21 Şubat 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Yasemin GÜLEÇYÜZ

Şefkat kahramanları (5)


A+ | A-

Şükran Demirel

Şükran Demirel Risâle-i Nur’un fedakâr şefkat kahramanlarından bir tanesi. Nur talebeleri arasında “Tayyareci Ali Abi” olarak tanınan değerli eşi ile birlikte henüz gencecik yeni evli bir çiftken tanıştıkları Risâle-i Nur’lar onların hayatını değiştirdi. Ailecek risâlelerin neşri için çalıştılar, ilerlemiş yaşlarına rağmen halen de çalışmaktalar, Nur sohbetlerine devam etmekteler. Bu yönleriyle Nur dairesindeki her evli çifte lâtif bir örnek oluşturmaktalar.

1950’li yıllarda Ankara’da Risâle-i Nur’ların neşrinden, İstanbul’da ilk düzenli hanım Nur sohbetlerine uzanan ibretli hatıraları var. Bir bölümünü aktarıyoruz:

İlk tanışma

Biz ailecek Risâle-i Nur’u Sabri Halıcı’nın oğlu Ömer Halıcı vesilesiyle Erzincan’da tanıdık. Zaten tesettürlü, namazımı kılan bir hanımdım. Eşim ilk defa 1952’de Üstadı ziyaret etti. Diyarbakır’a tayin olduğumuzda Mehmet Kayalar’ın dersine giderdi eşim. Sonra Eskişehir’de 1,5 sene kaldık. 1954’te İzmir’deydik. Mustafa Birlik ve ailesiyle dersler dersler… Bir faaliyet… Evimiz daracıktı. Bir karyola, soba, sehpa… Ders için beyler geldiklerinde dışarı çıkardım odadan. Dışarıda soba yok, hava soğuk, çocuklar küçük… Mustafa Birlik’in hanımıyla okurduk biz de risâleleri… 11 ayda 5 senelik faaliyet.

Ankara günleri

Sonra Ankara’ya tayinimiz çıktı. Allah ne verdiyse pişiriyoruz, taşırıyoruz. Akşam dersler yapılıyor, dershane uzak olduğu için de çoğu zaman gelenler gece kalırlardı. Ankara’da risâleler teksire basılacak, ama para yoktu. O zaman Atıf Ural uğraşıp durmakta Sözleri basmak için. Sonra Kemal Ural’ın da desteği ile bir teksir makinesi alıyorlar ve neşir başlıyor. Ankara’daki faaliyetler anlatmakla bitecek gibi değil.

Ankara’da iken Kastamonulu Ulviye Anne ile tanıştık. Osmanlıca bilen çok mübarek bir hanımdı. Haftada bir gün ders yapardık. 1930 doğumlu olduğuma göre 26 yaşımda gencecik bir kızım. Ulviye Hanım tatlı tatlı anlatırdı. Kızının arkadaşlarına—ki içinde milletvekili eşleri de var—sohbet ediyor, zaman zaman da risâle okuyormuş. Ama kitabın ne olduğunu açıklamıyormuş. Hanımlar bir gün dayanamayıp soruyorlar hep birlikte, “Sen bu kadar güzel bilgileri nereden öğreniyorsun? Okuduğun o kitabın adı nedir?” diye. O da Üstada sorduruyor “Kitapları açığa çıkarayım mı?” diye. İzin aldıktan sonra kitapların ne olduğunu, kime ait olduğunu açıklıyor hanımlara.

İstanbul günleri

Biz 1957’de İstanbul’a geldik. Ceylânlar, Bekir Beyler, Birinciler hep bizim evlerin insanıydı. Evimiz neydi bilmem. Bir çeşit okul gibi…

İhlâs bozulur düşüncesiyle bunları ben hiç anlatmazdım. Ama yeni nesiller sanıyor ki kitaplar gelivermiş. Risâle-i Nur’un geçmişteki çileli safhalarını masal gibi görüyorlar. Nereden bilecekler yeni nesiller bu eserlerin geçirdiği devreleri? Kitap yoktu, tırnak tırnak uğraşıldı Risâle-i Nur için. Yeni nesillerin bunları bilmesi gerektiği için anlatmaya karar verdim. Mışlı, mişli değil, ilk ağızdan anlatıyorum.

Kar yağsa, tufan olsa bile yine de derse giderdik. Pardösülerimizin, mantolarımızın ucundan şıpır şıpır su damlardı. Şemsiyemiz, çizmemiz yoktu. Paramız mı yoktu, bilemem. Ama derse gittiğimizde ablalarımız “Yavrum ahirette bastığınız taşlar, yağmur taneleri hep şahitlik edecek sizlere” diyerek bizi şevklendirirlerdi.

Otobüs pahalı gelirdi, yürüyerek giderdik derse. Çekmece’den Yenikapı’ya trenle gelir, oradan Fatih’e yürürdük. Kızımı dört sene kucağımda götürdüm derse.

Hayat tarzımız hizmet

Hizmet ediyorum demek aklımızın ucundan geçmezdi. Yaptıklarımız normal hayat tarzımızdı, yani her zaman yapılması gerekenler sınıfındandı. Şimdi geriye dönüp bakıyorum da, “Yaptıklarımız demek hizmetmiş!” diye düşünüyorum. Farkına vardırmadan Cenâb-ı Hakk’ın bizi “istihdam” ettiğini ahir ömrümüzde müşahede ediyorum…

Eşim trenle Yenikapı’dan risâleleri paketler halinde alır, trenle havaalanına götürür, askerler elden ele taşırlar paketleri uçağa. “Demirel’in kitapları bunlar” diye. Bunlar olacak şeyler değil. O zaman fark etmiyorduk, şimdi 30-40 sene sonra fark ediyoruz. Allah koruyordu onları. Cenâb-ı Hak inayetiyle muhafaza ediyordu.

Üstad Hazretleri İstanbul’a geldiğinde Piyer Loti Otelinde kaldı. Yatılmamış bir yorgan istemiş. Bizde vardı. Hemen paketleyip gönderdik kendisine.

Fındıkzade’deki evde Yenikapı’dan teksirden paketle gelen eserleri tashih yapardım. O zaman Hanımlar Rehberi teksirle basılıyordu. Elimize tashihli sayfaları vermişlerdi. Onlara bakarak Hanımlar Rehberi’nin teksirlerini düzeltirdim. Yine paketleyip Yenikapı’daki eve götürürdük. Evin kızları da zaman zaman bana risâlelerin tashih işlerinde yardımcı olurlardı. Sonra oradan eserlerin dağıtımı yapılırdı.

Evimiz küçücüktü, ama mübarekti. Nurcular hemen her gün gelirlerdi. Yokluk vardı. Bir şeyimiz yoktu. Gelen misafirlere Allah ne verdiyse pişirip taşırıyorduk. Ev yemeği diye deli oluyorlardı çocuklar. Listemiz de pek değişmezdi: Tarhana çorbası, bulgur pilavı, turşu, patates yemeği, reçel… Sonradan biraz çeşitlendi. Köfte, et, balık girdi mutfağa.

Bizim evde hep ders olurdu. Hiç boş vaktimiz geçmezdi. Çoluk çocuk hep kaynaşıp çalıştık.

İstanbul’da düzenli ilk hanım Nur sohbetleri

Bir gün Galip Gigin’in annesi, “Oğlum, arkadaşlarının hanımları, anneleri, kızları, kardeşleri yok mu? Bir tanıştır beni onlarla” demiş. Böylece Yenikapı’daki evin hanımları, ben birkaç hanım daha bir araya geldik. Sonra, “Ders yapsak ya, biz de erkekler gibi” dediler yeni gelen hanımlar. O zamana kadar okuyoruz, ama kalabalıkla nasıl olacak? Hemen aklıma Ulviye Hanım geldi. Ulaştık kendisine, kızıyla birlikte Pendik taraflarında yazlığa gelmişler. Mehmet Birinci ve Fırıncı gidip alıp geldiler. On kişilik bir hanım grubu olduk. “Haftanın hangi günü ders yapalım?” diye konuştuk. Ulviye Anne “Cuma günü mübarektir. O gün yapalım” dedi. Bir ay boyunca her Cuma günü onunla birlikte ders yaptık. Bize Risâle-i Nur’un dersi nasıl yapılır göstererek anlattı. Ulviye Hanım çok zeki, gayretli bir hanımdı. Bizi uyarırdı “Şöyle yapın, böyle okuyun” diye… Anlattığım tarih 1959’un Temmuz’u.

