kur’ân eğitimi de almış. Belki yüzdeye vurulduğunda bu tür insanların sayısının çok az olduğu düşünülecektir. Çünkü İslâmî yaşantıya karşı çıkanların büyük ekseriyetinin, farklı bir çevreden yetiştikleri ve İslâm’ı hiç bilmedikleri malûm… Çoğu tamamen yanlış bilgilerle; maksatlı propaganda ve saptırmaların etkisiyle hareket ediyor. Ancak bütün bunlara rağmen dindar ailelerin içinden de bu tür kişilerin çıktığını ve çıkabileceğini unutmamak gerekiyor. Bunların istisna olmadığını ve zamanın ahir zaman olduğunu hatırdan çıkarmamak gerekiyor. Evet, dünya imtihan dünyası ve son nefese kadar devam ediyor… Kimsenin kimseye gerçek mânâda faydası yok. Çünkü insanın gücü tebliğden öteye geçemiyor. Ayrıca hiç kimsenin de imtiyazı yok. Peygamberin (asm) kızı Fâtıma da (ra) olsa garantisi yok. O da çalışıp gayret etmeli, onun ailesi de onun için endişe etmeli, gayret etmeli ve mutlaka bir program takip etmeli. Peygamberimizin (asm) bu konudaki hassasiyeti malûmdur. Dindar ve geleneklerine bağlı bir Anadolu ailesi, “Dinini yaşasın, ahiretini kurtarsın, varlığımızın en önemli sebebi olan dinimizi müdafaa etsin ve milletimizin makus talihini yenerek Batıya karşı haklarımızı elde etsin” diye çocuğunu okula gönderiyor. Çocuk ise, başkalarının temsilcisi ve âleti olarak bambaşka bir hayat tarzı ve despot bir anlayış ile ailesinin ve toplumun karşısına çıkıyor. Bugün ailelerin işi her zamankinden daha zor… Sabahtan akşama kadar, hâlâ devam eden ve başka bir ülkede benzeri bulunmayan tek parti müfredatı ile yapılan bir eğitim… Daha sonra yoğun bir televizyon bombardımanı… Aradan çocuğu beş-on dakikalık gayretlerle kurtarabilirsek büyük başarı. Bugün hem Türkiye’de hem de İslâm dünyasında büyük bir eğitim seferberliği var. Belki de eğitim furyası demek daha doğru. Sınavlar, skandallar furyanın bir göstergesi. Başta ekonomik meseleleri çözmek ve konforlu bir hayat yaşamayı hedefleyen, Batı formatında olduğu iddia edilen fakat gerçekte basit bir taklidi olmaktan öte gidemeyen bir eğitim sistemi… Bu furya Osmanlı’nın son zamanlarındakilere çok benziyor. II. Abdülhamid Han belki de en çok okul açan ve Batıya en çok öğrenci gönderen devlet adamıdır. Ancak okullardan mezun olanlar, önce padişahı, sonra asırlarca dünyaya hükmetmiş koca Osmanlı devletini tahtından indirdiler. Milletin ayaklarına öyle bir pranga vurulmasına sebep oldular ki, hâlâ tam mânâsıyla çıkaramadık. Bugün eğitim sisteminde gizli ve açık hâlâ, tabiatçılık, materyalizm ve demokrasi karşıtlığı zihinlere kazınıyor. Beyinler yıkanıyor. Gelişmiş bir Batı medeniyeti; geri ve aşağı ve güya çağdaşlaştırılması gereken bir Asya ve İslâm dünyası imajı şuur altına sokuluyor. Batı, demokrasi hususunu çözdüğü için diğer meselelerde çok zorlanmıyor. Dinlerini terk edenler bile, bizdeki gibi milletinin karşısına inatçı bir yasakçı olarak çıkmıyorlar, çıkamıyorlar. İnsan hakları gibi normlarla zararsız yöneticilik yapabiliyor, milletine yine de faydalı olabiliyorlar. Ülkemizde uygulanan materyalist ve jakoben anlayış ise herkesi birbirine yabancı ve düşman hale getiriyor. Şüphesiz devletten beklenenler de bir yere kadar. Geri kalanı dindar ailelere ve müesseselere düşüyor. Ezbere dayalı dinî eğitim yerine, kalıcı ve sağlam olması için; araştıran, sorgulayan ve öğrendiği bilginin nerede, nasıl işe yarayacağını da öğreten bir eğitim mutlaka gerekli. Elbette Kur’ân-ı Kerim’i en ince fonetiğine ve tecvidine kadar öğrenmek çok önemli. Ancak Kur’ân’ın, sonsuz ilim ve kudret sahibi olan Âlemlerin Rabbinin bir hitabı olduğunu ve bize bir hayat nizamı olarak emredildiğini; niçin ve sebepleri ile beraber, sevdirerek hem akla, hem de kalbe nakşetmek çok daha önemli… İkisi mutlaka beraber verilmeli. Bazı bilgi ve uygulamalardaki noksanlık bir şekilde telâfi edilebilir veya en azından Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve affının şümulündedir. Ancak, Kur’ân-ı Kerim’e ve Peygamberimize (asm) bağlılık, sevgi ve saygı gibi imanî hususlardaki eksikliğin telâfisi olmadığı ve en nihayetinde çizgiden çıkmakla sonuçlandığını unutmamak gerekiyor. Zamanımızın aldatıcı unsurları, makam-mevki ve maddî imkânlar gibi imtihan vesileleri ve fitnelere karşı ayakta kalabilmek için her şeyden önce tahkikî ve kuvvetli bir imana sahip olmak gerekiyor. Çocuklara ve gençlere aşırı bilgi yüklemek yerine, İslâm’ı sevdirmek, günümüzde de yaşanabilir olduğunu ve iki cihan saadeti için tek çıkış yolu olduğunu öncelikle öğretmek gerekiyor. 11.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Risale-i Nur’un medyadaki dili |
Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin vefatının 50. yılına tekabül eden bu sene, Yeni Asya’nın 41. hizmet yılına girdiği 21 Şubat’ta verdiğimiz ilâvenin başlığı, hatırlayacağınız gibi, “Risale-i Nur’un medyadaki dili” idi. Bu ilâvede, yine Üstadın bir mektubunda geçen, “Risale-i Nur’un matbuat lisanıyla konuşmak zamanı geldi veya gelecek gibidir” cümlesindeki mânânın günlük gazete boyutunu tahakkuk ettirme idealiyle yola çıkan Yeni Asya’nın bu çizgide yaptığı yayınlardan örnekler sunmuştuk. Risale-i Nur’un farklı güncel konularla ilgili çarpıcı mesajlarını manşetten duyuran bu örnekler, Yeni Asya’nın bu çerçevede ortaya koyduğu hizmeti gözler önüne seren nümunelerden sadece bazılarıydı. Ve Yeni Asya’nın çıkan her bir sayısı, bu mânâyı ifade eden zengin örneklerle dolu. Başka hiçbir şey olmasa, birinci sayfayı çevirir çevirmez okuyucunun karşısına çıkan Lâhika sayfası, başlı başına bunu ifade ediyor. Onun dışında, haberler, makaleleler, yorumlar, resimler, hattâ karikatürler, dikkatleri Risale-i Nur’a çevirme ve güncel olayları Üstadın mesajları ışığında yorumlama nokta-i nazarıyla hazırlanıyor, yazılıyor, çiziliyor. Geride bıraktığımız hafta içinde, Yeni Asya’nın, “Risale-i Nur’un medyadaki dili” olduğunu tasdik ve teyid eden yeni örnekler sergiledik. Bunlardan biri, İstanbul İlim ve Kültür Vakfı tarafından tertiplenen 9. Uluslararası Risale-i Nur Sempozyumunun açılışını duyurduğumuz 4 Ekim tarihli “İşte Bediüzzaman gerçeği” manşetimizdi. 