Basından Seçmeler |
Atatürk, “Ordu politikaya karışmasın” demedi Atatürk ve İnönü, ordunun kendilerineyüzde yüz bağlı olduğuna inandıktan sonra emeklilik dilekçelerini veriyorlar.Üniformalarınıçıkarıyorlar, ama ordu üstündeki nüfuzları bitmiyor. SABANCI ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ TARİHÇİ CEMİL KOÇAK:
Yaklaşık üç yıldır asker içindeki darbe planları bir bir açığa çıkmaya başladı. Bunu neye bağlıyorsunuz ve neden şimdi?
Bütün bu olanları tek başına bir gazetenin başarısı olarak okumak eksik bir okuma olur. Eksik olduğu için de hatalı olur. Bu tür darbe planlarının “piyasaya” çıkışı Nokta Dergisi ile başladı. Ondan önce de birçok gazete ve dergide ufak tefek küçük haberler çıkardı. Her zaman olmuştur. Mesela Susurluk sonrasında da başta JİTEM ile ilgili olmak üzere bazı belgeler ortaya çıkmıştır. Ancak bu tür haberlerin geniş kitlelere ulaşması hep zor olmuştur. İkinci olarak bu haberlerde öne sürülen iddiaları kanıtlayacak yeterince delil yoktu. Bu haberler iddiadan öteye gidemiyordu. Böyle bir girişim olduğunda ise hukuk zemininde herhangi bir sonuç almak mümkün olamıyordu. Bunları göz önüne aldığınızda darbe planlarının sızmasını ya da bu yönde somut delillerin oraya çıkmasını Nokta Dergisi’nde yayınlanan “Darbe Günlükleri” ile başlatmak lazım.
Derginin başına gelmeyene kalmadı kısa sürede...
Evet burada hukuk tersten işledi: Derginin önce adli takibata uğraması, yapılan baskılar ve derginin yayın hayatına son vermesi.
Bu kadar sert bir karşılık bulmasını neye bağlıyorsunuz?
Bu iddiaların gerçeğe yakınlığına. Demek ki iddialar o kadar doğru ki, bu kadar baskı oldu ve dergi kapanmak zorunda kaldı.
HUKUK İLK DEFA İŞİNİ YAPIYOR
Bu kez durum sanki farklı. Ortaya çıkan bütün darbe iddialarının üzerine gidiliyor ve hukuk geçmişten farklı olarak bu kez aktif biçimde devreye giriyor... Haklısınız. Bu ilk kez oluyor. Bugüne kadar devlet içinde pek çok iddia oldu, bunlar kamuoyuna yansıdı. Ama bunların hiç biri hukuki takibata uğramadı. Şu anda da iddialar önemli ama bence daha önemli olan bu iddiaların hukuksal zeminde karşılığının olması, hukuki takibata uğraması. Mesela ortaya çıkan iddianameleri okuduğunuzda şunu görüyorsunuz.
Neyi?
İddialarla, iddianamede ortaya konulan somut kanıtlar arasında bir ilişki kurmak mümkün. Bunlar çok sayıda olmasına rağmen tablonun bütününü dışarıda olduğumuz için görmüyoruz ama ortaya çıkan manzara da bize bir fikir veriyor.
Nedir edindiğiniz fikir, gördüğünüz tablo?
Tarihsel bir perspektiften bakıldığında ordu müdahalelerinin günümüzde de geçmişteki gibi aynı sonuç vereceğini düşünen, bu beklenti içinde olan belli bir grup var. Ve bunlar geçmiş deneyimlerinde bütün darbe planlarının başarılı olduğunu; darbelerin siyaseti ve hukuku tasfiye ettiğini biliyorlar. İşte bu planları yapanlar bu deneyimlerden hareket ederek bu işlere giriyorlar. Ve buna inanların sayısı çok az değil maalesef. Burada şaşırtıcı olan şey bu planların başarıya ulaşmamasıdır.
ABD ARTIK DARBE İSTEMİYOR
Neden başarılı olamıyor bu darbe planları?
Birkaç faktör ortaya koyabiliriz. Bunlardan birisi; Türkiye’deki askeri müdahalelerin ABD ile olan ilişkisinin şu ya da bu nedenden dolayı kopmuş ya da kopmakta olduğunu görüyoruz. Demek ki, Türkiye’de gerçekleşen darbelerin arkasında ciddi bir ABD desteği varmış. Bu destek olmaksızın, darbe girişimlerinin başarılı olma şansı zayıfmış. Yani darbe sadece iç dinamikle ilgili bir mesele değilmiş. ABD desteği olmadan iç dinamiğin sürekli bir darbe arayışında olduğunu ve bu arayışın hiç bitmediği ama başarılı olmadığını görüyoruz. Başarılı olmamasının faktörlerinden bir tanesi ABD desteğinin (bu mali, siyasi, askeri vs. olabilir) olmamasıdır. Birincisi bu.
İkincisi?
Paradoksal bir şekilde sivil toplumun örgütlenebileceği her alanı yok etmek üzere hayata geçen 12 Eylül anayasasının bunu başaramamış olmasıdır. 12 Eylül kısa ve orta vadede pek çok amacını gerçekleştirmiştir fakat nihai amacı olan toplumun devlete bağlı ve bağımlı olmasını gerçekleştirememiştir. Bunun en somut örneği 28 Şubat müdahalesidir.
TOPLUMSAL DEĞİŞİMDEN ORDU DA ETKİLENİYOR
Nasıl yani?
28 Şubat müdahalesi hedeflediğinin tam tersi sonuç doğurmuştur. Türkiye’de şimdiye kadar ortaya çıkmamış, kendisini ifade edememiş kesimlerin kendilerini ifade etmesinin yolunu açmıştır. Bugün eğer sivil siyasetten bahsediyorsak, bu güç biraz da 28 Şubat ile yaratıldı. Bir üçüncüsü de..
Evet...
Türkiye’de toplumdaki farklılaşma, gelişme, ilerleme devlete de yansıyor. Devlet de nihayet toplumdan etkilenmeyecek bir varlık değildir. Burada özel olarak ordudan bahsedecek olursak, ordu da bu değişimden etkilenmiştir. Hatta belki ordu bütün bu süreçlerden devletin diğer kurumlarından daha fazla etkilenmiştir.
Neden daha fazla etkilensin ki?
Çünkü ordu hem aktör, hem oyunun nesnesi, hem de oynanan siyaset oyunundan en çok yara ve darbe alan kurum. Şu tespiti yapmak şart; ordu ne şimdi ne de geçmişte hiçbir zaman homojen olmadı. Her kademede farklı görüş ve düşünceler hep var oldu. Ancak darbe yapanların veya ordu komutanlarının açıklamaları bütün ordunun fikriymiş gibi kabul edildi. Darbeler sırasında dahi ordunun tamamının aynı görüşte olduğunu söylemek mümkün değil. İşte şu anda yaşanan sanki ordu içinde bu işlerin böyle gitmeyeceğini söyleyen, bu sürecin orduyu da yıprattığını düşünenler grup ya da gruplar eski geleneğin, eski kültürün, eski müdahaleci eğilimlerin sona ermesi için kendilerince önlem alıyorlar.
TEK PARTİ REJİMİ ORDUYA DAYANDI
Ordu darbeye neden ihtiyaç duyuyor?
Pek çok ülkede ordunun kuruculuktan başlayarak ağırlıklı rolü olmuştur. Bizde de öyle oldu. Osmanlı’da modern orduya geçiş yani pre-modern olan yeniçeriliğin lağvedilmesinden sonra kurulan Batı tarzı ordu, ki buna Nizam-ı Cedid diyoruz, bizim bugünkü ordunun başlangıcıdır. Bu ordunun görevi, yeniçerilerin tam aksine merkez iktidara yani siyasi iktidara bağlı ve bağımlı olacak, sınırları koruyacak ve içeride ayanlara karşı merkezi savunacak. Tabii en önemlisi siyasi iktidarın tayin ettiği çizgiler içinde ve onun politikasına uyarak bunları yapacaktır.