Onları tanıdığım için şanslıyım…

Asiye Mülazımoğlu, Şahide Yüksel, Ulviye Hanım, Lütfiye Anne, Urfalı Hatice Teyze… Hep beraber yerdik, içerdik, dersler yapardık. Onlardan çok şeyler öğrendim. Örnek aldım. Ahirette de görüşürüz İnşallah.

İstanbul’da çocukların Risâle-i Nur eğitimi

Derslerimizde çocuklarımız Risâlelerden vecizeler okurdu.

Onların yetişmesi için rahmetli Mehmet Birinci’nin emekleri unutulmaz. İstanbul’un çocuklarına risâle eğitimi verirdi. Dinî bilgiler, Kur’ân eğitimi, hatta giyim konusunda dikkat edilecekler… Bir gün kızım Nurdan’a etek boyu biraz kısa olan bir elbise diktirdim. Altından da kalın çorap giydi. Mehmet Birinci şöyle bir bakmış, ertesi gün bana hitaben hemen bir mektup gönderdi. Diyor ki: “Değerli ablam, çocuk da olsa böyle giydirilmese iyi olur!”

***

Şükran Demirel ile sohbete doymak mümkün değil. O, Risâleleriyle, Kur’ân’ıyla, hâlen devam ettiği Nur sohbetleriyle capcanlı hizmet hayatının ayrı bir devresini yaşamakta. Nurların günümüzdeki fütuhatını inayet-i İlâhiye olarak müşahede edip, şükretmekte. “Çok gayretli gençler var. Bahar gülleri gibi açmışlar” dediği gençlerin ihlâslı ve sadakatli olmaları için duâlar etmekte…


Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

21.02.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Tebrikler Yeni Asya


A+ | A-

Yeni Asya bu gün kırk birinci yaşına giriyor. Tebrikler Yeni Asya... Tebrikler Yeni Asya’nın istikamet içindeki yayın politikasının mîmârı, mühendisi ve uygulayıcısı olan şahs-ı mânevîye... Tebrikler Yeni Asya’nın kadrosuna, okuyucusuna, dostuna, sevenine...

Kırk bir yıl önce bu gün hâlis bir niyetin tezâhürü olarak doğdu Yeni Asya. Kırk bir yıldır medyada kısılmaz bir sesin sahibi oldu!

Bir gözyaşıdır Yeni Asya... Kırk bir yıl önce bu gün, “lahana yaprağı kadar da olsa bir gazete!” diyen büyük himmet sahiplerinin gözlerinde bir yaş damlası olarak tomurcuklandı. Bazen gözyaşı damlası oldu ona gönül verenlerin gözünde, bazen kan damlası oldu, aktı. Ama sevenlerinin başını eğdirmedi hiç. Boynunu büktürmedi. Utandırmadı. Vuruldu, dövüldü, kırıldı, kovuldu, türlü tokatlara maruz kaldı. Ama yıkılmadı, tükenmedi, yok olmadı. Hep yaşadı, hep nefes aldı durdu, hep can oldu, kan oldu, hep hayat oldu damarlarda. Dostlarının, sevenlerinin, okuyucularının gözünde değil, damarlarında yaşadı!

Bir dâvâdır Yeni Asya... Kırk bir yıl önce bu gün, hakkın, hakîkatin, ittihadın, uhuvvetin, kardeşliğin, elmasın, cevherin, nûrun, ebediyetin, sonsuzluğun, saadetin, izzetin, onurun, hizmetin, fikrin, edebin, aklın, samimiyetin sesi ve çığlığı olarak dünyaya geldi. Sesini, soluğunu kesmek isteyenler çıktı. Onlara birer gül dalı uzattı Yeni Asya. Yoluna ve yolculuğuna devam etti.

Bir burhandır Yeni Asya... Tarih boyunca hak bildiği yolda tek başına da olsa, bin bir ezâya ve cefâya göğüs gererek de olsa nice ışık yakan büyük himmet sahipleri gelip geçmişler. Peygamberler ve onların müstakim ümmetleri bu sessiz dâvânın burhanı oldular. Peygamberler döneminden sonra müceddidler, asrın imamları, asrın sahipleri ve onların istikamet içindeki takipçileri hak için birer burhan oldular. Hakkın nefes alan dili oldular, damarlarında kan yerine hizmet aşkı dolaşan eli oldular, kolu oldular, yaşayan delili oldular. Yarın Mahşerde Cenâb-ı Hak sorduğunda, “Allah’ım! Senin sözüne sadık kimseleri görmedim!” diye yakınmalarına imkân vermeyecek ölçüde fedâkârca, kahramanca, yiğitçe haksızlıklara, bid’atlara, dalâlete, yanlışa karşı hakkın hukûkun, faziletin, ahlâkın, hayrın birer burhanı olan hak ve gönül erenlerine her asırda şahit oldu bu dünya. Yeni Asya ile gördü ki, âhir zaman da boş değil! Âhir zaman da fedâkârından, kahramanından, yiğidinden, hakkın müdafiinden mahrum değil.

Bir tebliğdir Yeni Asya... Akla, fikre, hür düşünceye, selîm kalbe, hakkın, nurun, feyzin, fazîletin, istikametin, ihlâsın, tevhidin, tevekkülün, teslimin ve saadet-i dâreynin tebliği oldu doğduğu günden beri. Dinleyen azdı veya çoktu! Ne önemi var? Fakat tebliğ vardı! Sesini, soluğunu kısıp oturan yoktu! Güneşi ve gündüzü gösteren vardı! Eğer göz yummasaydılar... Görmeyen kalmayacaktı!

Bir duâdır Yeni Asya... Halktan hakka hak için yükselen bir niyazdı, açılan bir eldi, söyleyen bir dildi; hem kavlen, hem fiilen söyledi, bazen istidat dili oldu, bazen ihtiyac-ı fıtrî dili oldu, bazen ıztırar dili oldu. Ama hep dergâh-ı izzete açtı gönlünü, elini, dilini, niyazını. Hep O’na yöneldi, hep O’nu bildi, hep O’nu bildirdi, hep O’nu sevdi, hep O’nun için sevdi, hep O’nu sevdirdi, hep O’nu yazdı, hep O’nun için yazdı.

Bir tekliftir Yeni Asya... Elini dostluğa, barışa, kaynaşmaya, inanmaya, hürriyete, demokrasiye, hakka, hukûka, ışığa, aydınlığa, kardeşliğe, birliğe, beraberliğe, sevgiye ve muhabbete uzatmış. “Hak, müştereğimiz olsun” diyor. “Hakkın hatırını teslim edelim; başka hatırlara fedâ etmeyelim. Fert olarak da, cemiyet olarak da saadetimiz bundadır” diyor. Kırk bir yıldan beri bu teklifini tekrarlıyor. Kıyâmete kadar da İnşallah tekrarlayacak!

Bir çizgidir Yeni Asya... İstikametin, teslimiyetin, tevhidin, sadâkatin, isâbetin, saygınlığın, nezâketin, hıfzın, himâyetin, emânetin, doğruluğun, mertliğin, açık yürekliliğin, açık sözlülüğün, hür yaşamanın, hür düşünmenin, doğru inanmanın, müsbet hareketin çizgisi...

Yeni Asya kırk bir yıldan beri bu gözyaşının, bu dâvânın, bu tebliğin, bu teklifin ve bu çizginin peşinde, izinde, arkasında, takibinde... Bu çizgisiyle Mahşere, Allah’ın huzuruna çıkmak emelinde Yeni Asya... Kıyamete kadar, Mahşere kadar, ebediyete kadar, sonsuzluğa kadar yolun açık olsun Yeni Asya!


Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

21.02.2010

E-Posta: [email protected]



Hüseyin GÜLTEKİN

Pazarlıklar üzerine yapılan evlilikler


A+ | A-

“Evleniriz, bakarız, deneriz; olmazsa ayrılırız” faraziyesi üzerine yapılan evliliklerinin akıbetini tahmin etmek zor olmasa gerek. Evlilik gibi ciddî; ciddî olmanın yanında beraberinde çok önemli vazifeleri ve yükümlülükleri getiren bir işte “Deneriz, olmazsa ayrılırız” mantığıyla hareket etmek ne kadar isabetli olur, ne derece doğru olur?

Dünyevî ve uhrevî bir beraberlik, ebedî arkadaşlık niyetiyle yapılması gerekli olan bir evliliğin karar aşamasında iken “Olmazsa boşanırız” anlayışının tutarsızlığını, samimiyetsizliğini izaha gerek var mı? Bunun mantıklı bir izahı olur mu?

Evlenecek olan gençlerimizin güya işi sağlama almak niyetiyle evlilik öncesi yaptıkları şu pazarlıklara bir bakalım isterseniz:

“Evliliğimizin en az ilk üç yılına kadar çocuk yapmayacağız.”

“Doğan çocuğun ismini ben koyacağım.”

“Çocuğumuzun bakımı da dahil, evin bütün işlerini beraber yapacağız.”

“Ayın en az bir haftasını babamlarda geçireceğim.”

“Harcamalarda sen de ben de serbest olacağız. Şahsî harcamalara herhangi bir müdahale olmayacak.”

“Anne-baba başta olmak üzere, yakın akrabalarımızın evimize gelmesi her ikimizin iznine tabi olacak. Onlara şu veya bu şekilde yardım etme mecburiyeti yoktur.”

“Yakın veya uzak gezilerime, tatil yapmama karışılmayacak.”

“Evlendikten sonra da kızlık soyadımı kullanacağım.”

“Boşanma halinde çocuklarımız benim yanımda kalacak. Oturduğumuz evde ben kalacağım. Ev eşyasına dokunulmayacak... Ayrıca bana ve çocuklarımıza yetecek kadar nafakayı vereceksin.”

Evet gençlerimizin evlilik pazarlıkları ve şartları kısaca böyle. Bize tuhaf gelse de günümüzde evlenme hesapları yapan bazı gençlerimiz işi garantiye almak adına bu çeşit pazarlıkları yapıyorlar. Hatta bu şartları ve kararları yazılı hâle getirip şahitlerin de imzasıyla noterden tasdik ettiren gençlerimiz de var.

Kızını gelin olarak çıkaran bir anne-babanın kızlarına verdikleri şu nasihatlara bakın: “Bak kızım, sen şimdi gelin olarak evimizden, bizden ayrılıyorsun. Ama bil ki yine bizim biricik kızımızsın... Biz seni çok seviyonuz... Bir git bakalım... Beğenmezsen, işine gelmezse, dedik ya sen bizim biricik evlâdımızsın... Geri gelebilirsin... Tamam mı kızım...” Bu nasihatları ve teminatı alan gelin kızımız evliliğin onuncu günü dolmadan, bir daha dönmemek üzere baba evine dönüyor. Evlenecek olan gençlerin ötesinde bu günümüzde bazı anne-babaların sergiledikleri akıl almaz davranış örnekleri. Görüldüğü gibi evlilikteki yanlış hâl ve yaklaşımlar gençlerle sınırlı değil.

Şurası acı bir gerçektir ki ülkemizde ailevî geçimsizlikler ve boşanmalar gün geçtikçe artıyor. Bu acı durum elbette durup dururken olmuyor. Daha evliliğin ilk adımı atılmadan, boşanma hesapları üzerine pazarlıklara girişerek, birbirine adeta şantaj yaparak, evlilikte olmayacak şartlar ileri sürerek yapılacak bir evlilik ne derece sağlıklı olur?

Evlilikte en son gündeme getirilecek olan, Efendimizin (asm) ifadesiyle “Yüce Allah’ın en sevmediği helâllerden olan boşanmayı” işin başında iken pazarlık konusu yapmak ne derece doğru bir durum olur?

Halbuki evlenecek olan gençler, böyle hayırlı bir işe karar verirken, böyle basit pazarlıklar yerine birbirine inanarak ve güvenerek işe başlasalar, ebeveynlerinin rıza ve hayır duâlarını da alarak ve evliliğin geçici bir beraberliğin çok ötesinde ebedî bir huzur ve saadet olduğunu hesaba katarak evliliğe karar verseler çok doğru ve isabetli bir evliliğin zevk ve sürurunu yaşayarak görecekler.


Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

21.02.2010

E-Posta: [email protected]



Raşit YÜCEL

Dile kolay… Aradan 40 yıl geçti


A+ | A-

Hafızamı yokluyorum.

“Kimler geldi, kimler geçti?”

Şerefli bir maziye sahibiz.

“Risâle-i Nur’un medyadaki dili” tesbiti çok yerinde bir girişim.

Bu açıdan “41 kere maşallah” sözü gerçekten çok önemli.

Nur Risâlelerinin kamuoyuna iletilmesi noktasında, gelişen hadiselere Nurun ölçüleri çerçevesinde bakılmasında önemli görevler ifa etmiştir Yeni Asya.

O bizim sesimiz ve sözümüz oldu yıllarca.

Sevinçlerimizi onunla paylaştık.

Kederlerimizi yine onunla dile getirdik.

Birçok insana hak ve hakikati bu yol ile ulaştırdık.

Başka sığınacak ve hissiyâtımızı paylaşacak mevkute yoktu.

Cağaloğlu’nda “Ben de varım“ denilmişti adeta.

Nuru yanlış anlayanlara, Nuru yanlış anlatanlara bu bir mesajdı.

Bütün yazar ve çizerlerini kendi bünyesinde yetiştirdi.

Başka çaresi de yoktu.

Ve bu başarıldı.

Ülke gündemine ses getiren nice güzel çalışmalara imza atmıştı.

Tiraj kaygısı ile inançlarından taviz vermedi Yeni Asya.

Dâhilî ve haricî birçok sıkıntı ve buhranlara rağmen yoluna devam etti.

Geride kalanlara aldırmadı.

Yol uzun, dâvâ çetindi.

Yüzlerce kitap, binlerce gazete nüshası, dergiler, broşürler, seminerler, konferanslar, dersler, açık oturumlar, anma günleri, seyahatler, toplantılar, röportajlar ile yıllar boyu süren hizmet serüveni…

İşte Yeni Asya bunun adıdır.

Dâvâsı cihanı ilgilendirenlerin sesi ve sözüdür Yeni Asya.

Sakın bu silsileyi hafife almayınız.

Bu nefesin sesine güç veriniz.

“Bir ben olmasam ne olur?” demeyiniz.

Zira, her birliktelik ”bir”den meydana gelir.

Bu sesin bu ülkeye ve bütün insanlığa ihti-yacı var.

O nisbette sorumlulukları da var.

Yapılması gereken daha nice hizmetleri var.

Geçmişi ile iftihar etmek kâfî gelmiyor.

İleride daha güzel çalışmalara zemin hazırlamak için yeni projelere ve hedeflere ihtiyaç vardır.

Bu da maddî ve mânevî himmetlere bağlı şeylerdir.

“Hey gidi günler hey” derken bu geçen zaman şeridi gözümün önüne geliyor.

Nice fedakâr ve cefakâr çalışanların simaları geliyor karşıma.

Nice gayretler ve nice emekler…

İşte Yeni Asya budur.

Onu dışarıdan seyredenler pek bir şey anlayamaz.

İçinde olanlar ise, mesuliyetinin getirdiği sorumluluklar ile baş başadır.

O bir lâhikadır, o bir irtibat mekanizmasıdır, o bir dilimiz ve gözümüzdür adeta.

“41 kere maşallah”


Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

21.02.2010

E-Posta: [email protected]



Nejat EREN

Eğilmeyen baş, tükenmeyen nefes Yeni Asya’m


A+ | A-

Ben seninle aynı yaştayım Yeni Asya’m. “Nur deryasından” ilham almaya birlikte, aynı yılda başladık sayılır.

Bu fakir daha önce “İttihat”la tanışmıştı. Arkasından sen yetiştin.

İkimiz de genç ve körpe bir dimağ ve ruh hâliyle hayata ve olaylara bakmaya başladık.

Ben senden önceki yirmi yılı bu mutlu başlangıcın kefesine koymuyorum. Onları yok da sayamıyorum. Ama o yitik yıllarımın telâfi tarzını da sana borçluyum.

Ben yavaş yavaş “ihtiyarlığın” zirvelerine tırmanırken sen daha genç ve dinç olarak yoluna devam ediyorsun Yeni Asya’m!

Birlikte bir misyon üstlendik. Hayatın çok çeşitli çarklarından geçtik. Az hırpalanmadık. Çilenin de “hizmet“ olduğunu bize öğreten asrın tabibiyle “kin, nefret, bedduâ, ümitsizlik ve karamsarlıktan” uzak olduk.

Anlamak, anlatmak kolay değil bu asırda, bu ülkede sen de biliyorsun Yeni Asya’m!

Seninle “hak, hukuk, demokrasi, hürriyetler” adına çok mesai harcadık. Eğilmemeyi ve hep dik durmayı, hem tatbik ettik hem de bazılarına öğrettik.

Bu dâvâda beraber yürüdüğümüz “kadrolarımızı” hep kendi mutfağımızda kendimiz yetiştirdik. Etrafa da az insan ve fikir malzemesi üretmedik. Bu işin yeterinden fazla hakkını verdik.

Haksızlıklar ve zulüm karşısında eğilmedik, kırılmadık, yamulmadık Yeni Asya’m!

“Asya’nın bahtının miftahı, meşveret ve şûrâdır” düsturu ile sağlam adımlarla yolumuza devam ettik ve devam ediyoruz İnşallah.

Orantısız güç kullanımlarına karşı yılmadan, korkmadan direnmenin destanını yazdık birlikte.

Allah’ın rızasını en başa alarak bu vatanda, bu toprakta, bu millette ithal değerleri değil kendi öz değerleriyle bütünleşmeyi hedefledik ve bunu da büyük ölçüde başardık Elhamdülillâh.

Anadolu’nun en ücra köşesindeki okuyucusundan, İstanbul’daki en sorumlu idarecisine kadar hep aynı kudsî değerleri yayma mücadelemiz artık dünyanın dört köşesine de yerleşiyor ve ses getiriyor. Rabbimize sonsuz şükürler olsun.

Basının yüz akı oldun Yeni Asya’m!

Mazlûmların avukatı.

Zalimlere karşı kalkan!

Haklıların gür sesi!

Zayıfların nefesi!

İnananların yüz akı ve destekçisi.

Ruhunda Kur’ân’ın hikmetleri.

Yolunda Peygamberin (asm) rehberliği.

Tarzında Bediüzzaman’ın prensipleri.

Aklında kimsesizlerin çığlıklarına çare.

Hedefinde kitlelerin ve varlık âlemlerinin kardeşliği.

Hakikatin gür sesi, mazlûmların susmayan sesi. Haksızlığa maruz kalanların bitmeyen nefesi.


Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

21.02.2010

E-Posta: [email protected]



S. Bahattin YAŞAR

İnsan, yaşarken affeder


A+ | A-

“Ben bu adama kafayı taktım” diyor beyefendi. Bu cümle, odamdaki panoma astığım bir öğrenci fotoğrafına karşı söyleniyor.

Bana, “Sen onun kim olduğunu biliyor musun? O bir kopyeci. O ne olursa olsun benim gözümde bir hiç. Onun nasıl resmini oraya asarsın? O artık benim için bitmiştir. Sen belki onu tanımıyorsun, ama ben tanıyorum. İnsanların öyle fotoğrafta masum gözüktüklerine bakma, kanma sen.”

Daha böyle devam edip gidiyor kaşları çatık cümleler…

Benden ilgili kişiye karşı kendi taşıdığı duyguyu taşımamı bekliyor.

“Hocam” dedim, “Sizin bilmediğiniz, ama benim bildiğim, onun öyle büyük ve alkışlanacak bir tarafı var ki, sizinle paylaşsanız, bu ruh haliyle anlayamazsınız.”

Hoca iyice hiddetlendi, derler ya hani, burnundan solumak diye, bu da öyle.

Hocanın mutsuz olması için bir panodaki fotoğrafı görmesi yetti, arttı bile.

Ne kadar kolay mutsuz olabildiğimizi anlıyorum. Yani mutsuz olmak bu kadar ucuz olmamalı diye düşünüyorum kendimce. Ama vakıa bu.

Mutlu olmak için o kadar çok bileşenler ararken; mutsuz olmak için o bileşenlerden birisi olmasın yetiyor. Şaşkınlık verici bu.

Fakülteler bitirmiş beyefendinin tavrına bir bakın Allah aşkına.

Sanki kendisi hiç o yollardan geçmemiş gibi.

Sanki hiç kopye çekmemiş, sanki hiç hata yapmamış, sanki hiç yanlışa düşmemiş, sanki hatasız doğmuş?!

Var mı böyle bir şey Allah aşkına?

Var! Var! Hem de çok.

**

Hele otur hocam… Otur konuşalım.

Yine başlamaz mı?

“Sen bana ne anlatırsan anlat, onu benim gözümde değiştiremezsin. Onu bir tek ben bilirim.”

**

Tabiî konuştuk hocamla. Bazı konularda haklı. Çünkü onun sınavında başkası yerine sınava girmiş. Bir de bu hareketini savunmaya kalkmış. Üstüne üstlük hocaya da, “Hocam, lütfen siz ne ceza takdir ediyorsanız, verin. Ben yaptığım hatanın cezasını çekmek istiyorum” demiş?

Hoca, iyice küplere binmiş.

“Ama” diyor, “o sözleri samimî idi ve ağlıyordu” diye de ekliyor.

Baktım hoca, bu hatıraları anlatırken hayalen o âna gitmişti bile. Sakinleştiği anlaşılıyordu. Zaten o öğrenci de çoktan mezun olup gitmişti.

Ben konuyu maksatlıca biraz daha deşeliyorum.

“Hocam, şimdi nerelerde biliyor musunuz?”

“Sorma, en son Rusya’da olduğunu duymuştum.”

**

Epeyce bir suskunluktan sonra, çayını bir kez daha yudumlayıp, hızlıca konuşmaya girdi. Sanki bir şeyleri söylemek istediği anlaşılıyordu konuşma tarzından. Çünkü konuşmaya neredeyse attı kendini.

“Hocam biraz insaflıca düşünürsek, aslında iyi çocuktu o. Çok iyi niyetli idi. Ben biraz o zamanlar onu anlamadım. İçinde olduğu yaşın, şartların ve neden başkası yerine sınava girdiğini anlattığı konuların çok derin sebepleri vardı. Çok hassas bir insandı aslında. Bu hassas olması, onu bazı yanlışlara itmişti. Evet, evet iyi çocuktu.”

“Sen bana hatırlatınca, kendi lise yıllarımda çektiğim kopyaları hatırladım. Hem de çok çekmiştim. Hatta pek çok olumsuz hatıram da var.”

