Lahika |
Âyet-i Kerime Meâli
De ki: "Sizin kendisinden kaçıp durduğunuz ölüm var ya, o mutlaka size ulaşacaktır. Sonra gaybı da, görünen âlemi de bilen Allah'a döndürüleceksiniz de, O size yapmakta olduklarınızı haber verecektir." Cuma Sûresi: 8 |
16.07.2010 |
Kabahat istibdâd-ı hükûmete âittir Cehâletimizin silâhıyla, asıl bizi mahveden, içimizdeki, garip nâmlar ile hüküm süren parça parça istibdatlar idi ki, hayatımızı tesmîm etmiş idi. Fakat, yine kabahat, o küçük istibdatların pederi olan istibdâd-ı hükûmete âittir. Gehâletimizin silâhıyla, asıl bizi mahveden, içimizdeki, garip nâmlar ile hüküm süren parça parça istibdatlar idi ki, hayatımızı tesmîm etmiş idi. Fakat, yine kabahat, o küçük istibdatların pederi olan istibdâd-ı hükûmete âittir. Suâl: “Şu meşrûtiyet, büyüklerimizi, beylerimizi kırdı; fakat bâzıları da müstehak idi. Hem de, maddeten birşey görmeden yalnız meşrûtiyetin nâmını işitmekle, kendi kendilerine düştüler. Bunun hikmeti nedir?” Cevap: Mânen herbir zamanın bir hükmü ve hükümrânı vardır. Sizin ıstılâhınızca, o zamanın makinesini çeviren bir ağa lâzımdır. İşte, zaman-ı istibdâdın hâkim-i mânevîsi kuvvet idi; kimin kılıncı keskin, kalbi kâsî olsa idi, yükselirdi. Fakat, zaman-ı meşrûtiyetin zenbereği, rûhu, kuvveti, hâkimi, ağası hak’tır, akıl’dır, mârifet’tir, kânun’dur, efkâr-ı âmme’dir; kimin aklı keskin, kalbi parlak olursa, yalnız o yükselecektir. İlim yaşını aldıkça tezâyüd, kuvvet ihtiyarlandıkça tenâkus ettiklerinden, kuvvete istinad eden kurûn-u vustâ hükûmetleri inkırâza mahkûm olup, asr-ı hâzır hükûmetleri ilme istinad ettiklerinden, Hızırvârî bir ömre mazhardırlar. İşte ey Kürtler! Sizin bey ve ağa, hattâ şeyhleriniz dahi, eğer kuvvete istinad ile kılınçları keskin ise, bizzarûre düşeceklerdir; hem de müstehaktırlar. Eğer akla istinad ile, cebr yerine muhabbeti istimâl ve hissiyâtı, efkâra tâbî ise, o düşmeyecek, belki yükselecektir. Suâl: “Neden, şu inkılâb-ı hükûmet, herşeyde bir inkılâp getirdi?” Cevap: “İnsanlar kendi idârecilerinin yolundadırlar” (Hadîs-i şerif) sırrınca, istibdat herkesin damarlarına sirâyet etmişti, çok nâm ve sûretlerde kendini gösteriyordu, çok dâm ve plânlar istimâl ediyordu. Hattâ benim gibi bir adam, ilmi vâsıta edip, tahakküm ediyor idi; veyahut sehâvet-i milliyeyi sû-i istimâl ederdi. Veyahut şu şeyh gibi, necâbeti sebebiyle herkes onun hatırını tutarak—tutmakla mükellef bildiğinden—tahakküm ve istibdat ediyordu. Suâl: “Demek, öldürmemize, hükûmetin istibdâdına yardım eden başka istibdatlar da varmış?” Cevap: Evet, cehâletimizin silâhıyla, asıl bizi mahveden, içimizdeki, garip nâmlar ile hüküm süren parça parça istibdatlar idi ki, hayatımızı tesmîm etmiş idi. Fakat, yine kabahat, o küçük istibdatların pederi olan istibdâd-ı hükûmete âittir. Suâl: “Beyler, ağalar, müteşeyyihler iki kısımdır; farkları nedir?” Cevap: İstibdat ile meşrûtiyet kadar farkları vardır. Ben dahi meşrûtiyet ve istibdâdı müşahhas olarak size göstermek istediğimden, şu iki kısmı timsâl olarak beyân ediyorum. Suâl: “Nasıl?” Cevap: Eğer, büyük adam, istibdat ile kuvvete veya hileye veya kendisinde olmayan, tasannûen kuvve-i mâneviyeye istinâden, halkı isti’bâd ederek havf ve cebrin tazyiki ile tutup, insanı hayvanlığa indirmiş; dâimâ o milletin şevkini kırar, neşelerini kaçırır. Eğer, bir nâmus olursa, yalnız o şahs-ı müstebitte görünür; denir ki, “Falan adam şöyle yaptı.” Eğer bir seyyie olursa, kabahat bîçare etbâa taksim olunur. İşte şu mâhiyetteki büyük hakîkaten büyük değildir, küçüktür; milletini küçüklettiriyor. Zîrâ, milleti