24 Kasım 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Kazım GÜLEÇYÜZ

Kemalizm ve AKP


A+ | A-

Demokratik açılım, ard arda gelen belge ifşaatları ve bunlara yeni boyutlar katan Dersim tartışmaları Türkiye’de olduğu gibi dünyada ve bu meyanda İslâm âleminde de çok büyük bir ilgi ve dikkatle takip edilmekte.

Londra’da Arapça yayınlanan El Hayat gazetesinin 20 Kasım sayısında Bekir Sıdkî imzasıyla yer alan “Türkiye Kemalist dogmayı aşma yolunda” başlıklı yazı, bunun örneklerinden biri.

(Yazının tercümesi dünkü Radikal’de çıktı.)

Yazıdaki değerlendirmelerden kısa bir özet:

“Türkiye’de bugün, cumhuriyetin kurucusu Kemalist ideolojinin defnedilmesiyle sonuçlanacak gibi görünen bir tartışma yaşanıyor. (...) Dersim’le ilgili açıklama yapanların çoğu, kentin savaş uçaklarıyla bombalanması da dahil, katliama yol açan baskıcı kararların sorumluluğunu Atatürk’e yükledi. Atatürk’ün yönetim şeklinin diktatoryal yapısı üzerine yapılan tartışma, isyancılarla mücadelede şiddet kullanılması meselesiyle sınırlı değil. Tartışma, ülkeyi 1950’lere dek tek partili sistemle yöneten CHP’yle mücadele etmek isteyen her oluşumun bastırılmasını da kapsıyor. Millî direniş komutanlarından Kâzım Karabekir’in ‘Bağımsızlığı kazandık, ancak tek partili sistemle özgürlüğü kaybettik’ dediği söylenir.

“Geçmişte resmî tarih Atatürk’ü heybetli göstermek için gerçekleri sildi veya tahrip etti. Eskiden, Atatürk’ün diktatörlük tarihiyle mücadele etmek zorunda kalanlar ikinci isim olan İsmet İnönü’yü suçlardı. Bugünkü tartışmaysa Atatürk’ü her türlü manevî korumadan soyutluyor, baskıcı tarihinin askerî ve siyasî sorumluluğunu kendisine yüklüyor. (...) Türkiye, Atatürk’ün ölümünden 71 yıl sonra, Kemalizmin de ölümünü kutlayacak mı?” (Radikal, 23 Kasım 2009)

Bir Arap yazarın Arapça yayınlanan bir gazetede çıkan bu yorumları, AKP’ye “Atatürkçülük adına” karşı çıkan “hakikî ve öz Kemalistler” tarafından, “Bakın, biz demiyor muyduk ‘Atatürk düşmanı AKP takiye yaparak Kemalizmin altını oyuyor’ diye; işte, uluslararası irtica odaklarının da açık desteğiyle hedefine yürüyor” söylemleriyle kullanılmaya son derece müsait ve elverişli.

Yazarın Kemalizmdeki tükeniş sürecini AKP iktidarına bağlayan, bu partiye “Türkiye’nin elini kolunu bağlayan eski ideolojik kabuğu kırma misyonu” yükleyen, hattâ açılımın Mecliste görüşüleceği günün 10 Kasım olarak belirlenmesinin dahi bu bağlamda “sembolik bir anlam” taşıdığını belirten ifadeleri de bunu teyid ediyor.

Aslında Bekir Sıdkî, Türkiye’deki gelişmeleri dışarıdan izleyen bir gözlemci olarak, devam etmekte olan tartışma sürecini ve varacağı yeri doğru okuyor. Ama süreci AKP’ye bağlayarak yanılıyor. Zira tartışmanın seyrinde ve bu şekli almasında AKP’nin herhangi bir dahli yok. Dahası, AKP tam tersine, başından beri, kimi yorumculara “Bu gidişle CHP’nin elinden Atatürkçülük bayrağını alacak” dedirten bir tavır içinde.

Başbakanın “katliam” olarak nitelediği Dersim olaylarıyla ilgili olarak CHP’ye yüklenirken, bu trajik hadisenin bir numaralı sorumlusu olan kişiye hiç dokunmaması; hadi, mâlûm sebeplerle bunu yapması zor desek dahi, tam da bu tartışmanın kızıştığı günlerde, Erbakan’ı hatırlatan bir üslûpla CHP’yi “Atatürk mezarından kalksa sizi def ederdi” gibi söylemler kullanarak “sıkıştırma kurnazlığı”na tevessül etmesi bunun son örneği.

Demokratik açılım projesini bile Atatürk reform ve devrimlerinin devamı olarak nitelemesi, daha öncesinde “Hedefimiz Atatürk ilke ve devrimlerini toplumun ortak paydası yapmak” demesi, hangi şartlarda gerçekleştirildiği erbabınca ve o devri yaşayanlarca mâlûm olan devrimler için “Meclisin ve milletin tasvibiyle gerçekleştirildi” iddiasında bulunması da diğer bazı örnekler.

Yani, AKP çoktan defnedilmesi gereken bir ideolojinin, bitkisel hayat şeklinde de olsa ömrünü uzatma gibi bir misyona soyunmuş durumda.

Yeri gelmişken, böyle bir misyonun, talibini de batıracağını bir defa daha hatırlatmış olalım...

24.11.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Meşrû daire keyfe kâfî


A+ | A-

Düğün ve merasimlerde oyun ve eğlenceden uzak kalamayız. Yalnızca ulvî duygulardan örülmüş, melek gibi tek boyutlu varlıklar değiliz. Akıllı-şûurlu, aynı zamanda duygu, his ve nefis sahibiyiz. Akıl, kalb ve vicdanımız hakikate muhtaç olduğu gibi; nefsî/hissî yönümüz de eğlenceye muhtaç.

Ancak, hevesât, meşrû dairede ve beşte bir olmalı.1 Bunu, “zamanımızın beşte birisini eğlenceye ayırabiliriz” şeklinde anlayabiliriz. Aslında meşrû daire keyfe kâfîdir, gayr-i meşrû daireye girmeye gerek yoktur.

Meselâ, inek, deve, geyik, balık etinden pek çok kuş etlerine kadar hemen hepsi helâl. Yalnızca domuz eti ve leş yasaklanmış. Bunları yemeye ihtiyaç olmadığı gibi, diğerlerinden daha lezzetli de değil! Su, süt, ayran, nar, üzüm suyu gibi çeşitli meşrubatlar, kahve, çay gibi tüm bitkisel suların tümü helâl ve keyfe kâfî. Sadece yıllanmış üzüm suyu ve benzerlerine izin verilmemiş….

İster aktif, ister pasif/izleyen olarak olsun, eğlencenin temel sâiki dinlenmektir. Ne var ki, dinlenelim derken, ses, görüntü kirlilikleri ve gayr-i meşrû çizgiyi aşmak, eğleneni daha da yoruyor! Ve, başta hayatı, kendimizi, çevremizi anlamayı ve anlamlandırmayı; kısaca tefekkürü öldürüyor!

Belgeler; geçmiş zamanların oyun ve eğlencelerinin; kafa ve gönle de hitap ettiğini gösteriyor. Günümüzde ise nefse endekslenmiş gibidir. Üstüne resmiyet kazandırılarak eğitim ve öğretimin bir parçası da yapılmış. Ve giderek kârını başkalarının zararında gören muhteris insanların kasalarını dolduran kahredici sektör haline dönüşmüş.

Spor/riyazet; formu korumak iken; “acılardan kurtulma ve lezzetlere kavuşma” vasıtası olarak algılanmış ve sapma olan hedonizmin (lezzetkolikliğin) etkisiyle herşey nefsî zevk ve lezzetin vasıtası kılınmış. Aslında günümüzde eğlence tam olarak çalışma ve gerçeklerden kaçıştır! Bugünkü magazinvârî eğlence anlayışı, hem çalışma, hem işten alıkoyuyor, hem yoruyor, hem de altından kalkılamayacak masraflara sokuyor!

Düğünlerde “melekî eğlence”

Sesleri ve kulakları yaratan Cenâb-ı Hak, nağmeleriyle raksa gelen ve getiren çeşitli varlıkları halk ederek kâinatı ve tüm varlıkları hikmetli ve âhenkli sesler armonisine çevirmiştir. Öyle ise, alıcı, verici ve algılayıcıların Sahibi, neyi dinlememizi istemişse ona kulak kabartmalı değil miyiz? Unutmayalım ki, “Güzel sözler O’na yükselir.”2 Evet, dünya bir misafirhanedir ve hiçbir misafir, ev sahibinin izninin dışında sesler çıkararak çevreyi rahatsız edemez!

