Nejat EREN |
|
Yasaklarla değil, meşrûtiyetle idare edebilmek |
“Çevremde her şeye evet diyen insanlar istemiyorum. Bana gerçekleri söyleyebilecek çalışma arkadaşlarına ihtiyacım var! Bu tavırları işlerine mâl olsa bile ..” diyor Bensiyon Pinto... Biz de sade bir vatandaş olarak “etkili, yetkili ve sorumlu zevattan ve kurumlardan” bu güzel ülkenin kangren olmuş olumsuzluklarına bir çare bulmalarını, çözüm üretmelerini istiyor ve bekliyoruz. Hukuk devleti olarak bildiğimiz ve yetkili ve etkili kişilerimizin her ağızlarını açtıklarında serdettikleri: “TC bir hukuk devletidir!” söylemleri eğer gerçekten doğruysa; bundan böyle bunun “sözde değil özde“ olmasını ve gerçek mânâda tatbikatını istiyor ve bekliyoruz. Onun içindir ki: Artık diyoruz ki: Sayın yetkililer, idareciler, siyasiler, adalet mensupları bizi bundan böyle yasaklarla, yok olanlarla değil, meşrû olan, var olan, adaletli olan yollarla idare etme gayreti ve yoluna girmenizi istiyor ve bekliyoruz. Bunun için de hakkımız olan: “Başörtülü yaşamayı” talep ediyoruz. Kanunsuz, hukuksuz, adaletsiz bu baskı ve zulmü sona erdirmenizi istiyoruz. Bin yıldır İslâmın bayraktarlığını yapan bu milletin bir ferdi olarak çocuklarımızın her yaşta, her an her yerde istedikleri gibi Allah kelâmı Kur’ânımızı serbestçe öğrenmelerini istiyoruz. İmam Hatip Liseleri başta olmak üzere bütün meslek liselerindeki “keyfî” katsayı uygulamasının tamamen kalkmasını istiyoruz. Kanun hakimiyetinin tam uygulandığı demokratik haklarımızı insanca ve serbestçe kullanmak istiyoruz. Türk’ün Kürt’e, Arab’ın Zaza’ya farklı bakmayacağı, cihana örnek olan ecdadın uyguladığı o gerçek kardeşlik ve birlikte, huzur içinde yaşamayı istiyoruz. AB standartlarına, insanca yaşamaya uygun; askerî vesayetin tamamen kalktığı, askerin kışlasına çekilip, siyasete karışmadığı; vatan müdafasına odaklandığı bir ordu düzeninin kurulup tatbik edilmesini istiyoruz. Adaleti ve hukuku kendine has yorumlarla çizgisinden çıkaran; “millet hâkimiyetine” gölge düşüren yargı mensuplarının idaresinden uzaklaşmış ve çıkmış bir demokratik ve hukukî nizam istiyoruz. İmtiyazların kalktığı, herkesin eşit olduğu bir idarî sistem ve uygulama bekliyor ve istiyoruz. Bu vatanda yaşayan azınlık, çoğunluk kim varsa her türlü fikrin temsil edilebileceği barajların kaldırıldığı; her türlü siyasî görüş, anlayış ve uygulamanın tatbik edilip, hâkim olduğu bir parlementoyla idare edilmeyi istiyor ve bekliyoruz. 16.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Toprağa ihanetle şehirleşme.... |
Avrupa, bir zaruretin neticesinde şehirleşmeye gitmişti. Açlık ve fukaralığa zulüm ve salgın hastalıklar da ilâve olunca, kendi içinde bilmecburiye şehirleşmeye giden Avrupa’ya Endülüs İslâm devleti yardım ellerini uzatmıştı. Müslümanlar yalnızca ilim ve medeniyet vermemişlerdi Orta Avrupalı, Parisli ve kuzeyli çocuklara... O günün teknolojisini hem ders vermişler ve hem de sosyal hayattaki mübaşereti öğretmişlerdi. Avrupalıların dem vurdukları sanayileşme ve sanayileşmeye bağlı şehirleşmenin arkasında açlıklar, zaruretler, zulümler, salgın hastalıklar ve iç göçler vardır. Avrupa şehirleşmesini veya medenîleşmesini hikâye edenler, Avrupa tarihinin bu acıklı sahnelerine pek yer vermezler. Türkiye’de de şehirleşmenin(1) sanayileşmeye paralel geliştiğini söyleyenler çıkabilir mi? Otuz-otuz beş sene önceye kadar “tarım toplumu” olan bir ülkenin, enflasyon, yokluk, anarşi ve rüşvetle boğuşarak sanayileşeceğini kim söyleyebilir ki... Otuz-kırk seneye yakındır nüfusları birdenbire patlayan “şehirlerin dramını” maalesef kimse yazmıyor. Global dinsizlikle Kemalizmin harab ettiği köy ve kasabalardan, toprağa bağlı insanları “mecburî göçe” tabi tutarak şehre mahkûm edişin hikâyesi, hâlâ hür fikirli ve cesur yazarları bekliyor. Bizdeki çarpık şehirleşmeyi tetikleyen çok önemli bir unsur da, Bediüzzaman Hazretlerinin tabiriyle “medeniyet fantaziyeleridir.” İnsanlarımızın heva ve heveslerini kamçılayan “şehirdeki rahat hayat”ın ve bunun yol açtığı sefahetin de “sun’î şehirleşmemizde” önemli bir payı vardır. Köy veya kır hayatını, zahmet, meşakkat, yalnızlık ve fukaralık olarak tanımlayan anlayışın en az otuz seneden beridir şeytanlar gibi insanlığın tepesinde cirit attığını derinlemesine tahlil edebilirsek, durumu daha iyi anlarız. Biz tarım toplumu iken, toprak azizdi. Toprak zenginlik ve şerefti. 1960’lardan ta 1973’e kadar Avrupa’ya işçi olarak gidenlerin çoğu “birkaç dönüm toprak” diyerek sayıklamış, alacağı tarlaların hülyasıyla gurbet acısını dindirmişti. Bu duygunun 12 Eylül ihtilâline kadar Anadolu insanında ve bilhassa Marmara ve Ege gibi toprağı verimli coğrafyamızda çok canlı ve insanımızın rüyalarını süsleyecek kadar şirin olduğunu bizzat yaşamıştım. Türkiye’nin yaşadığı felâketler tamamen bölgesel değildi. Felâketlerimizi tarihin tsunami etkisi meydana getiren hadiseleriyle birlikte ele almalıyız. 1960’ların sonundan ta 1971’e varan “üniversite anarşisi”ni dışardan ithal etmiştik. Komünistlerin Avrupa’daki taarruzlarının dalgalarıydı kıyılarımıza vuran. Aynı şekilde 1980’lerden sonraki dünyaya da global bakmak gerekiyor. Bazı muhafazakârları Türkiye siyasî vitrinine yerleştirerek milleti içten yıkmak için kültürel, ekonomik ve sosyolojik çalışmalar yapan komünist–Kemalist ittifakının dünyanın diğer yerlerindeki ayaklarına da “eşzamanlı” bakmak gerekiyor. Meselâ o tarihlerde Latin Amerika’daki fukara milletleri iç savaş, terör, ihtilâl, uyuşturucu, sömürü ve ahlâksızlıkla perişan eden global idarenin başındaki Henry Kissinger’ı Latin Amerikalı hürriyetperverlerden sormak lâzım.(2) Paul Wolfowitz’in İslâm coğrafyasına yaptığı vahşetin aynısını Kissinger ve ekibi o tarihlerde Lâtin Amerika’da yapmıştı. 1980’lerden sonra sür’atle “şehirleşen Türkiye’yi” anlayabilmek için, o günün dünyasına toptan baktığımızda veya tarihin teleskoplarıyla o günün hadiselerini detaylıca incelediğimizde; hem cuntanın ve hem de sivil devamı olan hükümetlerin, global çetelerin taşeronları olduklarını görürüz. Zira aynı global şebekelerin “çekiç gücünü” İslâm birliğinin kalbine saplayan, 12 Eylül’ün icazet verdiği sivil hükümetti. Kemalist ve komünistlerin şarkta ortaklaşa yaktıkları ateş, otuz seneye yakındır yanıyor. Yanarken başta Türkiye olmak üzere İslâm ülkelerinin servetlerini, şereflerini, kültürlerini, tarihlerini ve ciğerpârelerini de yakıyor. Yalnızca Hakkâri, Van, Muş, Mardin, Diyarbakır, Bingöl ve Batman yanmıyor. Bütün Mezopotamya şehirleri, Kerkük, Erbil, Musul, Süleymaniye, Tikrit, Felluce ve Bağdat ile birlikte Kandahar, Grozni, Bosna, Kosova, Cezayir, Hartum, Aden, Filistin ve Lübnan da tutuşmuş. Bu büyük yangına vesile olacak kibritin 12 Eylül’de, bazı dindarların da yardımıyla tutuşturulduğunu anlamayanlar; George Soros’un eşeğine binerek şov yapmakta olan 28 Şubat’ın bekçilerini hiç, ama hiç anlayamazlar. Dinde hassas, ama muhakeme-i akliyede nâkıs insanların idareci oldukları Türkiye’mizdeki “hızlı şehirleşme serüvenini” şu şartlarda anlatmaya çalışmak veya tarihî analizlerde bulunmak o denli zor ki... 12 Eylül ihtilâlini kovalayan zamanlarda, hükümet yolsuz köylere bile elektrik direklerini dikmiş ve arkasından her haneye bir adet televizyon hediye etmişti. Anadolu insanının sözlü edebiyatına bile girmeye çekinen ahlâksızlığın, fuhuş sahnelerinin, fırıldak aile serüvenlerini anlatan dizilerin evlere boca edilmesi o günlerde başlamıştı. Yüz senelik hevesat-ı rezileyi bu ekranlarla Anadolu insanına bir yıllık kısa bir sürede musallat eden Kemalistlerle komünistler galip gelmişler ve toprak (geçici olarak) mağlûp olmuştu. Ekranlardaki “rahat ve sefih hayatı” gören “tarım toplumu” maalesef, bu özentiyle şehirlere yönelmişti. Hem de çocuklar dedelerini hasta yatağında ve babalarını çiftinde çubuğunda bırakarak, arkalarına bile bakmadan... Fakat şu hakikati unutmuyoruz: Hakikî medeniyetler, topraktan kopmadan ve toprağa ihanet etmeden şehirleştiler. DİPNOTLAR: 1- Bizde şehirleşmenin adı “medenîleşme”dir. Şehir yerine “medine” kullanılmıştır. Ruhunu Medinetün-Nebî’den alan şehirleşmeyi çarpık, sağlıksız ve adeta yığınlaşma hale getiren anlayışın bizimle ve medeniyetle ilgisi yoktur. 2- Mütecaviz dünya dinsizliğinin Latin Amerika’daki Hıristiyanlara yaptığı zulüm ile Kemalizmin İslâm âlemine yaptığı zulüm aynı merkezden edildi ve ediliyor. Kissinger döneminin Latin Amerika’sındaki terörü, iç İhtilâlleri ve meşhur uyuşturucu ticaretini, 1980 sonrasındaki Türkiye’de yaşananlarla veya 2000 yılından sonra Afganistan ve Irak’ta olanlarla karşılaştırdığımızda, oyunun aktörlerini daha kolay çözeriz. 16.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Rifat OKYAY |
|
Meyvedar bir hayat... |
Şimdi düşünelim, ölüyoruz… Geriye baktığımızda şanlı şerefli bir dünya ve dünya metaı yerine; imanlı, İslâmlı, mübarek ve mukaddes bir ömür görüyor muyuz? Rahat olalım ve istikbale doğru rahat bakalım… Adaletli, iyi, merhametli, Hakkın hatırının en âli tutulduğu bir ömrü Rabbimizden isteyelim ki, şanlı şerefli, mübarek bir ahiret hayatını bize ebedî âlemde ihsan ve ikram etsin… Fedakâr, sabırlı, çilekeş bir ömür, daima faydalı, güzel ve iyi neticeleri meyve olarak vermiştir. Yorulmadan dinlenmeye, kazanmadan harcamaya, malik olmadan ikram etmeye o kadar çok kendimizi alıştırmışız ki, normal bir hayat tarzı veya kuralı gibi görüyoruz bunları… Ferdî olarak kendi hayatımıza baktığımız zaman eğer hayatı veren Hayy-ı Kayyum-u Bakiye itaat ve inkiyad da değilsek; kendi hayatımızın tarihinin değil, belki insanlık tarihinin en şaşılacak işini yapıyoruz demektir! Zaman içinde daima kötülenir, küçük ve hor görünürler, eski zamanın Sultanları, Padişahları… Halbuki bir sefer olsa, onlar en önde gidiyorlar. Yanlarında devletin idaresinin en yüksek mevkiini teşkil eden divan üyeleri, danışma meclis üyeleri, ulema beraber harbe iştirak ediyorlar. Günlük hayatlarını değil, bütün hayatlarını ölümü hiçe sayarak bu dine, bu vatana, bu millete göre programlayıp hareket eden bu zatlara haksızlık yapmış olmuyor muyuz? Dahası da var, millet malına, devlet malına el uzatmayı (hakları olduğu zaman bile) kendine züll sayan çoğu eski zaman idarecisi sanatkârdı, kendisine bir iş yapıyordu ve iaşesini kendi çalışmalarından elde etmeyi, çıkarmayı bir marifet biliyordu. Zamanı hiç israf etmemeyi kendilerine şiar edinenler; daima hayatın her safhasında başarılı olmuşlardır. Sabahın bereketli saatlerinde hiçbir zaman, akşamın meş’um saatlerine sarkıtmayan bir zihniyet daima taze, yeni ve ileriyi gören bir nazara malik olmuşlardır. Kararlılığın esas kılındığı bir hayatın emekliliği de olmaz. Bakınız yüz sene evveline kadar kaç tane emekli var? Yok. Çünkü fayda ve sevabı esaslı bir şekilde kendisine hedef tayin edenlerin, çalışmayı bırakıp da emekli olduklarını nasıl düşünebiliriz ki? Eyyûb-El Ensari doksan küsur yaşında… “Medine neresi, İstanbul neresi? Nereye gidiyorsun, ne yapacaksın? Bu yaşta cihada gidilir mi?” sualleri ve muazzam bir cevap. “Ben Allah yolunda cihad eden bir kişi olmaktan kendimi mi alıkoyayım?” Her halimizde, her tavrımızda, her yaşımızda hizmete devam… Kendimizin ihtiyaç duymadığı bir meseleyi başkalarının duymasını ve harekete başkalarının ikazıyla geçmemizi beklemek galiba biraz dûnhimmetlilik olur. Şimdi bakıyoruz, yaşıyoruz… Hayatın hedef ve gayelerini iman, Kur’ân ve İslâmiyet adına en güzel şekilde planlayarak, programlayarak yaşamaya, hayatımızda göstermeye çalışmalıyız… Ta ki meyvedar, faydalı bir hayatımız olmuştu, olacaktı diyebilelim. İnşallah… 16.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Hayra çıkan tarihler |
Re’fet Bey: “Meyve Risâlesinde, Âyetü’l-Kürsî’nin tetimmesi olan âyette ebcet hesâbı ile 1417 tarihi çıkıyor. Bu tarihin hükmü ve mânâsı nedir?”
On Birinci Mes’elenin Hâşiyesinin Bir Lâhikasına kaynaklık eden âyet Âyetü’l-Kürsî’den sonra gelen iki âyettir. Mânâları şöyledir: “Dinde zorlama yoktur. Artık hak ile batıl iyice ayrılmıştır. Kim insanları Allah’ın yolundan saptırıp isyana sürükleyen ve birer mâbud gibi kıymet verilen tâğûtları reddeder ve Allah’a iman ederse, işte o kopmaz ve kırılmaz sapa sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah her şeyi hakkıyla işitendir, her şeyi eksiksiz bilendir. Allah iman edenlerin dostu ve yardımcısıdır. Onları inkâr karanlıklarından kurtarıp hidayet nuruna kavuşturur. İnkâr edenlerin dostu ise tâğûtlarıdır; onları iman nurundan mahrum bırakıp inkâr karanlıklarına sürükler. İşte onlar Cehennem ateşinin ehlidir. Orada ebediyen kalacaklardır.”1 Âyet, dinde zorlama olmadığını, hak ile batılın birbirinden iyice ayrıldığını, tâğûtları reddeden ve Allah’a iman edenlerin kopmaz bir kulpa yapışmış olacağını, îmân edenlerin dostlarının Allah olduğunu, inkâr edenlerin ise tâğûtlarını dost edinmiş olacaklarını gündeme alan mesajlarıyla sanki çağımıza hususî bir biçimde hem şefkatle, hem de tokatla bakıyor gibidir. Bediüzzaman Hazretleri de bu iki âyetten ebcet hesabıyla çağımıza bakan tarihler çıkarır.2 Bu tarihlerden birisi de, “İnkâr edenlerin dostu tâğûtlardır.” Cümlesinin ebced hesabı ile karşılığı olan 1417 tarihidir. Ki, içinde bulunduğumuz Rumî yıl 1426; Hicrî yıl ise 1431’dir. İnsan iman ettiğinde, Allah yolunda kopmaz bir ip olan Allah’ın kitabına sımsıkı bağlanır. İnkâr ettiğinde de, kendisine bağlanacağı, inanacağı, kulu ve kölesi olacağı bir “tâğût” bulur. Yani ya Allah’a iman eder, Allah’ın kulu ve kölesi olur, yalnız O'na ibadet eder, yalnız O'na sığınır ve yalnız O'ndan yardım ister. O'nun için yaşar, O'na döneceğini ve O'na hesap vereceğini bilir. O'na ve O'nun