Ali FERŞADOĞLU |
|
Meşrû daire keyfe kâfî |
Düğün ve merasimlerde oyun ve eğlenceden uzak kalamayız. Yalnızca ulvî duygulardan örülmüş, melek gibi tek boyutlu varlıklar değiliz. Akıllı-şûurlu, aynı zamanda duygu, his ve nefis sahibiyiz. Akıl, kalb ve vicdanımız hakikate muhtaç olduğu gibi; nefsî/hissî yönümüz de eğlenceye muhtaç. Ancak, hevesât, meşrû dairede ve beşte bir olmalı.1 Bunu, “zamanımızın beşte birisini eğlenceye ayırabiliriz” şeklinde anlayabiliriz. Aslında meşrû daire keyfe kâfîdir, gayr-i meşrû daireye girmeye gerek yoktur. Meselâ, inek, deve, geyik, balık etinden pek çok kuş etlerine kadar hemen hepsi helâl. Yalnızca domuz eti ve leş yasaklanmış. Bunları yemeye ihtiyaç olmadığı gibi, diğerlerinden daha lezzetli de değil! Su, süt, ayran, nar, üzüm suyu gibi çeşitli meşrubatlar, kahve, çay gibi tüm bitkisel suların tümü helâl ve keyfe kâfî. Sadece yıllanmış üzüm suyu ve benzerlerine izin verilmemiş…. İster aktif, ister pasif/izleyen olarak olsun, eğlencenin temel sâiki dinlenmektir. Ne var ki, dinlenelim derken, ses, görüntü kirlilikleri ve gayr-i meşrû çizgiyi aşmak, eğleneni daha da yoruyor! Ve, başta hayatı, kendimizi, çevremizi anlamayı ve anlamlandırmayı; kısaca tefekkürü öldürüyor! Belgeler; geçmiş zamanların oyun ve eğlencelerinin; kafa ve gönle de hitap ettiğini gösteriyor. Günümüzde ise nefse endekslenmiş gibidir. Üstüne resmiyet kazandırılarak eğitim ve öğretimin bir parçası da yapılmış. Ve giderek kârını başkalarının zararında gören muhteris insanların kasalarını dolduran kahredici sektör haline dönüşmüş. Spor/riyazet; formu korumak iken; “acılardan kurtulma ve lezzetlere kavuşma” vasıtası olarak algılanmış ve sapma olan hedonizmin (lezzetkolikliğin) etkisiyle herşey nefsî zevk ve lezzetin vasıtası kılınmış. Aslında günümüzde eğlence tam olarak çalışma ve gerçeklerden kaçıştır! Bugünkü magazinvârî eğlence anlayışı, hem çalışma, hem işten alıkoyuyor, hem yoruyor, hem de altından kalkılamayacak masraflara sokuyor!
Düğünlerde “melekî eğlence” Sesleri ve kulakları yaratan Cenâb-ı Hak, nağmeleriyle raksa gelen ve getiren çeşitli varlıkları halk ederek kâinatı ve tüm varlıkları hikmetli ve âhenkli sesler armonisine çevirmiştir. Öyle ise, alıcı, verici ve algılayıcıların Sahibi, neyi dinlememizi istemişse ona kulak kabartmalı değil miyiz? Unutmayalım ki, “Güzel sözler O’na yükselir.”2 Evet, dünya bir misafirhanedir ve hiçbir misafir, ev sahibinin izninin dışında sesler çıkararak çevreyi rahatsız edemez! Gerçek lezzet, zevk ve mutluluk nefsî değil, “melekî eğlence”dedir. Yani, nefsimizi terbiye etmek, olumlu, ulvî duygularımızı geliştirmek; olumsuzlarını mecralarına yönlendirmektir. Melekî eğlencenin püf noktasını yakalayan bir mü’min, iman nuruyla rüzgârların terennümâtını, bulutların nârâlarını, denizlerin dalgalarının nağmelerini ve hakeza yağmur, kuş ve sâire gibi her neviden Rabbânî kelâmları ve ulvî tesbihatı işitir. Sanki kâinat, İlâhî bir musikî dairesidir. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümâtla kalblere hüzünleri ve Rabbânî aşkları hissettirmekle kalpleri, ruhları, nurani âlemlere götürür, pek garip misâlî levhaları göstermekle o ruhları ve kalpleri lezzetlere, zevklere boğar. Fakat o kulak, küfürle tıkandığı, yani, “gayr-i meşrû, nefsânî müziğe, eğlenceye” daldığı zaman, o leziz, manevî, yüksek seslerden mahrum kalır. Ve o lezzetleri veren avazlar, matem seslerine dönüşür. Kalpte, o ulvî hüzünler yerine, ahbabın ayrılmasıyla ebedî yetimlik, nihayetsiz vahşet ve sonsuz gurbet hasıl olur.3 Demek, ruhun ulvî yüce duygularını işletmek “melekî”; olumsuz, nefsânî yönü işletmek, “şeytânî eğlence”dir. Müziğin hükmüne gelince şöyle açıklanmıştır: İnsanı iyiye, güzele, ahlâkî davranışlara, ümide, aşk ve şevke götüren her ses, her nefes, her hareket serbest, hatta sevaptır; ümitsizliğe, karamsarlığa, tembelliğe, sefahete, sefalete ve lüzumlu vazifelerin noksan bırakılmasına sebebiyet veren her çeşit söz ve eylem de yasak kapsamına girer.
Dipnotlar: 1- Sözler, s. 668 2- Kur’ân, Fâtır, 10. 3- İşârâtü’l-İ’câz, s. 71-72. 24.11.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |