Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Zelzele |
Ergenekon, Balyoz, diğer darbe planları, tutuklamalar, yargı krizi, anayasa paketi v.s. gibi, geçen haftanın ortalarına kadar süren gündemin sıcak maddeleri, önce ABD’deki Ermeni oylaması, ardından Elazığ depremi ile, bir süreliğine de olsa askıya alınacağa benziyor. Elazığ depremi üzerinden giriş yaparsak: İlk bilgilere göre, özellikle köylerde ciddî can kayıplarına sebep olan depremin şoku sürüyor. 6 büyüklüğündeki bir sarsıntının çok sayıda köy evini yerle bir ederek, kendi ölçeği içinde bu derece ağır zayiata yol açması, başlı başına üzerinde durulması gereken çok önemli bir mesele. Çok daha büyük ve şiddetli depremlerin yaşandığı ülkelerden meselâ Japonya’da çoğu zaman can kaybının dahi olmaması, hattâ geçtiğimiz günlerde 8.8 büyüklüğündeki bir sarsıntıya maruz kalan Şili’nin, depremin şiddetiyle kıyaslandığında hadiseyi oldukça hafif atlatması, bizim zelzele konusundaki yetersizlik ve hazırlıksızlığımızı bir defa daha gözler önüne sermekte. Ne yazık ki, bilhassa 17 Ağustos 1999 depreminden bu yana, yeri geldikçe söylem düzeyinde tekrarlandığı halde, iş eylem ve icraata gelince kayda değer hiçbir şey yapılmayan “depreme hazırlık” bahsinde bir arpa boyu bile yol alamadık. Coğrafî olarak tehlikeli fay hatları üzerinde bulunduğumuz gerçeği her fırsatta hatırlatılır ve “Depremle birlikte yaşamaya alışmalıyız” tavsiyeleri mütemadiyen tekrarlanırken, binaları ve altyapıyı sağlamlaştırmaktan tutun, diğer tedbir ve hazırlıkları bir an önce ikmal etmeye ve ilâveten arama-kurtarma-yardım çalışmalarını daha profesyonel ve organize şekilde yapabilecek örgütlenmeyi gerçekleştirmeye kadar, gecikmeden yapılması gereken bir dizi şey var, ama ne yazık ki, hâlâ o noktaya varabildiğimiz söylenemez. Elazığ depremi, hatıra geldikçe yürekleri ağıza getiren muhtemel İstanbul depremiyle ilgili endişe ve korkuları yine tetikleyip, bir süreliğine de olsa, konuyu tekrar gündemin ilk sırasına taşıyacak, ama sonrasında iş yine tavsayıp unutulacak. Elazığ depremi bize, 1970’te hepimizi gece uykumuzdan kaldıran Gediz depremini hatırlattı. O da Mart’ta olmuştu ve Kütahya merkezindeki ahşap evimiz denizdeki kayık gibi bir o yana, bir bu yana sallanırken uyandığımızda rahmetli babamın ikazıyla bahçeye çıkıp, gecenin ayazında, battaniye ve yorganlara sarınarak sabahlamıştık. Gediz zelzelesinde bini aşkın insanımızın vefat ettiğini sonradan öğrendik. Elazığ depreminde hayatını kaybedenler o sayının hayli altında. İnşaallah artmaz. Ama az da olsa, ateş düştüğü yeri yakıyor. Allah, cümlesine rahmet eylesin; yaralılara hayırlı şifalar, kalanlara sabırlar versin. Bu noktada vefat edenler için tek tesellîmiz, can emanetini deprem gibi bir musibetle Sahibine teslim eden masumların şehitlik mertebesine erişmiş olduklarına dair inancımız. Bu açıdan, ne mutlu onlara ki, hayatlarını herkese nasip olmayan böyle bir hüsn-ü âkıbetle noktaladılar... Kalanların da zayi olan mal ve mülkleri, yine inancımıza göre, ebedî hayatta sonsuz bir şekilde telâfi edilecek. Bu da çok ferahlatıcı bir tesellî. Şimdi, depremin vurduğu köylerde evleri yıkılıp da Mart soğuğunda ortada kalan insanların bir an önce sıcak barınaklara kavuşturulup, diğer temel ihtiyaçlarının karşılanması gerekiyor. İnşaallah bu noktada aksama olmaz ve aralarında minicik bebeklerin ve hasta ihtiyarların da bulunduğu depremzedeler sahipsiz bırakılmaz. Hatırlanacağı gibi, 28 Şubat’ın en koyu günlerinde meydana gelen 17 Ağustos depremi sonrasındaki arama-kurtarma-yardım çalışmalarında devlet tam anlamıyla sınıfta kalmış; ama daha garibi, devletin bu affedilmez eksiğini tamamlayıp telâfi etmek için toplumun başlattığı sivil seferberlik de, anlaşılmaz bir tavırla, yine devletin güvenlik güçlerince engellenmeye çalışılmıştı... Allah benzer utanç ve ayıpları bir daha göstermesin Milletimizi ve bütün insanlığı bu gibi musibetlerden ve daha beterlerinden korusun.
tıklayın! 09.03.2010 E-Posta: [email protected] |