dinine hizmet eder. Ya da Allah’a iman ve itaat etmez, ama dünyevî putların kölesi olmaktan da kendini kurtaramaz. Yani, yol ikidir. İnsan, iki yoldan birisini tercih etmekle mükelleftir. Allah’a iman ederse Allah’ı dostu bulacak, Allah’a dost olacak, Allah’ı sevecek, Allah’ın rızasını arayacak, Allah tarafından sevilecek ve Allah’tan yardım görecek; Allah’ı bırakıp tâğûtları tercih ederse, aydınlıktan karanlığa çıkacak, tâğûtları tokatları gibi yüzünde şaklayacak. Yani bir yanda Allah’a iman, itaat ve teslimiyet, diğer yanda tâğûtlar. Bu, tarih boyunca böyle ola gelmiştir. Demek insan inkârcılıkla kolay ve hafif bir yol bulduğunu boşuna zannetmektedir. Aslında en zor ve en çetrefilli çıkmaz bir sokakta yuvarlanmaktadır. Dünyevî putların kahrını çekmek daha zor ve daha sıkıntılıdır çünkü. Kendisine karşı kusur işlediğinde affı ve bağışlaması yoktur. Yağcılık yaptığında şefkatini, merhametini ve mükâfatını görmez. “Allah’a iman” noktasında dünya çapında bahar sancıları yaşıyoruz. Nur’un çiçekleri açmaya başladılar artık. Baharda bereket ve hayat getiren fırtınalar ve tecelliler bazen ağır gelebilir, şiddetli olabilir, can yakabilir, göz yaşartabilir. Ama dünyada dünya için yaşamıyoruz. Allah için varız ve Allah’a döndürüleceğiz. O halde vereceğimiz bedel, göreceğimiz mükâfat yanında elbette çok ucuz düşecektir. Çünkü Allah cömerttir, Allah zengindir, Allah kadir-kıymet bilendir, Allah en iyisiyle karşılık verendir, Allah ihsan ve ikram edendir, Allah unutmayandır, Allah ölümsüzdür. Allah inananlarla beraberdir. Bununla beraber, Cenâb-ı Hakkın, iman, hidayet, huzur ve muvaffakiyet nimetlerini bize pahalı vermemesi, elbette duamız ve dileğimizdir. Binâenaleyh, verilen bu tarihleri gelecek bahar noktasında hayra yormalı ve vazifemize devam etmeliyiz.
Dipnotlar 1- Bakara Sûresi, 2/256, 257. 2- Asâ-yı Mûsâ, s. 79. 16.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Bediüzzaman, Rusya ve Avrupa |
Avrupa’daki İslâmî gelişmeler sadece bizim değil, dünyanın, özellikle AB’nin dikkatini çeker ve gündemlerinin ilk sıralarında yer alır. Materyalizm, ateizm, darvinizm, marksizm, sosyalizm, feminizm, freudizm, komünizm gibi bütün seküler “izm”lerin ve felsefelerin birleşmesinden hasıl olan dehşetli deccalizmle mücadele eden Bediüzzaman Said Nursî, İlâhî hikmetin sevkiyle onun çıkış yeri olan Rusya’ya esir olarak gitmiş ve gözlemlerde bulunmuş. 1910 yılının sonlarında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu dolaşarak, istibdadı/diktatörlüğü kötüleyen, buna mukabil Meşrûtiyet’i/hürriyeti güzelliklerini anlatan Bediüzzaman Said Nursî; 1911 yılında Şam’a giderek Emeviye Camii’nde İslâm dünyasının meselelerine değinen ünlü hutbesini okur. Bediüzzaman vatan müdafaasında cepheye fiilen silâhlı olarak I. Dünya Harbi’ne Van ve Muş’ta talebeleri ile birlikte gönüllü milis alayları teşkil ederek katılmış ve savaşmıştır. Muş’un Ruslarca istilâsı üzerine orada kalan cephaneyi kurtarıp Bitlis Muharebesi’ne iştirak eder. Burada yaralanarak Ruslara esir düşer. İki yıldan fazla bir zaman Kosturma esir kampında kalır. Sonra firar edip kurtularak İstanbul’a dönmüştür.1 1917’de patlayan komünist ihtilâlinin verdiği karışıklıktan istifade ederek Kosturma’dan firar eder. Buradan Alman sınırına gider ve Alman askerleri ona selâm durarak karşılar. Almanya’da iki ay kalır. Edip ve filozofların bulunduğu bir toplantıda bir konuşma yapar. Kendisini hayran hayran dinleyenlere şunu söyler: “Türk-Alman, Alman-Türk tarih boyunca kadîm dostturlar. Türkler Alman dostluğuna sadakatta çok hassasiyet gösterirler.” 2 Ne var ki, bu iki ay zarfındaki diğer faaliyetleri henüz tarihin karanlık arşivlerinde saklı; onları günyüzüne çıkaracak tarihçileri bekliyor. Bediüzzaman bu arada Batı’yı ve sosyal hayatını da inceleme fırsatı bulur. Deccalizmin istilâ edeceği Hıristiyan âleminin de pisiko-sosyal ve coğrafik yapısına da gözlemler. Petersburg, (Leningrad), Berlin’den Varşova’ya, oradan Viyana yoluyla Sofya’ya, oradan da trenle İstanbul’a gelir. Bazı gazeteler gelişini şöyle haber verir: “Kürdistan ulemasından olup, talebeleriyle birlikte Kafkas cephesinde muharebeye iştirak eylemiş ve Ruslara esir düşmüş olan Bediüzzaman Said Kürdî Efendi, âhiren şehrimize muvasalat eylemiştir.” 