**

Anlıyorum ki, zaman zaman yaptığımız hayat kayıtlarını gözden geçirmemizde fayda var. İnsanları anlamak için önce kendimizi anlamak gerektiğini düşünüyorum. Hataların psikolojisini kendimizde değerlendirdiğimizde, o hatalar ve sebepleri daha anlaşılır oluyorlar. Yoksa bu filmde kendimiz yoksak ya da film bizden bir şey taşımıyorsa, anlamıyoruz ve hissetmiyoruz gerçekleri.

Bir de takılıp kalıyoruz çoğu kez bazı şeylere. Aşamıyoruz. Değiştiremiyoruz. Yenileyemiyoruz. Hep orada kalıyoruz. Ve yükümüz artıyor böylece. Her yaşanan sırtımıza atılmış bir yük oluyor.

Onun için de, o yaşadığımız hatıra iyi ise, biz de hep iyi oluyoruz; kötü ise, biz de hep kötü oluyoruz. Ve öyle de gidiyor zamanlar.

Oysa insanlar zamanla değişiyor.

Hiç kimse, dördünde ne ise, kırkında da öyle değil. Hayat, öyle bir değiştiriyor ki insanı.

İnsanları değerlendirirken de dikkate almalı durumu. Zaman zaman yaşadığımız sayfaları gözden geçirmeli. Yenilikleri izlemeli ve ona uygun yeni kayıtlar yapmalıyız.

**

Hep affedilmek isterken, neden affetmemiz zor oluyor anlaşılır değil.

Birisi bize karşı bir hata yapmaya görsün, o kişi o hatadan sonra ne yaparsa yapsın, biz hep o hatada kalmışızdır. Alnına adeta o hatayı kazımışızdır. Oysaki kendimiz için böyle bir şeyi istemeyiz. ‘İnsan hatadan hali değildir’ sözü, biz hata yaptığımızda daha bir anlamlı oluyor.

Oysa herkes insandır. Herkes hata yapabilir. Ve herkes affa müstehaktır.

Hayatımızda ne çok affedilmişizdir ve hepsinde ne de çok sevinmişizdir.

Peki o zaman neden şimdi çok çok affetmiyoruz?

Peki o zaman neden şimdi bazı şeyleri, çok şeyleri unutmuyoruz?

Peki o zaman neden şimdi kirli cümlelerden zihni temizlemiyoruz?

Peki o zaman neden şimdi, çokça bazen kör, bazen sağır, bazen dilsiz olmuyoruz?

Neden? Neden!

Oysa, insan sadece yaşarken affeder.


Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

21.02.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Mürebbiyyü’l-efkâr…”


A+ | A-

Bediüzzaman, gazetelerin iki mühim vazifeyi yerine getirmesi gerektiğini belirtir.

Basının demokratik vazifesini doğru yapması ve etkili olması için fevkalâde dikkate değer önerilerde bulunur.

Bunlardan biri “delâil-ül mehâsinü ve’l meâyib” dediği, ayıplarla-yanlışların ve güzelliklerle-doğruların ilânı.

Diğeri, bütün millete hitap eden “hâtibü’l umumî” olarak “mürebbiyyü’l efkâr” olması; fikirleri terbiye edip olgunlaştırması.

Basının yalnız hata ve sevapları haber vermesini değil, ortaya atılan çeşitli görüşleri temyiz edip kamuoyuna sunması, geliştirmesi; milleti doğru bilgilendirip aydınlatması. Millet hâkimiyeti ve “teftiş hakkı”nın keskin kılıcı olan “matbuat lisânı”nın tesirli olması.

Fikirleri terbiye ve tâlim etmesi. Karmakarışık yayınlarla sathî kalıp kuvvetini kaybetmemesi; düşünceleri sathileştirmemesi, sefâhate ve hevesata sevkle çalışma şevkini kırmaması…

“İntikam fikrinin habis mâdeni” olan şahsiyetçiliğin yayınlara karıştırılmasıyla büyük zararlara sebebiyet vermemesi. En büyük tehlike olan “on para kazanmak” için İslâm ahlâkını esasıyla sarsan ateşi alevlendirip rezâlet ve müstehcenlik tohumlarını verimsiz çorak zihinlere ekmekten sakınması. “Hedef-i maksad” olması gereken ittihadın, cerbezelerle, yanıltıcı safsatalarla, “inhilâl-ı anâsır”a uğratılmaması, milletin birlik ve bütünlüğünün bozulmasına zemin hazırlanmasından çekinilmesi… (Eski Said Dönemi Eserleri, 187-188)

“MATBUAT LİSÂNI”YLA HİZMET…

Bunun içindir ki Bediüzzaman, gazetelerin, öncelikle “hava-i gıll-û gış” diye nitelendirdiği gizli kin ve kötü niyetlerle kirlenmiş müzevvirlik ve koğuculuk dolu yalan-dolan propagandalardan, dezenformasyondan uzak durmasını tavsiye eder.

Matbuatı, bugünkü anlamıyla medyayı, “efkâr-ı ammenin (kamuoyunun) mürebbisi (terbiyecisi)” olarak tavsif eder. Gazetecileri, “hitâbet-i umumiye sıfatıyla gazete lisânıyla konferans veren muharrir!” olarak vasıflandırır...

Ortalığı karıştıran ve gerçekleri çarpıtan, toplumun mânevî-sosyal dengesini altüst edip milleti doğrulardan ayırarak inhiraf uçurumuna iten, “mücriflik”le fikirleri müşevveş eden, “şemâtetle” kötülükleri telkin edici karmakarışık ve karıştırıcı yayınlara karşı, “matbuat lisânı”yla konuşmanın ehemmiyetine dikkat çeker.

Gerçek şu ki Bediüzzaman, Osmanlı’nın son devrinden Cumhuriyetin tek parti ve çok partili demokrasi dönemlerine kadar hayatının her safhasında, milletin mânevî değerlerine, meşrutiyete ve meşruiyete “matbuat lisaniyle konuşmanın lüzûmu”nu belirtir. Zamanın idârecilerini gazeteler vasıtasıyla ikaz eder. Millete ve “baştakilere” gerçekleri bildirir.

Devrin prestijli gazetelerinde ve mecmualarında, “Volkan”da, “Serbestî”de, “Tanin”de, “Şark ve Kürdistan”da, “İkdam”da, “Mizân”da, “Ehl-i Sünnet”te içtimaî gelişmelere dair makaleler yazar. Bilâhare,“Büyük Doğu”da, “Sebilürreşad”da, “Büyük Cihad”da Risâle-i Nur’un haklı dâvâsını anlatır, Nur talebelerinin müdafaalarını, beraat kararlarını neşrettirir. Hizmet haberlerinin çıktığı gazeteleri aldırır, okutur…

“Gazetelerde neşrettiğim umum makâlâtımdaki (makalelerimdeki) umum hakâikta (hakikatlerde) nihayet derecede musırım (ısrarlıyım)” ifâdesiyle milleti yanıltan yanlış yayınlara karşı teyakkuza sevkeder. (Divân-ı Harb-i Örfî, 50-51)

27 Mayıs 1960 kanlı ihtilâli sonrası 11 sayısının 10’u sıkıyönetimce toplatılan “Zülfikâr” ve “Uhuvvet” gazeteleri ile “İttihad”, korkusuzca ve kahramanca öncü “matbuat hizmetleri”dir…

40 YILLIK İSTİKÂMETTE

SEBAT VE İSÂBET…

Ve peşinden Bediüzzaman’ın talebelerinden Zübeyir Gündüzalp’ın öncülüğünde 21 Şubat 1970’te yayına başlayan “Yeni Asya”, elhâk aynı isabetli istikameti sebatla tâvizsiz devam ettirir. Şaşmaz, şaşırtmaz; sapmaz, saptırtmaz; dünyevî menfaatlere kapılmaz. Eyyamcı olmaz

“Demokrasinin zembereği efkâr-ı ammenin tehditlerle, korkularla, hîlelerle başka bir mecrâya çevrilmesi”ne ve milletin sathî ve geçici de olsa “muhâkeme-i aklîyesi”nin kapatılıp yanlışlara sürüklenmesine mukabil basın yoluyla ikaz vazifesini yapar. (İşârât’ül İ’câz, 164)

40 yıllık mücadelesinde baskılara, engellere, sadmelere mâruz kalır. Demokrasiyi katleden 12 Eylül darbesi döneminde 470 gün kapatılır; bu arada “Yeni Nesil” ve “Tasvir” adıyla yayınlanır. 28 Şubat “postmodern darbe” sürecinde onlarca dâvâ açılır, yazarları yargılanıp ceza alır. Kolu-kanadı kırılır ama çetin-çileli yolda inanç ve azminden caymaz.