20 bin kişilik salondaki muhteşem kalabalığı yansıtan büyük bir fotoğrafla verdiğimiz bu manşetin, okuyucularımız tarafından da büyük bir memnuniyetle karşılandığını, aldığımız olumlu mesajlarla gördük. Hafta içindeki bir başka yayınımız, hizmetlerimizle ilgili görüşmelerde bulunmak üzere ABD’ye giden Yönetim Kurulu üyemiz Nejat Eren’in Wisconsin’daki Milwakee Cezaevi Din Sorumlusu Ronald Beyah’la yaptığı röportaj oldu. Röportajın 8 Ekim’de birinci sayfada yarı manşet olarak verdiğimiz başlığı “ABD’li mahkûmlara Risale-i Nur veriliyor” idi. Haftanın üçüncü ve son örneği ise dün, 10 Ekim tarihli gazetemizin manşetinde yer alan “Rusya’daki risale yasağına tepki çağrısı” oldu. Bir yerel mahkemenin Haşir Risâlesi hakkında verdiği kararı eleştiren manşet haberinde, Rusya Asya Kısmı Müftülüğü İnsan Hakları Savunma ve Eğitim İşleri Başkanı İlham Mirac’ın dâvâ safahatını ve kararın perde arkasını anlatıp, bu karara karşı Türkiye başta olmak üzere dünyadan destek talebiyle protesto çağrısını ifade eden açıklamaları yer aldı. Bu meyanda, Özbekistan’daki Nur Talebelerine yapılan—ve daha önce yine Yeni Asya’nın manşetlerine konu olan—baskıları hatırlatarak, çağrısını onlar için de tekrarladı Mirac. Bir hafta içinde peş peşe gelen bu üç örnek, 17 Eylül’den bu yana logo üstünü süsleyen Bediüzzaman TIR'ı haberleriyle birlikte, “Risale-i Nur’un medyadaki dili” ifadesinin Yeni Asya’ya ne kadar yakıştığını tekrar gözler önüne serdi. *** Risale-i Nur ve Diyanet Risale-i Nur Sempozyumunun açılışındaki en dikkat çekici konuşmalardan birini yapan Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Görmez’in, 4 Ekim’de haber olarak da verdiğimiz konuşmasının sonunda açıkladığı tarihî gerçeği burada da kayda geçirmek istiyoruz: “Mâlûm olduğu gibi, Risale-i Nur Külliyatı ülkemizin tarihinde muhtelif dönemlerde mahkemelerde yargılanmıştır. Bu mahkemelerin de zaman zaman bilirkişi raporları desteğini alabilmek için Diyanet'e müracaatları olmuştur. Türkiye’nin büyük mahkemelerine Diyanet'çe, Hey’et-i Müşavere azalarınca, bazen il müftülerince takdim edilen tarihî belgeleri okuduktan sonra; iç dünyamda oluşan coşkuyu sizlerle paylaşmak istiyorum. Türkiye’nin en zor zamanlarında Diyanet İşleri Başkanlığınca bu mahkemelere verilen 17 ayrı bilirkişi raporunda risalelerle ilgili menfî bir tek kelimenin olmayışının, Başkanlığın tarihine şerefle yazılması gereken bir belge olarak kaydedilmesini düşünüyorum. Rize Müftüsü merhum Yusuf Karaali’den, Diyanet'i 25 yıl omuzunda taşıyan, emek veren Ahmet Hamdi Akseki merhuma kadar, Ali Rıza Hakses’e kadar, Heyet-i Müşâvere içerisinde yer alan bu büyük âlimlerin her birisi sizce ‘Henîen leküm, henîen leküm’ (Kutlu olsun) mesajını hak etmiyorlar mı?” 11.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Halimizden memnun muyuz? |
“Hem görmüyor musun ki, zarurî kuttan ziyâde Müslümanların elinde bırakılmıyor? Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gaspeder…” (Bediüzzaman Said Nursî) Türkiye'mizde, bilhassa sağ kesimde ve dindarlardaki “teslimiyet hâlini” gördükçe, dünyanda zıp zıp oynaşan istifhamların işgaine uğruyorsun: Hakikaten halimizden memnun muyuz? Veya herkes haline razı, bilhassa şu ekonomik gidişattan memnun da, yalnızca ben mi itiraz ediyorum. Yani sıkıntı şahsımda mı? Otuz seneyi aşkındır iki kıt'a arasında gidip gelmekle geçen zamanlar, bizi biteviye mukayeselere götürüyor. Dünyanın sair kıt'a ve ülkelerindeki medenî güzellikeri gördükçe, vatanımızla karşılaştırmalar yapıyoruz. Bizdeki güzellikleri hayal ediyoruz. Ve bu güzelliğin nasıl Türkiye'ye gelebileceğini düşünüyoruz. Bu fıtrî düşünceden, vatanını ve milletini seven hiç kimse uzak kalamaz. Vatanımızda arabayı benzin istasyonuna çekerken karşımıza çıkan gariplikleri, bize göre yanlışlıkları sorgulamak hakkımız olmamalı mı? Buradaki benzin fiyatlarının AB ülkelerinden çok pahalı oluşu, Türkiye'deki işçinin çalıştığı ücretle Almanya'daki asgarî ücret ister istemez zihinde sıraya giriyorlar. Türk işçisinden asgarî ücret olarak dört misli maaş alan Alman işçisi benzini 1 Euro 35 cente dolduruyor. Halk ise buna pahalı diyerek feryat ediyor. Ülkemin komşuları acaba bir litre benzini kaç liradan kullanıyorlar? Rusya, İran, Irak, Suriye ve hatta Yunanistan bile… Bu fakir ve garip milletin paralarını kimler çalıyor ve gaspediyor? Vergilerden soyutlayarak da mukayese yapabilirsiniz… Benzin pompasına elim giderken gözüme garip bir reklâm ilişiyor. Filan bankanın kartıyla ücretinizi öderseniz şu kadar avantajınız olacak… Size şu şu hediyeleri vereceğiz, diyor. Yani elimizdeki peşin parayı almıyor, bankaya gönderiyor… Cebime banka kartını zorla sokuşturanlar sakın hırsızlar, gaspçı ve dolandırıcılar olmasın… Banka dedik de, global faiz oranları zihne geliyor. Ekonomik krizin Amerika, Avrupa ve Japonya gibi finans merkezlerinde sıfıra yaklaştırdığı faizlerin bizde