Yasemin YAŞAR |
|
Eş seçimi ve kader bağlantısı |
Gerek hanımlar, gerekse genç kızlarla yaptığımız kader sohbetlerinde evlilikte eş seçimi meselesinin kaderî boyutu çok konuşulan, sorulan ve tartışılan meselelerden olmuştur. Genelde evlilik adımlarında cüz-i ihtiyârînin çok devrede olmadığı, bu birlikteliğin cebri (ızdırârî) bir kaderle meydana geldiği görüşü hakim görüştür. Öncelikle şunu tesbit etmeliyiz ki, evlilik kaderî bir mesele olup, ister ızdırârî, ister ihtiyârî olsun meşîet-i İlâhînin asıl olduğu bir fiildir. Bu konuya bu açıdan yaklaşım, kader ile ilgili ileri geri konuşmaları engelleyecek bir kul yaklaşımıdır. Bu meseleyi anlamak için kaderin yani Allah’ın takdirinin şu üç şekilde gerçekleştiğini hatırlamakta fayda vardır. Bunlar; kul, bir şeyin olmasını ister, ancak Allah onun olmasını murad etmezse, o fiil vücuda gelmez. Eğer vücuda gelmeyen bu arzu, hayır ise, kul niyetinin mükâfatını görür. Şer ise, durum biraz daha farklılaşır, bu konu ayrı bir konudur. İkinci husus ise, kul bir şeyin olmasını ister, Allah da onun olmasını murad ederse, o fiil vücuda gelir. Bu fiilin yaratılmasına kulun cüz’î iradesi sebep olduğundan dolayı kul bu fiilinden mes’uldür. Hayır ise, mükâfat; şer ise ceza görür. Üçüncü olarak, kulun hiçbir müdahalesi olmaksızın, sırf Allah’ın dilemesi ile yaratılan fiillerdir. Bu fiillere kulun cüz’î iradesi karışmaz. Genelde Allah bir kulunu sabır veya şükür imtihanına tabi tutacaksa, o fiili cüz’î irade olmaksızın yaratır. İşte kaderin bu üç hükmü veçhesinden meseleye bakmak gerekir. Bu noktalardan hareketle, eş seçimi meselesinde iki yaklaşım bulunmaktadır. Bunlardan birisi, Allah’ın, ezelî ilmiyle, evlenecek kadın ve erkeğin cüz’î iradelerini kullanarak, birbirleriyle evlenmek isteyeceklerini bilmiş ve kaderde takdir etmiş olmasıdır. Yani “İlim, malûma tâbîdir” görüşü asıldır. İkinci yaklaşım ise; ya şükür ya da sabır imtihanı için kulun cüz’î iradesi karışmaksızın Allah iki kişiyi karşılaştırır ve onları evlendirir. Gerek ihtiyarî, gerekse ızdırârî olarak gerçekleşen evliliklerde mutluluk, uyum söz konusu ise, bu şükredilecek bir nimettir. Fakat esas sorun ve soruların yoğunlaştığı kısım, mutsuz evlilikler, tercih edilmeyen bir eşin kısmeti olması veya hiç tercihte bulunmadan zorla evlendirilmelerin kader bağlantısı noktasıdır. Üstelik bu soruyu soranların içinde bulunduğu konuma göre de (evli-bekâr) cevap değişiklik arz edecektir. Meselâ, evliliğe adım atmamış olanlar için, ızdırârî kader yaklaşımı, cüz’î iradeyi ref eden cebrî bir yaklaşım olup, insanı sorumluluktan uzaklaştırıp, duâ kapısını kapayan ve tembelliğe atan bir düşünce olacaktır. Zira insan, her ne olursa olsun, vicdanen hissettiği iradesinin hakkını vermelidir. Çünkü âyet ve hadislerde nasıl bir eş seçilmesi gerektiğine dair öğütler ve emirler bulunmaktadır. Bunlardan birisi, Peygamber Efendimizin (asm) meâlen eş seçimi ile ilgili şu hadisidir: “Bir kadın şu dört şey için nikâh edilir: Soyu, güzelliği, zenginliği ve diyaneti. Siz, dindar olanını tercih edin” tavsiyesi, tercihler için pusula niteliğindedir. Gelelim evlenmiş, fakat evlilik hayatında mutsuz olan, yanlış bir eşle evlendiğini düşünen kişilerin bu meseleye yaklaşımının nasıl olacağına. Biz kulların bu meselede, ızdırârî kader mi hükmediyor, yoksa ihtiyârî kader mi olduğunu düşünmekten ziyade, bir âdî şart hükmünde olan iradeyi, iradedeki meyli veya meyildeki tasarrufu hangi istikamette kullanacağımız meselesidir. Zira kişi iradesini kullanır, Cenâb-ı Hak da meşîet ederse, bu evlilik gerçekleşir.
