Şükrü BULUT |
|
Toprağa ihanetle şehirleşme.... |
Avrupa, bir zaruretin neticesinde şehirleşmeye gitmişti. Açlık ve fukaralığa zulüm ve salgın hastalıklar da ilâve olunca, kendi içinde bilmecburiye şehirleşmeye giden Avrupa’ya Endülüs İslâm devleti yardım ellerini uzatmıştı. Müslümanlar yalnızca ilim ve medeniyet vermemişlerdi Orta Avrupalı, Parisli ve kuzeyli çocuklara... O günün teknolojisini hem ders vermişler ve hem de sosyal hayattaki mübaşereti öğretmişlerdi. Avrupalıların dem vurdukları sanayileşme ve sanayileşmeye bağlı şehirleşmenin arkasında açlıklar, zaruretler, zulümler, salgın hastalıklar ve iç göçler vardır. Avrupa şehirleşmesini veya medenîleşmesini hikâye edenler, Avrupa tarihinin bu acıklı sahnelerine pek yer vermezler. Türkiye’de de şehirleşmenin(1) sanayileşmeye paralel geliştiğini söyleyenler çıkabilir mi? Otuz-otuz beş sene önceye kadar “tarım toplumu” olan bir ülkenin, enflasyon, yokluk, anarşi ve rüşvetle boğuşarak sanayileşeceğini kim söyleyebilir ki... Otuz-kırk seneye yakındır nüfusları birdenbire patlayan “şehirlerin dramını” maalesef kimse yazmıyor. Global dinsizlikle Kemalizmin harab ettiği köy ve kasabalardan, toprağa bağlı insanları “mecburî göçe” tabi tutarak şehre mahkûm edişin hikâyesi, hâlâ hür fikirli ve cesur yazarları bekliyor. Bizdeki çarpık şehirleşmeyi tetikleyen çok önemli bir unsur da, Bediüzzaman Hazretlerinin tabiriyle “medeniyet fantaziyeleridir.” İnsanlarımızın heva ve heveslerini kamçılayan “şehirdeki rahat hayat”ın ve bunun yol açtığı sefahetin de “sun’î şehirleşmemizde” önemli bir payı vardır. Köy veya kır hayatını, zahmet, meşakkat, yalnızlık ve fukaralık olarak tanımlayan anlayışın en az otuz seneden beridir şeytanlar gibi insanlığın tepesinde cirit attığını derinlemesine tahlil edebilirsek, durumu daha iyi anlarız. Biz tarım toplumu iken, toprak azizdi. Toprak zenginlik ve şerefti. 1960’lardan ta 1973’e kadar Avrupa’ya işçi olarak gidenlerin çoğu “birkaç dönüm toprak” diyerek sayıklamış, alacağı tarlaların hülyasıyla gurbet acısını dindirmişti. Bu duygunun 12 Eylül ihtilâline kadar Anadolu insanında ve bilhassa Marmara ve Ege gibi toprağı verimli coğrafyamızda çok canlı ve insanımızın rüyalarını süsleyecek kadar şirin olduğunu bizzat yaşamıştım. Türkiye’nin yaşadığı felâketler tamamen bölgesel değildi. Felâketlerimizi tarihin tsunami etkisi meydana getiren hadiseleriyle birlikte ele almalıyız. 1960’ların sonundan ta 1971’e varan “üniversite anarşisi”ni dışardan ithal etmiştik. Komünistlerin Avrupa’daki taarruzlarının dalgalarıydı kıyılarımıza vuran. Aynı şekilde 1980’lerden sonraki dünyaya da global bakmak gerekiyor. Bazı muhafazakârları Türkiye siyasî vitrinine yerleştirerek milleti içten yıkmak için kültürel, ekonomik ve sosyolojik çalışmalar yapan komünist–Kemalist ittifakının dünyanın diğer yerlerindeki ayaklarına da “eşzamanlı” bakmak gerekiyor. Meselâ o tarihlerde Latin Amerika’daki fukara milletleri iç savaş, terör, ihtilâl, uyuşturucu, sömürü ve ahlâksızlıkla perişan eden global idarenin başındaki Henry Kissinger’ı Latin Amerikalı hürriyetperverlerden sormak lâzım.