yüzde 8-10 arasında değiştiğini biliyor muydunuz? Ve iktidarın maharetiyle satılan bankaların yüzde yetmişinin üzerindekilerin Rotschild, Rockefeller ve Soros’la çalışan ekiplere ait olduğunu kimsecikler bize söylemiyor. Yani kullandığımız sıcak para da, enflasyon da, dalgalı kur da artık bizi ilgilendirmiyor. Zira parayı veren düdüğü çalıyor Türkiye'de… Başbakanın meydanlarda ve ekranlarda verdiği doğru olmayan bilgilere ve rakamlara dindarlarımızın itiraz etmemesini siz garipsemiyor musunuz? Düne kadar demokratları faizcilikle suçlayan bu kadroların, Türk vatandaşlarının hayat ve servetlerinin zalim Avrupa kâfirleriyle Asya münafıklarınca ipotek edilmesine seyirci kalmalarının, insanımızdaki “adalet” duygusunu derinden derine sarsacağı kanaatindeyiz. İnternet üzerinden kelepir fiyatına haraç mezat satılan fabrika ve yatırımları görüp duyduğu halde hâlâ hükümete kalben taraftar olanların kronik “tarafgirlik ve inat” hastalığına yakalandıklarını düşünüyoruz. Kötü emsal olur mu? Bugünkü rakamları 28 Şubat’ın ölüm döşeğine düşürdüğü Ecevit'in bitkisel hayata girmiş ekonomisinin rakamlarıyla karşılaştırarak kendisini “başarılı” göstermeye çalışan hükümete sessiz kalan çoğunluk, Avrupa zalimlerinin yağma ve garatına kuvvet veriyor, diye düşünüyoruz. Sabit hat üzerindeki telefon hizmetlerinin Avrupa ve Amerika'da cüz'î bir abone fiyatıyla bedavaya yakın olduğunu bilmeyenler, hükümetin milleti Telekom'a niçin soydurduğunu soramayabilirler. Ya bilenler ve bildiği halde dilsiz kalanlar… Büyük bir vebal değil mi? Türkiye'nin bundan on yirmi sene önce kendisine ait sanayi markaları vardı. Mutfak eşyasında, beyaz eşyada, giyimde, ayakkabıda, orta ağır sanayide ve makinada… Serbest piyasa, globalleşme ve devlerle yarışma sloganlarıyla “imalât ekonomisinin” zalimlerce nasıl piyasadan süpürüldüğünü göremeyenler, İstanbul çarşılarını azıcık dolaşmalıdırlar. Globalleşme ve küresel rekabet kelimelerinin arkasına sığınıp bu ülkeyi zalimlerin ekonomik işgaline açanlardan hesap sormayı düşünemeyenlere ne demeli? Almanya'da ve diğer AB ülkelerinde gözle görünen bir uygulamayı arz edeyim: Temel gıda maddelerinin fiyatları sermayeyi belli ellerde toplamaya çalışan zalimlere bırakılmaz. Fiyatlar halkın gücüne göre ayarlanır. Hatta bu zalimler, Latin Amerika topraklarını kiralayarak küresel mânâda bir oyuna gitmek istediler. AB ve ABD'nin müdahaleleriyle, şimdilik muvaffak olamadılar. Fakat Türkiye'nin maalesef bu oyuna geldiğini müşahede ediyoruz. Asgarî ücreti 650 TL olan tarım ülkesi Türkiye'deki temel gıda maddeleri AB fiyatlarını maalesef çoktan geçmiş durumda. Kuş gribi ile beyaz eti zabt u rabt altına almaya başlayanlar milletin nefesini tüketmek üzere kırmızı ete de el uzatmış durumdalar. Bizim kanaatimize göre bugüne kadar “kalıcı bir hayırlı işe” muvaffak olamayan hükümet, insanımızın sefalet içinde yaşamasına ve hastalıklarla boğuşmasına sebep olacak süreci tetikliyor. Yukarıdan beri arz etmeye çalıştığımız üç- beş noktaya itiraz etmek isteyenler, evvelâ internetin başına geçmeli; dünyadaki dengeleri, önceliklerimizi, geçmişimizi, günümüzü ve yapılanları güzelce mukayese etmelidirler. Hükümetin geçici, palyatif, pansuman niteliğindeki icraatlarının ve milyonlarca dolarla yaptırdığı propagandaların Türkiye'ye ve millete ne denli zarar verdiğini İnşaallah akıl gözleriyle göreceklerdir. 11.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Mânevî ameliyatlar - 1 |
Abdullah Bey: “Risâle-i Nur’da geçen ‘ameliyat-ı cerrahîye, ameliyat-ı dâhiliye ve ameliyat-ı insaniye’ kavramlarını açıklar mısınız?”
Risâle-i Nûr’da kalbin hastalıklardan arınmasını ifâde eden mecazi bir sıfat tamlaması olarak kullanılan ameliyat-ı cerrahiye; sözlükte, cerrâhî operasyon, tıbben yapılan ameliyat, bir hastalığın tedâvîsi için vücudun içinin bıçakla açılarak hastalığa müdâhale edilmesi ve hastaya yapılan cerrâhî müdâhale ve operasyon demektir. Cenâb-ı Hakk’ın en sevdiği kullarına hastalıklar verdiğini ve böylece rahmet etmesi ve bağışlaması için hastalıkları birer vesile kıldığını beyan eden Bedîüzzaman, bundan dolayı hastalıkların dış görünüşlerine bakıp ah demek yerine, iç mânâlarına bakıp oh denilmesi gerektiğini tavsiye eder. Bedîüzzaman’a göre, eğer hastalıkların mânâları güzel olmasaydı Hâlık-ı Rahîm en sevdiği kullarına hastalıklar vermezdi. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm), “İnsanların en çok belâ ve musîbete maruz kalanları peygamberlerdir, sonra evliyalardır. Sonra da derecelerine göre diğer insanlardır” buyurmuştur.1 Başta Eyyûb Aleyhisselâm olmak üzere sair peygamberler, evliyalar ve derecelerine göre salih kimseler çektikleri hastalıklara birer halis ibadet ve rahmet hediyesi nazarıyla bakmışlar, sabır içinde şükretmişler; hastalıkları Hâlık-ı Rahîm’in rahmetinden gelen birer ameliyat-ı cerrahîye nevinden görmüşlerdir.2 Bedîüzzaman’a göre, “O’nun yüzü dışında her şey helâk olacaktır”3 âyetinin meâlini gösteren “Yâ Bâkî! Ente’l-Baki!” cümlesi, dünya ve dünyadaki sevgililerin ayrılıklarından ve ölümlerinden gelen hadsiz mânevî yaralar için bir ameliyat-ı cerrahîye hükmündedir. Çünkü “Ya Baki! Ente’l-Baki!” cümlesi bütün hadsiz manevî yaralara hem merhem, hem ilâçtır. Yani, “Sen bakisin. Giden gitsin. Sen yetersin. Madem Sen bakisin; giden her şeye bedel Senin bir rahmet cilven kâfidir. Madem Sen varsın; Senin varlığına iman ile intisabını bilen ve İslâmiyet sırrıyla o intisaba göre hareket eden insana her şey var. Fenâ ve zevâl, mevt ve adem bir perdedir, bir tâzelenmektir; ayrı ayrı menzillerde gezmek hükmündedir” demektir. Böylece o yüreği yandıran, kalbe ayrılık acısı veren, hüzünlü, elemli, karanlıklı, dehşetli ruh hâli; sevinçli, neşeli, lezzetli, nurlu, sevimli ve hoş bir ruh hâline döner. Dil ve kalp, hatta vücudun bütün zerreleri hal dili ile “Elhamdülillah” derler.4 “Ya Baki! Ente’l-Baki!” cümlesinin, kalpte âdeta cerrahî bir ameliyat yaparak kalbin ilgisini Allah’tan başka her şeyden çekip aldığını söyleyen Saîd Nursî, muhabbetin, yaratılışta insana verilen bir köklü duygu olduğunu, fakat bu duygunun Cenâb-ı Hak için kullanılması gerekirken, varlıklar için kullanıldığını; hâlbuki muhabbet edilen varlıkların durmayıp gidiyor oluşları, insana daima dayanılmaz ayrılık acısı verdiğini; insanın hadsiz muhabbetinin, böylece hadsiz azaplara dönüştüğünü, bunun ise insan kalbine dayanılmaz yaralar açtığını kaydeder. Oysa Bedîüzzaman’a göre, ayrılık azabını çekmekte kabahat ve kusur insanın kendisine aittir. Çünkü kalbindeki hadsiz muhabbet duygusu hadsiz ve baki bir güzel olan Cenâb-ı Allah’a yönlendirilmek üzere verilmiş iken o insan bu duyguyu kötüye kullanarak yüzünü fani varlıklara çeviriyor. Böylece kusur ediyor; kusurunun cezasını ise ayrılık azabıyla çekiyor. İşte insanın bu kusurdan uzaklaşıp, fani sevgililerden alâkasını keserek, sevgililer onu terk etmeden evvel, o fani sevgilileri terk ederek muhabbetini yalnız Baki olan Cenâb-ı Allah’a çevirmesini ifade eden “Ya Baki! Ente’l-Baki!” cümlesi; “Hakikî Baki yalnız Sensin. Senden başka her şey fanidir. Fani olan elbette baki bir sevgiye değmez. Madem o hadsiz sevgililer fanidirler. Beni bırakıp gidiyorlar. Onlar beni bırakmadan evvel ben onları ‘Ya Baki! Ente’l-Baki!’ diyerek bırakıyorum. Yalnız Sen bakisin. Ve Senin baki kılman ile varlıklar bekaya mazhar olmaktadırlar. Öyle ise her şey, ancak Senin muhabbetin ile sevilir. Yoksa kalbin alâkasına lâyık değildirler.” mânâsını kalplerde perçinliyor. İşte bu halde bir kalp, hadsiz sevgililerinden vazgeçiyor. Fani sevgililerin güzellikleri üstünde fanilik damgasını görüyor ve kalbî alâkasını koparıyor. Eğer koparmazsa sevgilileri adedince manevî yaraları olacaktır. İkinci defa “Ya Baki! Ente’l-Baki!” cümlesini söylediğimizde ise, bu beka cümlesinde, hadsiz yaralarımıza hem merhem, hem de hadsiz ilâç bulmaktayız. Yani demek istemekteyiz ki: “Madem Sen bakisin; yeter, her şeye bedelsin. Madem Sen varsın; her şey var.” 5 Yarın İnşallah devam edelim.
Dipnotlar: 1- Kenzu’l-Ummâl, 3/326/6780. 2- Lem’alar, s. 215. 3- Kasas Sûresi, 28/88. 4- Lem’alar, s. 245. 5- Lem’alar, s. 21. 11.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Kendileri ahkâm kesecek, Peygamberimizin (asm) yorum hakkı olmayacak! |
Bu yazıyı iki kesim için kaleme aldık. Birisi, “Hadise gerek yok, biz yalnız ‘Kur’ân İslâmı’nı kabul ederiz, Kur’ân ne diyorsa o…” diyenler... İkinci kesim ise, “Mezhep imamları Kur’ân’ı ve Sünneti anlayamadı. Kur’ân’ı rafa kaldırıp kendi görüşlerini ileri sürdüler! Biz Kur’ân üzerinde yıllardır araştırıyoruz, biz de Kur’ân’ı anlarız...” iddiasında… Yeni tanıştığımız muhatabımızın 15’inden beri Kur’ân ve hadis üzerinde araştırmalar yaptığını, bir kitap yazdığını, yakında yayınlanacağını söylemesi üzerine şahitler huzurunda sorduk: “Afedersiniz, ne iş yaparsınız?” “Emekliyim.” “Nereden emekli oldunuz?” “Kömür işletmelerinde işçi idim…” Olabilir, bir işçi Kur’ân ve hadis konusunda uzman olmayacak diye bir kaide yok! Muhatabımız derin meselelerde ahkâm kestiğine, “Mezhep imamlarına ihtiyaç yok!” dediğine göre, en azından Arapçayı öğrenmiş olmalıydı! “Arapça biliyor musunuz?” “Bilmiyorum!” “Kaç hadis ezber biliyorsun?” “…” “O zaman konuşmamıza, tartışmamıza gerek yok!” Sünnet-i Seniyye’nin, Hadis-i Şeriflerin Kur’ân’daki yerini e-posta ile göndermek ve bu meseleleri daha müsait bir ortamda müzakere etmek için sözleşip ayrıldık. Sünnet-i Seniyyeyi, hadis-i şerifleri ve Kur’ân ile Sünnet-i Seniyye’ye ittibâ eden, onları yorumlayan, ibadetlerini ihlâs ve takva ile ifa eden ilim deryası müçtehidleri, selef-i salihin denilen geçmiş dönemlerin faziletli âlimlerini aradan çıkarıp, kendilerini ortaya koyuyorlar! Öte yandan Peygamberimize (asm) izafe edilen birkaç söz uğruna, ilimlerinin kifayetsizliği yüzünden hikmetini anlayamadıkları bütün sahih hadis-i şerifleri inkâra kalkıyor veya aradan çıkarıyorlar! Kendileri, Kur’ân hakkında ahkâm kesecek, bir-üç-beş kitap yazacak; ama Kur’ân’ın kendisine vahyedildiği ve onu insanlara tebliğ etmekle vazifeli Peygamberimiz (asm) onu yorumlamayacak! Heyhât! Peki, diyelim ki siz kendinize göre Kur’ân’ı anlayacaksınız! Dini emirler, nehiyler Kur’ân’da teferruâtlı olarak açıklanıyor mu? Abdesti nasıl alacak, namazı ne zaman ve nasıl kılacaksınız? Orucu nasıl tutacak, orucu bozmayan, bozan halleri nasıl bileceksiniz? Zekâtı kime, hangi şartlarda vereceksiniz? Hacca ne zaman gidecek, nelere dikkat edeceksiniz? Aile yuvasını nasıl kuracaksınız? Nikâhın şartları; eşlerin, aile biriylerinin birbirlerine karşı hakları, görevleri nelerdir? Çocuklarınızı kime göre eğiteceksiniz? Hayatınızı Kur’ân’a göre nasıl yaşayacaksınız? Yarın, hadis-i şerifin, sünnet-i seniyyenin Kur’ân’daki yerini ele almaya çalışalım. 11.10.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Hasan amcamızın yetimleri |