Bediüzzaman’ın belirlediği fikrî istikamette haksızlıklara, zulme mukabele eder; din eğitimi ve öğretimini, inanç ve ibadet hürriyetini savunmayı şiâr edinir. Antidemokratik emr-i vakilere karşı çıkar; darbelere, ara dönemlere, yasaklara, dayatmalara cesurca direnir. Milletin müşterek umumî kalbinden tarafsızca çıkan kanaati esas alan yayınlarla, halkın hakkını ve hukukunu savunur.

Tertemiz hizmet mâzisi, şerefli mücâdelesiyle istikbâle ümitle bakar. Fikirleri saptırıcı bozguncu yayınlarla mücadele eder. Doğru bilgilendirir.

İlk yayın müdürü merhum Mustafa Polat’ın ilk sayısında “hüküm” başlıklı başyazısındaki, “Yeni Asya bu inanç içerisinde devam edecek; hakkı müdafaa etmek esastır; bundan asla vazgeçmeyeceğiz” taahhüdüne ciddiyetle sadâkat gösterir.

Hiçbir haricî ve dahilî tesir ve kandırışa kanmaz, ifsad şebekelerinin oyununa gelmez. Hep hakkın yanında yer alır; hakkın hatırını üstün tutup hiçbir hatıra feda etmez. Dâima istişâre yolunu seçer, “ihlâs ve tesânüdü netice veren haklı şûra”ya bağlı kalır.

Hep “mürebbiyyü’l efkâr” olup fikirleri terbiye eder, “bedraka-i efkâr” olup millete yol gösterir.

41. yılı kutlu olsun…




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

21.02.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Hakikatlerin istikrar çizgisi


A+ | A-

Kur’ân’ın bu çağa mesajını aktarmayı görev edinerek yayın hayatına 21 Şubat 1970’te başlayan Yeni Asya bugün 41. kuruluş yıldönümü kutluyor. Okuyucularından aldığı destek ve duâyla daha nice yıllar yayın hayatını inşaallah sürdürecektir.

40. yıl dönümü dolayısıyla yazdığımız yazımızın başlığı “13 bin 994”tü. Bugün itibariyle bu sayıya 356 daha ilâve ettik tam tamına 14 bin 359 oldu. Bu sayı gazetemizin bugüne kadarki nüshalarını gösteriyor. 14 binden fazla sayısında hep hakikatleri yazmış bir gazetenin bir ferdi olmak mutlulukların en güzeli. Cenâb-ı Hakk’a ne kadar şükretsek azdır.

İnternet çağındayız. Arama motoruna “Yeni Asya nedir?” sorusunu sorduğumda “Özgür ansiklopedi, Vikipedi”de şöyle bir yorum okuyabilirsiniz.

“Gazetenin amblem altı yazısında Said Nursi’nin bir sözü olan ‘Asya’nın bahtının miftahı meşveret ve şûrâdır’ ifadesi bulunmaktadır. Yeni Asya kurulduğu günden itibaren anayasal rejimi ve çok partili demokratik sistemi savunmuştur. Türkiye siyaseti için demokrat misyonun en iyi çözüm olacağını düşünen gazete, kurulduğu günden bu yana siyasî konulardaki istikrar çizgisini korumuştur. Gazetenin yayın politikası tamamen ‘sivil’ nitelikli olup, demokrasi ve insan hak ve özgürlüklerinden kesinlikle taviz verilmemesi gerektiğini ön planda tutmaktadır…”

* * *

Yeni Asya’yı tarif açısından eksikleri olmasına rağmen güzel hazırlanmış bir metin. Buna bizim de ilâvemiz olacak. Bizim bıraktığımız eksikleri de bugünkü diğer yazarlarımız tamamlayacaktır.

Yeni Asya, dengeli, radikalizme prim vermeyen, doğrulatmadığı haberi asla yayınlamayan, dolduruşa gelmeden, (moda tabirle gaza gelmeden) doğru bildiği hak yolda yayın hayatını sürdürür.

Yeni Asya, provokatif haberlere tenezzül etmeden, sağduyulu ve çözüme katkı yaklaşımıyla yayın hayatını kararlı bir şekilde sürdürmüştür.

Yeni Asya, Hak’tan, haklıdan, adaletten, özgürlükten, demokrasiden yana olmuştur ve de öyle devam edecektir.

Yeni Asya, Risale-i Nur’un medyadaki dili olmuştur. Bunu sadece her gün yayınlanan ikinci sayfasına bakmakla anlamak mümkündür…

Yeni Asya, özgürlükçü, demokrat, insan hak ve hürriyetlerine değer verir. Demokratikleşme yolundaki ısrarlı takibini sürdürür.

Yeni Asya, ifâde ve inanç özgürlüğünü tereddütsüz savunur. İnandıklarını haykırmaktan geri durmaz. İlkelidir.

Yeni Asya, bütün gücünü okuyucudan alan tek gazetedir. Arkasında holdingler yoktur.

Yeni Asya, 41 senelik yayın hayatında her zaman mazlûmun yanında, zâlimin karşısında olmuştur.

Yeni Asya, yayın hayatına başladığı günden bu yana hep milletin değerlerine saygı duymuş, zamanımızın en çok ihtiyaç duyulan “aile gazetesi” olmuştur.

Yeni Asya, ihtilal dönemlerinde aylarca kapatılmasına, baskılar ve tehditler görmesine rağmen dik durmuştur.

* * *

Okuma alışkanlığının bu kadar düştüğü bir dönemde Yeni Asya’nın okuyucusunun yeri farklıdır. Geçtiğimiz günlerde gazetemizin Ankara Temsilciliğini ziyaret eden ve 1984 yılından bu yana fasılalı olarak Türkiye’de görev yapan Japonya’nın Ankara Büyükelçiliği Müsteşarı Keisuke Yamanaka’nın sözleri bu anlamda çok önemliydi.

Yamanaka, Yeni Asya camiası ile tanışma fırsatı yakalamaktan ötürü çok memnun olduğunu söylerken, “Böylesi entelektüel çalışmalar içinde bulunan bir camianın var olması beni oldukça etkiledi. Dışardan bakan biri olarak sizin gibi entelektüel çalışmalarda bulunan Müslümanlara çok iş düştüğünü düşünüyorum” demişti.

Son yıllarda gazeteler yandaş, asker yanlısı, Ergenekoncu, ulusalcı gibi isimlerle anılır oldu. Geçtiğimiz günlerde bir gazetedeki köşe yazısında gazetecilerin tek tek hangi gruba girdiği söylenirken genel yayın müdürümüz ve başyazarımız Kâzım Güleçyüz “Bağımsız, güdümsüz, samimî İslâmcılar” olarak gösterilmişti.

Belki tam olarak Yeni Asya ifade edilememiş olsa da “bağımsız” olduğunun söylenmesi önemlidir.

“Tavizsiz istikrar çizgisi” prensibini kurulduğu günden bu yana hep düstur edinen ve inandıklarından hiç tâviz vermeyen Yeni Asya, bundan sonra da bu haklı dâvâyı sürdürmeye devam edecektir İnşaallah…

Hizmet dolu daha nice yıllara…




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

21.02.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

21 Şubat 2010


A+ | A-

21 Şubat, Yeni Asya çalışanları ve okuyucuları için sıradan bir gün değil. Çünkü Yeni Asya’nın temeli bundan tam 41 yıl önce, 21 Şubat 1970’de atılmış. Bu tarih aynı zamanda Asya kıt’ası ile Avrupa kıt’asını birleştiren ‘köprü’nün temelinin atıldığı tarihtir.