(2) Paul Wolfowitz’in İslâm coğrafyasına yaptığı vahşetin aynısını Kissinger ve ekibi o tarihlerde Lâtin Amerika’da yapmıştı. 1980’lerden sonra sür’atle “şehirleşen Türkiye’yi” anlayabilmek için, o günün dünyasına toptan baktığımızda veya tarihin teleskoplarıyla o günün hadiselerini detaylıca incelediğimizde; hem cuntanın ve hem de sivil devamı olan hükümetlerin, global çetelerin taşeronları olduklarını görürüz. Zira aynı global şebekelerin “çekiç gücünü” İslâm birliğinin kalbine saplayan, 12 Eylül’ün icazet verdiği sivil hükümetti. Kemalist ve komünistlerin şarkta ortaklaşa yaktıkları ateş, otuz seneye yakındır yanıyor. Yanarken başta Türkiye olmak üzere İslâm ülkelerinin servetlerini, şereflerini, kültürlerini, tarihlerini ve ciğerpârelerini de yakıyor. Yalnızca Hakkâri, Van, Muş, Mardin, Diyarbakır, Bingöl ve Batman yanmıyor. Bütün Mezopotamya şehirleri, Kerkük, Erbil, Musul, Süleymaniye, Tikrit, Felluce ve Bağdat ile birlikte Kandahar, Grozni, Bosna, Kosova, Cezayir, Hartum, Aden, Filistin ve Lübnan da tutuşmuş. Bu büyük yangına vesile olacak kibritin 12 Eylül’de, bazı dindarların da yardımıyla tutuşturulduğunu anlamayanlar; George Soros’un eşeğine binerek şov yapmakta olan 28 Şubat’ın bekçilerini hiç, ama hiç anlayamazlar. Dinde hassas, ama muhakeme-i akliyede nâkıs insanların idareci oldukları Türkiye’mizdeki “hızlı şehirleşme serüvenini” şu şartlarda anlatmaya çalışmak veya tarihî analizlerde bulunmak o denli zor ki... 12 Eylül ihtilâlini kovalayan zamanlarda, hükümet yolsuz köylere bile elektrik direklerini dikmiş ve arkasından her haneye bir adet televizyon hediye etmişti. Anadolu insanının sözlü edebiyatına bile girmeye çekinen ahlâksızlığın, fuhuş sahnelerinin, fırıldak aile serüvenlerini anlatan dizilerin evlere boca edilmesi o günlerde başlamıştı. Yüz senelik hevesat-ı rezileyi bu ekranlarla Anadolu insanına bir yıllık kısa bir sürede musallat eden Kemalistlerle komünistler galip gelmişler ve toprak (geçici olarak) mağlûp olmuştu. Ekranlardaki “rahat ve sefih hayatı” gören “tarım toplumu” maalesef, bu özentiyle şehirlere yönelmişti. Hem de çocuklar dedelerini hasta yatağında ve babalarını çiftinde çubuğunda bırakarak, arkalarına bile bakmadan... Fakat şu hakikati unutmuyoruz: Hakikî medeniyetler, topraktan kopmadan ve toprağa ihanet etmeden şehirleştiler. DİPNOTLAR: 1- Bizde şehirleşmenin adı “medenîleşme”dir. Şehir yerine “medine” kullanılmıştır. Ruhunu Medinetün-Nebî’den alan şehirleşmeyi çarpık, sağlıksız ve adeta yığınlaşma hale getiren anlayışın bizimle ve medeniyetle ilgisi yoktur. 2- Mütecaviz dünya dinsizliğinin Latin Amerika’daki Hıristiyanlara yaptığı zulüm ile Kemalizmin İslâm âlemine yaptığı zulüm aynı merkezden edildi ve ediliyor. Kissinger döneminin Latin Amerika’sındaki terörü, iç İhtilâlleri ve meşhur uyuşturucu ticaretini, 1980 sonrasındaki Türkiye’de yaşananlarla veya 2000 yılından sonra Afganistan ve Irak’ta olanlarla karşılaştırdığımızda, oyunun aktörlerini daha kolay çözeriz. 16.07.2010 E-Posta: [email protected] |