Bugünkü köşemizde, İstiklâl Harbinin kahraman kumandanlarından Kâzım Karabekir Paşanın hayattaki değerli kızı Timsâl Hanımın pek yakında yapmış olduğu bir açıklamanın geniş bir özetini sizlere takdim ediyoruz. AA tarafından da servis edilen bu haberde, Timsâl Hanım, 2002 yılında babası adına kurulan vakfın çatısı altında çok mânidar bir hizmeti sergilemek istiyor. Timsâl Karabekir, vaktiyle (1920) babası tarafından yetimler yurdunda yetiştirilen ve orduya kazandırılan, sayıları tahminen altı bin civarındaki subayın hayattaki çocukları ile torunlarını biraraya getirmenin hasreti içinde. Pek yakın bir zamanda da bu hasretini dindirmek ve tarihimizde emsâli görülmemiş çok farklı bir organizasyona imza atmak arzusunu taşıyor. İşte, Timsâl Hanımın konuya dair yaptığı açıklamanın bir özeti: “İstiklâl Harbi yıllarında, Erzurum ve çevresinden toplanan yetim çocuklarla Gürbüz Çocuklar Ordusu'nun kurulması ve Sarıkamış'ta bir çocuk kasabası oluşturulması, babamın en önemli hizmetlerindendi. Zaten kendisi de 'Hayatımda bana zevk veren hayli başarılarım vardır. En zevklisi, binlerce yetim ve bakımsız çocuğun hayat ve geleceğini kurtarmak olmuştur' sözüyle, bu konuya yaklaşımını ortaya koymuştur. "Babam, çocukların asla bakımsız kalmaması gerektiğini, aksi takdirde girdikleri sosyal ortamlarda seviyenin düşmesine yol açacaklarını söylerdi. "Bizler de onun, Kurtuluş Savaşının zorlu şartlarında binlerce çocuğa sahip çıkarak yaptığı vatan hizmetini, kendisinin adına, 2002 yılında kurulan vakıf aracılığıyla yapmaya çalışıyoruz. Kâzım Karabekir Vakfı'nın başkanlığını ablam Hayat Feyzioğlu, müdürlüğünü ise ben yapıyorum. Ayrıca 1930 yılında yıkıcıdan satın alıp tamir ettirdiği ve uzun yıllar oturduğumuz evi de 2005 yılında müzeye dönüştürdük. "Babamızın önem verdiği ve hatta bugünler için sakladığı özel eşyalarını müzede sergiliyoruz. Bunun yanı sıra, yaklaşık 60 öğrenciye burs sağlıyoruz. Hacca gitmek için yola çıkan karınca misali, babamızın yolunda, evlâtlarımıza hizmet edebilmek için çaba harcıyoruz.” Timsal Karabekir, Dünya Harbi ve İstiklâl Harbi yıllarında yetim kalan, sokaklarda, ağaç kovuklarında, mağaralarda yaşayan, ağaç yaprağı, ot yiyerek hayatta kalmaya çalışan 4 bin erkek, 2 bin kız olmak üzere 6 bin çocuğu toplayarak Gürbüz Çocuklar Ordusu'nu kuran babası Kâzım Karabekir'in, Allah'a imanı ve çocuğun kudsî emanet olduğu inancıyla hareket ettiğini vurgulayarak, şunları söylüyor: “Kâzım Karabekir için bu çocukların hangi ırktan olduğu değil, 'evlât' olmaları önemliydi." Çetin savaş yıllarında, Gürbüz Çocuklar Ordusuna alınan çocuklara, yeme, içme, barınma gibi temel ihtiyaçlarının karşılanmasının yanı sıra, meslekî, kültürel, sportif eğitimler de verildiğini, her birinin yeteneğine göre yönlendirilerek, meslek sahibi yapıldığını anlatan Timsal Karabekir, ayrıca diyor ki: “İnanması gerçekten zor, ama o günün şartlarında sinemacılık, şimendifer, buhar makinesi tamiri, sıhhiyecilik eğitimleri dahi veriliyordu. Hatta çocuklar küçük çaplı ameliyatları yapabilecek duruma gelmişti. Orduya potin, kıyafet dikerek de yarar sağlıyorlardı. Bugün bile çok yaygın olmayan spor dallarında eğitim alıyorlardı... Bugün Türkiye'nin hangi kentine gitsem, Gürbüz Çocuklar Ordusu'nda yetişenlerin çocuklarıyla ya da torunlarıyla karşılaşıyorum. Bundan da mutluluk duyuyorum.”
Mehmet ve Abdullah nerede?
Timsâl Karabekir'in sözünü ettiği yetim çocuklar arasında bizim de iki akrabamız var. İkisi de kardeş olan bu akrabalarımızın isimleri Mehmet ve Abdullah'dır. Soyisimlerini ise bilemiyoruz. Onların babaları Hasan ile rahmetli dedem Cündi, milis kuvvetlerine bağlı olarak Kafkas Cephesinde (1914–18) harbettiler. Sason–Muş arasındaki bölgede çıkan bir çatışmada, Hasan amcamız şehit düşüyor. Harbin o dehşetli zamanında hanımı da kayıplara karışınca, 8–10 yaşlarındaki oğulları olan Mehmet ile Abdullah, yetim ve öksüz kalıyor. 1920 senesinde olsa gerek, komşu köye (Tumok/Gümüşörgü) köyüne giden iki kardeş, bir daha evlerine dönemiyor. Edinilen bilgiye göre, hükûmet görevlileri gelip babaları şehit düşmüş bu iki çocuğu alıp yetiştirme yurtlarına götürüyor. O günden sonra, onlardan bir daha da haber alınamıyor. En kuvvetli ihtimale göre, onlar "Yetimler Babası" olarak da bilinen Kâzım Karabekir Paşanın kurmuş olduğu yurtlara götürülmüşler ve orada yetiştirilip orduya kaydedilmişlerdir. İşte, şimdi Timsâl Hanım, o kimselerin hayattaki çocukları ve torunlarını biraraya getirmek istiyor. Haliyle bizler de merak ediyoruz: Acaba, kayıp akrabalarımızdan olan Mehmet ile Abdullah'ın çocukları, yahut torunları da onların arasında mı? Doğrusu, onların izini nasıl takip edeceğimizi (soyadlarını bilmiyoruz) ve bu 90 yıllık hasretimizi nasıl dindireceğimizi bilemiyoruz. Bize bu konuda yardımcı olan çıkarsa, bizi nihayet derecede memnun ve minnettar edeceklerdir. 11.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Giyim kuşam önemlidir |