Nasıl ki atılan o temelle iki kıt’a birbirine bağlanmış, Yeni Asya ile de bir anlamda tarihimize, ecdadımıza, inancımıza, irfanımıza bağlanılmış. Daha doğrusu geride bıraktığımız yıllar boyunca Yeni Asya bu niyetle yayın hayatını sürdürmüş.

Yeni Asya yayın hayatına başlarken, çağın insanının sorularına cevap sunan Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur’un medya dünyasındaki ‘dil’i olmayı hedef almış ve bu güne kadar da bu prensiplere uygun olarak yayınlanmıştır.

Allah’a şükürler olsun ki yayıncılık noktasında pek çok yenilikleri yapmak bu camiaya nasip olmuştur. Geriye dönüp bakıldığında hizmetlerle dolu bir mazi karşımıza çıkar. Gazete yayınıyla birlikte her konuda yüzlerce kitap, video filmi ve dergiler bu noktada hatırlanması gereken hizmetlerdir.

Gençliğin ve ailenin medya vasıtaları kullanılarak tahrip edildiği dikkate alınırsa, ‘tamir edici yayın’lara duyulan ihtiyaç daha iyi anlaşılır. Yeni Asya’nın bir maksadı da millete kurulan ‘tuzak’lara dikkat çekmek ve onları bozmaktır. Başlangıçta neşriyatın kıymetini takdir etmeyip sonradan farkına varanlar da olmuştur. Yeni Asya’nın üzerinde durduğu konulardan biri de genç nesillerin sağlam iman temeli üzerinde yükselmelerini temindir. Bu temel sağlam olursa, gençlerin kurulan tuzaklara düşme ihtimali azalır. Bu tercihler de tesadüfî seçilen tercihler değil. Çünkü ‘iman’ı takviye etmek, Risâle-i Nur’un birinci hedefidir. “Risâle-i Nur’un medyadaki dili” olmayı kendisine hedef olarak seçen Yeni Asya’nın da bu uğurda yayın yapması tabiîdir.

Yeni Asya’nın dikkat çeken bir vasfı da, hadiselere zamanında ve doğru teşhis koymasıdır. Bu sebeple anlaşılmadığı, ya da yanlış anlaşıldığı da olmuştur. Meselâ, İslâmî camiada ‘demokrasi’nin adı anılmazken Yeni Asya camiası “İslâm ve demokrasi” başlıklı paneller ve açık oturumlar düzenlemiş, konu ile ilgili tartışmalara açıklık getirmiştir. Aynı şekilde Yeni Asya’nın Avrupa Birliği’ne üyelik noktasındaki tartışmalara yaklaşımı da çok farklı olmuştur. “AB’ye üye olursak inancımızı kaybederiz” anlamındaki görüşlere karşı, “Hayır, inancımızı AB’ye taşırız” demiştir. Geçen yıllar, Yeni Asya’nın haklılığını ortaya koymuş ve düne kadar “AB’ye hayır” diyen bazı mütedeyyin gruplar da bugün “Üyelikle, inancımızı AB’ye taşırız” noktasına gelmiştir.

Hep tekrarlıyoruz: Hadiselere doğru teşhis koymak Yeni Asya’nın marifeti değil, ilham aldığı ve bunu her defasında ilân ettiği Risâle-i Nur eserlerinin özelliğindendir. Çünkü Risâle-i Nur, çağımız insanının sorularına cevap veren bir tefsirdir ve bu yönüyle diğer tefsirlerden çok farklıdır. Dolayısı ile Yeni Asya’nın isabetli teşhisler yapması da tesadüfî değildir.

Duamız odur ki, geride bıraktığımız yıllarda olduğu gibi bundan sonraki yıllarda da bu istikametimizi, bu sebatımızı ve bu kararlılığımızı devam ettirebilelim. Bunun için her fırsatta okuyucularımızın dualarına muhtaç olduğumuzun da farkındayız. Nice 41. yıldönümlerini birlikte idrak ederiz inşallah...




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

21.02.2010

E-Posta: [email protected]



Osman ZENGİN

Kırk bir kere maşallah!


A+ | A-

(14.359 gündür, gerçekten haber veren

gazeteye!)

Geçen sene bu günlerde; Yeni Asya’nın 40. şeref yılı münasebetiyle, gazetemizde “Kırk bin kere maşallah!“ başlığıyla bir yazı yazmıştık. Ne de çabuk geçmiş bir sene! Gerçi, geçen bir sene ne ki? 41 sene ne çabuk geçmiş. Bizim de içinde yaşayarak geldiğimiz, gençliğimizi alıp götüren 41 sene!

O yazının girişinde, “Anadolu insanının; meşhur ve ma’ruf, bilinen duâsıyla tebrik ediyorum Yeni Asya’mızın kırkıncı şeref yıldönümünü!” demiştik. Aslında, Anadolu’muzda, herhangi bir şeye nazar değmemesi ve dua makamında söylenen bu güzel sözün, her iki şekilde de, yani hem “kırk bin kere maşaallah” hem de, “kırk bir kere maşaallah” şeklinde telâffuz edildiğini biliyorsunuzdur. Aynı temenniyi, Yeni Asya’nın 41. sene-i devriyesi için de söylüyoruz. ”Kırk bir kere maşaallah!“

Bu geçen 40 yıl içerisinde; gerçekten haber veren, hakikatin gür sesi, gayesini vatan sathını bir mektep yapmak olarak gören Yeni Asya için söylenecek çok şey var. O günlerden bu günlere, içinde yaşayarak da geldiğimizden, tekraren de olsa, o hakikatlerden bazılarını ifade etmekte fayda olacağını zannediyorum.

Yeni Asya’yı ilk tanıdığım günlerde (1970-Temmuz), şu andaki sağ yelpazede bulunan gazetelerin hiç birisi yoktu. Bir çok kimse tarafından “Nurcuların gazetesi” olarak bilinirdi. (Hâlen de öyle değil mi?) O zaman, Risâle-i Nur cemaatinde, kayda değer bir iftirak da olmadığından, ”Ben Nurcuyum” diyen herkes Yeni Asya okuyordu. Bu gazete; bizim sesimiz, nefesimizdir. Rahmetli Zübeyir Ağabeyin “Sadece iman hakikatlerini okumamız, ittihadımızı tam muhafaza edemez. Üstadın siyasî ve içtimâî hayata ait görüşlerinde de birlikte hareket etmeliyiz. Bunu da ancak gazete temin eder” ifadeleriyle beyan ettiği, bunca yıldır insicamımızı, sağlam duruşumuzu da sağlayan, bir lâhika mektubu mesabesindedir Yeni Asya.

Zaten; ifsad şebekelerinin, şu aziz cemaati istediği gibi yönlendirmesine, gazetemizin serdettiği-–ki Üstadımızın prensipleri doğrultusunda—bu beyan ve fikirler mani olmaktadır. Onu bildiklerinden de, tirajımızın az veya çok olmasına bakmadan, derin mahfiller başta olmak üzere, bir çok zeminde en çok dikkat edilen bir gazetedir. (Üstelik bu hallerden dolayı da, fırsat bulunan her hain dönemde, aylarca kapatılmıştır gazetemiz.) Bu bir temenni değil, bir tesbittir. Çok şahit olmuş, çok duymuşuzdur bu ifade ettiğimiz mânâdaki şeyleri. Yani, şunu da ifade edeyim ki, eğer Yeni Asya olmasaydı, birçoğunun işleri daha da kolaylaşacaktı. İşte, onların tekerine çomak sokan bu gazeteyi her dâvâ adamının sahiplenip, yaşatması lâzım.