3 Şu halde, Rusya’daki esareti, 16 Şubat 1916’da başladığına göre, 2 sene, 4 ay, 4 gün ediyor. Kendisi firar hâdisesini şöyle tasvir eder: “...Gayet hilâf-ı me’mul (umulmayacak, beklenmeyecek, olağanüstü) bir surette, yayan gidilse bir senelik mesafede, tek başıma, Rusça bilmediğim halde firar ettim. Zaaf ve aczime binâen gelen inâyet-i İlâhiyye ile hârika bir surette kurtuldum. Tâ Varşova ve Avusturya’ya uğrayarak İstanbul’a kadar geldim ki, bu surette kolaylıkla kurtulmak pek hârika olmuştu. Rusça bilen en cesur ve en kurnaz adamların muvaffak olamadıkları çok teshilât ve çok kolaylıkla o uzun firar-ı seyahati bitirdim.” 4 Bediüzzaman, 1900’ler civarında teşhis edip, 1914’lerden sonra fiilen gördüğü ve Avrupa’yı dahi kasıp-kavuran deccalizm cereyanını da haber verir: Rivayette var ki, “Deccalın mühim kuvveti Yahudidir. Yahudiler severek tâbi olurlar.” 5 Allahu a’lem, diyebiliriz ki, bu rivayetin bir parça tevili Rusya’da çıkmış. Çünkü, her hükûmetin zulmünü gören Yahudiler, Almanya memleketinde kesretle toplanıp intikamlarını almak için, komünist komitesinin tesisinde mühim bir rol ile Yahudi milletinden olan Troçki namında dehşetli bir adamı, Rusya’nın Başkumandanlığına ve terbiyegerdeleri olan meşhur Lenin’den sonra Rus hükûmetinin başına geçirerek Rusya’nın başını patlatıp bin senelik mahsulâtını yaktırdılar. Büyük Deccalın komitesini ve bir kısım icraatını gösterdi. 6
Dipnotlar: 1- Bediüzzaman Said Nursî, Hayatı, Mesleki, Tercüme-i Hali, İstanbul 1976, s. 102-108; İsmail Kara, İslâmcıların Siyasî Görüşleri, c. II, İstanbul 1995, s. 314; Kadir Mısıroğlu, Sarıklı Mücahidler, İstanbul 1992, s. 285. Ayrıca Bkz. Ek: I.; 2- Çığ, Hekimoğlu İsmâil, 61.; 3- Tanin, 25 Haziran 1918.; 4- Lem’âlar, 235.; 5- Müslim, Fiten: 124; Müsned, 3:224, 292, 4:216-217.; 6- Şuâlar, s. 507. 16.07.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Din, siyasete âlet edilmez |
Türkiye, yeni bir referandum sürecinin içine girmiş bulunuyor. Mevcut anayasanın Meclis'te ve AYM'de değişikliğe uğrayarak son şeklini alan 26 maddesi ile ilgili olarak, 12 Eylül'de halkoylaması yapılacak. (Yaklaşık 150 maddesi ise, aynen duruyor.) Seçmen vatandaş, referandumda hür iradesiyle hareket edecek. Mânevî mesuliyeti kabul ederek, isteyen evet, isteyen hayır diyecek, isteyen geçersiz oy verecek, isteyen referandumu boykot ile sandık başına gitmeyecek... Bu tercihlerin hepsi de, demokratik haklar cümlesindendir. 1982'de, vatandaş bu hakların çoğundan mahrumdu. Oyunu kullanmayana ceza vardı. Hayır demek ise, adeta anarşistlikle, komünistlikle, hatta vatana ihanet etmekle eşdeğer tutuluyordu. Bu sebeple, o tarihte, yüzde 90 civarındaki seçmen kitlesinin bir kısmı korkusundan, bir kısmı da dehşetli propagandaların tesiri altında kalarak, darbe anayasasına evet demek durumunda kaldı. Şimdi ise, o tarz bir baskı ve dayatma söz konusu değil. Ancak, siyasî tarafgirlik damarı ve bağnazlığı sebebiyle, insanlarımız maalesef birbirini kırma, rencide etme eğilimine girmiş bulunuyor. Yer yer parti ve şahıs isimleri de zikredilerek, karşılıklı olarak çok ağır ithamlar yapılıyor, isnatlarda bulunuluyor. Ki, bu da "mânevî baskı" cümlesine giriyor. Mânevî baskı, sadece fikrî propagandaya dayalı şekilde yapılırsa, yine bir derece cevazı vardır. Ancak, işin içine din, imân, İslâm, tesettür, başörtüsü... gibi mukaddes değerler katılınca, meselenin rengi değişir. Hatta, iş çığrından çıkmış, asıl maksat başkalaşmış olur. Zira, din, umumun mukaddes malıdır. Tahsis, inhisar, ipotek kabul etmediği gibi, bir kısım dindaşların dışlanmasına da cevaz vermez. Son günlerde yazılan bazı yazılara, yapılan bazı yorumlara baktığımızda, siyaset uğruna dinin istismar edildiğini ve insanlarımızın birbirini en sert şekilde kırmaktan çekinmediğini esefle görmekteyiz. Hatta, çok muteber bildiğimiz öyle kalem sahipleri var ki, kendi tarafında olanları melek gibi görüp adeta Cennetlik addediyor, muhalif tarafta olanları ise şeytanla arkadaş sınıfına koyuyor ve neredeyse topunu birden Cehenneme postalamaya çalışıyor. İşte, böylesi bir siyasî anlayıştan Allah'a sığınmalı ve tıpkı Üstad Bediüzzaman gibi "Şeytandan kaçar gibi" ondan kaçınılmalı. Bunları, sakın hayalî şeyler cümlesinden yazdığımızı düşünmeyin. Zahmet edip, sadece bu hafta içinde gazetelerde neşrolan köşe yazılarına şöyle bir nazar ederseniz, söylediklerimizin fazlasını da görmüş olursunuz. Meselâ, bazıları alenen yazıp diyor ki: "Referandumda evet, ya da hayır demekle, aslında ya 'Milliyetimiz bir vücuttur, ruhu İslâmiyet, aklı Kur’an ve imândır' demiş oluyorsunuz, ya da 'Hayır, ırkçılıktır" demiş oluyorsunuz... Ne alâkası varsa... Manevî baskı ve dinî istismar, aynı minvâl üzere devam edip gidiyor. Öyle ki, "Referandumda, aslında başörtüsü, terör örgütü, imam–hatip okulları, ezan–Kur'ân, hak–batıl oylanıyor" diyenlere dahi rastlanıyor. Oysa, işi bu raddeye getirmeye ve işin içine mukaddes değerleri koymaya hiç gerek yok. Zira, bunların hiçbiri oylanmıyor. Değişikliğe uğrayan maddelerin ne eski, ne de yeni hâli içinde, bu tâbirlerin telâffuzu dahi yoktur. O halde, tutup birbirini kırmanın ne mantığı var? Hele, 82 Anayasasında değişmeyen ve değiştirilmesi teklif dahi edilmeyen öyle maddeler var ki, bunlar orada durduğu müddetçe, yapılacak hiçbir değişiklik hatırına tutup din kardeşini kırmaya, rencide etmeye değmez. İşte, darbe anayasasının hemen başına derc edilen ve ara ara yapılan tekrarlarla anayasanın ruhu ve temel esası haline getirilen o ifadelerin bir özeti: "Bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve onun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda" hazırlanmış olup, anayasanın hiçbir maddesi, yahut üzerinde değişiklik yapılacak herhangi bir madde, "Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremez." Vatandaşlarımız ve din kardeşlerimizin, birbirini daha fazla kırıp rencide etmeden bu referandum badiresini atlatmasını temenni ederiz. Tarihin yorumu Millî kahraman, idamla yargılandı Millî Mücadelenin kahramanlarından Hüseyin Rauf Orbay, 16 Temmuz 1964'te İstanbul'da vefat etti. Osmanlı döneminde de büyük yararlılıklar gösteren ve Balkan Savaşlarındaki başarılarından dolayı kendisine "Hamidiye Kahramanı" nâmı verilen Rauf Bey, 22 Haziran 1919'da ilân edilen "Amasya Tamimi"ne de imza koyan önemli şahsiyetlerden biridir. Daha sonra düzenlenen Erzurum ve Sivas Kongrelerine de katılan, hemen ardından Ankara'da teşkil edilen yeni hükûmette mühim görevler üstlenen Rauf Orbay, özellikle I. ve II. Lozan görüşmeleri sürecinin tamamını içine alan dönemde (1922–23) Başbakanlık (İcra Vekilleri Heyeti Reisliği) görevinde bulundu. Cumhuriyet'in ilânından sonra ise, başta M. Kemal ve İsmet Paşa olmak üzere Halk Partisinin üst yönetim kadrosuyla ters düştü. Bu tersleşme, Millî Mücadele döneminin diğer mühim şahsiyetlerini de içine alarak, daha derinleşmeye ve keskinleşmeye başladı. 1925'e gelindiğinde, Ankara siyaseti, iki grubun çatışma arenasına döndü. M. Kemal, kendisiyle birlikte Amasya Tamimini imzalayan Rauf Orbay, Kâzım Karabekir, Refet Bele, Ali Fuat Cafer Tayyar ve Mersinli Cemal Paşaları yanından uzaklaştırıp bilâhare siyaseten diskalifiye etmeyi başardı. Bunların yerine, sonradan gelip mücadeleye katılan Ali Fethi, Albay İsmet ve Mareşal Fevzi Çakmak'la çalışmayı tercih etti. Rauf Orbay'ın da dahil olduğu muhalif grubun lider kadrosu, 1926'daki "İzmir Sûikastı" bahanesiyle idamla yargılandılar, cezalandırıldılar ve siyasetin tamamen dışına itildiler. İşin garibi, Rauf Orbay, o tarihte tedâvi için gittiği Viyana'da bulunmasına rağmen, uyduruk İstiklâl Mahkemesi tarafından tam 10 yıllık hapis cezasına çarptırıldı. Bu sebeple, ancak 1935'ten sonra yurda dönebildi. 1940'ta suçsuzluğu yönünde açtığı dâvâyı kazandı ve Askerî Temyiz Mahkemesinin kararıyla, bir bakıma kendini aklatmış oldu. 16.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Buyurun ‘iftar sofrası’na! |
Şartlar CHP’yi de öyle bir noktaya getirdi ki; sonunda Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’na “Rakı değil, iftar sofrası kurun” dedirtti. Malûm, üç aylar içindeyiz ve ‘ayların sultanı’ Ramazan ayına bir aydan az bir süre kaldı. Bu günden ‘iftar sofraları’ konuşulmaya başlandığına göre, İnşallah önümüzdeki Ramazan ayı çok bereketli ve feyizli geçecek... Anlaşılan bu yılki Ramazan ayı, 12 Eylül’deki anayasa referandumu sebebiyle biraz da ‘siyasî propaganda’lara sahne olacak. İşte bu sebeple ‘rakı sofrası’ ve ‘iftar sofrası’ değerlendirmeleri yapılıyor. Gazetelerde yer alan haberlere göre CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, parti ‘örgütü’nü uyarıp, referandum kampanyasının Ramazan ayı ile çakıştığını hatırlatmış ve “12 Eylül’e kadar içki sofralarından uzak durun” talimatı vermiş. (Akşam, 14 Temmuz 2010) Sebebi ne olursa olsun, normal şartlar altında ‘içki sofrası’nı savunan bir siyasî anlayışın, “İçki sofrası değil, iftar sofrası kurun” deme noktasına gelmesi bir bakıma Türkiye’deki değişimi de göstermektedir. İşte Türkiye’nin gerçek fotoğrafı budur. ‘Söz hakkı’ millette olduğu müddetçe, bu ve benzeri ‘değişim’lere şahit oluruz. Düşünün ki milletin herhangi bir noktada ‘söz söyleme’ hakkı olmasaydı, böyle bir durumda CHP, ‘örgüt’üne benzer bir çağrı yapar mıydı? İşte demokrasi ile idare edilmenin bir faydası daha... Bu