Moda ve özenti adına dağınık ve paspal kıyafetleri tercih etmek uzunca bir zamandır gençlerimizin öncelikli ve önemli tercihlerinden oldu. Hiç taranmamış veya çok acaip bir şekilde taranmış saçlarla gezip dikkatleri celb etmek yine günümüz gençlerinin gayeleri arasına girdi. Giyim tarzlarında, giysilerin çeşit, renk ve biçimlerinde kız-erkek tercihleri eşitlendi; hatta bazen erkekler bayan kıyafetlerini, bayanlar da erkek kıyafetlerini rahatça tercih edebiliyorlar. Eskiden inançlarına, ideolojilerine göre, fikir ve düşüncelerine göre giyim-kuşamı tercih etmenin yerine, bugünün gençleri inanç ve ideolojilerini bir tarafa koyarak, his ve heveslerini, keyf ve zevklerini ön plana çıkarıyorlar ve o yönde giyim ve kuşamlarının şeklini, saç ve sakallarının biçimini seçiyorlar. Asıl olan, his, heves ve zevklerin tatmini olunca, bazı gençlerimiz de pahalı ve marka giyim tarzını tercih ediyorlar. Sıradan görünmemek için, sıradan giysilerin ötesinde her insanın giyemediği ayakkabı ve elbiseleri pahalı da olsa tercih etmeyi alışkanlık haline getiren gençlerimiz de az değil. Hiçbir insanın giyim-kuşamına, saçına-sakalına karışmak ve bunun için hiç kimseyi kınamak gibi bir niyetimiz yok ve olamaz. Çünkü hiç kimseyi giyim-kuşamına göre değerlendirme gibi bir alışkanlığımız da yok. Zira yukarıda da belirttiğimiz gibi bu zamanda bir çok konuda karışıklıklar olduğu gibi, giyim-kuşamda da çok garip karışıklıklar hüküm sürüyor. Artık, eskiden olduğu gibi, dış görünüşlerine bakıp da insanların düşünce ve inançlarını tahmin etmek kolay değil. Nice dağınık ve paspal görünümlü, beş vakit namazlı, itikadı güçlü gençlere şahit olduğumuz gibi; oldukça düzenli ve temiz kıyafetli bazı gençlerin de dini yaşantıdan uzak, manevî değerlere mesafeli olduklarına rastlıyoruz. Yine, tesettüre dikkat etmeyen, hatta dekolte kıyafet tercih eden, fakat orucunu tutan, namazını kılan bazı hanımlara rastladığımız gibi; tesettürlü olduğu halde namaz kılmadığı gibi, nice haramlara girmekten çekinmeyen bazı hanımların varlığı da inkâr edilemez. Bu manzaralar, elbette iç açıcı, doğru manzaralar değil. Gönül arzu eder ki, inançlarımızla, dini yaşantımızla mütenasip bir dış görünümü de önemseyelim. Hal ve hareketlerimizle, giyim ve kuşamımızla da dinimizin güzelliklerini dışarıya yansıtalım. İnançlarımızla pek uyumlu olmayan ve yanlış anlamalara sebep olacak, su-i zanlara kapı aralayacak giyim kuşamları tercih etmeyelim. Keşke moda ve görenek adına, inançlarımıza, örf ve adetlerimize hiç de uygun olmayan, tuhaf görünümlere girmeseydik. Bu noktada da zevk ve heveslerimizden ziyade dinimizin güzel ve nezih tavsiyelerini esas almak en doğru yoldur. Her konuda olduğu gibi giyim kuşam konusunda da dinimizin tavsiye ettiği, temiz ve düzenli bir kıyafet şeklidir. Her türlü kibir ve gururu akla getirecek giyim-kuşamdan uzak durmak da yine dinimizin tavsiye ettiği bir durumdur. Bununla ilgili olarak Efendimiz (asm) “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kişi cennete giremez” buyurduğunda sahabe-i kiramdan bazıları: “İnsan elbisesinin, ayakkabısının güzel olmasını sever” deyince, Efendimiz (asm): “Allah Cemil’dir, güzeldir, güzelliği sever. Kibir hakkı beğenmemek, şımarmak ve insanları küçümsemektir.” (Kenzü’l-Ummal, 3: 528) Bu meyanda Efendimizin (asm) “Allah, kibirli kibirli elbisesini çekiştirip duran kişinin yüzüne bakmaz. O elbise ister helâl yoldan, ister haram yoldan temin edilmiş olsun” hadis-i şeriflerini de dikkate almak lâzım. Diğer taraftan bu işin hemen bütün ehl-i dini alâkadar eden yönü, dindar olarak bilinen insanların hâl ve hareketleriyle olduğu gibi giyim ve kuşamlarıyla da örnek olmaları gerekir. İtici değil celbedici olmaları gerekir. Bu noktada insanların dış görünümlerinin önemli olduğunu unutmamak lâzım. Bu meyanda Efendimizin (asm) “Güzelce giyinip kuşanınız; kıyafetinizi düzeltiniz. Tâ ki insanlar arasında siyah üzerindeki beyaz gibi görünesiniz” tavsiyelerine kulak vermekte fayda var. 11.10.2010 E-Posta: [email protected] |
S. Bahattin YAŞAR |
|
Yakalanacağımız kaçışlar yaşıyoruz |
Sabah yürüyüşündeyiz. Parkta sonbahar esintisi hakim. Kuşların cıvıltısı her zamanki gibi etkin. Sabahın bu erken saatinde yüzlerce insan yürüyüşte. Tabiî herkes bir başka yürüyor. Hayatta her yürüyüşün özel olduğu burada da anlaşılıyor. Yürüyüşten öte bir başka meşgul insanlar. Yürüyüş, hayatın gerçekliğini yansıtmayan bir görüntü taşıyor. Yürürken, rahat değil insanlar. Suratlar daha bir asılmış. Sabahın bu özel saatinde bu yüz hatları çok sağlıklı değil. Problemler sanki bu saati fırsat bulmuş. Rahat, huzurlu, mutlu, neşeli ve hayata hayat katan yürüyüş değil bunlar. Birazdan evine dönünce, şöyle bir duş alıp, ‘Oh bee, rahatladım.’ diyemeyecek bu insanlar. Sosyolojik, psikolojik gerçekler insan yüzlerinde birer anket sonucu gibi duruyor. Rahatlamak için kazanan, mutlu olmak için çalışan insanların kazandıkları ve çalışmaları; rahatlamayı ve mutlu olmayı sonuç vermiyor. İnsanlar sanki bir şifreyi unutmuş gibi yaşıyorlar. Mutluluğun adresi, ‘biraz daha’, ‘biraz daha’ diye diye kayboluyor. Varın mutluluğunu yaşamayan, ‘biraz daha’nınkini hiç yaşayamıyor. Kazandıkça kaybetmek, acı bir son. Kalbin selâmeti, fikrin istikameti, bedenin sıhhati gün be gün yok oluyor. Yapmak niyetiyle çıkılan işler, maddî ve manevî yıkımları sonuç veriyor. Sigara gibi, alkol gibi. İnsan onu tükettiğini zannederken, kendisi tükeniyor. İçtikçe ve içine çektikçe; o, onu içine çekiyor. Kafesini kendi eliyle örüyor insan. Sonra da, ‘benim elimde her şey’ dediği şeylerin esiri oluyor. Batağa düşen insanlar, mutlu değil bu durumdan. Ama düşmüşler bir kere çıkamıyorlar. Hatta miskü amber zannedip yüzlerine, gözlerine bulaştırıyorlar. İnsan, kendi kendini ne de zavallılaştırıyor. ** Sabah yürüyüşündeyiz. Tek başına yürüyüş yapan insanlar sanki bir ciddî kalabalık içinde. Bakışlarından, yürüyüşlerindeki tedirginlikten bu anlaşılıyor. İnsan, sabahın o erken saatinde tek başına yürüyüş de yapsa, yalnızlaşamıyor. Dünya ve dünyalık varlıklar peşini bırakmıyor insanın. Hesaplar kitaplar yaşanmaz hale getirmiş hayatı. “Bu saat