Her zaman söylediğim gibi, yine tekraren söyleyeyim ki; bazı hatıralarımızı, şahid olduğumuz hadiseleri anlatırken, bunları fahr olsun diye değil, bir hakikatin anlaşılması ve hakkın teslim edilmesi için yazmak mecburiyetinde kalıyoruz. İşte gazetemizle alâkalı son zamanlarda aklıma gelip de, tatbik sahasına koyduğum, eski gazeteleri biriktirip, terminale gittiğimde oradaki oturma yerlerine tek tek bırakma işidir. Gazeteleri bıraktıktan sonra, geriye çekilip baktığımda şunu tesbit ettim: İnsanlar önce gazeteyi eline bir alıyor, bakıyor. Ya ilk defa görüyor veya başka gazetelere benzemediğini anlıyor ki, iyiden iyiye okuyorlar. Yani başka gazeteler şöyle tarihine bir bakıp, eski tarihli olduğu anlaşılınca, öylesine bir göz gezdirip bırakıldığı halde, gazetemizi inanın ki, dikkatle okuyorlardı.

Geçenlerde, kızımın AB gençlik programlarında birlikte çalıştığı bir arkadaşı, birkaç gün misafirimiz olmuştu. O kızımız da maşaallah, bayağı akademik kariyeri olan biriydi. ODTÜ Uluslararası İlişkiler mezunu, ABD’de master yapmış, Avrupa memleketlerinden birinde, bir Türk milletvekiline, bir-iki sene danışmanlık yapmış, birkaç dil bilen bir yapıdaydı. Bir sabah, kapımıza gelen gazetemiz Yeni Asya’yı masaya bırakmıştım. O gün, o da kalktığında, kahvaltı hazırlanmadan önce gazeteyi eline almış, hemen hemen her tarafını okumuş. Bizim hanım yanına gittiğinde “Teyzeciğim! Çok dolu dolu bir gazeteniz var. Her tarafı okunacak bir gazete. İnanın Newyork Times gibi bir gazete” demişti ve hanım bunu bana anlattığında, gazetemiz adına için için sevinmiştik.

Gerçekten de, daha önceki 21 Şubat’larda yazdığım gibi, bir çokları tarafından takdir ve tebrik edilen gazetemizin basın camiasındaki yeri bir ayrıdır. Daha çok misâller anlatılır da, fazla uzun olmaması için yazmak istemiyoruz.

Aziz milletimizin; hem dünya, hem ahiret saadetini temin etmek için gayret eden, ömrünü veren, muhterem Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin, matbuattaki lisanı olan Yeni Asya’ya, nice uzun yıllar, uzun ömürler diliyoruz!




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

21.02.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Manevî gazeteler


A+ | A-

Yeni Asya’nın 41. yılındaki ilk yazımıza, Üstadın konumuza çok farklı ufuk ve pencereler açan bir ifadesiyle başlayalım:

“Hakaik-ı imaniye ve Kur’âniye (iman ve Kur’ân hakikatleri) ve hadisat-ı Muhammediye (a.s.m.) (Peygamberimizle ilgili olaylar), ne kadar cüz’î de olsa, en büyük, en küllî bir daire olan Arş-ı Âzamda ve daire-i semavatta—temsilde hata olmasın—mukadderat-ı kâinatın manevî ceridelerinde (gazetelerinde) neşrolunuyor gibi, her köşede medar-ı bahis oluyor.” (Lem’alar, s. 672)

Bu cümlede, bilhassa Lâhika sayfası yazarları ile Süleyman Kösmene’nin enine boyuna tahlilini bekleyen çok derin ve ince mânâ ve mesajlar var.

Kâinatın mukadderat programı çerçevesinde, iman-Kur’ân hakikatleri ve Peygamberimizle alâkalı en küçük hadiselerin dahi sema dairelerine ve hattâ Arş-ı Âzama yönelik neşriyat yapan “manevî gazeteler”de yayınlandığını ve kâinatın her köşesinde konuşulduğunu söylüyor Üstad.

Ve bu dünyadaki neşir vasıtalarının da bu mânâlara hizmet için kullanılması gereğini ima ediyor.

Meselâ “i’lâ-yı kelimetullah”ı, yani Allah’ın ismini yüceltmeyi “hedef ve maksat eden umum dinî ve müstakim ceraid”i (istikamet üzere yayın yapan bütün dinî gazeteleri), İttihad-ı Muhammedî Cemiyetinin “nâşir-i efkâr”ı olarak görüyor. (Eski Said Dönemi Eserleri, Makalât, s. 70)

Keza, radyo nimetinin şükrünü eda etmek için neler yapılması gerektiğini de şöyle ifade ediyor:

“Beşer bu pek büyük nimete karşı bir umumî şükür olarak o radyoları herşeyden evvel (...) başta Kur’ân-ı Hakîm ve hakikatleri ve imanın ve güzel ahlâkların dersleri ve beşerin lüzumlu ve zarurî menfaatlerine dair kelimatları olmalı ki, o nimete şükür olsun.” (Emirdağ L., s. 599)

Bu ölçüler, Üstadın tanışamadığı televizyon ve internet gibi, iletişim teknolojisinin en son ürünleri için de çok daha fazlasıyla geçerli, değil mi?

Üstad televizyonu hiç görmedi, ama Rus esareti dönüşündeki İstanbul hayatında iken sinemaya ilgi gösterdi ve “ibret için” gittiği sessiz filmlerden birine talebelerinden Molla Süleyman’ı da götürdü.

Sonra “Ne anladın bu filmden?” diye sorduğu talebesinden “Hiç” cevabı alınca şunları söyledi:

“İşte dünya da böyledir. Kendisi sabit olmadığı gibi, içindekiler de öyledir. Fânîdir; durmuyor, gidiyor. Onun için dünyaya güvenme. Bu film kadar kısadır. Sinema perdeleri gibi akıp, göz açıp kapayıncaya kadar geçip gidiyor.” (N. Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Said Nursî, s. 218)

Üstad, fânîlik dersini çıkardığı sinemanın bekaya bakan mesajını da şöyle dikkatlere sunuyor:

“Ehl-i medeniyet fânî vaziyetlere bir nevi beka vermek ve ehl-i istikbale (gelecekteki nesillere) yadigâr bırakmak için, güzel veya garip vaziyetlerin suretlerini alıp sinema perdeleriyle istikbale hediye ediyor; zaman-ı maziyi zaman-ı halde ve istikbalde gösteriyor.” (Mektubat, s. 496)

Aynı sayfada Üstad şunları da ifade ediyor:

“Ehl-i Cennet elbette arzu ederler ki, dünya maceralarını tahattur etsinler (hatırlasınlar) ve birbirine nakletsinler. Belki o maceraların levhalarını ve misallerini görmeyi çok merak ederler. Elbette sinema perdelerinde görmek gibi, o levhaları, o vak’aları müşahede etseler, çok mütelezziz olurlar (lezzet alırlar). Madem öyledir; herhalde dâr-ı lezzet ve menzil-i saadet olan dâr-ı Cennette (‘Karşılıklı tahtlarda kardeş kardeş otururlar’ mealindeki Hicr Sûresi 47. âyetin) işaretiyle, sermedî (ebedî) manzaralarda, dünyevî maceraların muhaveresi (sohbeti) ve dünyevî hadisatın manzaraları Cennette bulunacaktır.”

Dünyanın mukadder sona doğru gidişinin hızlandığı bir süreçte, insanoğlu, günlük hayatının her safhasını kayıt altına alıp saklamasına imkân veren kamera, cd, USB, internet gibi teknolojik araçlardaki baş döndürücü gelişmelerle, adeta sonsuz âlemdeki “teknoloji”ye de hazırlanıyor.

Bize düşen en önemli vazife, bu teknoloji araçlarını Kur’ân ve iman hakikatleri ile donatıp onlar için kullanmak ve böylece yaratılış maksatları ile bütünleştirmek...




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

21.02.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl