Hüseyin EREN |
|
İmanı “Kayyum” ile kıyamda tutmak |
Başında her ne kadar “Her on beş günde okunmalı” yazmıyor olsa da nefsi dizginleme, duyguları düzenlemede aklı kullanarak ders veren “Uhuvvet Risâlesi”ni sıklıkla okumanın büyük faydalar sağlayacağı düşüncesindeyim. Her okunduğunda ayrı bir mana katmanı açılan Risâle’lerin her birinin ayrı bir makamı, ayrı bir hitap tarzı, başka bir bakışı var. Uhuvvet Risâlesi daha çok nefse hitap ediyor olsa gerek; kuru bir nasihat değil, iman temelli, akıl ve kalp destekli bir nasihat şekli görülüyor bütünlükte. “İmanın verdiği nur ve şuur ile ve sana gösterdiği ve bildirdiği Esmâ-i İlâhiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var. Her ikinizin Halık’ınız bir, Malik’iniz bir, Mabud’unuz bir, Râzık’ınız bir… bir bir, bine kadar bir bir.” Devamında “kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak manevi zincirler” mü’min olan kalpleri bağlayacağı yerde “mü’mine hakikî adavet etmek ve kin bağlamak”la o vahdet alâkalarına hürmetsizlik edildiği ifade edilmekte, böyle yapıldığında “aklın sönmesi”, “kalbin ölmesi” gibi ağır tabirler kullanılmakta. Ehl-i imana “hakiki” adavet eden, kin bağlayanın aklı sönmüş, kalbi ölmüştür. Kâinatta Esmâ-i İlâhiyenin tecellileri her an müşahede edildiği halde böylesi bir cürmü işleyen ölmüşlük ve sönmüşlük içindedir. Halık, Rezzak, Mabud, Malik olduğu, kâinattaki eserleriyle müşahede edilen Malik-i Zülcelâl’in huzurunda olduğunu hisseden iman ehli, kin ve nifak gibi denî bir davranışta bulunur mu? Bulunması iman zafiyetinden; akla, kalbe, lâtifelere, ruha, iman nurunun tam yerleşmemesinden. İmanî bir kökleşme bulunmuş olsaydı şuur altından böyle nârı netice veren davranış ve fiiller dökülür müydü? İnsanız elbet… Her an o yüksek iman lezzetini hissedemiyor, bazen zayıflıyor, imana ve İslâmiyete uygun olmayan cürümleri işleyebiliyoruz. “Üçüncü Vecih” te “Eğer desen” diye başlayan bölümde çok incelikli bir düstur var; “Fıtratımda adavet var, hem damarıma dokundurmuşlar, vazgeçemiyorum” sorusuna ‘Elcevap’la başlayan açıklama ilgi çekici. “Gıybet gibi şeylerle ve muktezası ile amel edilmezse; kusurunu da anlasa zarar vermez. Gizli bir tevbe ve zımmî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksız olduğunu anlaman; onun şerrinden seni kurtarır.” Devamında bu mebhası neden yazdığını söyler Said Nursî: “Bu manevi istiğfarı temin etsin; haksızlığı hak bilmesin; haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin.” 22. Mektub’u ne kadar çok okuyor olsak da—nefsin ve şeytanın hücumlarına maruz kalmak itibariyle—hatalardan hâlî olamayız, uhuvveti bozucu küçük de olsa cürümleri işleyebiliriz. Anlamla uygun okumayana göre daha az muhabbeti zedeleyici iş ve davranışta bulunacağımız aşikâr bir gerçek. Hatadan çabuk döner, kendisinin ve haksızlık ettiği kardeşinin bağışlanması için Allah’a istiğfar eder, bağışlanması için Rahman’a yalvarır ise kusuru itiraf ve istiğfarla kusursuz olan “Sübhan”a âyinedarlık etmiş olur, manevî derecesi artar, yükselme vesilesi olur… İsm-i Azam’dan bahseden 30. Lem’a’da Kayyum ismi izah edilirken; Kayyum isminden Hay ismine, Hay isminden Ferd, Ferd isminden Hakem ismine, Hakem isminden Adl ismine, Adl isminden Kuddüs ismine geçişler izah edilir. Kayyum anlaşılınca diğer isimler gonca gonca açılmakta, imanî koku sineye sinmektedir. Böyle bir sineden uhuvvete zıt bir fiil zuhur eder mi? Etse bile çabuk telafi edilir, çıkarılan dersle kazançlı—istiğfarı netice vermesiyle—bile olunabilir. Okumalar düz çizgi ile değil bazen dairevî yapıldığında, bakış ve algılayışların genişleyeceği, o genişlikte yeni anlam kavrayışları kazanılacağı, o kazançla da hatalardan bile kazanç sağlanacağı görülecektir. 22. Mektub’dan 30. Lem’aya geçmek gibi… Böylesi geçişler genişlediğinde Risale-i Nur’un tek cümle olduğu görülecek, kâinatla birlikte okuma ile iç âlem imar edilecek; muhabbete ve uhuvvete zıt davranışlar azalacaktır. Kâinat ve insan “Kayyum” ile ayakta durur; imanı ayakta tutmak da “İsm-i Kayyum”u kavrama miktarınca olacaktır. Muhabbetinize sığınarak, uhuvvetinize dayanarak “İhlâs ve Uhuvvet Risâlelerini, Otuzuncu Lem’a ile birlikte okusak” desem, ne dersiniz?
09.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Nurullah AKAY |
|
Doğruluk dini |
İnsanoğlu en doğru bir şekilde yaratılmış ve kendisine her yönüyle faydalı doğru olan bir yol fıtratına yerleştirilmiştir. Yaratılışın her yerinde doğruluk vardır. Güneşler, aylar, yıldızlar, kuşlar, bütün hayvanlar doğruluk pergeliyle yaratılmış ve onlara en güzel bir hayat, en doğru bir istikamet verilmiştir. İnsan elinin bulaşmadığı bütün yerlerde doğruluklar en güzel şekilde yaşanmaktadır. Yalanlar sadece şeytanların ve şeytana uyanların hayatında vardır. İmtihan dünyasında insanlar doğruluk ve yalanla imtihan edilmektedirler. Doğru olanlar ve doğruluğun hayatın hayatı olduğunu anlayanlar kazanmanın ip ucunu yakalamışlardır. Yalan ve dolanda ısrar edenlerin akıbetinde ise zarar ve ziyan görünmektedir. Doğruluk güzelliklerin, yüceliklerin anahtarıdır. İnsan ancak doğru olmakla, doğru yaşamakla ve doğru düşünmekle “en güzel yaratılan” sıfatına kavuşabilir. Doğru olanlar, doğruluğun Rabbine iman ve itaat edenler “sırat-ı müstakîm” yani doğru yolun ehli olmuşlardır. Allah’a iman doğruluğun kaynağıdır. Zira Kâinatın Rabbi “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” emrini vermiştir varlıkların en şereflisi olan insana... Kur’ân, insanlığı doğruluklarla huzura ve ebedî saadete erdirmek için hükümlerini vaaz eder. Ahirzaman Peygamberi (asm), doğruluğun en güzeliyle terbiye edilmiş ve “Muhammedü’l-Emin” lâkabını düşmanlarına bile tasdik ettirmiştir. İnsanlığın medar-ı iftiharı olan Peygamberimiz (asm) herkesten çok doğruluğun değerini anlamış ve ümmetine “Aleyhinizde de olsa doğru söyleyin” emrini tebliğ ederek doğruluk üzerine hayatını sürdürecek bir ümmetin oluşmasına çalışmıştır. Doğruluk emrine uyanlar ona lâyık bir ümmet olmuş, yalanda ısrar edenler şefaat nurundan uzaklaşmışlardır. Bütün bu gerçeklerden sonra bir mü’min nasıl olur da yalana tevessül eder? Asrın Alimi Bediüzzaman, “Her şeyden evvel bize lâzım olan nedir?” suâline cevap olarak ard arda “Doğruluk, yalan söylememek, sıdk, ihlâs, sadakat, sebat ve tesanüd” kelimelerini sıralamıştır Münazarat isimli eserinde. Ve o, sıdkın madeninin iman, kizbin kaynağının ise küfür olduğunu ifade etmiştir eserlerinin muhtelif yerlerinde. Bazı maslahatlar için bir kısım İslâm âlimlerinin geçmişte verdikleri yalan söyleme fetvalarının da bu asırda geçerli olmayacağını söyleyen Üstad, Peygamberimizin (asm) “Ya doğru söyle, ya da sus” şeklindeki hadis-i şerifinin meâlinden hareketle, maslahat için yalan fetvasının bu zamanda rahatlıkla suîistimal edilebileceğini ifade etmiş ve bu zamanda doğruluktan başka yol olmadığını ifade etmiştir. Yine “Her söylediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu her yerde söylemek doğru değil” şeklindeki bir ifadeyle, söylediğimiz doğrular zarara veya fitneye sebep olacaksa susmamız gerektiğini hatırlatmaktadır bize... Doğru olmanın insan için ne kadar faydalı olduğunu hayattan da örnek vererek ispat edebilmek mümkündür. “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar” şeklindeki kelâm-ı kibar da yalanın eninde sonunda ortaya çıkacağını ifade etmektedir. Bazılarının asırlar sonra, bazılarının yıllar sonra, bazılarının da çok geçmeden yalancılıkları ortaya çıkmaktadır. Ne olursa olsun yalan söylemeyen bir insan her yerde alnı açık bir şekilde bulunma imkânına sahiptir. Ama yalan söyleyen insanlar her zaman yalanlarının ortaya çıkması korkusuyla yaşarlar. Nitekim korktukları başlarına gelmekte ve toplumda zor duruma düşmektedirler. Çevremize baktığımız zaman dünyanın maddî makamlarında bulunan bir kısım insanların aynı zamanda birer yalancı olduklarını görebilmek mümkündür. Bazılarının en büyük sermayesi yalandır. İnsanın en büyük bir değeri olan haya duygusunu yok eden yalanın günümüzde revaç bulması, zamanımızın ne kadar büyük fitnelerle iç içe olduğunu açık bir şekilde göstermiyor mu? Ne mutlu, her şeye rağmen, Kâinatın Yaratıcısı olan Rabbine ve insanlara karşı doğruluk ve dürüstlükten ayrılmayan bahtiyar insanlara...
tıklayın! 09.03.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Deprem unutmaya gelmez; ölüm de... |
Elazığ ve çevresini sarsan şiddetli deprem dalgası sayesinde, bu arzî musibetin unutulmaya gelmez olduğunu bir kez daha hatırlamış olduk. Yıkımlara ve onlarca insanın ölümüne yol açan Karakocan merkezli bu depremle eşzamanlı olarak, yurdun başka yerlerinde de sarsıntılara yaşandı, yaşanıyor. Bazı uzmanlar, yaşanan küçüklü–büyüklü sarsıntıların, tetikleme neticesi daha büyük fay kırılmalarına yol açabileceğine dair tahminlerde bulunuyor. Sarsıntıları durdurmanın, zelzeleye mani olmanın imkânı yok. Yaratılış kaidesi böyle. Denizin dalgaları gibi, arzın dalgaları da kıyamete kadar devam edip gidecek. Ancak, bu İlâhî musibet karşısında bazı tedbirler almak ve yaşanan ânî ölüm ihtimali karşısında hazırlıklı olmak, bizlerin elinde. Tedbir ve hazırlık noktasında, Rabbimiz tarafından insanın ihtiyar ve iradesine bir hisse, bir paye verilmiştir. Zararı azaltmak, hasarı asgarî seviyeye indirgemek için, sağlam ve dayanıklı yapılar inşa etmek gibi mühim bir mükellefiyetimiz var. Öte yandan, ölüme her an hazır olmak gibi, temel bir kulluk görevimiz var. Asıl vazifesini ve mükellefiyetlerini unutan, yahut ihmal eden insan, iki büyük hasarla karşı karşıya geliyor: Depreme hazırlıksız yakalanan insan, dünyası gibi âhiretini de kaybedebilir. Evet, ölüme mahkûm ve musibetlere mâruz olan her insan gibi, biz de kendimize şunu sormak durumundayız: 1) Yıkıcı depremlere karşı gerekli tedbirleri aldın mı? 2) Alâküllihâl başına gelecek olan ölüme karşı hazırlıklı mısın? Bu iki kaçınılmaz suâle "evet" cevabını verebilen kimse, dünyada da rahatla yaşar, âhirette de...
Çarşaf yırtmak; kefen biçmek
Bize öyle geliyor ki, CHP'nin "âhir ve âkıbeti" yaklaştı. Mersin'deki partili kadınların çarşaf yırtıp atma şenaatleri, adeta bu partinin kefenini biçme hareketi gibi şekillendi gözlerimizin önünde. Bu ihtiyar parti, zaten geniş taban desteğini iyiden iyiye kaybetmişti. Aşağıda sıralayacağımız sebep ve gerekçeler ise, bu partinin değil iktidar yüzünü görmesi, bundan sonraki seçimlerde anamuhalefette kalabilmesi dahi hamhayal hükmüne geçmiş bulunuyor. 1) Lider konumundaki Baykal'ın cuntacıların avukatlığına soyunması. 2) Parti üst düzey üyelerinden Önder Sav'ın, Hacca gitmek isteyen vatandaşa söylediği skandal sözlerin ayyuka çıkması. 3) Yine üst düzey konumundaki Onur Öymen'in Dersimlileri kahreden "Hitlervârî" sözlerinin kafalara dank etmesi. 4) "Dersim'in Kayıp Kızları"nın ortaya çıkarak tek parti döneminin utanç verici zulmünü kör gözlere dahi göstermesi. (3. ve 4. madde, yüzde elliden fazla Alevî oyların partiden çekilmesini netice verecek gibi görünüyor.) 5) Son seçimlerde Baykal ve yakın arkadaşları tarafından yakalarına rozet takılan çarşaflı kadınların, çarşaf yırtma şirretliğini protesto etmeleri. Hatta, bazı sıradan partililerin bile, bu çirkinliği reddeden açıklamalar yapması ve yer yer istifaların vuku bulması. 6) Altıncı okun Mustafa Sarıgül tarafından kırılması. Her fırsatta "Değişim"i vurgulayan Sarıgül'ün partisi (TDH), "Statükocu" CHP'nin oylarını bazı yörelerde daha şimdiden yarı yarıya aşağılara indirgemiş ve kendi tarafına transfer etmiş durumda.
Tarihin yorumu 9 Mart 1971
Dokuz Mart (1971) Cuntası
Türkiye'nin son yarım asırlık tarihinde cunta faaliyetleri hemen hiç eksik olmadı. Bilinen ve tesbit edilen ilk cunta hareketi, 1957 senesinde ortaya çıktı. Ordu içindeki bir grup subay, Demokrat Partiyi devirmek için cunta kurdular. Cuntanın başı Yarbay Faruk Güventürk'tü. Buna rağmen, dönemin Askerî Mahkemesi (26 Mayıs 1958'de Polatlı Topçu Okulu'unda kurulan mahkeme) hadiseyi örtbas etti. Altı ay süren dâvâ, cuntacıların beraati ile neticelendi. Ceza alan tek kişi ise, cuntacıları ihbar eden Samet Kuşçu isimli binbaşı oldu. Bu tarihten sonra, ne yazık ki cuntacılık yol oldu, meslek oldu. O gün bugündür, zaman zaman sivil bağlantısı da bulunan askerî cunta faaliyeti hiç eksik olmadı. İşte, bunlardan birinin adı da "9 Mart Cuntası"dır. 9 Mart 1971'de darbe yapmayı tasarlayan bu cuntanın lideri, aynı zamanda 27 Mayıs (1960) Darbesinin de ilk lideri olan Korg. Cemal Madanoğlu'dur. Cuntanın içinde, sadece asker değil, sivil kesimden şöhretli kimseler de vardı. İlhan Seçuk, Doğan Avcıoğlu, Mahir Kaynak, Mümtaz Soysal, İlhami Soysal... MİT görevlisi Mahir Kaynak'ın ihbarı ve cuntayı deşifre etmesi sebebiyle, bu hareket başarıya ulaşamaz. Cuntayı başarısız kılan bir diğer hareket ise, ordu üst kademesinde aniden ortaya çıkan "12 Mart Cuntası" oldu. 12 Mart 1971'de kuvvet komutanlarının hükümeti hedef alan muhtırası, hem mevcut hükümetin, hem de darbe planlayan cuntanın sonunu getirdi. Aynı gün hükümet istifa ederken, cuntacılar da bilahare göstermelik cezalara çarptırılarak, Türkiye'ye bir "ara rejim" dönemi yaşatıldı. Muhtıracılar, hükümetin istifa etmemesi halinde, silâh zoruyla darbe yapacaklarını—Cumhurbaşkanlığı kanalıyla—açık bir dille deklare ettiler.
tıklayın! 09.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
En azılı düşmanını tanımak |
Nefsi terbiye etmenin, dizginlemenin önemli bir adımı, “nefsin merhalelerini ve en alt basamağı olan emmâre ve dostlarını” tanımaktır. Nefis, niçin verilmiş? Önce nefsi tanımlayalım: Nefs, can, ruh, enaniyetimiz/benliğimiz, kişiliğimizdir. Maddî-mânevî bütün varlığımızı; fizik ve metafizik cephemizi oluşturur. Ruhumuzun tekâmülünün zenbereği, itici gücü olan “nefis”; lezzet, şehvet-gazap, fazîlet gibi şeylerin kaynağı; aynı zamanda benlik ve kişiliğimizin negatif, kötü yönü, olumsuz nitelikleri kendinde toplayan, kötülüğe sevk eden; çirkin arzuları kamçılayan; ruhun behimî, hayvanî, nebatî, süflî cephesidir. Her şey zıddıyla bilinir. Kâinat zıtlarla doludur. Fark etme, anlama ve gerçekler de bu zıtlıklardan doğmaktadır. Nefis de bunlara kaynaklık eder. Eğer o olmasaydı, melekler gibi makamımız sabit kalırdı. Ruhumuzu tekâmül ettirmek/olgunlaştırmak, duygularımızı geliştirmek ve “kâmil” denen “gerçek insan” vasfını kazanabilmek, nefsin eğitilip terbiye edilmesi ve nihâî amacına ulaştırılabilmesi için şu merhalelerden geçmesi gerekir: Emmâre, levvâme, mutmainne, radıye, mardıyye, mülhime, zekiyye.1 Bahis mevzuu ettiğimiz nefs-i emmâre; zülüm, gasp, hased, gıybet gibi menfî duyguların ve gayr-i meşrû lezzetlerin hâkim olduğu terbiye edilmemiş, ham haldeki rûh hâlidir. “Devamlı kötülüğü emreder”2 ve süflî, basit, zararlı, tehlikeli şeylerden lezzet alan nefistir. Şu halde, nefsimizi de tanımak, Kur’ân ve Sünnet çerçevesinde eğitmek için aşağıdaki noktalara dikkat etmek zorundayız: - Nefs-i emmâre bütün kötülükleri ister. İnsan onu en büyük düşmanı bilmelidir. “Düşman istersen nefis yeter” - Nefsimizi herkesten ziyade nasihate muhtaç görmeli ve önce kendi nefsimize hitap etmeliyiz. - Mânevî cihazlarını nefsin isteklerine sarf etsen, bozulan çekirdeğe benzersin. - Sana verilen muhabbet kabiliyetini, nefs-i emmârene ve onun hesabına diğer yaratılanlara onun vermemelisin. - Nefsini Cenâb-ı Hakka şikâyet etmelidir. - İnsan nefsini sevdiği ve nefsine taraftar olduğu için, nefsini temize çıkarmakla kabahatini başkasına atar. Nefsini temize çıkarmamalı. - Nefsin gözü kördür, dinlersen en alçak yerlere düşersin. - Kendi nefsini beğenen başkasını sevmez. - Nefs-i emmâre şer ve tahrip cihetinde nihâyetsiz cinâyet işleyebilir. - Unutmanın en kötüsü nefsin (hile ve desiselerinin) unutulmasıdır. - Kimin himmeti nefsi ise, yâni egoist, bencilse insanlıktan çıkar. - Nefsi terbiye etmenin etkili yollarından birisi de ona açlık çektirmektir. - Nefsi bağlamak ve gemlemek, iki cihan saadetini netice verir. - Nefis iyiliği daima kendinden, kötülüğü ise başkasından bilir. - Nefsin kendine yüklenen ni’metlerden gururlanmaya hakkı yoktur. Çünkü, kendi eseri değillerdir. - Büyüklük, nefsi küçültmekle elde edilir. - Nefis-i emmarenin esaretinden ve şeytanın tasallutundan Kur’ân’a, Sünnet-i Seniyye’ye, yâni İslâm prensiplerine uymakla kurtulunur.
Dipnotlar:
1-Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, VIII, s. 5817 2-Kur’ân, Yûsuf, 53
tıklayın! 09.03.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
“Allahü ekber” üzerine |
Eyüp Bey: “Kebîr ismini ve ‘Allahü Ekber’ kelimesini Risâle-i Nur’a göre kısaca açıklar mısınız?
Cenâb-ı Hak, Kebîr’dir, büyüktür, en büyüktür. Yani eşsiz ve mutlak büyüktür. Allah Teâlâ’nın büyüklükte eşi, misli ve benzeri yoktur. O, kayıtsız ve sınırsız ululuk ve yücelik Sahibidir. Büyüklük yalnız Allah’a mahsustur. Resûlullah Efendimiz’in (asm) haber verdiği1 Kebîr ismi Kur’ân’da vârid olan esmâdandır. Kur’ân’da Kebîr ismi geçen âyetleri inceleyelim: “Allah’ın katında kendisine izin verilenden başka kimse şefaat edemez. Sonunda, gönüllerindeki korku giderilince birbirlerine, ‘Rabb’iniz ne söyledi?’ diye sorarlar. ‘Hak söyledi’ derler. O Aliyy’dir, Kebir’dir.”2 “O gaybın ve şehâdetin Âlim’i, Kebîr ve Müteâl olandır.”3 “Kezâ, Hak yalnız Allah’tır; O’nu bırakıp taptıkları sadece batıldır. Muhakkak Allah Aliyy’dir, Kebîr’dir.”4 “Allah’ın geceyi gündüze ve gündüzü geceye kattığını, her biri belirli bir süreye kadar hareket edecek olan güneşi ve ay’ı emri altında tuttuğunu, Allah’ın yaptıklarınızdan haberdar olduğunu bilmez misin? Bu, Allah’ın hak olmasından ve O’ndan başka taptıkları şeylerin batıl olmasındandır. Muhakkak Allah Aliyy’dir ve Kebir’dir.”5 Bedîüzzaman’a göre, kâinatın en kıymettar meyvesi olan insan, sonsuz aczi, sonsuz ihtiyaçları, sonsuz düşmanları ve sonsuz fakirliği bulunmakla beraber, mahiyeti çok kıymetli âletlerle ve muhtelif hissiyatla teçhiz edilmiştir. İnsan, yüz bin çeşit elemleri hissetmekte, yüz binler tarzda lezzetleri zevk ederek istemektedir. İnsanın öyle maksatları ve arzuları vardır ki, bütün kâinata birden hükmü, emri ve kuvveti geçmeyen bir zât o arzuları yerine getiremez.6 Her sene Kurban Bayramında milyonlarca insanın “Allâhü Ekber” diyerek yeri göğü çınlatmalarının ve bu dünya büyüklüğünde “Allâhü Ekber” sadâsını gökyüzündeki yıldızlara işittirmelerinin, Resûl-i Ekrem Efendimizin (asm) bin dört yüz küsur yıl evvel Âl ve Sahabeleriyle söylediği ve emrettiği “Allâhü Ekber” kelâmının bir nevî aks-i sadâsı hükmünde olduğunu beyan eden Saîd Nursî, bu kelimenin, “Allah’ın kudreti, ilmi ve tüm sıfatları her şeyin fevkindedir; Allah en büyüktür, her şeyden yücedir, ulvîdir” demek olduğunu; hiçbir şeyin O’nun ilim dâiresinin hâricinde olamayacağının, kudretinin tasarrufundan hiçbir şeyin çıkıp kaçamayacağının, binâenaleyh Allah’ın, korktuğumuz en büyük şeylerden de büyük olduğunun; kezâ Allah’ın haşri getirmekten, bizi ademden ve yokluktan kurtarmaktan ve ebedî saadeti vermekten daha büyük olduğunun, Allah’ın her acaip şeyden de, aklın havsalasına sığmayan şeylerden de daha büyük olduğunun “Allahü Ekber” kelimesiyle ifâde edildiğini kaydeder. Bedîüzzaman’a göre, “Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir”7 âyeti insanoğlunun haşrinin ve neşrinin, bir tek kişinin îcadı kadar kolay olduğunu bildirmekle, Allah’ın büyüklüğünü îlân etmektedir. Bu mânâ itibariyledir ki, büyük musîbetlere ve büyük maksatlara karşı herkes “Allah büyüktür! Allah büyüktür!” derler. Herkes Allah’ın büyüklüğünü kendisine dayanak noktası yapar, büyük tesellî ve kuvvet bulur.8
Dipnotlar:
1- Tirmizî, Daavât, 86 2- Sebe’ Sûresi,34/23 3- Ra’d Sûresi, 13/9 4- Hacc Sûresi, 22/62 5- Lokman Sûresi, 31/30 6- Şuâlar, s. 20 7- Lokman Sûresi, 31/28 8- Şuâlar, s. 210;Mesnevî-i Nûriye, s. 140
tıklayın! 09.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Muzaffer KARAHİSAR |
|
Yaşlılık ve mutluluğun reçetesi |
Yaşlılarla verilen hizmetin kalitesini arttırmak, daha verimli ve başarılı çalışmalar yapmak, yeni yöntem ve teknikleri zamanın şartlarına uygun olarak sunmak; ayrıca Genel Müdürlüğün her konudaki talimatlarını yakından takip etmek ve aynı mesleği icra eden huzurevleri idarecileri ile çeşitli görüş alışverişi ve istişarelerde bulunmak üzere, Antalya Kemer’de beş günlük bir seminere katıldık. Hizmet götürdüğümüz insanları mutlu ve huzurlu bir şekilde bakımlarını yapmak, sağlık, temizlik ve beslenme ihtiyaçlarının kaliteli bir şekilde temin edilmesi konularında yararlı çalışmalar ve sunumlar yapıldı. Yaşlı insanların sosyal, psikolojik ve ruhî durumlarının dikkate alınarak hizmet sunulması, hayata bağlanmaları için alternatif hizmet modelleri ve yöntemlerinin sürekli araştırılması, takip edilmesi ve uygulanması gereği üzerinde duruldu. Yaşlılıkta stres ve insanların başarılı, sağlıklı yaşlanmaları ve her zaman mutlu olmalarının yöntemleri anlatıldı. Hızla yaşlanan dünya nüfusu, yaşlı insanların karşılaşabilecekleri güçlükleri ve alınacak tedbirleri, yöntemleri, alternatif hizmet modellerini konuşmak, araştırmak gereğini ve mecburiyetini insanların ve ilim adamlarının gündemine taşımıştır. 28.01 2010 tarihli Yeni Asya gazetesinde yer alan bir haberde: “İtalya’nın Padova Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmaya göre dinî yaşantısına önem veren insanların Alzheimer hastalığına yakalanmasının, diğer insanlara göre daha düşük seviyede olduğu belirtildi.” İnsan bir yolcudur. Ruhlar âleminde başlayan yolculuk çocukluktan, gençlikten, yaşlılıktan, kabirden geçerek ebedi memleketlere doğru sürüp gidiyor. Dünyada yaşadığımız her zaman dilimi içerisinde insanların kendilerine ait bir dünyaları vardır. O dünyanın içerisinde iyi-kötü, güzel-çirkin, hayır-şer, hidayet-dalâlet karışık olarak bulunmaktadır. Bunlardan bir kısmını tercih edenler huzurlu ve mutlu oldukları gibi; kötüyü tercih edelerin de huzursuz ve mutsuz oldukları çoğu zaman açıkça görülmektedir. İnsanda bu iki durum uzun süre birlikte bulunmazlar. Birinin olduğu yerde ötekisi daha az bulunur ya da hiç olmaz. İnsanın dünya ve ahiret saadetini temin edecek, huzura, saadete, selâmete kavuşturacak ölçüler, reçeteler Allah’ın yüce Resülü tarafından bizlere Kur’ân-ı Kerim ve sünnet-i seniyyesi vasıtası ile gönderilmiştir.. Allah’a iman etmenin, O’na dayanıp, güvenip sabır ile şükür ve tevekkül etmenin insan kalbine, ruhuna ve manevi âlemlerine sonsuz ferahlıklar ve mutluluklar verdiği; Kur’an’ı dinlemek, hükümlerine uymak, namaz kılmak ve büyük günahları terk ederek Allah’a hakiki kul olmanın insanlara dünya ve ahirette kazandırdığı mükâfatlar, iyilikler ve güzellikler Risale-i Nur eserlerinde tafsilatı ile anlatılmaktadır. “Diğer ilaç ise, şükür ve kanat ile talep ve dua ve Rezzâk-ı Rahîm’in rahmetine îtimattır. Öyle mi? Evet, bütün yeryüzünü bir sofra-i ni’met eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevad-ı Kerim’in misafirine fakr ve ihtiyaç, nasıl elîm ve ağır olabilir…”1 İnsan mutluluğun ve huzurun reçetesini imanla, inançla, ibadetle, dua ile ve hayırlı işlerle meşgul olmakla bulabilir. Ölçülü yeme, içme, uyuma, düzenli ve prensipli hayat tarzı ile olayların ve streslerin dalgalarına kapılmadan; kötü ve kötülüklerden uzak kalarak ömrün dünya etabını kazasız, belasız tamamlayarak kabre imanla girmek, “Zindan-ı dünyadan bostan-ı cinâna huzur-u Rahmâna” yüz akıyla olarak varabilmek her fani beşerin birinci ve öncelikli meselesi olmalıdır.
Dipnot:
1. Said Nursî, Sözler, 7. Söz
09.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Zelzele |
Ergenekon, Balyoz, diğer darbe planları, tutuklamalar, yargı krizi, anayasa paketi v.s. gibi, geçen haftanın ortalarına kadar süren gündemin sıcak maddeleri, önce ABD’deki Ermeni oylaması, ardından Elazığ depremi ile, bir süreliğine de olsa askıya alınacağa benziyor. Elazığ depremi üzerinden giriş yaparsak: İlk bilgilere göre, özellikle köylerde ciddî can kayıplarına sebep olan depremin şoku sürüyor. 6 büyüklüğündeki bir sarsıntının çok sayıda köy evini yerle bir ederek, kendi ölçeği içinde bu derece ağır zayiata yol açması, başlı başına üzerinde durulması gereken çok önemli bir mesele. Çok daha büyük ve şiddetli depremlerin yaşandığı ülkelerden meselâ Japonya’da çoğu zaman can kaybının dahi olmaması, hattâ geçtiğimiz günlerde 8.8 büyüklüğündeki bir sarsıntıya maruz kalan Şili’nin, depremin şiddetiyle kıyaslandığında hadiseyi oldukça hafif atlatması, bizim zelzele konusundaki yetersizlik ve hazırlıksızlığımızı bir defa daha gözler önüne sermekte. Ne yazık ki, bilhassa 17 Ağustos 1999 depreminden bu yana, yeri geldikçe söylem düzeyinde tekrarlandığı halde, iş eylem ve icraata gelince kayda değer hiçbir şey yapılmayan “depreme hazırlık” bahsinde bir arpa boyu bile yol alamadık. Coğrafî olarak tehlikeli fay hatları üzerinde bulunduğumuz gerçeği her fırsatta hatırlatılır ve “Depremle birlikte yaşamaya alışmalıyız” tavsiyeleri mütemadiyen tekrarlanırken, binaları ve altyapıyı sağlamlaştırmaktan tutun, diğer tedbir ve hazırlıkları bir an önce ikmal etmeye ve ilâveten arama-kurtarma-yardım çalışmalarını daha profesyonel ve organize şekilde yapabilecek örgütlenmeyi gerçekleştirmeye kadar, gecikmeden yapılması gereken bir dizi şey var, ama ne yazık ki, hâlâ o noktaya varabildiğimiz söylenemez. Elazığ depremi, hatıra geldikçe yürekleri ağıza getiren muhtemel İstanbul depremiyle ilgili endişe ve korkuları yine tetikleyip, bir süreliğine de olsa, konuyu tekrar gündemin ilk sırasına taşıyacak, ama sonrasında iş yine tavsayıp unutulacak. Elazığ depremi bize, 1970’te hepimizi gece uykumuzdan kaldıran Gediz depremini hatırlattı. O da Mart’ta olmuştu ve Kütahya merkezindeki ahşap evimiz denizdeki kayık gibi bir o yana, bir bu yana sallanırken uyandığımızda rahmetli babamın ikazıyla bahçeye çıkıp, gecenin ayazında, battaniye ve yorganlara sarınarak sabahlamıştık. Gediz zelzelesinde bini aşkın insanımızın vefat ettiğini sonradan öğrendik. Elazığ depreminde hayatını kaybedenler o sayının hayli altında. İnşaallah artmaz. Ama az da olsa, ateş düştüğü yeri yakıyor. Allah, cümlesine rahmet eylesin; yaralılara hayırlı şifalar, kalanlara sabırlar versin. Bu noktada vefat edenler için tek tesellîmiz, can emanetini deprem gibi bir musibetle Sahibine teslim eden masumların şehitlik mertebesine erişmiş olduklarına dair inancımız. Bu açıdan, ne mutlu onlara ki, hayatlarını herkese nasip olmayan böyle bir hüsn-ü âkıbetle noktaladılar... Kalanların da zayi olan mal ve mülkleri, yine inancımıza göre, ebedî hayatta sonsuz bir şekilde telâfi edilecek. Bu da çok ferahlatıcı bir tesellî. Şimdi, depremin vurduğu köylerde evleri yıkılıp da Mart soğuğunda ortada kalan insanların bir an önce sıcak barınaklara kavuşturulup, diğer temel ihtiyaçlarının karşılanması gerekiyor. İnşaallah bu noktada aksama olmaz ve aralarında minicik bebeklerin ve hasta ihtiyarların da bulunduğu depremzedeler sahipsiz bırakılmaz. Hatırlanacağı gibi, 28 Şubat’ın en koyu günlerinde meydana gelen 17 Ağustos depremi sonrasındaki arama-kurtarma-yardım çalışmalarında devlet tam anlamıyla sınıfta kalmış; ama daha garibi, devletin bu affedilmez eksiğini tamamlayıp telâfi etmek için toplumun başlattığı sivil seferberlik de, anlaşılmaz bir tavırla, yine devletin güvenlik güçlerince engellenmeye çalışılmıştı... Allah benzer utanç ve ayıpları bir daha göstermesin Milletimizi ve bütün insanlığı bu gibi musibetlerden ve daha beterlerinden korusun.