hadise aynı zamanda ‘suların tersine akıtılamayacağı’nı da göstermiş oldu. Meselâ, ‘Tek parti devri’ndeki CHP böyle bir karar alır mıydı? Almaya kalksa, belki de kendi içinden de tepki alırdı... Kim bilir? Muhtemelen son açıklamaya tepki gösteren CHP yöneticileri de olmuştur, ama işin içinde ‘rey’ olunca her halde bu itirazlarını seslendirmemeyi uygun görmüşlerdir. CHP’nin geldiği bu nokta, Türkiye’nin daha hür ve daha demokrat olması gerektiğini de bir defa daha göstermiş oluyor. Hadiselerde ‘milletin reyi’ ne ölçüde belirleyici olursa, siyasî partiler de o ölçüde millete yaklaşmaya, onları dinlemeye ve onların taleplerine göre hareket etmeye başlar. Bu noktadan hareket edilirse, uzun dönemde CHP’nin de başörtüsü yasağına karşı çıkması beklenmeli. Öyle ya, bugün ‘iftar sorfası’ kuran bir parti, yakın gelecekte ‘başörtüsü yasağına hayır imzası toplanan çadır’ da kurmak mecburiyetinde kalır. Türkiye’deki müsbet yönde değişimden bütün partiler ve kurumlar etkileniyor ve etkilenmek durumunda. Zaten aklı başında kişi, parti ve kurumların; milletin taleplerine itiraz etmesini, onların rağmına işler yapmasını anlamak mümkün değil. Türkiye’nin ve dünyanın ilerlemeye çalıştığı ‘hür ve demokrat yol’da aksini düşünmek insanlara sadece zarar verir. Tek partiden, çok partili siyasî hayata geçildiği 1950’lerde çokça kullanılan, “Yeter! Söz milletindir” sloganının ne kadar haklı bir slogan olduğunu da bir defa daha görmüş olduk. “Milletin dediği” oldukça, CHP de, başka partiler de ‘yol’a gelmek mecburiyetinde. Darbecilerin, yanlışta ısrar ederek; “Milletin dediği olmasın”daki ısarlarının sebebi de daha iyi anlaşılmış oluyor. “Milletin dediğinin olmadığı” bir Türkiye’de CHP ‘iftar sofrası’ kurma noktasına gelebilir miydi? Buyurun ‘iftar sofrası’na! 16.07.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Kuzey İrlanda’dan Güneydoğu'ya |
Her yılın 12 Temmuz’u kaygıyla beklenir Kuzey İrlanda’da. O gün Kuzey İrlanda’nın İngiltere’nin bir parçası olarak kalmasını savunan Birlikçi Protestanlar kutlama yürüyüşü yaparlar. İrlanda’nın bütünlüğünü savunan Cumhuriyetçi Katolikler ise, İngilizlerin adaya egemenliğini sağlayan 1690 yılındaki Boyne Savaşının yıldönümü kutlaması niteliğindeki bu yürüyüşten rahatsız olurlar. 1998 Barış Antlaşmasına kadar önemli çatışmalara sahne olurdu Orange Yürüyüşü olarak bilinen bu yürüyüş. Bu tarihten sonra önemli bir olay olmamıştı. Ancak bu yıl iki taraf arasındaki ve iki tarafla polis arasındaki çatışmalar dördüncü gündür sürüyor. Belfast’ta 83 polis memuru yaralandı. Peki neden anlatıyoruz bunları? Uzun yıllar boyu –İrlanda örneğinde yüzyıllardır- süren etnik yada dinî çatışmalarla aralarında uçurumlar oluşmuş halk grupları arasında birlik ve huzuru sağlamanın çok kolay olmadığını anlatmak için. Kuzey İrlanda’da dinle etnik kökenin özdeşleştiği bir ikilik oluşturuldu İrlanda kökenlilerle İngiliz göçmenler arasında. Savaşlar ve çatışmalar sonunda adanın 6 eyaletinin koparılıp İngiltere’ye bağlanmasına, diğer eyaletlerin ise Serbest İrlanda Cumhuriyeti olmasına yol açtı. Ama İngiltere’de kalan kısımda çatışmalar hiç bitmedi. Barış Antlaşmasına ve iktidar paylaşımına, milyarlarca dolarlık AB ve ABD yardımına rağmen, iki toplum kaynaşmadı. Protestan-Birlikçiler ve Katolik-Milliyetçiler ayrı politik-kültürel ortamlar geliştirdiler. Her bir grubun kendi okulları, kendi gazeteleri, siyasal partileri, kültürel ve spor organizasyonları, karşı grubu güvenilmez olarak betimleyen kendi tarih versiyonları var. Her iki grup da kendi mensupları arasında katı bir disiplin ve adalet sistemi uyguluyor. Ceza dayakları olarak bilinen ve kurallara uymayanların kimliği belirsiz çetelerce dövülmesi, hatta bazı hallerde dizden ayaklarının kesilmesi, ilkel bir adalet ve disiplini koruma anlayışının ürünüdür. Bu yılki kavgalara sekiz yaşındaki çocukların bile katılması, iki toplum arasındaki uçurumların sürdüğünü ve yeni nesillere de bu kavganın aşılandığını gösteriyor. PKK terörünün yeniden azdığı bugünlerde unutulmaya başlanan bir gerçeği bu vesile ile hatırlamamız gerek. Silâhlı terörün susturulması ülkemizdeki Türk-Kürt sorununu bitirmeye yetmeyecektir. İki toplumu ortak zeminde kaynaştırmadan, bir tür üst kimlikte birleştirmeden, herkesin birinci sınıf vatandaş olduğu bir ülke inşa etmeden terör ve çatışmayı bitirmek imkânsızdır. Eğer yaralar iyileştirilmezse, insanlar kaynaştırılmazsa, en küçük bir kıvılcımda yeniden kavga ve çatışma ortamının hortlaması kaçınılmaz olmaktadır. Amerika, İngiltere ve Avrupa Birliği’nin tüm çabaları ve maddi-manevi desteğine rağmen Kuzey İrlanda’da bu çatışmaların yaşanıyor olması bunun en anlamlı göstergesi. Temennimiz; bütün yanlışlara ve tahrik etmek, hatta tersine çevirmek isteyen tüm hainlere rağmen, bu ülkenin müreffeh, huzurlu ve birlik içindeki geleceğinin tek umudu olan demokratik açılım yada Kürt açılımının samimi ve kararlı adımlarla sürdürülmesidir. Samimi ve kucaklayıcı hamleler mutlaka halk nezdinde destek bulacaktır. 16.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Paketin tahlili (3) |