her sa’yi suhre gibi işliyor, hatır için gibi yapıyor, iyilik etse de riyâ karıştırıyor, müdâhene ve yalana alışıyor, dâimâ aşağıya iniyor. Zîrâ, sa’y-i insânînin buharı hükmünde olan şevk, müntafî oluyor. Ağaları ve büyükleri, omuzlarına biner, tâ yalnız görünsün, onların etlerinden yer, tâ büyüsün. O milletin gonca-misâl istidâdâtı üzerine o reis perde olup ziyâyı göstermiyor. Belki, yalnız o neşv-ü nemâ bulur, inkişaf eder, açılır. Eğer müşahhas istibdâdı görmek arzu ediyorsanız, işte size şu... Suâl: “Aman, bu kadar istibdâdın fena bir zehiri varken, acîbdir ki, biz bu kadar kalmışız!” Cevap: Acîb değildir. İhtilâftan bâzan istifâde olunur. O pis istibdâdın taaddüdü için, birbirinin kuvvetini bir derece kırar, tâdil ederdi; yoksa işiniz fena idi. Münâzarât, s. 32, (yeni tanzim, s. 77)
LÜGATÇE:
kâsî: Katı. Sert. efkâr-ı âmme: Halkın düşüncesi ve fikirleri. kurûn-u vustâ: Ortaçağ. inkırâz: Sönme, son bulma, yıkılma. asr-ı hâzır: Şimdiki asır. sehâvet-i milliye: Millî cömertlik. necâbet: Soyu, nesli temiz. Asâlet. tesmîm: Zehirleme. müteşeyyih: Şeyhlik taslayan. isti’bâd: Köleleştirme, kullaştırma. suhre: Zorâki ve isteksiz iş gören. |
16.07.2010 |
KaPıSeSi aynasında hırs ve çare Bizi öğütüp duran büyük bir değirmen olan zaman, yavaşlama ve hızlanmaya; inişe çıkışa; yaza kışa ayarlıdır. Bizi menzil-i maksuda doğru hızla götüren şu küremiz, yıllık deveranında güneşe yakın olduğu zaman hızlı, uzak olduğu zaman ise daha yavaş döndürülmektedir. Dünya ikliminde, uzmanların “oscillation” dediği salınımlara şahit oluyoruz. Bir bölge, bakıyorsunuz on, on bir sene kurak gitmiş, arkadan tekrar bir o kadar yıl yağışlı bir döneme geçmiş. Kur’ân-ı Hakîm’de Yusuf kıssasında hikâye buyrulduğu üzere, Mısır’da yedi yıl yağışlı, dolayısıyla tarım mahsulleri açısından verimli bir dönem, müteakip yedi yıl ise kurak bir dönem müşahede edilmiş. Zeytin gibi bazı ağaçlar, bakımları ne kadar özenli yapılırsa yapılsın, üst üste iki yıl aynı ürün verimi göstermiyorlar. “Ey İnananlar! Fâizi kat kat alarak yemeyin. Allah’tan sakının ki başarıya erişesiniz” 1 sırrınca, çarklar bazen bir ülkenin, bir kıt'anın, bir dinin lehine dönmekte, bazen de aleyhine çevrilmektedir. Ezcümle, 1492’den beri Asya’nın çöküşüne, Batı âleminin ise yükselişine şahit oluyoruz. Kendi halimize baksak, neşeli, üzüntülü; sağlıklı, hastalıklı günlerimizin ardı ardına geldiğini görürüz. Bunları niye mi anlatıyorum? Dünyayı bir imtihan yeri olarak yaratan Rabbimiz, âhireti büsbütün unutmamamız sırrından olsa gerek, sıkıntıları ve sevinçleri; kabz ve bast hallerini; ticarette kazançlı çıkma ve kesata girme hallerini art arda yaratıyor. Fıtrattaki bu hâlden hareketle, acaba hiçbir riski olmadan, on iki ay aynı maaşı sağlayan bir görev, iktisadî hayat kesatta da olsa kazançta da olsa sürekli aynı faizi veren banka sistemi ne kadar normal ne kadar sağlıklı? Peki, fıtratla pek uyuşmayan memurluk bizce niye bu kadar mergup bir iş? Bunun sebeplerinden biri bizim, “sa’y ve ameldeki lezzet ve saadeti” bilmememiz. Cenâb-ı Hakkın, “kemal-i kereminden, hizmetin mükâfatını, hizmet içinde dercetmiş” olduğundan gafiliz. Rabbimizin “amelin ücretini, nefs-i amel içine koymuş”2 olduğundan bihaberiz. Bir gönül dostumun, belki bu sözleri izah sadedinde dediği gibi, “tevekkül sürece odaklanmaktır.” Oysa bizi mutlu eden, kısa süreliğine mutlu eden, işin sonucunda elde edilen üründür, başarıdır. Onun için çiftçi hasat işi bitiverse de, buğdayı ambara koysak der. Yolda araba kullananımız, şu yolculuk bitiverse de eve dönsek havasındadır. Öğrenci