Yani sivil siyasete bağlı bir modern ordu mu?
Aynen. Ancak bütün Osmanlı modernleşmesinin misyonunu üzerinde hisseden bu ordu kısa bir süre sonra anayasal ve parlamenter sistem kurmak isteyen Genç Osmanlıların hedefi oldu.
Nasıl oldu bu?
Genç Osmanlılar, siyasi iktidara muhalifti. Sistemi değiştirmek için önce Sultan Abdülaziz’i ikna etmeyi denediler. Bu olmayınca Genç Osmanlılar yeni modern ordunun bir kısmını ikna edip, siyasi iktidarı onun yardımıyla değiştirme yolunu seçti. Bu olay kendi siyasal projesini uygulamak için darbe girişimiydi. Amaç silahlı gücü iktidara getirmek değil, parlamenter sistem kurmaktı. Ordu burada araç olarak görüldü. İşte bu ordunun siyasetin içine çekilmesinin başlangıcıdır. Yani modern ordunun merkeze, siyasal iktidara bağlı kalış süreci kuruluşundan 1860’lı yıllara kadardır. Nitekim Sultan Abdülaziz’in devrilmesi bir ordu darbesidir aslında. Tabii Sultan Abdülhamid’in iktidar gelmesi, parlamentonun açılması, bir süre sonra kapanması bu süreci bitirdi. Ancak iktidara gelmek için ordudan yardım istenmesi, ondan yararlanma fikri bitmedi.
JÖN TÜRKLER DE ORDUYA GİTTİLER
Ne zaman yeniden çıktı bu ortaya?
Önce Jön Türkler olarak adlandırdığımız sonradan İttihat ve Terakki olarak kendisini somutlayan başka nesil bu fikrin bayraktarlığını devam ettirdi. İttihatçılar sivil insanlardı. Fakat onlar da Genç Osmanlıların paradoksuna düştüler ve iktidar için orduya müracaat ettiler. Özellikle Makedonya’daki askeri karargahlarda ittihatçılık ideolojik olarak sahiplenildi ve giderek askerin ideolojisine dönüştü. Bu dönem gerçekten askerin ideolojik olarak dönüştüğü bir süreç oldu. Ve Osmanlı’nın ilk modern kurumsallaşması olan modern ordu bu kez “ülkeyi bizden başkası kurtaramaz”a dönüştü. 1908’de bu fikriyat iktidara gelip, muhalefetin gücünü görüp tanıdıktan sonra bu kez parlamenter liberal anayasacı paradigmadan koparak, kendilerine yönelik her türlü muhalefeti vatana ihanet olarak görmeye başladı. Çünkü artık kendilerinden başka kurtarıcı görmedikleri için kendilerine karşı olan herkes vatan hainiydi. Eğer muhalefet de vatanını gerçekten sevse muhakkak kendilerine katılacaktır. Mantıkları bu. Ordu, İkinci Meşruiyet’in yapıcısı, kurucusu, yöneticisi ve savunucusu olmuştur. Ve 1909’daki 31 Mart vakasından sonra da “irticaya” karşı da yegane kuvvet olarak kendilerini görüyorlar.
İrtica ilk 31 Mart vakası ile mi ortaya çıkıyor?
Evet. O zamana kadar irtica bugün bizim anladığımız anlamda yoktu. Anayasaya, meşrutiyete, parlamentoya, yeni rejime karşı çıkanlar, eski rejimi isteyenler mürteci, irtica tanımına giriyor. Kendisine karşı bütün muhalefeti vatan hainliği olarak yaftalıyor.
MİLLİ MÜCADELE BAŞARISININ ÖNEMİ
İttihatçılar da parlamentodan vazgeçiyor neden?
Çünkü onlar da Sultan Abdülaziz ve Abdülhamid gibi milletin yeteri kadar olgun olmadığını düşünmeye başlıyorlar. Ve İttihatçıların getirdiği düzen kısa sürede askeri diktatörlüğe dönüşüyor. Bu askeri diktatörlük için meşrutiyet rejimi kağıt üzerinde kaldı. 1912’de Balkan Harbi’ninin kaybedilmesi ikinci Meşrutiyet’i bitirdi ve askerî diktatörlüğü fiilen kurdu. Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar bir İttihatçı cuntanın ordu üzerindeki hâkimiyetine dayanarak kurduğu fiili bir askerî diktatörlük olarak yönetildi. Yenilgi ordunun toplumda itibarını kaybetmesine yol açtı.
Ne zaman itibar kazanıyor?
1922’de. Milli Mücadele’nin kazanılmasıyla. Bu çok önemli. Çünkü 100 yıl, 200 yıl sonra ilk defa savaş kazanılıyor. Bu kazanılan savaşa, mücadelenin kendisinden daha büyük bir anlam atfediliyor. İşte bu nokta ordunun yeniden siyasetin merkezine oturmasına yol açıyor.
Yani ordu yeniden merkez oluyor?
Evet. Nitekim Cumhuriyet’i kuran ordu, yeni devlet, yeni rejim vs. hep ordu tarafından kurulan şeyler. Tıpkı İkinci Meşrutiyet’te olduğu gibi, hiçbir fark yok. Bakın siyasi kadro olarak da büyük ölçüde aynı. Dünya görüşünde de önemli bir değişiklik yok. Bir anlamda İkinci Meşrutiyet kaldığı yerden devam ediyor. Nasıl İkinci Meşrutiyet’in koruyucusu ordu ise, Cumhuriyet’in, rejimin koruyucusu da ordu oluyor. Aynı misyon duygusu devam ediyor. Tabii kendilerine muhalif olanlara bakıştaki “vatan hainliği” de değişmiyor. Ancak muhalefetin olmaması rejimin devam etmesinde en büyük etken. Nitekim tek parti rejiminin gücü ordunun gücüne dayanmıştır. Bizim tarih kitaplarında Atatürk ve İnönü dönemlerinde ordunun bir rolü yokmuş gibi resmedilir, hep siviller yönetiyor gibi aktarılır ama bu doğru değil. Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın asker olduğu, muhalefet partisinin yöneticilerinin asker olduğu 1920’ler başlangıcından bahsediyoruz.
Atatürk orduyu sağlama alınca üniformayı çıkardı
Cumhuriyetin kurulmasından sonra görevlerine asker olarak mı devam ediyorlar?
Evet. Zaten bizim için önemli olan nokta burası. Yani Cumhuriyet ilan edildikten sonra, asker olan bu kişiler, askerlik görevlerini bırakıp sivil olarak devam etmiyorlar. Askeri görevleri de vekillikleri ile sürüyor. Mesela bu İkinci Meşrutiyet döneminde böyle değildi.
Nasıldı?
İkinci Meşrutiyet döneminde askerlerin muvazzaf olarak siyasete girmeleri mümkün değildi.
Cumhuriyet’te bu kural nasıl değişiyor?
Milli Mücadele’nin Ankara Meclisi’nde bu kural değişiyor ve askerler de milletvekili olabiliyor. Böylece hem asker hem de milletvekili olabiliyorlar. Mesela Kazım Karabekir, Erzurum’da Kolordu Komutanı. Bu sadece Birinci Meclis’e özgü değil, İkinci Meclis’te de aynı uygulama geçerli. Atatürk, Kazım Karabekir, İsmet İnönü ve diğerleri böyle seçiliyorlar II. Meclis’e. Atatürk hem Cumhurbaşkanı hem mareşal. Başbakan aynı zamanda orgeneral. Kazım Karabekir’e bakıyorsunuz hem kolordu komutanı hem de milletvekili. Yani emrinde askeri birlik var. Yine Ali Fuat Cebesoy aynı zamanda korgeneral, emrinde birlik var. Bunlar ordunun en üst düzey komutanları. Bir süre sonra bunlar arasında bir anlaşmazlık çıkınca yasayı değiştiriyorlar.
Ne zaman ve nasıl?
Milli Mücadele’nin öncü kadroları, Meclis içinde ve dışında siyasi mücadeleye başlayınca kaçınılmaz olarak değişime gidiliyor. Tabii bunu yapan Atatürk oluyor ve ilk yaptığı nedir biliyor musunuz?