tıklayın! 09.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Çarşaf yırtan parti |
Mart ayı başında çok dikkat çekici bir ‘eylem’e imza atıldı. Mersin’de, Halifeliğin kaldırılışının 86’ncı yıldönümü nedeniyle bir araya gelen yaklaşık 100 CHP’li kadın, ‘kara çarşaf’ı yırtarak, Cumhuriyet’e sahip çıktıklarını söylemişler. 3 Mart’taki bu ‘eylem’ insaf ehli herkesi rahatsız etti. Öyle ki, geçmiş yıllarden benzer ‘eylem’lere en azından itiraz etmeyerek destek olan CHP bile bu defa rahatsızlığını dile getirdi ve eyleme imza atan ‘üyeler’inin istifa ettirdi. CHP rahatsızlığı ilân etmekle yetinmedi, çirkin hadise bazı parti yöneticileri ve son olarak da genel başkan tarafından kınandı. Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Deniz Baykal, Mersin’deki çarşaf yırtma ‘eylem’inin kendisini derinden etkilediğini söylemek durumunda kaldı. Malatya CHP 33. Olağan Genel Kurulu’na katılan CHP Lideri Baykal, “Herkes çok iyi bilmelidir ki; CHP’lilerin yırtma, yakma gibi siyasî bir üslubu yoktur, olamaz da. Bizim siyasî üslubumuz diyalogdur. Kimsenin, kimseye böyle hükmetmeye hakkı yoktur. CHP’nin hiç kimsenin giyim-kuşamına, ahlâkına, kültürüne müdahale hakkı yoktur. Herkes inancında, yaşayış biçiminde, giyiminde özgürdür” şeklinde konuşmuş. (AA, 7 Mart 2010) Yapılan bir yanlıştan geri dönmeye çalışan CHP’ye eski günlerini hatırlatıp; “Hayır, senin asıl maksadın çarşaf yırtmaktır” deme niyetimiz yok. Ancak CHP’deki bu ‘pişmanlığın’ aynı zamanda Türkiye’nin geldiği noktayı göstermesi bakımından önemli olduğunu da biliyoruz. Yıllar yılı tesettürle mücadele eden ve bunu ‘görev’ aşkıyla yapan bir partinin, bugün “çarşaf yırtma eylemi”ne genel başkan seviyesinde itiraz etmesi yabana atılacak bir gelişme değil. Tabiî ki başka çelişkiler de var: “Çarşaf yırtma eylemi”ne karşı çıkan aynı CHP, halkın yüzde 70’inin tasvip ettiği “başörtüsü”ne karşı çıkmayı sürdürüyor. Denilebilir ki, “CHP başörtüsüne karşı çıkmıyor, başörtüsünün ‘kamusal alan’a girmesine itiraz ediyor.” İlk bakışta haklı gibi görünen bu itirazın temelsiz olduğunu her halde CHP’liler de bilir. Çünkü hiç bir hür dünya ülkesinde böyle anlamsız ya da böyle anlamlı bir yasak yok. Üstelik, ‘çarşaf’ı tercih edenlerin sayısı daha az. Başörtüsünü tercih edenlerin sayısı ise hayli fazla. Oy kaygısıyla ‘çarşaf’a sahip çıkan CHP’nin, başörtüsü mağdurlarını görmezden gelmesi ve yanlışta ısrar etmesini anlamak mümkün değil. Nasıl ki 10 yıl önce ya da 20 yıl önce bir CHP yönetici ne sebeple olursa olsun ‘çarşaf’a sahip çık(a)mazdı. Ama değişen Türkiye şartları onların da çarşafa sahip çıkar duruma getirdi. Aynı şekilde inşaallah yakın gelecekte başörtüsü konusunda sergiledikleri inadın da temelsiz ve yanlış olduğunu görecekler. Hatırlamak lâzım kı, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, savaş sırasında gittiği Bosna-Hersek’e hediye olarak ‘başörtüsü’ götürmüştü. Dün ‘hediye’ olarak götürülen başörtüsü, bugün nasıl ‘yasak listesi’nde yer alabilir? Çarşaf yırtma ve sonsasında yaşanan gelişmeler de göstermiştir ki, Türkiye’nin mayasında ‘inanç’ vardır. Kim ki bu ‘maya’yı bu gerçeği dikkate alır; milletten destek görür. Kim ki bunları görmezden gelir ve yanlışta inat eder, yine milletten ‘red’ karşılığını görür. Ne kaygısıyla olursa olsun, CHP’yi de ‘tesettür’ü savunur halde görmek milleti mennun etmiştir. İnşallah yakın gelecekte başörtüsünü de savunurlar ve keyfi yasak sona erer. Çünkü yırtarak ve yıkarak değil; yaparak ve tamir ederek düzlüğe çıkabiriz.
tıklayın! 09.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
Gözyaşımız aynı |
“Tenler farklı… Gözler farklı... Olabilir; ama gözyaşı aynı.” Geçtiğimiz Cumartesi, Diyarbakır- Bursa maçı öncesi açılan sağduyulu pankartlardan birinde yazılı sözlerden biriydi sadece. Ligin ilk yarısında Bursa’da oynanan maçta Diyarbakırspor’u terör örgütüyle özdeşleştiren tezahüratlar ve çıkan olaylar sonrasında yaşanan gerginliğin Diyarbakır’a taşınması, Kürt sorunundan başlayarak bir dizi meseleyi de tartışmaya açtı. Futbolun ötesinde yorumlanması gereken bir olaydı bu. Ligden düşmemek için alınacak her türlü puana hayatî derecede ihtiyacı olan Diyarbakırspor, kendi evinde provokasyona kaybetti. Taş yağmuru altında başlayan maç, 17 dakika devam edebildi ve yan hakemin ensesine gelen bir taş maçın tatil edilmesine yol açtı. Diyarbakırspor’un bundan sonra alacağı cezalar da göz önüne alındığında ligde kalması çok zor görünüyor. Daha da kötüsü, Kürt olmanın ezikliğini Süper Lig’de temsille hafifletme yolu kapanmış oluyor, bir kaynaştırma aracı ortadan kalkıyor. Diyarbakır’daki olay, yalnızca futbol bilgileriyle ya da salt intikam fikriyle açıklanabilecek basitlikte değildir. Kökü, nice acıları ve gözyaşlarını içinde barındıran tarihî bir derinliğe uzanan bu olay, uhuvvetin bu topraklarda yeşerebilmesi için futboldan ziyade daha köklü enstrümanlara ihtiyaç olduğunu da haykırmaktadır. Diyarbakır’da hakeme atılan taşlar yüzyıllık bir birikimin, nefretin ve güvensizliğin eseridir. Kürtlüklerinden ötürü yıllarca ezilen, hakir görülen, cahil bırakılan bir halkın nefretini her fırsatta kusma işaretidir o taşlar. Modernleşmeyi dinden azat olmak şeklinde algılayanlar, bir milletin tarihini “kart kurt” sesiyle yok sayanlar, farklılığı zenginlik görmek yerine tektipleştirmeyi marifet sanıp dayatanlar bugünkü Diyarbakır fotoğrafını yorumlamaktan acizdirler. Tamtam çığlıkları eşliğinde çarşaf yırtma ayinlerine katılanların, Dersim’de analar ağlamadı mı diyerek içlerindeki nefreti putlaştıranların, bir havan mermisiyle paramparça olan küçük Ceylan’a ağlamasını bile beceremeyenlerin ya da “Fırat’tan ötesini ayıralım gitsin” diyenlerin anlamadıklar şey; bu ülkeyi ayakta tutan güçlü bağın ne olduğudur. “Sen ve ben gözyaşıyla ıslanmış hamurdanız” diyen şairin işaret ettiği özü asırlarca birlik için kullanmış iki millettir Kürtler ve Türkler. Bu coğrafyayı ezan sesleriyle bir arada tutan; Selimiye’den, Ulu Camiinden, Şeyh Matar’dan duyduğu ulvî sesle aynı safta dizilen, aynı yere yönelen iki millet… Gözyaşlarıyla sevinçleri bir olan, “bir bir bir”ler içinde yaşayan iki millet… Bir futbol maçını intikam arenasına çevirecek kadar düşman mı edildiler birbirlerine? Diyarbakır’ın “bir”lerin farkında olan sağduyulu insanları, “ülkemizi sizden çok seviyoruz”, “Türk- Kürt kardeştir, ayırım yapan kalleştir” pankartlarıyla seslerini duyurmaya çalıştılar maç öncesi; ama nafile… Bir futbol maçını nefretin ve bölücülüğün adı haline getiren yalnızca hakemin kafasına taş atanlar mıdır? Yıllarca dışladığınız, yıllarca bölücü gözüyle baktığınız, yıllarca aşağıladığınız, yıllarca ağlattığınız insanların size taş atması şimdi gücünüze mi gitti; yoksa içinizdeki kinî akıtmak için yeni bir fırsat mı doğdu size? Yuh size! Süper Lig’imizin marka değerinden, kalitesinden dem vuranlar dumûra uğramış ahlâkımızın değerine bir baksınlar. İki milleti birbirine düşüren bir ahlâksızlık kaç para eder acaba? Biraz aklınız kalmışsa, biraz vicdanınız varsa, adavete muhabbetin bayraklaştığı bir zeminden nasıl bir değer üretebilirsiniz, ona bakın; yoksa bu bayağılığınızın altında kalacaksınız. Ruhlarımızı körleştiren bir nefret yağmurunun içinde kafamıza gelen taşlar ne kadar canımızı acıtabilir ki? Kardeşimle düşman olup ruhumun yaralanacağına, aklınız başınıza gelinceye dek kafanız kırılsın e mi?
tıklayın! 09.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Yığılı gündemin yığıntıları… |
Elazığ-Karakoçan’da 51 vatandaşın vefat ettiği ve bir o kadarının yaralandığı 6 büyüklüğünde ve 8 şiddetindeki depremle Türkiye’nin gerçek gündemi âdeta üstüne yığıldı. Depreme hazırlık, binaların elden geçirilmesi, iletişim zaafları, âfet bölgesine intikal ve müdahâle, 1999 Marmara ve Düzce depremlerinden bu yana yeniden yoğun tartışmaya açıldı. Depremin nüfusun kısmen seyrek olduğu bir bölgede olması, hafif atlatılan musibet için bir nevi son bir “uyarı” ve “ders.” Aslında bu durum, son onbir yılda ciddî tedbirlerin alınmadığı, altyapı iyileştirmesinin yapılmadığı İstanbul’un yanısıra Doğudan Batıya bütün Anadolu’nun aynı tehlikeyle karşı karşıya olduğunu ortaya çıkarmakta. Peşinden dün Adana-Aladağ’da 4 büyüklüğünde meydana gelen deprem, konunun öneminin teyidi olmakta… Başbakan yine fatura ve bedeli, “şüphesiz kerpiç yapılanma”ya veriyor. Görünen o ki ilk günde bini aşan artçı sarsıntılar sürdükçe, deprem konusu gündemin başında yer alacak. Konu bir süre konuşulacak. Dileriz, bundan böyle büyük bir bölümü deprem kuşağı üzerinde bulunan ülkede temelli tedbirler savsaklanmaz, politik atışmaların hayhuyu arasında ötelenip unutulmaz…
ANKARA-WASHİNGTON FAY HATTI… Deprem, başta hükûmetin “mini paket”le gündeme getireceği anayasa değişikliklerini ve özellikle son günlerin temel tartışma konusu Amerikan Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’ndeki “Ermeni soykırımı tasarısı”nın onaylanması oyununu, haliyle gölgeledi. Ancak demokratikleşme, AB müzâkere süreci ve her 24 Nisan öncesinde peryodik bir kriz olarak Ankara’nın önüne getirilen “soykırım” spekülasyonları, deprem gibi Türkiye’nin canlı gündemindeki birçok gerçeği ve gerilimi açığa çıkarmakta… Gerçek şu ki son demde “soykırım bühtanı”yla ABD’nin “model ortak” Türkiye’yi birkaç oya fedâ etmesiyle, Ankara-Washington fay hattında olup bitenler, dış politikadaki kırılmayı bir defa daha deşifre etmekte. Kararı esefle karşılayıp tarihsel gerçeklikten uzak ve tek yanlı bulan Cumhurbaşkanı Gül’ün “Türkiye-ABD ilişkilerine yakışmamıştır” tepkisi, bunun ifâdesi. Gül’ün Obama’dan “ricası”na rağmen kendi ifâdesiyle,“Sonucun, Güney Kafkasya’da halklar arasında kalıcı dostane ilişkilerle barış ve istikrar tesisine zarar verdiği” yorumu, ABD’nin yalnız “siyasî çıkarları”nı öncelediğinin ve “stratejik müttefikliği” hiçe saydığının göstergesi. Cumhurbaşkanı, “Bu oylamanın her alanda neden olabileceği olumsuz sonuçların sorumlusu Türkiye olmayacaktır” şikâyetinde bulunuyor; lâkin bizzat ağırlığını koymasını istediği Obama’dan ve Amerikan yönetiminden, göz göre göre Türkiye aleyhindeki bu emr-i vakiye seyirci kalmasının sebebini sormuyor! İlk hükûmet açıklamasında, “Türk ulusunun işlemediği bir suçla itham eden bu tasarıyı kınıyoruz” deniliyor. Ancak her fırsatta “model ortaklığı”yla övündüğü Amerikan yönetiminin bu “itham”a arka çıkmasının izâhı istenmiyor!
ANKARA “RESMEN” GEÇİŞTİRİYOR! Şu çarpıklığa bakın: AB ülkeleri İtalya ve Fransa’dan sonra Belçika da Marksist bölücü terör örgütüne karşı büyük operasyonlar düzenliyor. Yıllardır Türkiye aleyhine yalan yanlış propagandalarda bulunan Roj Tv’nin Brüksel’deki merkezini basıyor. Çok sayıda PKK’lıyı gözaltına alıyor. Buna mukabil ABD, Bush döneminden beri Ankara’nın listesini Beyaz Saray’a ilettiği Amerikan işgali altındaki Irak’ta lüks içinde serbestçe dolaşan yüzlerce terörist başından bir tekini dahi teslim etmiyor. Ve bütün bunlara karşı sâdece “soykırım” isnadını kabul eden üyeleri sert bir biçimde eleştiren ve oylama biçimini “bir senaryo ve komedi” olarak nitelendiren Erdoğan, bu hususta ciddî bir tavır koymayan Obama yönetimine en ufak bir tâ’rizde bulunmuyor. 1991 Körfez Savaşı’na ve 2003 Irak işgaline onay veren, iki yıl önce Yahudi gazetesi “Forward”a verdiği demeçte, “Ben daha Demokrat olmadan önce bile bir Siyonisttim” diyen Yahudi kökenli Komite Başkanı California milletvekili Howard Berman’a bir şey söylenmiyor. İşin ilginç yanı, Başbakan ve Dışişleri Bakanı, son anda “soykırım” iddiasına “evet” diyen komite üyelerini yerden yere vuruyor; ancak bu üyelerin oylama öncesinde “Beyaz Saray’da bir toplantıda ‘tâlimat’ aldıkları” tesbitinin üzerinde durulmuyor. Ne Cumhurbaşkanı, ne Başbakan ve ne de Dışişleri Bakanı, Türkiye’nin şimdiye kadar her yıl milyonlarca dolar ödediği Yahudi lobisinin “İsrail’le ilişkiler” bahanesiyle Türkiye’nin aleyhindeki tahrik çalışmasına da tek kelime tepkide bulunmuyor. Yığılı gündemin yığıntıları ve enkazı altında kalan Ankara “resmen” geçiştiriyor… Yere göğe sığmayan dış politikada “sıfır problem” sarsıcı akıbeti ortada…
tıklayın! 09.03.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
AİHM kakarı KKTC’nin tanınması anlamına gelir mi? |
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 8 Rum’un Türkiye aleyhine, Kuzey Kıbrıs’ta kalan taşınmazlarının kullanımından ve mülkiyet hakkından yoksun bırakıldıkları gerekçesiyle açtıkları dâvâda verdiği karar hepimizi sevindirdi. Kararda Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde 2006 yılında kurulan ve adanın iki tarafında bulunan taşınmazlara ilişkin çözüm yolları üreten Taşınmaz Mal Komisyonu yada Tanzim Komisyonu “iç hukuk yolu” olarak kabul edildi. Mahkeme 8 başvuruyu etkin bir iç hukuk yolu olan Taşınmaz Mal Komisyonu’na başvurmadıkları gerekçesiyle reddetti. “Başvuranlar TMK’na başvurmamayı ve siyasî bir çözümü beklemeyi seçebilirler. Ancak bu durumda haklarını AİHS çerçevesinde talep etmek isteyen bir kimsenin başvurusu hakkında, iç hukuk yolunun tüketilmediği kararı verilecektir.” Diyordu mahkeme kararının sonunda. Peki ne olmuştu da mahkeme böyle bir karara varmıştı? Mahkeme kararında bunun gerekçelerini Türk tarafınca kabul edilen, Rumlarca reddedilen Annan Planına, sonrasında KKTC’nin AİHM kararları uyarınca yaptığı yasal düzenlemelere ve özellikle de Taşınmaz Mal Komisyonunun bağımsız iki üyenin de katılımıyla kurulmasına dayandırıyordu. TMK’nun bir çok dâvâyı dostane çözümle sonuçlandırmış olmasını etkin bir iç hukuk yolu oluşturulması olarak tanımlıyordu. Ayrıca iki kesim arasında yeni sınır kapıları açılması ve geçişlerin kolaylaştırılmasını, Rumların ‘Mallarımıza ulaşamıyoruz’ gerekçesinden yoksun bırakan bir tedbir olarak görüyordu. Bu karar Türkiye’de mahkemenin KKTC’nin hukuki yetkisini kabul ettiği şeklinde yorumlandı. Dışişleri Bakanı Davutoğlu “Bu karar KKTC’nin hukuki egemenliğini teyit eden bir karardır” açıklaması yaptı. Ayrıca bu kararla mülkiyet dâvâlarının artık KKTC’den geçmeden AİHM’e gidemeyeceğini vurguladı. Rumlar ise matem havasına girdi. Rum lider Hristofyas bu kararı “Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletlerin Kıbrıs sorununun artık çözülmesi yönündeki uyarısı” olarak niteledi. Bize göre de bu karar çok önemli. Louizidiou dâvâsındaki olumsuz sonuçla gelinen nokta değişti: AİHM’de bekleyen 1500 dosya Kuzey Kıbrıs’taki iç hukuk yolları tüketilmediği gerekçesiyle reddedilecek. Aynı zamanda bu kararla müzakerelerin en büyük sorun yaratan başlığı olan ‘mülkiyet’ başlığında da önemli kolaylıklar sağlanacak. Artık Rumlar mülkiyet sorununu bahane ederek müzakereleri tıkayamayacak. AİHM bu kararında Annan Planı ve sonrasındaki düzenlemelerin adil, etkin ve makul çözüm yolları olduğu değerlendirmesini yapıyor. Ancak bu kararla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin KKTC’nin hukuki egemenliğini tanıdığı değerlendirmesini yapmak abartılıdır. Zira mahkeme bu kararda davalı olarak KKTC’yi değil, Türkiye’yi gösteriyor; Taşınmaz Mal Komisyonunu da Türkiye’nin kurduğunu kabul ediyor. Kararda mahkeme, birkaç yerde ve ısrarlı bir şekilde KKTC’nin uluslar arası hukukta tanınmış legal bir devlet olmadığını, ancak bu durumun, otuz yılı aşkın bir süredir mülkiyet hakkından yoksun bırakılan insanların, dertlerine çare olmak için kurulan ve işlediği pratikte çözümlediği anlaşmazlıkla görülen bir hukuk yolundan yararlanmalarını engellemeyeceğini vurguluyor. Yani bu kararı KKTC’nin tanınması olarak algılamak yanlış olacaktır. Kısacası; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bu kararı Türkiye ve KKTC açısından büyük öneme haizdir. Ülkemizi milyarlarca avro tazminat ödeme yükünden kurtaracak niteliktedir. Ayrıca Rumları da uzlaşmaya zorlayıcı yönü vardır. Ama bunu KKTC’nin bağımsızlığının tanınması olarak görmek yanlış bir değerlendirmedir. Aslında bu gelişme, Türkiye ve KKTC’nin sorunun çözümünde olumlu bir yaklaşımı benimsemesinin bir meyvesidir. Uzlaşmaz tutumumuz devam etseydi bu sonuca asla ulaşılamazdı. Öbür yandan fiili durum ve geçen zamanın da bu kararı etkilediğini mahkemenin kararın girişindeki şu değerlendirmesi açıkça gösteriyor: “Başvuranların mallarının mülkiyetini kaybetmelerinden bu yana 35 yıl geçti. Yerel nüfus statik olarak kalmadı. Kuzeyde yaşayan Kıbrıslı Türkler başka yerlere göç etti; güneyden gelen Kıbrıslı Türkler Kuzeye yerleşti. Türkiye’den çok sayıda yerleşimci geldi ve evlerini kurdular. Kıbrıslı Rumların malları da (bu dönem içinde) en az bir kez, satış, bağış yada miras yoluyla el değiştirdi. Bu yüzden mahkeme, siyasî düzeyde bir çözüm bulma sorumluluğunu üstlenmesi gereken tüm taraflarca çözülmesi gereken bir problemden kaynaklanan siyasî, tarihî ve fiili karmaşıklıklarla dolu dâvâlarla karşı karşıya kalmaktadır. Bu realite, aynı zamanda geçen zaman ve geniş siyasî anlaşmazlığın devam eden evrimi, statik ya da somut fiili durumlara karşı kör olması halinde tutarlı ve anlamlı olamayacak olan Sözleşmenin uygulanması ve Mahkemece yorumunu da etkilemek zorundadır”. Umarız bu olumlu yaklaşımlar ve gelişmeler, Kıbrıs’ta nihai çözümü hızlandırır.
tıklayın! 09.03.2010 E-Posta: [email protected] |