M. Latif SALİHOĞLU |
|
Din, siyasete âlet edilmez |
Türkiye, yeni bir referandum sürecinin içine girmiş bulunuyor. Mevcut anayasanın Meclis'te ve AYM'de değişikliğe uğrayarak son şeklini alan 26 maddesi ile ilgili olarak, 12 Eylül'de halkoylaması yapılacak. (Yaklaşık 150 maddesi ise, aynen duruyor.) Seçmen vatandaş, referandumda hür iradesiyle hareket edecek. Mânevî mesuliyeti kabul ederek, isteyen evet, isteyen hayır diyecek, isteyen geçersiz oy verecek, isteyen referandumu boykot ile sandık başına gitmeyecek... Bu tercihlerin hepsi de, demokratik haklar cümlesindendir. 1982'de, vatandaş bu hakların çoğundan mahrumdu. Oyunu kullanmayana ceza vardı. Hayır demek ise, adeta anarşistlikle, komünistlikle, hatta vatana ihanet etmekle eşdeğer tutuluyordu. Bu sebeple, o tarihte, yüzde 90 civarındaki seçmen kitlesinin bir kısmı korkusundan, bir kısmı da dehşetli propagandaların tesiri altında kalarak, darbe anayasasına evet demek durumunda kaldı. Şimdi ise, o tarz bir baskı ve dayatma söz konusu değil. Ancak, siyasî tarafgirlik damarı ve bağnazlığı sebebiyle, insanlarımız maalesef birbirini kırma, rencide etme eğilimine girmiş bulunuyor. Yer yer parti ve şahıs isimleri de zikredilerek, karşılıklı olarak çok ağır ithamlar yapılıyor, isnatlarda bulunuluyor. Ki, bu da "mânevî baskı" cümlesine giriyor. Mânevî baskı, sadece fikrî propagandaya dayalı şekilde yapılırsa, yine bir derece cevazı vardır. Ancak, işin içine din, imân, İslâm, tesettür, başörtüsü... gibi mukaddes değerler katılınca, meselenin rengi değişir. Hatta, iş çığrından çıkmış, asıl maksat başkalaşmış olur. Zira, din, umumun mukaddes malıdır. Tahsis, inhisar, ipotek kabul etmediği gibi, bir kısım dindaşların dışlanmasına da cevaz vermez. Son günlerde yazılan bazı yazılara, yapılan bazı yorumlara baktığımızda, siyaset uğruna dinin istismar edildiğini ve insanlarımızın birbirini en sert şekilde kırmaktan çekinmediğini esefle görmekteyiz. Hatta, çok muteber bildiğimiz öyle kalem sahipleri var ki, kendi tarafında olanları melek gibi görüp adeta Cennetlik addediyor, muhalif tarafta olanları ise şeytanla arkadaş sınıfına koyuyor ve neredeyse topunu birden Cehenneme postalamaya çalışıyor. İşte, böylesi bir siyasî anlayıştan Allah'a sığınmalı ve tıpkı Üstad Bediüzzaman gibi "Şeytandan kaçar gibi" ondan kaçınılmalı. Bunları, sakın hayalî şeyler cümlesinden yazdığımızı düşünmeyin. Zahmet edip, sadece bu hafta içinde gazetelerde neşrolan köşe yazılarına şöyle bir nazar ederseniz, söylediklerimizin fazlasını da görmüş olursunuz. Meselâ, bazıları alenen yazıp diyor ki: "Referandumda evet, ya da hayır demekle, aslında ya 'Milliyetimiz bir vücuttur, ruhu İslâmiyet, aklı Kur’an ve imândır' demiş oluyorsunuz, ya da 'Hayır, ırkçılıktır" demiş oluyorsunuz... Ne alâkası varsa... Manevî baskı ve dinî istismar, aynı minvâl üzere devam edip gidiyor. Öyle ki, "Referandumda, aslında başörtüsü, terör örgütü, imam–hatip okulları, ezan–Kur'ân, hak–batıl oylanıyor" diyenlere dahi rastlanıyor. Oysa, işi