derse, şu kitabı bitiriversem de sınavı geçsem hayaliyle çalışıyor. Hasadı yapan, hasadın kendisine odaklanmıyor, araba kullanan virajları dönmenin, düz yollarda gerekirse sür'atin gerekirse sağ şeritte kalıp boş şerit kollamanın, arada bir kısa dinlenip kâinat tefekkürünün zevkini tatmıyor. Ders çalışan, o çalışma içindeki zevki; kıvrım kıvrım giden mantık dizileri içindeki heyecanı yaşayamıyor. Varsa yoksa sonuçtur, çoğumuzun kafasındaki. Üstadın bu Notayı “hırs”ı işlediği Notaya komşu eylemesi bu ilişkiden olsa gerek. İşten zevk alamayan, ondaki zevke, az kazanca kanaat etmeyip hırs gösteren insanlar basamakları salimen geçip arzu edilen maksada tam ulaşamıyorlar. Ulaşamadıkları için de “garantili” işler arıyorlar. İşte o yüzden, “müstehlikler çoğalır, müstahsiller azalır. Herkes gözünü hükûmet kapısına diker… “san’at, ticaret, ziraat” tenakus eder. O millet de tedenni edip sukut eder, fakir düşer” 3 diyen çok doğru söylemiş. Hal-i pür melalimizi, hatta komşumuz Yunanistan’ın aylardır didinip durduğu hali iyi anlatan bir tesbittir bu. İşinden zevk almayan, onu şevkle daha güzel nasıl yaparım, yeni teknikleri bu işte nasıl uygularım gibi hesaplar yapamayan, yalnızca kafasını kazanmaya diken, şartlara, basamaklara müraat etmediği için onu da kaybeden fertler, çocuklarını sürekli “garantili iş”e, devlet kapısındaki görevlere teşvik etti. Ders çalışma stilleri büyüklere benzeyen; çalışmadaki zevki tanımayan, tadamayan; öğrenmenin, bir İngiliz deyişi ile varılacak bir menzil değil, bir seyahat olduğunun farkına varamayan öğrenciler, sınavları geçe geçe; bildiklerini hatırlaya unuta KPSS’ye (benim muzipçe deyişimle KaPıSeSi: devlet kapısının sesi) kadar geliyorlar. Ona çalışırken de zevk ve şevk duymuyorlar. Sınav sonucu açıklanana kadar beklettikleri kitapları, ya çöpe atacak ya da birilerine verecekler, onlardan öğrendiklerini de kısa sürede unutacaklar. Devlet kapısından adımlarını atacak olanların çoğu, ödüllendirmeyen, kötü işleyen çarktan ötürü işinden zevk ve şevk alamayacak, ‘akşam olsa da gidip yatsak’ mantığı ile çalışacaklar… Sonuçta biz, hantal ve verimsiz devlet yapısından şikâyet etmeye devam edeceğiz. Dünyanın gidişatından anlayanlar, ileride memuriyetin kalkabileceği bir düzen gelebileceğini söyleyenlerin bulunduğu bir çağda, memurluğa özentinin bu denli fazla oluşu sizce hayra alamet mi? 4 Yiğit düştüğü yerden kalkar. Yahudi, Rum ve Ermenilerin ticarette birkaç yüzyıldan beri elde ettiği başarıya bedel, bizim memurlukla yetinişimizin zararları fazla izah gerektirmeyecek kadar açıktır. Rızık risktedir. Hayatın yuvarlanmaları, inip çıkmaları içindeki heyecandadır, yeknesaklıkta değil. KPSS’ye giren milyonlar, o sınava girmek için harcadıkları milyarları, ortak bir teşebbüse dönüştürseler işin rengi değişebilir. Bunun için de hür teşebbüsü esas alan bir eğitim sistemine, güvene, iş kuracak gencin elinden tutacak insaflı sermayedara ihtiyaç var. Üstadın dediği gibi bu da “dinin evâmir-i kudsiyesiyle ve takvâ ve salâbet-i diniye ile olur.” 5
Dipnotlar 1. Bkz., Al-i İmran Sûresi, 130. âyet. 2- Said Nursî, Lem’alar, (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat 1994) s. 127. 3- Age, s. 149. 4- Meraklısına not: Alvin Tolffler Future Shock (Gelecek Şoku) adlı kitabında adhocracyden söz eder. Bürokrasinin zıddı; işler, sabit memurluğa göre değil, projelere odaklı olarak yürütülüyor. Çalışanlara da projenin verimi ölçüsünde ücret veriliyor. (Özellikle online organizasyonlarca uygulanıyor.) 5 Age, s. 126.
MUHAMMED ŞEVİKER |
16.07.2010 |