Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Endişe-i istikbal |
Üstadın “endişe-i istikbal” olarak ifade ettiği “gelecek kaygısı,” insan fıtratındaki en etkili duygulardan biri. Öyle ki, yerleşik kültür ve anlayış, herşeyi “geleceği garantiye alma” esası üzerine bina edip şekillendiriyor. İnsanlar çocuk yaştan itibaren “geleceğe” hazırlanıyor. “Gelecek” kelimesinin kapsamı ise, ölümle nihayet bulan ömür içindeki hayat safahatıyla sınırlı: iyi bir eğitim alıp prestijli ve çok para kazandıran bir iş, meslek veya görev sahibi olmak; servet, mal, mülk edinmek; mutlu bir evlilik kurup çoluk çocuğa karışmak; yaşlanınca tatminkâr bir gelir seviyesiyle emekliye ayrılmak... Kişisel ölçekteki bu planlara, çocuklarının ve hattâ torunlarının geleceğini sağlama almak için yapılan yatırım ve birikimler de dahil edilebilir. Ahireti yok sayan veya bu dünya hayatından sonra ebedî bir hayatın varlığına inandığı halde fiiliyatta ahiret yokmuş gibi davranıp dünya hayatını öne çıkaran yaygın anlayışın gelecek tasavvuru bu gibi neticeleri beraberinde getiriyor. Ama bu anlayışın temeli çok zayıf ve çürük. Çünkü ölüm var. Ve ecelin kime ne zaman geleceğini önceden bilme imkânına hiçbirimiz sahip değiliz. Nitekim kabristanların mezartaşlarındaki yazılarda, hiç beklenmedik zamanlarda ansızın geliveren vefatlarla ilgili son derece etkileyici ve düşündürücü pek çok ibretli mesaj var. Günlük hayatın akışı içinde de, hiç eksik olmayan trafik kazalarına veya sel ve deprem gibi felâketlere ya da kalleş terör saldırılarına yahut anne-baba-kardeş cinnetine kurban giden kundaktaki bebelerin, ÖSS hazırlığındaki gençlerin, fidan gibi delikanlıların, gelinlik çağdaki kızların, yürek yakan acı sonlarını takip etmiyor muyuz? Ve bu çeşit beklenmedik, âni vefatlar kendi yakın çevremizde meydana geldiğinde çok daha fazla ve derinden etkilenip sarsılmıyor muyuz? Bunlar, ölüm gerçeği yokmuşçasına hazırlanan “gelecek planları”na en ağır darbeyi vuruyor. Aslında aynı şey “vakitli” ölümlerde de geçerli. İstatistikler, hayat şartlarındaki iyileşmelere bağlı olarak ortalama ömür müddetinin giderek yükseldiğini ortaya koysa da, hiçbirimiz dünyada kalıcı değiliz. 80-90-100 veya çok az sayıdaki “rekor” örneklerinde olduğu gibi 110-120 yıl da yaşasa, her insan vadesi gelince ölümü tadacak. Böyle olunca, er veya geç nihayete erecek olan sınırlı bir hayat için öyle uzun uzadıya “gelecek hesapları” ve detaylı planlar yapmaya değer mi? Bediüzzaman’ın, insan fıtratındaki “endişe-i istikbal” hissi için yaptığı yorum, bu çerçevede son derece gerçekçi, isabetli, uyarıcı ve manidar: “Endişe-i istikbal hissi herkeste var. Şiddetli bir surette endişe ettiği vakit bakar ki, o endişe ettiği istikbale yetişmek için elinde bir senet yok. Hem rızık cihetinde bir taahhüt altında ve kısa olan bir istikbal, o şiddetli endişeye değmiyor. Ondan yüzünü çevirip, kabirden sonraki hakikî ve uzun ve gafiller hakkında taahhüt altına alınmamış bir istikbale teveccüh eder.” (Mektubat, s. 56) Evet, endişe edilmesi ve garantiye alınması gereken asıl “gelecek,” kabirden sonraki istikbal. Bu demek değil ki, kabre kadarki dünya hayatını bütünüyle boşlayıp ihmal edelim. Öyle birşey yok. Üstadın bize anlattığı Sahabe modelini esas alıp, hayatımızı onlar gibi “dünyayı kesben değil, kalben terk” prensibiyle tanzim etmemiz; dünyadaki âdetullah kanunları ile “sebeplerin gereği”ne riayet ederken, ölüm, kabir, berzah, haşir, ahiret gerçeklerini hep hatırda tutan bir şuurla sonsuz hayata hazırlanmamız icab ediyor. Rabbimizin, son elçisi Peygamberimiz (a.s.m.) vasıtasıyla ve Kur’ân âyetleriyle verdiği mesajların anlatıldığı şu cümleler de bize ışık tutuyor: “(Peygamberimiz) Beşer için öyle bir istikbalden haber veriyor ki, dünyevî istikbal ona nisbeten bir katre hükmündedir. Ve öyle bir saadetten müjde veriyor ki, dünya saadetleri ona nazaran rüyalar gibi olur.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 49) Ve son söz: “Kabrin arkası için çalışınız, hakikî saadet ve lezzet ondadır...” (Mektubat, s. 477)
07.03.2010 E-Posta: [email protected] |