Nedir?
Siyasi mücadele başlayınca ilk yaptığı şey orduyu kendi yanına almak oluyor.
Nasıl yapıyor bunu?
Kendisi gibi düşünmeyen, siyasi mücadeleye giriştiği komutanların ordu komutanlıklarından, -askerlikten değil- ayrılmasını, kendisine yakın olanların ise orduda komutan olarak kalmasını sağlayarak. Bunlar, 1924’de oluyor. Terakkiperver Cumhuriyet Fıkrası’nın kurulması sırasında oluyor. Bunun için şunu söylüyor muhaliflere; Politikaya devam etmek istiyorsanız, komutanlık görevlerinizi bırakın.
ATATÜRK’ÜN ÖNCELİĞİ ORDU
Yani askerliği bırakın demiyor...
Evet. Bakın Atatürk hiçbir zaman “ordu politikaya karışmasın” diye bir şey söylemedi. Bu tamamen uydurmadır. Bunu söyleyebilmesi için önce kendisinin de üniformasını çıkarması gerekiyor. Ama o, muhaliflerden askerliği bırakmasını değil, fiilen sürdürdükleri komutanlıkları bırakmasını istiyor. Yani muhalif paşaların emirlerindeki birlikleri elinden almak hedef. Ama komutanlıkları devam ediyor. Muhaliflere bunu söylerken kendi yanında olan komutanlara da “siz sakın komutanlıktan ayrılmayın, milletvekilliğinden ayrılın” diyor. Yani Atatürk orduya hakim olmayı, Meclis’e hakim olmaktan daha önemli görüyor. Ve muhaliflerin terkettiği komutanlıklara kendine yakın olanları atıyor. Atatürk’ün Nutuk’ta “paşalar komplosu” olarak anlattığı olay budur. 1926’da İzmir Suikasti girişimi oluyor. Karabekir, Cebesoy, Bele’yi tutukluyorlar ve İstiklal Mahkemesi’nde yargılıyorlar. Bu dönemde bu kişiler hâlâ asker. Mahkeme kararı ile beraat ediyorlar. Ardından önce terfi ettiriliyorlar, kısa bir süre sonra da Milli Savunma Bakanlığı bunları 1926’da re’sen emekli ediyor. Terfi ettirilerek, re’sen emekli ediliyorlar.
MUHALİFLERE YAPILAN TASFİYEDİR
Bu bir tasfiye midir?
Evet, böylece Atatürk’e biat etmek istemeyen bütün eski İttihatçılar ile Milli Mücadele’nin eski kadroları tasfiye edilmiş oluyor; “tek adam”lık süreci tamamlanıyor. 1925 Takriri Sükun ile 1926 tasfiyesi birbirini tamamlıyor, 1927 artık tek-parti rejiminin stabilizas-yonu olarak görülmelidir.
Peki Atatürk ne zaman askerliği bırakıyor?
Atatürk ve İnönü, muhalif komutanların re’sen emekli edilmesinden sonra 1927 yılında emeklilik dilekçelerini veriyorlar. Ordu içinde ve dışında bir muhalefet olmadığına kani olduktan, ordunun kendilerine yüzde yüz bağlı olduğuna inandıktan sonra emeklilik dilekçelerini veriyorlar. Üniformalarını çıkarıyorlar ama ordu üstündeki nüfuzları bitmiyor. Özet olarak tek parti dönemine baktığımızda ne görüyoruz? Emekli mareşal Cumhurbaşkanı, emekli orgeneral Başbakan, Mareşal Genelkurmay Başkanı. Bu üç kişi ordu üzerinde gereken egemenliği kuruyor. Ve tek parti döneminde ordu komutanları hiç değişmez. Tek parti dönemi için şunu söyleyebiliriz; siyasal güçler orduya tam olarak hakimdir. Bu dönemde ordu içinde tek parti rejimine karşı bir cuntanın olup olmadığını bilmiyoruz.
Konuşan: Murat Aksoy / Yeni Şafak, 8.3.2010
|
09.03.2010 |