kendime özel” diye bir zaman dilimi kalmamış. Peşinden koştukça da kaçar hale gelmiş, uğrunda yorulduklarımız. Oysa bir adım atana, on adım; yürüyerek gelene koşarak gitmek vardı. ** Yürüyüşteyiz. Buradakiler genelde, hastalıklar sonrası yürüyüş. Yani hayat çarpmış, insan düzeltmeye uğraşıyor. Yürüyüşler, gerçekten çarpık. Zihin yorgunluğu, yük taşırcasına kambur hale getirmiş insanları. Düşüncenin, sırtta taşınan yüklerden daha ağır olduğunu düşünüyorum. Öyle sarmal hale gelinmiş ki, sıyrılmaklar, kaçmaklar, uzaklaşmalar imkânsızlaşmış hale gelmiş. Kendisine hizmet etmesi gereken unsurların hizmetkârı olmuş insan. Değmeyecek sevgiler yüklemişiz varlıklara. Yüklerimizi indirmeliydik. Yalnızlaşmalıydık dünyada. Yalnızlaşmalı ve yalnızlaşmaya alışmalıydık. Çünkü geliş de, gidiş de tek başına dünyada. Aslında yaşarken de yalnızız. Etrafımızda kalabalıklar artmış; şehirlerde caddeler renk renk, farklı farklı duygu taşıyan yüzlerle yüzbinler, milyonlar dolaşıyor. Ama insanlar yine yalnızlar. Koluna girdiğiniz insan, farklı dünyalarda, farklı duygularla yaşıyor. Aynı evde yaşamak, aynı duygularda olmak anlamı taşımıyor. Her oda meçhule akıp giden bir kompartıman. Anne farklı, baba farklı, çocuklar çok daha farklı istikametlerde seyrediyor. Aynı sona gitmiyor evin odaları. İşte asıl kopuş bu. Asıl fırtına burada. Ama kaçışlar yaşıyoruz. Yakalanacağımız kaçışlar… ** Oysa biz yürüyüş yapıyorduk. Yürüyüş yazacaktım ben de. Ama işte yürüyüşlerin tablosu bu. İçe yürüyemiyoruz. Onun için ikili yürüyüş yapanlar biraz daha şanslı gibi. Sabahın o erken ve diri vaktinde, o ne konuşmaklar öyle. O ne konu bolluğu. O ne gerginlik. O ne neşe. O ne hayat tahlili öyle. Ölçüsüz gülmekler; kahkahalar. Bu gülmek değil, bir problem teşhisi. Beyefendi, yürüyüş esnasında, yanındakine “Benim bütün olumsuz davranışlarımın altında onun davranışları yatıyor.” diyor. Yani sen yoksun, o var, öyle mi? Bu mu kişilik? Bunun neresinde irade? Senin davranışların başkasının tetiklemesi ile ise, sen kimsin ve neredesin? Zayıf varlıklar insanlar. Neyse çaktırmayın, yürüyüşteyiz.Kendimize gelme antrenmanları bunlar! 11.10.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Yalancı çobanın Avrupa’ya saldırı ihbarı! |
Biz pek farkında olmasak da, Amerikalı ve Avrupalılar hâlâ 11 Eylül saldırıları sonrası panik havasını kısmen yaşıyorlar. Arada bir yakalanan sözde saldırı hazırlığındaki el Kaide militanları haberleri de bu gerginliği sürdürmeye yarıyor. Geçen hafta da yine ABD kaynaklı bir saldırı tehdidi Avrupa’yı alarma geçirdi. Güya Batı Avrupa’ya yönelik büyük bir el Kaide saldırısı bekleniyordu. İngiltere, Fransa ve Almanya’ya aynı anda saldırılacağı ileri sürülüyordu. Bu ülkelerin başşehirlerindeki önemli binalara ve turistik yerlere komando saldırıları düzenlenecekti. Ancak beklenen olmadı. Şimdi Avrupalılar Amerika’nın bu alarm ihbarlarının ardında başka sebepler olup olmadığını sorgulamaya başladılar. Zira Avrupalılara bir hafta boyunca hayatı güçleştiren bu ihbarların, Pakistan’ın içinde son zamanlarda artan ve genellikle sivilleri vuran ABD’nin insansız uçak ve helikopter saldırılarının hemen ardından gelmesi bu kuşkuları arttırdı. Bir İngiliz vatandaşını da vuran son saldırıların yakın bir tehdidi önlemeye yönelik olmadığını Pakistanlı yetkililer bildiriyordu. Şimdi CİA’nın Pakistan ve uluslar arası toplumda büyük tepki toplayan bu insansız uçak saldırılarının etkisini savuşturmak için bu ihbarları yaptığı yorumları yapılıyor. Acaba Amerika, ‘siz bizim sivilleri vurmamıza kızıyorsunuz, ama el-Kaide hâlâ çok güçlü ve sizi vuracak. Biz bunu engellemeye çalışıyoruz’ mu? demek istiyordu? Zira the Guardian gazetesinin haberine göre, Avrupa istihbarat yetkilileri ve kıdemli Pakistanlı diplomatlar Batı Avrupa’daki hedeflere saldırı ihbarlarının ‘itibar edilebilir yeni bir bilgiye dayanmadığını’ söylüyorlar. Yeni Dünya Düzeni planının uygulamaya konulması için, yeni düşman icat etme kaygısı içinde hedef olarak Müslümanları seçen ABD derin devletinin besleyip büyüttüğü el-Kaide’nin şimdi de Obama’nın siyasal hedefleri için bahane olarak kullanılıyor olması mümkün. Terör tehdidinin ABD iç siyasetinde de kullanılmasının bir hedefi de gelecek ay yapılacak olan kongre ara seçimleri. Zira Amerikan kamuoyu gerek Afganistan’daki başarısızlıklar ve gerekse gittikçe artan kayıplar yüzünden, Obama’nın Afganistan siyasetinden hoşnut değil. Buna 30 bin yeni askerin daha gönderilmesiyle savaşın tırmandırılması da eklenince, kamuoyunda yükselen sesler artıyor. Yapılan anketler de ara seçimlerde Cumhuriyetçilerin oylarını önemli ölçüde arttıracağını söylüyor. Ancak terörle halkı tehdit etmek hiçbir zaman iktidara yarar getirmez. Yalancı çoban misali ABD’nin istihbaratları dikkate alınmamaya, Amerikan kamuoyu korkutuldukları düşmanın göstermelik olduğunu görmeye, Pakistanlılar da sivilleri öldüren Amerikalılara ‘artık yeter’ demeye başlayabilirler. Kısacası; bu son saldırı tehditlerinin boş çıkması, Nobel Barış Ödülü sahibi Obama’nın, dünya barışına değil, kaosuna hizmet ettiğini, iç politika uğruna, dünyayı huzursuz etmeyi bile göze alacak kadar gözü kara olduğunu bir kez daha gösterdi. Umarız ABD, bu asılsız terör ihbarları ve müttefiki Pakistan’da sivillere saldırmakla ne içeride ne dışarıda yarar sağlayamayacağını anlar ve Obama artık ödülüne lâyık bir lider olma yolunda adım atmaya başlar. 11.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
“Herkes”in anlamı mı değişti? |