Paketteki maddelere devam edelim. Madde 15: Askerî yargının görev alanı yeniden belirlenecek. Askerî yargı, askerî mahkemeler ve disiplin mahkemeleri tarafından yürütülecek. Askerî mahkemeler, asker kişiler tarafından işlenen askerî suçlar ile bunların asker kişiler aleyhine veya askerlik hizmet ve görevleriyle ilgili olarak işledikleri suçlara ait dâvâlara bakmakla görevli olacak. Devletin güvenliğine, anayasal düzene ve düzenin işleyişine karşı suçlara ait dâvâlar, her durumda adliye mahkemelerinde görülecek. Siviller, savaş hali dışında askerî mahkemelerde yargılanamayacak. (Detaylar kanunla.) Burada, temeldeki sivil-askerî yargı ikilemi çözülmüyor, ama uygulamada sıkıntı veren bazı yanlışları bitirebilecek bir düzenleme yapılıyor. Darbe suçlarının sivil yargıda muhakeme edilmesi anayasal kural haline geliyor. Ama sivil yargıdan tatminkâr sonuçlar çıkması, bunun ötesinde topyekûn bir zihniyet değişimini gerektiriyor. * Madde 16: AYM’de asıl üye sayısı 11’den 17’ye çıkıyor. 3 üyeyi Meclis seçiyor: 2’sini Sayıştay Genel Kurulu, 1’ini baro başkanlarınca belirlenen 3’er adaydan. Diğer üyeleri Cumhurbaşkanı atıyor: 3’ünü Yargıtay, 2’sini Danıştay, 1’ini Askerî Yargıtay, 1’ini Askerî Yüksek İdare Mahkemesince gösterilecek 3’er adaydan; 3’ünü YÖK’ün kendi üyesi olmayan hukukçu öğretim üyeleri arasından göstereceği 3’er adaydan; 4 üyeyi de üst kademe yöneticileri, serbest avukatlar, 1. sınıf hakim ve savcılar ile en az 5 yıl görev yapmış Anayasa Mahkemesi raportörleri arasından. (Yedek üyeler için de kurallar belirleniyor.) Değişiklikle getirilen yenilikler: Mahkemede görev yapan üye sayısındaki 4 artış; 3 üyenin seçiminde Meclisin devreye girmesi; birinci sınıf hakim ve savcılarla raportörlere de üyelik yolunun açılması; AYM’ye seçilebilme yaşının 40’tan 45’e, görev yapma süresinin 15’ten 20 yıla çıkarılması, öğretim üyelerinde profesör veya doçent olma şartının aranması. Düzenlemede, Askerî Yargıtay ve Askerî Danıştay garabetlerine dokunulmazken, AYM’de bu kurumlara kontenjan ayırma uygulamasının devam ediyor olması da gözden kaçmaması gereken önemli bir nokta. * Madde 17: Anayasa Mahkemesi üyeleri 12 yıl için seçilirler. Bir kimse iki defa AYM üyesi seçilemez. AYM üyeleri 65 yaşını doldurunca emekliye ayrılırlar. Zorunlu emeklilik yaşından önce görev süresi dolan üyelerin başka bir görevde çalışmaları ve özlük işleri kanunla düzenlenir. Anayasa Mahkemesi üyelerinin atandıktan sonra 65 yaşına kadar orada kalmasını öngören düzenlemenin iptali ile 12 yıl sınırının getirilmesi olumlu bir değişiklik. * Madde 18: “Herkes, anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından ihlâl edildiği iddiasıyla AYM’ye başvurabilir” cümlesiyle, AYM’ye bireysel başvuru hakkı getiriliyor. AYM’nin Yüce Divan sıfatıyla yargılayacağı kişilere TBMM Başkanı, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları da ekleniyor. (Maddenin eski haline göre listedeki diğer kişiler Cumhurbaşkanı; Bakanlar Kurulu üyeleri; AYM, Yargıtay, Danıştay, Askerî Yargıtay, AYİM Başkan ve üyeleri, Başsavcıları, Başsavcıvekili, HSYK ve Sayıştay Başkan ve üyeleri.) Haklarını bu ülkenin mahkemelerinde alamayıp mağdur olan insanların AİHM’e yönelişini azaltma düşüncesiyle getirilen bu düzenlemeden olumlu sonuç alabilmenin şartı, yine hak ve özgürlükleri önceleyen bir zihniyet değişiminin AYM’de de gerçekleşmesi. Yoksa “değişmez maddeler”e yaslanarak demokrasinin önünü kesen veya sosyal güvenlik reformuyla ilgili kararda olduğu gibi “Herkes eşittir, ama memurlar daha eşittir” mantığını sergileyebilen ya da emeklilerin maruz bırakıldığı haksızlıkla ilgilenme gereği dahi duymayan bir anlayış korunursa hiçbir şey değişmez. Prensipte Millî Savunma Bakanına bağlı olması gereken komutanların konumunun, pratikte işleyip işlemeyeceği belirsiz Yüce Divanda yargılanma formülüyle listedekilerin statüsüne yükseltilmesi ise yanlış. Kalan maddelere de yarın bakalım. 16.07.2010 E-Posta: [email protected] |