EŞ SEÇİMİNDE TERCİHLERİN ALT YAPISI VE NİYETLERİN BELİRLEYİCİLİĞİ Evlilik bir anda, bir görüşte olan bir tercih değildir. Hakikatte yapılan her tercihin bir alt yapısı ve niyet temeli mevcuttur. Kişinin küçüklüğünden beri yaşadığı çevreden edindiği izlenimleri, genetik yatkınlıkları, kültürel değerleri ve her şeyden önemlisi, ergenlikle beraber kazanmış olduğu temyiz yeteneği ve kendi hayat görüşü, mânevî alt yapısı, niyeti ve niyetindeki samimiyeti, tercihlerini belirleyici, belki de hâl diliyle yaptığı duâlar nev'îndendir. İşte meseleye bu zaviyeden bakıldığında, inandığı değerleri hayatında tercih ettirici sebepler olarak değerlendirmeyenlerin iman ve amel, inanç ve yaşantı arasında derin farkları olan insanların ve böyle önemli bir meselede duâ etmeyenlerin yanlış tercihler yapma ihtimali yüksektir. Evet, insan nefsini günahlarla ve haramlarla beslerse ve nefsi kuvvetlenirse, artık bu kimsenin akıllı ve imanlı olması yeterli olmayacaktır. Aklı tasvip etmemesine, imanı rıza göstermemesine rağmen günahlara, yanlışlara yönelebilecektir. Hatta bu günah ve yanlış tercihlere imanından feryatlar yüksele yüksele sürüklenecektir. Çünkü insanda nefis ve vehim beraber çalışırsa, akıl ve kalp mağlûp olur ve o insanın hayatında anlık lezzetlerin peşinde koşan nefis hâkim olacaktır. Bu da otomatik olarak hayatının yol kavşakları olan hayır ve şer noktalarında tercihlerini hep yanlışta kullanmasına sebep olacaktır. Bizler meşiet-i İlâhiyeyi sorgulamak durumunda değiliz. Zira Bediüzzaman, “Kaderi tenkit eden başını örse vurur kırar” demiştir. Fakat cüz’i ihtiyarımızı, meyillerimizi ve inayet-i İlâhiyenin celbine vesile olacak tavır ve davranışlarımızı kontrol edebiliriz. Bu yüzden irademizin hakkını verip, bu tercihlerimizi Kur’ân ve sünnete göre belirlediğimizde Cenâb-ı Hak da meşîet ederse, hayırlı ve mutlu evlilikler gerçekleşecektir. Bu bir şükür vesilesidir. Fakat yine cüz’î ihtiyar ile Kur’ân ve sünnet dikkate alınmaksızın, nefsî tercihler sonucunda da Cenâb-ı Hak meşiet ederse, bu sefer mutsuz ve kötü evlilikler gerçekleşebilecektir. Bir de meseleye ızdırârî (cebrî), yani cüz’î irade devreye girmeksizin oluşan evlilikler açısından bakmak gerekecektir. Zira bir çok insan da evlilik tercihinin hâl-i hazırda yaşıyor olduğu insan olmadığını, hiç düşünmediği tarzda bir insanla hayatını birleştirdiğini söylemektedir. Bu durumda kişi, eğer hayırlı bir niyet edinmiş, tercihini Kur’ân ve sünnet ışığında belirlemiş, fakat Cenâb-ı Hak böyle bir eş nasip etmemiş olabilir. Bu durumda kişi, iyi niyetinin mükâfatını alacaktır. Böyle bir meselede kişinin dünya ve ahiret kaybına uğramaması ve ruh dünyasını bozmaması için şu şekilde yaklaşım tarzında bulunması sağlıklı olacaktır. Eğer ızdırârî kaderle gerçekleşen mutlu bir evlilik yapmışsa, bu şükür imtihanı anlamına gelir. Fakat birbirine münasip olmayan, mutsuz bir evlilikse, o zaman kişi sabır imtihanına girdiğini düşünmelidir. Kısmetine rıza göstermek, samimiyet ve ihlâsı bozmamak ve sabretmek şartıyla, neticede ya bu dünyada er geç mutluluğu ve huzuru yakalayacak ya da sabrı neticesinde cennetin anahtarını bu evliliğin neticesinde kazanacaktır. Üstelik Allah hiç kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez. Her dağa kaldırabileceği kadar kar yağar. Bu yaklaşım, kaderi tenkit etmekten ve kişinin psikolojisini bozulmaktan kurtaracak doğru bir yaklaşım olacaktır. Allah’ın meşîetini insanın sorgulama hakkı yoktur. Nasıl annemizi, babamızı, cinsiyetimizi ve milliyetimizi biz belirlemiyor ve itiraz etmiyorsak, bu durumu da aynı şekilde değerlendirmek kulluğa yakışan tavır olacaktır. Bir çok peygamber kendi iradeleri devreye girmeksizin, Cenâb-ı Hakk’ın meşietiyle türlü türlü zor imtihanlara tâbi tutulmuşlardır. Hazret-i Eyyüb’ün sabır imtihanı, Hazret-i Yusuf’un nefis imtihanı hep bu nevdendir. Allah’ın âdil olduğu ve hikmetsiz iş yapmadığı akıldan çıkarılmamalıdır ki, kişi başına gelenlerle ve yaşadıklarıyla Allah’ı ve kaderi suçlamasın. Zirâ bu hal, kulun kaybı anlamına gelir. Hâsılı, hiçbir kul günahtan, yanlışlardan hâlî değildir. Bu yüzden her iki halde de, yani evliliğini, gerek ihtiyarî, gerek cebrî kaderin hükmüyle gerçekleştirmiş olsun, en doğru yaklaşım, “İyilikler Allah’tan, kötülükler kendi kusurum sebebiyledir” yaklaşımı, kul yaklaşımıdır. Olumsuz olan her şeyde, musîbet, mutsuzluk, sıkıntı ve belâlarda kullanabileceğimiz anahtar bir cümle niteliğindedir. Çünkü bu yaklaşım insanı çözümsüzlük, ümitsizlik, mutsuzluk ve sıkıntıdan kurtaracak; kişiyi kendi dünyasına çevirip, özeleştiri yapmasını sağlayacaktır. Aksi yaklaşımda, sıkıntı ve mutsuzluğun sebebi olarak ya kaderi suçlayacak, ya çevreyi, ya eşini, ya şartları… “İyilikler Allah’tan, kötülükler kendi kusurum sebebiyle” yaklaşımı aynı zamanda nefsi terbiye etmeye yönelik bir düşüncedir. İnsanı ciddî anlamda kulluğa çeken, istiğfar, tevbe ve duâları arttırmaya dâvet eden, musîbetlere, sıkıntılara ve mutsuzluklara Cenâb-ı Hakk’ın emirber bir neferi mülâhazasıyla yaklaşmaya sebep olan bir düşünce tarzıdır. Biz kullar, böyle önemli olan izdivaç meselesinde bize düşen kısmı düşünüp, hayatımızın bize bakan veçhesini kontrol etmeye çalışmalıyız. Böyle önemli kararlarda tercihlerimizi hayırdan yana kullanmak için, inandığımız gibi yaşamaya ve inayet-i İlâhiyeyi celb edecek davranışlarla hayatımızı tanzim etmeye çalışmalıyız. Bu, evlilikten önce de, evlendikten sonra da kul olarak yapabileceğimiz ve bize düşen bir yaklaşımdır. İnsan esbap dairesinde yaratıldığından, Müsebbibü’l-Esbab’a tam itimat etmekle beraber, her zaman sebepleri yerine getirmekten mes’uldür. Sebepleri yerine getirmek, (iradeyi, rıza-i İlâhî doğrultusunda kullanmak) isteneni icat değil, beklenen neticeyi hâl diliyle Cenâb-ı Hak’tan dilemek için bir vaziyet almaktır. Ayrıca hayatiyet arz eden önemli tercihlerde isabetli olabilmek için ihlâslı olmak çok mühimdir. Zira Allah, kötülükler ile insanın meyilleri arasına ihsan ve lütufla girer. Fakat bu ihsanı, ancak ihlâslı kulları içindir. Bundan başka istişareli adımlar atmak, araştırıp sormak, danışmak insan tercihlerinde yol gösterici olacaktır. Çünkü hiç kimse yok ki, istişareye ihtiyaç duymasın. Netice olarak, Maturidî akidesine göre meseleyi ele alacak olursak, her hayırlı işin de, kötü işlerin de mebdei, şart-ı âdî de olsa, cüz’î iradedir yaklaşımı, kulluğa yakışandır. Bu meseleye bir de şans açısından yaklaşanlar vardır. Zira şans, kişinin kendisini gelecek şeye, hazır tutabilme hâlidir. İnsanın bütününü görmediği bir tablonun herhangi bir yerine kondurduğu bir noktanın doğru yerde olduğunu iddiâ etmesi mümkün değildir. O halde, gelecekte olana karşı kendini nasıl hazır tutacaktır, esas mesele bu olmalıdır. Bunun yolu, kişinin kendini eğitmesi, meyillerini temyiz etmesi, iç disiplini sağlaması, manevî hayatının sağlığı için önemli olan iki ayağı (akıl-kalp) beslemesi, niyetlerini düzeltip, o niyetin de ruhu olan ihlâsı kazanmasıyla mümkün olacaktır. Demek ki mutluluk da, mutsuzluk da insanın iradesiyle şekillenir, ama tek başına insanın dahli olamaz. Belki şöyle düşünmek yerinde olacaktır, mutlu bir evlilik, iyi bir eş için insanın yapabilecekleri ile İlâhî lütfa katkıda bulunması doğru olanıdır. Elbette herşey kaderde takdir edilir. Fakat bu takdir, insanın iradesi, tercihi, niyeti hesaba katılmadan yapılmamaktadır. Ayrıca onun takdirinde de bir kısım maslahatlar, faydalar, hikmetler vardır. Allah, yaratmasında hikmete veya benim tercihlerime göre iş yapma mecburiyetinde değildir. Ancak O’nun ilmi de, hikmeti de her şeyi kuşatmıştır. 02.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Üniformasız DGM’ler |
12 Eylül öncesinin “anarşi ve terör” ortamında, devletin terörle mücadeleyi daha etkin şekilde yürütebilmesi gerekçesiyle Devlet Güvenlik Mahkemelerinin (DGM) kurulması gerektiği ifade edilip savunulmuştu. Hayata geçirilmesi ise 12 Eylül’den sonra gerçekleşti. Sıkıyönetim mahkemelerinin yerine, asker üyelerin de görev yaptığı DGM’ler kuruldu. Vakti zamanında özellikle anarşistlerin yargılandığı terör dâvâlarını daha sür’atli bir şekilde sonuçlandırmak için faaliyet gösteren bu mahkemeler, 28 Şubat’ta “irtica” dâvâlarına yöneldi. O süreçteki yanlış ve haksız uygulamalara yöneltilen eleştiriler, mülga 163’ün yerine ikame edilen TCK 312 kapsamına sokularak yargılandı. Bilhassa 17 Ağustos depreminden sonra yapılan “İlâhî ikaz” yorumları sebebiyle Yeni Asya mensuplarının neredeyse tamamı, 312 soruşturma ve dâvâları sebebiyle sık sık DGM koridorlarını ve salonlarını arşınlamak zorunda bırakıldı. Hattâ Mehmet Kutlular, aynı sebeple 276 gün hapis yattı. Sonra bu karar, Türkiye’nin AİHM tarafından mahkûm edilmesine sebebiyet verdi. Aynı mesajı içeren yazıları sebebiyle Cevher İlhan’a verilen ceza da AİHM’de bozuldu, ancak buna rağmen dâvânın yeniden görülmesi aşamasında Başsavcılık, Yargıtay’a verdiği mütalâada İlhan’ın mahkûmiyetinde direnilmesini istedi. DGM’ler kalktığı ve 312’nin madde numarasıyla birlikte—yenisi 216—içeriği de değiştiği halde. Bu durum, son anayasa paketi referandumda kabul edildikten sonra Yargıtay Başsavcısının “Anayasa ve yasalar değişse de biz bağımsızlığımızı koruruz” çıkışıyla bir kez daha açığa vurduğu “direniş”in somut tezahürlerinden biri. Hatırlanacağı üzere, DGM’lerdeki ilk değişiklik, üstelik Öcalan’ın yargılanması devam ediyorken, heyetlerde asker üyelerin varlığına son veren düzenlemenin yapılmasıyla gerçekleşti. Ardından DGM’ler tümüyle lağvedildi ve yerine özel yetkili ağır ceza mahkemeleri kuruldu. Cumhurbaşkanı Gül, bu mahkemeler için, “DGM’lerde sadece insanlar değişti, üniformalar çıktı, özünde birşey değişmedi” diye konuşmuş. Bilindiği gibi, şimdilerde Ergenekon, Balyoz, Kafes v.b. dâvâlar bu mahkemelerde görülüyor. Ve bu dâvâlardaki gözaltı ve tutuklama kararları, özellikle tevkif sürelerinin çok uzun tutulması, başından beri yoğun bir tartışma konusu. Öyle ki, Başbakan başta olmak hükümet üyeleri dahi dâvâların uzamasını ve uzun süreli tutuklamaları eleştiren beyanlarda bulunuyorlar. Aynı dâvâlarda aynı ithamlara maruz sanıklardan bazıları serbest kalırken bazılarının içeride tutulması ise, çifte standart eleştirilerini beraberinde getiriyor. Meselâ Mustafa Balbay “Generaller dışarıdayken biz niye içerideyiz?” diyor. Yine Balbay, “Bizim buradan kurtulmamız için dua eder misiniz?” diye sorduğu Silivri Müftüsünden, “Elbette dua ederim” cevabı alıyor. Devlet Bakanı Bülent Arınç da “Silivri’de gücü olan kurtuluyor” derken, tutuklu sanıklardan Tuncay Özkan’ı kastederek “Meselâ orada günahım kadar sevmediğim biri var, ama adaletsizliğe tahammül edemeyiz” ifadesini kullanıyor. Bunlar, söz konusu dâvâ süreçlerinde aksayan birşeyler olduğunu gösteren önemli örnekler. Şimdi de bunlara Hanefi Avcı örneği eklendi. Orada yargılanan bazı insanların fikirlerini, dünya görüşlerini, ilişkilerini, mücadele yöntem ve üslûplarını onaylamak elbette mümkün değil. Ama bu, onların “âdil yargılanma hakkı”ndan istifade edemeyeceği anlamına gelmez. Tam tersine, herkes gibi onların da adalete ihtiyacı var. Vaktiyle adaletsiz uygulamalara destek vermiş veya sessiz kalmış olsalar veya her türlü zulme kaynaklık oluşturabilen darbe girişimlerinde bir şekilde rol üstlenme iddiasıyla yargılansalar da... Sonuç: Önce “anarşist”leri, sonra dindarları, şimdi de Ergenekonculuk ve darbecilikle suçlananları yargılayan “üniformasız DGM’ler” âcilen ciddî bir neşter bekliyor. Hukuk ve adalet adına. 02.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Vehbi HORASANLI |
|
Lisân-ı mâderzad (anadil) |
Diyarbakırlı bir genç, belgesel bir film yaparak yaramıza parmak basmış. “İki lisan bir bavul” adı altında 9 aylık bir uğraştan sonra 80 dakikalık bir film ile milletimizin huzuruna çıkmış. Kendisine buradan teşekkür etmeyi bir borç biliyorum. Film, idealist bir öğretmenin Güneydoğu’daki bir Kürt köyünde yapmış olduğu görev esnasında karşılaştığı sorunları anlatıyor. Bu sayede hepimizin bildiği fakat görmezden geldiği bazı problemleri çok açık bir şekilde ortaya çıkarmış. Bu idealist öğretmen 5 yıl boyunca öğrencilerine bırakın okuma yazma öğretmeyi, Türkçe’yi bile doğru dürüst öğretemiyor. Peki, bu durum onun başarısız olduğunu mu gösteriyor? Hayır. Bu gayretli genç öğretmen, kötü bir eğitim-öğretim sisteminin kurbanı olmuş, o yüzden sonuç alamıyor. Bir akrabam, Lice’nin bir köyüne öğretmen olarak tayin olmuştu. “Öğretmenlik nasıl gidiyor? Dinî, imanî öğütler verebiliyor musun?” diye sorduğumda bana “Yahu sen ne biçim soru soruyorsun! Bu çocuklara Türkçe’yi öğretebilsem, kendimi başarılı olmuş kabul edeceğim” demişti. Şimdi kendisini daha iyi anlıyorum, zirâ öncelikle çözülmesi gereken anadil sorunu var. Anadilde okuma yazma öğretilmeden soruna çözüm bulmak mümkün değildir. Öncelikle anadilde okuma yazma öğretilmeli, daha sonra Türkçe ve ilkokul dersleri verilmelidir. Aksi takdirde 8 yıllık emek-çaba boşa gidecektir. Çünkü okuma yazmayı söken bir öğrenci sadece ders zamanı değil, diğer bütün boş vakitlerinde hatta çobanlık yaparken bile öğrenme faaliyetini sürdürebilecektir. Çok az bir çaba ile devletin aslî görevlerinden biri olan eğitim bu sayede sağlanmış olacaktır. İyi de, ana dilde eğitim öğretim nasıl olacak? Şimdiye kadar senin bu söylediğin konuda hiçbir şey yapılmamış ki. Ne altyapı var, ne de böyle bir hazırlık. Başbakan Erdoğan, “Devlet okullarında Türkçe’den başka bir dil öğretemeyiz, kusura bakmayın” diyor. Bir kere vatandaş olarak ben kusura bakıyorum. Eğer o koltukta oturuyor isen, milletin problemleri ile ilgileneceksin ve çözüm bulacaksın. Değil 33 lisan, 333 lisan bile olsa insanların anadilde eğitim yapması, öğrenmesi, kişinin en temel hakkıdır. Buna karşı çıkmak da geri kalmışlığın, baskıcı ve ırkçı yaklaşımın tipik bir örneğidir. Bakın, anadil ile ilgili olarak Bediüzzaman ne diyor. Divan-ı Harb-i Örfî isimli eserinin hatimesinde, anadil ile ilgili olarak, “İnsanda kaderin sikkesi lisandır. İnsaniyetin sûreti ise, sahife-i lisanda nakş-ı beyan tersim ediyor (resmediyor). Lisan-ı maderzad (ana dil) ise, tabiî olduğundan, elfaz (lafızlar) dâvet etmeksizin zihne geliyor. Alış veriş yalnız mânâ ile kaldığından, zihin çatallaşmaz. Ve o lisana giren maarif (bilgiler), nakş-ı ale’l-hacer (taşa kazınan nakış) gibi bâkî kalır. Ve o zeyy-i lisan-ı millî (millî lisanın işlemesi, nakşı) ile görünen, her ne olursa, me’nus (alışılmış) olur”. Evet, anadil o kadar önemlidir ki; o millî duyguların ışığıdır. Edebî eserlerin meydana çıkması için en gerekli şarttır. Eğitim ve öğretimin adeta hayat suyudur. Kıymet ve terakkînin terazisidir. Doğrudan doğruya herkesin vicdanını açan ışık demeti gibi tesirlidir. İşte bu sebeplerden dolayı hamiyet sahibi olanlar anadilin gelişmesi için çaba göstermek zorundadır. Bu konuda Mutkili Halil Hayali Efendi’nin hazırlamış olduğu elifba, Bediüzzaman tarafından örnek gösterilmektedir. Muhakkak sûrette müracaat edilmelidir. Evet, devletimiz şimdiye kadar Anadolu’nun her yerinde okullar açmış, gerekli öğretmen ve malzemeleri temin etmiştir. Bunun için herkesin şükran duyması gerekir. Lâkin Türkçe’yi bilmeyen çocuklar bu kadar emek ve masraftan istifade edememektedirler. Başta Kürtler olarak sadece kendi mahallî lisanlarını bilen çocuklar ilimden irfandan mahrum kalmışlardır. Zira bölge lisanını bilmeyen hocalar çok isteseler bile faydalı olamamaktadırlar. Terörün bu kadar artması ve 30 bin insanımızı kaybetmemizin en önemli sebebi, işte budur. Eğer 102 yıl önce Bediüzzaman’ın yazmış olduğu bir makalesinde olduğu gibi okullar açılmış olsa idi, bugün karşılaşmış olduğumuz sorunların çoğu çözülmüş olurdu. Bakın Bediüzzaman daha o tarihte güzel bir örnek olması ve teşvik için bazı yerlerde okul açılmasını öneriyor. Beytüşşebap, Mutkan, Belkan, Sason, Sipkan, Hayderan civarında ve Van’ın merkezinde dinî ilimler ile beraber fen ilimlerinin okutulduğu en azından 50 kişinin okuyacağı okullar açılmasını söylüyor. Bu okullar sayesinde bölge halkının maddî ve manevî olarak kalkınabileceği, hatta birlik ve beraberliğin tohumları atılarak devletimize büyük bir kuvvet temin edileceği ifade edilmektedir. Kısaca devletimize büyük görevler düşmektedir. Bediüzzaman’a kulak verildiği takdirde sorunlar bir bir çözüme kavuşturulacaktır. Daha hayatında o bölgeye gitmemiş insanların, hele hele maneviyatta kör olanların fikirleriyle hiçbir yere varmamız mümkün değildir. Rabbime, Bediüzzaman gibi bir zâtı tanımak, onun eserlerini okumak lütfunu bahşettiğinden dolayı sonsuz şükürlerimi sunuyorum… 02.10.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Bu kez doğru adımlar atılmalı |
Kürt sorununun çözümüne yönelik yeni bir çalışmanın başladığını memnuniyetle görüyoruz. MİT Başkanı Hakan Fidan’ın ABD seyahati, İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın Kuzey Irak ziyareti, BDP ile görüşme, İmralı’da yapıldığı iddia edilen görüşmeler, Öcalan ve BDP’nin açıklamaları, gelinen aşamada sorunun çözümüne yönelik olumlu bir havanın oluştuğunu gösteriyor. Her şeyden önce uluslar arası çatışma teorisinde “olgunlaşma noktası” olarak adlandırılan bir noktaya geldik. Artık hem devlet hem de terör örgütü Kürt sorununun şiddet yoluyla çözümlenemeyeceğini, bu çatışmanın sürdürülmesinin kimseye yarar sağlamadığını gördüler. Yani sorun olgunlaştı. Daha önceki yazılarımızda belirttiğimiz adımların da sırasıyla atılmaya başlandığını görüyoruz. Terör örgütünün öncelikle provokasyona açık yerlerden olmak üzere, militanlarının güvenlik güçleriyle çatışmaya girmeyecek noktaya çekmesi, eylemsizlik sürecini uzatması önemli bir gelişme. Tabi bunun eylemlerin sorunun siyasallaştırılmasının zeminini hazırlamaya yönelik olduğu da gözden kaçırılmamalı. Ayrıca örgüt militanlarının Türkiye sınırları içinde bulunduğu sürece, güvenliğimize yönelik bir tehdit olarak görüleceği ve operasyonların süreceği unutulmamalı. Eğer bu adımın işe yaraması isteniyorsa, örgütün bütün militanlarını sınır dışına çekmesi gerek. Bu süreçte “muhatap” belirleme en önemli unsurlardan birisi. Şimdi hükümet ABD, Öcalan, BDP, Kuzey Irak Yönetimi görüşmeleriyle muhatap belirleme çabasına girdi. Barzani’nin örgüt mensuplarının silâhsızlandırıldıktan sonra Kandil’in eteklerine indirilebileceği, Mahmur’un yeni yerleşim yeri olabileceği gibi tekliflerinin kendisinden kaynaklı mı yoksa örgütün talebi mi olduğu bilinmiyor. Ama bu noktadan önce silâhsızlanma ve af konusunun açıklığa kavuşturulması gerekiyor. Burada silâhsızlanmada ABD, Kuzey Irak Yönetimi ve Suriye’nin devreye sokulması, ayrıca uluslar arası denetçilerce örgütün gerçekten silâhsızlandığının teyit edilmesi gerek. Referandum sonrası başlayan bu yeni süreçte henüz gündeme getirilmeyen af konusu ise, sürecin en önemli aşaması. Bu aşamanın önemi hem örgütün yönetim kadrosu hariç bütün militanlarını bir şekilde kapsayacak bir düzenleme yapılmasının gerekliliğinde, hem de bu düzenlemenin topluma kabul ettirilmesinin güçlüğünde. Bütün bu somut aşamalara, bütün bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin arttırılması ve güvenceye alınması, herkese birinci sınıf vatandaş olduğunun hissettirilmesi, Diyarbakır Cezaevi gibi geçmişin kötü hatıralarını anımsatan sembollerin ortadan kaldırılması, toplumun bütün kesimlerinin kucaklaşmasını sağlayacak adımların atılması eşlik etmelidir. Kısacası; hükümet, açılımı bu kez doğru başlatmalı ve bütün kesimlerin katılımını sağlayarak sürdürmelidir. Herkesin “artık bitmeli” dediği bu aşamada sorunu çözme fırsatını kaçırmak, ülkemizin geleceğini karartmak anlamına geleceğinden, bu kez açılım başarılı olmak zorundadır. 02.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Tuzağa karşı demokratik irâde… |
Başörtüsü konusu günlerdir gündemde. Ne var ki yine yanlış mecrada gidiliyor. Daha önce düşülen tuzağa düşülüyor. Öncelikle bir insan hakkı ve inancını yaşama özgürlüğü olan ve hakkında hiçbir yasal yasak bulunmayan yasağın tamamen emr-i vaki dayatmadan ibâret olduğu ortada. Bu açıdan yeni demokratik anayasa büyük önem taşıyor. Ancak gelinen süreçte siyasetin başörtüsüne yaklaşımı, meseleyi daha baştan tıkıyor. Yasadışı yasağı yasayla kaldırma ve yasağa karşı yanlış tarzda “tedbir”, sadece başörtüsü hakkını değil, bundan ayrı ele alınması gereken referandum sonrası kamuoyunda mutâbakata varılan yeni demokratik sivil anayasayı sabote ediyor. İşin gerçeğine bakılırsa, Başbakan’ın ve hükûmetin, beynelmilel hukukun nazarına vermesi gereken “dinî vecîbe” gerçeğini yeniden içte kullanmaya kalkışması, çokça tartışılan ve Anayasa Mahkemesi’nde “kapatılma dâvâsı”nın gerekçeleri arasında sayılan “ûlema”yı gündeme getirmesi, yeniden dolu dizgin “tuzağa” dair olumsuz işâretler vermekte. Buna karşılık Anamuhalefet Partisi’nin “dinî vecîbe”yi teğet geçerek meseleyi “AİHM içtihadları” ekseninde çözme söylemi ve dokunulmazlıklardan seçim barajına kadar bir dizi şartı peşine takması, peşinen uzlaşmazlığa itmekte… Gerçek şu ki Cumhurbaşkanı Gül’ün Dışişleri Bakanlığında “Leyla Şahin dâvâsı”nda Ankara’nın Strasbourg’a gönderdiği savunmada, YÖK ve yasakçı rektörlerin “gerekçeleri”ne katılarak, başörtüsünü “siyasî simge”, “laikliğe aykırı” ve “gerginlik sebebi” sayması, AİHM’i şaşırtmış. Gerçek şu ki AİHM yasağı “onaylamış” değil; AKP hükûmetinin verdiği bilgiye göre Türkiye’deki yasağın sözde “mevzuata uygun olduğu” yanlışına saplanmıştır. Tepeden inme yasakçıların ikide bir ileri sürdükleri çarpıtmalı “AİHM kararı” bu…
“ANLAMSIZ VE İMKÂNSIZ…” Oysa AİHM’e, devletin din işleriyle ilgili yegâne yetkili anayasal kurumu olan Diyanet’in, başörtüsünü İslâmın temel kitabı Kur’ân ve Sünnete göre “dinî vecîbe” ve “Allah’ın emri” olduğuna dair açık kararları iletilebilir. YÖK’ün yasakçı uygulamalarının mevzuatta herhangi bir yasaya dayanmadığı, bu hususta herhangi bir kanunun olmadığı, hiçbir yasal meşrûiyetinin bulunmadığı belirtilebilir. En azından Anayasaya göre “özerk” olan YÖK’e yürütmenin müdahâle edemediği, ancak Meclis’in ve hükûmetin müzâkere sürecinde AB kriterlerine ulaşmak için uyum yasalarını çıkardığı, ifâde ve inanç hürriyetinde AB normlarına uyuma gayret ettiği bildirilebilirdi. İktidarının altıncı yılında, yüzbinlerce öğrencinin eğitim hakkının gasbına ve mağduriyetine sebebiyet veren yasağı hatırlayan AKP hükûmeti, ne garip ki bunların hiçbirini yapmadı. İç hukuku bağlayan ve Türkiye’nin temel hak ve özgürlüklere ilişkin anlaşmalar imzaladığı milletler arası kuruluşların başında gelen AİHM nezdinde yasağı resmen savundu. Tıpkı yine Kur’ân âyetlerinin tefsirine ve Peygamberimizin (asm) hadislerine göre deprem gibi bir umumî musîbetin mânevî boyutuyla “İlâhî ikaz, ders ve ibret” yönünü izâh eden Yeni Asya yazarlarının yargılanıp ceza almasını “hükûmet savunması”nda savunması gibi… Vaziyet şu ki, kılık ve kıyafet özgürlüğünün bir parçası olan başörtüsü konusunda, her şeyden önce beynelmilel insan hakları beyannâmelerinde yer alan ve esasen Anayasa’nın, 24. maddesindeki “din ve vicdan hürriyeti” hakkına ve 42. maddesindeki, “hiç kimsenin eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamayacağı” hükmüne; devletin bu alandaki anayasal “görevine ve ödevine” dikkat çekileceği yerde, yasasız yasak Anayasa Mahkemesi’nin “iptal gerekçesi” çarpıtmasında müzâkere yanlışı tekrarlanıyor. Mahkemenin daha önce iptal ettiği, Yüksek Öğretim Kanunu Ek 16 maddedeki “Dinî inanç sebebiyle boyun ve saçların örtü veya türbanla kapatılması serbesttir” ibâresine karşı, “değişikliğin din kurallarına göre düzenlendiği ve dinî kaynak aldığı” vartaya giriliyor. (Resmî Gazete, 05.07.1989) Gelinen süreçte yasasız keyfî yasağa karşı yapılacak olan, Mahkemenin onca incelemeden sonra iptal edemediği, mezkûr kanunun Ek 17. maddesindeki, ”Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile; yükseköğretim kurumlarında kılık kıyafet serbesttir” kapsamında yasada olmayan yasağın idârece uygulanmamasıdır. (Resmî Gazete, 28.10.1990) Yoksa en son Doç. Osman Can’ın ifâde ettiği gibi, “Meşru olmayan bir yargısal tasarrufu, Anayasa veya yasa değişikliğiyle aşma çabası, hem anlamsız, hem de imkânsız olur.”
DEMOKRATİK İRÂDE ÖRNEĞİ… Mesele “yasa” meselesi değil, demokratik yönetim meselesidir. Hükûmetin yapacağı, yasağın dayatılmasını önlemektir. Özgürlükçü yorumla inanç ve eğitim hakkını sağlamaktır. Bu konuda Adalet Partisi ve Doğru Yol Partisi iktidarlarının demokratik tavrı örnektir. DYP hükûmeti döneminde Devlet Bakanı Ekrem Ceyhun’un Yüksek Öğretim Kurulu Başkanlığı’na “gereği için” gönderdiği 31.12.1991 tarihli 03.4.15-01/00462 sayılı “gizli” kayıtlı yazı, örnek alınacak bir demokratik irâde belgesidir… “Diyarbakır Milletvekili Sayın M. Salim Ensarioğlu’nun Başbakan Süleyman Demirel’e gönderdiği 24.12.1991 günlü yazısında, ‘Toplumumuzda insanları kılık kıyafetlerine göre değerlendirmenin ve bu şekilde sınıflandırmanın, özellikle demokratik ortamın yıpranmasına neden olacağı’ ve ‘türban olayı çok büyütülmekte ve sorun yaratılmaktadır.’ Ayrıca bu okulların çoğunda yasayı tanımaksızın keyfi uygulamalar ve yasaklar konulmuştur” özetli yazıda, bazı üniversite, fakülte ve yüksek okullardaki başörtüsü yasağına dikkat çekilmekte. Keza “bu okullarda Beden Eğitimi dersi seçmeli olduğu halde zorunlu derse dönüştürülmüş olduğu” nazara verilmekte. “Bu sebepledir ki, öğrencilerimizin derslere devamsızlık etmelerine sebep olunmaktadır. Bazı öğrencilerin türbanlı olmalarından dolayı derslerde öğretim üyelerinden ters muamelelere maruz kaldıkları da bir gerçektir’ konulu yazısının incelendiği” yazılmakta. Dönemin Millî Eğitim Bakanı Köksal Toptan’ın “bilgi”sine sunulan ve “gizli kaydıyla rektörlere gönderilmesi” istenen Devlet Bakanlığı’nın “YÖK Başkanlığına” başlıklı yazının sonundaki tâlimat kısmında, “Türban kullanan öğrencilerimizle üniversite ve yüksek okul yöneticilerimiz arasında sorun yaratılmamasına azamî özenin gösterilmesi” talep edilmekte; “bu konuda ilgili yasanın tüm birimlerde yorumsuz uygulanması hususunda gereği ile sonucundan Bakanlığıma bilgi verilmesini rica ederim” denilmekte... Çözüm, zaten yasak olmayan başörtüsü yasağını yasal düzenlemelerle değil, haksızlığa ve hukuksuzluğa karşı demokratik irâdeyle aşmaktır. İşte yasadışı yasağa karşı demokratik irâde ve yönetime açık bir örnek… 02.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Kendinizi de, bizi de yakmayın! |
Sigaraya karşı yürütülen mücadelede epey mesafe alındığı inkâr edilemez. Her ne kadar ‘gözden ırak’ bazı yerlerde bu yasak dikkate alınmıyor ve bazı lokantalarda yasak delinmeye çalışılıyorsa da ‘temiz hava sahası’ git gide genişliyor. Şimdilerde inanması zor olsa da, geçmiş yıllarda minibüste, otobüste ve hatta uçakta ‘fosur fosur’ sigaraların içildiğine hepimiz şahit olurduk. Bu bakımdan şimdiki yasağın kısmen de olsa delinmesini ‘sigara içmeyenler’ olarak neredeyse biz bile ‘anlayışla’ karşılıyoruz! Geçen hafta İstanbul’un büyük bir ilçesinde, hem de ana cadde üzerinde faaliyet gösteren bir işhanına yolumuz düştü. İşhanının alt katındaki pasaja girince bir de ne görelim? Çay ocaklarının önü ‘sigarahane’ye dönmüş vaziyette. “Burada sigara içilmez” levhası asılmış, ama herkesin ağzında sigara! Sigaraya karşı başlatılan mücadele büyük ölçüde netice veriyor, ama bu vesile ile bir defa daha aynı mücadelenin ‘alkollü içkiler’e karşı başlatılmamış olmasının da bir eksiklik olduğunu hatırlatalım. Sigaraya karşı başlatılan mücadelede haklı bir slogan bulunmuş. Bazı radyolarda tekrarlanan reklâmlarda, “Sigaranı da, beni de yakma” deniliyor. Bu slogan, sadece sigaraya karşı değil; başka ‘tehlike’lere karşı da kullanılabilir. Bilhassa da müstehcenliğe karşı... Malûm, inancımıza göre müstehcenliğin ahiretteki cezası ‘yanmak’tır. Bu sebeple açık saçık giyinmek sûretiyle hem kendisini, hem de etrafındakileri yakmak isteyenlere, sigara karşıtı reklâmlarda olduğu gibi “Kendini de, beni de yakma!” diyebiliriz. Bazıları ‘hürriyet’i yanlış tefsir ederek “Her istediğini yapmak” şeklinde anlıyor. Oysa hürriyet, kişinin her istediğini her yerde yapması değildir. İnsanoğlunun, ‘kendisi’ne bile zarar verme hakkı yoktur. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Hürriyetin şe’ni (gereği) odur ki, ne nefsine, ne gayrıya (başkasına) zararı dokunmasın.” Öte yandan, yine Bediüüzzaman’ın ifadesiyle “İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar.” Allah’a (cc) kul olduğunu anlamayanlar, hürriyeti de yanlış tefsir edip hem kendilerini, hem de başkalarını yakmanın peşindeler. Sigara gibi dünya hayatını tehlikeye atan bir tehlikeye karşı haklı olarak büyük kampanyalar açıldığına göre, insanların ahiret hayatını tehlikeye atan müstehcenliğe karşı daha büyük ve etkili kampanyalar açmak gerekir. Başta ilâhiyatçılar olmak üzere bütün eğitimciler ve siyasetçiler bu hususta üzerine düşeni yapmak mecburiyetinde. Sigara içmeyerek belki hasta olmaktan kurtulabiliriz; ama hepimizin ‘yanma’ tehlikesini bertaraf edemeyiz. “Nisa” taifesine sesleniyor ve rica ediyoruz: Kendinizi de, bizi de yakmaya çalışmayın! 02.10.2010 E-Posta: [email protected] |