Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Manevî gazeteler |
Yeni Asya’nın 41. yılındaki ilk yazımıza, Üstadın konumuza çok farklı ufuk ve pencereler açan bir ifadesiyle başlayalım: “Hakaik-ı imaniye ve Kur’âniye (iman ve Kur’ân hakikatleri) ve hadisat-ı Muhammediye (a.s.m.) (Peygamberimizle ilgili olaylar), ne kadar cüz’î de olsa, en büyük, en küllî bir daire olan Arş-ı Âzamda ve daire-i semavatta—temsilde hata olmasın—mukadderat-ı kâinatın manevî ceridelerinde (gazetelerinde) neşrolunuyor gibi, her köşede medar-ı bahis oluyor.” (Lem’alar, s. 672) Bu cümlede, bilhassa Lâhika sayfası yazarları ile Süleyman Kösmene’nin enine boyuna tahlilini bekleyen çok derin ve ince mânâ ve mesajlar var. Kâinatın mukadderat programı çerçevesinde, iman-Kur’ân hakikatleri ve Peygamberimizle alâkalı en küçük hadiselerin dahi sema dairelerine ve hattâ Arş-ı Âzama yönelik neşriyat yapan “manevî gazeteler”de yayınlandığını ve kâinatın her köşesinde konuşulduğunu söylüyor Üstad. Ve bu dünyadaki neşir vasıtalarının da bu mânâlara hizmet için kullanılması gereğini ima ediyor. Meselâ “i’lâ-yı kelimetullah”ı, yani Allah’ın ismini yüceltmeyi “hedef ve maksat eden umum dinî ve müstakim ceraid”i (istikamet üzere yayın yapan bütün dinî gazeteleri), İttihad-ı Muhammedî Cemiyetinin “nâşir-i efkâr”ı olarak görüyor. (Eski Said Dönemi Eserleri, Makalât, s. 70) Keza, radyo nimetinin şükrünü eda etmek için neler yapılması gerektiğini de şöyle ifade ediyor: “Beşer bu pek büyük nimete karşı bir umumî şükür olarak o radyoları herşeyden evvel (...) başta Kur’ân-ı Hakîm ve hakikatleri ve imanın ve güzel ahlâkların dersleri ve beşerin lüzumlu ve zarurî menfaatlerine dair kelimatları olmalı ki, o nimete şükür olsun.” (Emirdağ L., s. 599) Bu ölçüler, Üstadın tanışamadığı televizyon ve internet gibi, iletişim teknolojisinin en son ürünleri için de çok daha fazlasıyla geçerli, değil mi? Üstad televizyonu hiç görmedi, ama Rus esareti dönüşündeki İstanbul hayatında iken sinemaya ilgi gösterdi ve “ibret için” gittiği sessiz filmlerden birine talebelerinden Molla Süleyman’ı da götürdü. Sonra “Ne anladın bu filmden?” diye sorduğu talebesinden “Hiç” cevabı alınca şunları söyledi: “İşte dünya da böyledir. Kendisi sabit olmadığı gibi, içindekiler de öyledir. Fânîdir; durmuyor, gidiyor. Onun için dünyaya güvenme. Bu film kadar kısadır. Sinema perdeleri gibi akıp, göz açıp kapayıncaya kadar geçip gidiyor.” (N. Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Said Nursî, s. 218) Üstad, fânîlik dersini çıkardığı sinemanın bekaya bakan mesajını da şöyle dikkatlere sunuyor: “Ehl-i medeniyet fânî vaziyetlere bir nevi beka vermek ve ehl-i istikbale (gelecekteki nesillere) yadigâr bırakmak için, güzel veya garip vaziyetlerin suretlerini alıp sinema perdeleriyle istikbale hediye ediyor; zaman-ı maziyi zaman-ı halde ve istikbalde gösteriyor.” (Mektubat, s. 496) Aynı sayfada Üstad şunları da ifade ediyor: “Ehl-i Cennet elbette arzu ederler ki, dünya maceralarını tahattur etsinler (hatırlasınlar) ve birbirine nakletsinler. Belki o maceraların levhalarını ve misallerini görmeyi çok merak ederler. Elbette sinema perdelerinde görmek gibi, o levhaları, o vak’aları müşahede etseler, çok mütelezziz olurlar (lezzet alırlar). Madem öyledir; herhalde dâr-ı lezzet ve menzil-i saadet olan dâr-ı Cennette (‘Karşılıklı tahtlarda kardeş kardeş otururlar’ mealindeki Hicr Sûresi 47. âyetin) işaretiyle, sermedî (ebedî) manzaralarda, dünyevî maceraların muhaveresi (sohbeti) ve dünyevî hadisatın manzaraları Cennette bulunacaktır.” Dünyanın mukadder sona doğru gidişinin hızlandığı bir süreçte, insanoğlu, günlük hayatının her safhasını kayıt altına alıp saklamasına imkân veren kamera, cd, USB, internet gibi teknolojik araçlardaki baş döndürücü gelişmelerle, adeta sonsuz âlemdeki “teknoloji”ye de hazırlanıyor. Bize düşen en önemli vazife, bu teknoloji araçlarını Kur’ân ve iman hakikatleri ile donatıp onlar için kullanmak ve böylece yaratılış maksatları ile bütünleştirmek...
21.02.2010 E-Posta: [email protected] |