bu raddeye getirmeye ve işin içine mukaddes değerleri koymaya hiç gerek yok. Zira, bunların hiçbiri oylanmıyor. Değişikliğe uğrayan maddelerin ne eski, ne de yeni hâli içinde, bu tâbirlerin telâffuzu dahi yoktur. O halde, tutup birbirini kırmanın ne mantığı var? Hele, 82 Anayasasında değişmeyen ve değiştirilmesi teklif dahi edilmeyen öyle maddeler var ki, bunlar orada durduğu müddetçe, yapılacak hiçbir değişiklik hatırına tutup din kardeşini kırmaya, rencide etmeye değmez. İşte, darbe anayasasının hemen başına derc edilen ve ara ara yapılan tekrarlarla anayasanın ruhu ve temel esası haline getirilen o ifadelerin bir özeti: "Bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve onun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda" hazırlanmış olup, anayasanın hiçbir maddesi, yahut üzerinde değişiklik yapılacak herhangi bir madde, "Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremez." Vatandaşlarımız ve din kardeşlerimizin, birbirini daha fazla kırıp rencide etmeden bu referandum badiresini atlatmasını temenni ederiz. Tarihin yorumu Millî kahraman, idamla yargılandı Millî Mücadelenin kahramanlarından Hüseyin Rauf Orbay, 16 Temmuz 1964'te İstanbul'da vefat etti. Osmanlı döneminde de büyük yararlılıklar gösteren ve Balkan Savaşlarındaki başarılarından dolayı kendisine "Hamidiye Kahramanı" nâmı verilen Rauf Bey, 22 Haziran 1919'da ilân edilen "Amasya Tamimi"ne de imza koyan önemli şahsiyetlerden biridir. Daha sonra düzenlenen Erzurum ve Sivas Kongrelerine de katılan, hemen ardından Ankara'da teşkil edilen yeni hükûmette mühim görevler üstlenen Rauf Orbay, özellikle I. ve II. Lozan görüşmeleri sürecinin tamamını içine alan dönemde (1922–23) Başbakanlık (İcra Vekilleri Heyeti Reisliği) görevinde bulundu. Cumhuriyet'in ilânından sonra ise, başta M. Kemal ve İsmet Paşa olmak üzere Halk Partisinin üst yönetim kadrosuyla ters düştü. Bu tersleşme, Millî Mücadele döneminin diğer mühim şahsiyetlerini de içine alarak, daha derinleşmeye ve keskinleşmeye başladı. 1925'e gelindiğinde, Ankara siyaseti, iki grubun çatışma arenasına döndü. M. Kemal, kendisiyle birlikte Amasya Tamimini imzalayan Rauf Orbay, Kâzım Karabekir, Refet Bele, Ali Fuat Cafer Tayyar ve Mersinli Cemal Paşaları yanından uzaklaştırıp bilâhare siyaseten diskalifiye etmeyi başardı. Bunların yerine, sonradan gelip mücadeleye katılan Ali Fethi, Albay İsmet ve Mareşal Fevzi Çakmak'la çalışmayı tercih etti. Rauf Orbay'ın da dahil olduğu muhalif grubun lider kadrosu, 1926'daki "İzmir Sûikastı" bahanesiyle idamla yargılandılar, cezalandırıldılar ve siyasetin tamamen dışına itildiler. İşin garibi, Rauf Orbay, o tarihte tedâvi için gittiği Viyana'da bulunmasına rağmen, uyduruk İstiklâl Mahkemesi tarafından tam 10 yıllık hapis cezasına çarptırıldı. Bu sebeple, ancak 1935'ten sonra yurda dönebildi. 1940'ta suçsuzluğu yönünde açtığı dâvâyı kazandı ve Askerî Temyiz Mahkemesinin kararıyla, bir bakıma kendini aklatmış oldu. 16.07.2010 E-Posta: [email protected] |