Yıllardan beri binlerce, belki de milyonlarca kişinin mağduriyetine sebep olan “başörtüsü yasağı” ile ilgili yorum ve değerlendirmeler “mecburen” devam ediyor. Kimse “Bu konu kapansın, gündemden düşsün” diyemez, çünkü ortada çeyrek asırdır devam eden haksız bir uygulama ve binlerce mağdur var. Bu sebeple gerek iktidar ve gerekse muhalefet partileri bu konuda açıklamalar yapıyorlar. Yakın zamana kadar yasağın devam etmesine sebep olan CHP, bu tavrın kendisine pahalıya mal olduğunu nihayet anlamış olmalı ki, bu konudaki tavrını nispeten değiştirdi. Artık üniversite öğrencilerinin başörtülü olarak sınıflara girmesine itiraz etmiyor... Fakat CHP’nin ‘özgürlükçü düşüncesi’ bir noktada sona eriyor. Bir gazete, bunu şöyle özetlemiş: “Kılıçdaroğlu, türbanda kırmızı çizgilerini anlattı: İlkokulda, ortaöğretimde, kamuda olmaz.” Aynı gazetenin manşeti de şöyle: “Herkese özgürlük.” (Cumhuriyet, 10 Ekim 2010) Düne kadar yasağı savunanların “herkes” anlayışı niçin bu kadar sınırlı? “Herkes”in içine niçin ilkokul ya da ortaokul öğrencileri girmez, giremez? Üniversitede serbest olan başörtüsü, niçin başka yerlerde ve elbette ‘kamusal alan’da serbest olmasın? Başörtüsü yasağının tamamen sona ermesi gerektiğini inkâr ederek “herkese özgürlük” sağlanamaz. “Üniversite dışında yasak sürsün” diyenlere şunu hatırlatmak isteriz: Bakınız, düne kadar üniversitelerde başörtüsü yasağını hararetle savundunuz. Peki elinize ne geçti? Sizi bugün bu yanlıştan geri adım attıran nedir? Elbette Türkiye ve dünya gerçekleri ile “suların tersine akamayacağı” gerçeği... O halde, hür ve demokrat diğer ülkelerde olduğu gibi niçin Türkiye’de de her kademede başörtüsü serbest olmasın? Dün üniversitelerdeki yasağı savunurken nasıl ‘yanlış’ yaptıysanız, bugün de ‘ilkokul ve kamuda yasak olsun’ diyerek aynı yanlışı yapmaya devam ediyorsunuz. Bu yanlış kabullerle Türkiye’de siyaset yapma imkânı yok. Daha doğrusu, bu anlayışın millet nezdinde bir karşılığı, bir geleceği yok. Lütfen yanlışta ısrar etmeyi bir kenara bırakın ve gerçekleri görün. Bakınız, tam olmasa bile kısmî bir serbestlik toplumda bir rahatlamaya sebep oldu. Tam serbestlik ise devlet ve millet kaynaşmasını temin edip, diğer sıkıntıları da sona erdirebilir. “Herkese özgürlük” deniliyorsa, bu ‘herkes’in içine ‘herkes’ dahil edilsin. “Herkes” anlayışını sadece üniversite öğrencileriyle sınırlı tutmak hem Türkiye hem de dünya gerçeklerini inkâr etmeyi sürdürmek anlamına gelir. Gelin, yarından tezi yok, bu yanlıştan vazgeçin... Bu yanlışta ısrar ederseniz, ‘kaybedenler sınıfında’ yer almaya devam edersiniz. Sizi bir yanlıştan (üniversitelerdeki yasağı savunma yanlışı) geri adım attıran Türkiye ve dünya gerçekleri, bu yanlıştan da (kamuda yasak devam etsin yanlışı) geri adım attıracaktır. Geri adım atın ki Türkiye’nin önü ve ufku açılsın... 11.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Döviz savaşı |
Uzunca bir süredir uluslar arası arenada bir mücadeleye şahit oluyoruz. Kimileri adına “Kur savaşı” diyor. Ama... Top tüfek kullanılmıyor... Kansız... Sessiz sedasız... Cereyan ediyor. Bütün çaba... Millî paranın değerini düşük tutmak için. İlk nazarda garip gelebilir. Bir ülke parasının değerlenmesini neden istemez ki. Şundan: Parası değerli ülke dış ticarette rekabet gücünü kaybediyor. İhraç ettiği ürünlerin fiyatı pahalanıyor, ithal ürünleri ise ucuzluyor. Kaçınılmaz akıbet: Dış ticaret açığı... Yerli sanayinin dar boğaza girmesi... İşsizlik. Tabiî bütün faturayı döviz fiyatlarına çıkarmak gerçekçi olmaz. Yine de önemli bir faktör. O yüzden ülkeler paralarının değerlenmemesi için her yolu deniyor. En klâsik yöntem Merkez Bankalarının döviz satın alarak piyasaya yerli para enjekte etmeleri. Geçenlerde Japon Merkez Bankası bu amaçla piyasadan 12 milyar dolar çekti, yuan/dolar paritesi iki puan yükseldi. Para birimi Real’in aşırı değerlendiğinden yakınan Brezilya da aynı yolun yolcusu. ABD Merkez Bankası sürekli dolar basarak değerini düşürme peşinde. Euro’nun bu sebeple dolar karşısında değer kazanması Avrupa Birliği’nin tepkisini çekti. Almanya ihracatta zorlandı. G. Kore, Tayvan, Malezya paralarının değerini düşürmek için çare arıyorlar. Esas kavga ise ABD ile Çin arasında. Bilindiği gibi Çin dünyanın en büyük ihracatçısı ünvanını Almanya’dan aldı. ABD ucuz Çin mallarının istilâsına uğramış vaziyette. Rekor cari açık veriyor. Yuan’ın değerini arttırması için ABD, Çin hükümetine baskı uyguluyor. Çin baskılara boyun eğmiyor. Zira büyüme stratejisinde ihracat temel unsur. İhracatının sekteye uğramasına rıza göstermiyor. Anlayacağınız herkes aşırı değerli millî paradan kaçıyor. Amaç daha fazla mal satmak. Halkına iş ve aş sağlamak. Döviz kazandırmak. Biz mi ne yapıyoruz? Şu gerçeği tesbit edelim. TL nerden bakarsanız bakın, nasıl hesaplarsanız hesaplayın aşırı değerli. Bunda herkes mutabık. 2001’den beri fiyatlar yüzde 150 artmış, dolar/TL paritesi neredeyse sabit. Buna can dayanmaz. İhracatçılar isyan ediyor... Cari açık büyüyor... Sıcak para imdada yetişiyor... Yarınlar ipotek altına alınıyor. Başbakan ne diyor? “Biz değerli TL istiyoruz. Lira’nın değer kaybetmesinden yana değiliz.” Döviz geliriniz giderinize yetiyorsa eyvallah. Elbette hepimiz “değerli TL’den” yanayız. Ama rekora koşan bir cari açık veriyorsanız, oturup bir kere daha düşünmelisiniz. Ve sormalısınız: Başka milletler neden paralarının değerini düşürmek için yırtınıyorlar? 11.10.2010 E-Posta: [email protected] |