Gerçek lezzet, zevk ve mutluluk nefsî değil, “melekî eğlence”dedir. Yani, nefsimizi terbiye etmek, olumlu, ulvî duygularımızı geliştirmek; olumsuzlarını mecralarına yönlendirmektir. Melekî eğlencenin püf noktasını yakalayan bir mü’min, iman nuruyla rüzgârların terennümâtını, bulutların nârâlarını, denizlerin dalgalarının nağmelerini ve hakeza yağmur, kuş ve sâire gibi her neviden Rabbânî kelâmları ve ulvî tesbihatı işitir. Sanki kâinat, İlâhî bir musikî dairesidir. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümâtla kalblere hüzünleri ve Rabbânî aşkları hissettirmekle kalpleri, ruhları, nurani âlemlere götürür, pek garip misâlî levhaları göstermekle o ruhları ve kalpleri lezzetlere, zevklere boğar. Fakat o kulak, küfürle tıkandığı, yani, “gayr-i meşrû, nefsânî müziğe, eğlenceye” daldığı zaman, o leziz, manevî, yüksek seslerden mahrum kalır. Ve o lezzetleri veren avazlar, matem seslerine dönüşür. Kalpte, o ulvî hüzünler yerine, ahbabın ayrılmasıyla ebedî yetimlik, nihayetsiz vahşet ve sonsuz gurbet hasıl olur.3

Demek, ruhun ulvî yüce duygularını işletmek “melekî”; olumsuz, nefsânî yönü işletmek, “şeytânî eğlence”dir. Müziğin hükmüne gelince şöyle açıklanmıştır: İnsanı iyiye, güzele, ahlâkî davranışlara, ümide, aşk ve şevke götüren her ses, her nefes, her hareket serbest, hatta sevaptır; ümitsizliğe, karamsarlığa, tembelliğe, sefahete, sefalete ve lüzumlu vazifelerin noksan bırakılmasına sebebiyet veren her çeşit söz ve eylem de yasak kapsamına girer.

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 668

2- Kur’ân, Fâtır, 10.

3- İşârâtü’l-İ’câz, s. 71-72.

24.11.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Tevriye ve Arefe


A+ | A-

Salih Beydemir: “Tevriye gecesi ve Arefe günü hakkında geniş bir bilgi verir misiniz? O günlere has ibadet var mı? Hangi ibadetleri yaparsak daha hoş olur. Hayırlı bayramlar.”

Evimize, günümüze, gönlümüze yeni misafirler geliyor: Tevriye Günü, Arefe Günü, Kurban Bayramı günü ve geceleri… Beraberlerinde rahmetin binler feyiz ve bereketini getiriyorlar. Dileyen herkese affı, mağfireti, lütfu, ikramı, Rızâ-i Bari’yi ve Cennet’i getiriyorlar. Bu günlerde Arafat bundan dolayı gözyaşlarına boğuluyor ve milyonlarca Allahü ekber seslerine mazhar oluyor. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, “bu günlerde âlem-i İslâmın zikir ve tesbihiyle zemin zelzele-i kübrâya mazhar olup, aktâr ve etrafıyla Allahu ekber deyip, kıblesi olan Kâbe-i Mükerreme’nin samimî kalbiyle niyet edip, Mekke ağzıyla, Cebel-i Arefe diliyle Allahu ekber diyerek, o tek kelime, etraf-ı arzdaki umum mü’minlerin mağara-misâl ağızlarındaki havada temessül ediyor.”1

Tevriye günü Zilhicce’nin 8. günüdür. Arefe’den bir gün önceki gündür. Malûm; Zilhicce’nin 9. günü Arefe; 10. günü ise Kurban Bayramıdır. Rivayete göre, Tevriye gününde duâları arşa çıkan Hazret-i Âdem (as) ile Hazret-i Havva validemiz, Arefe gününde Arafat’ta buluştular.

Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuştur ki: “Tevriye günü oruç tutan ve günah bir lakırdı etmeyen Müslüman Cennete girer.” Tevriye günü oruç tutmanın sevabı büyüktür. Bu günde geçmiş günahlarına tövbe ve istiğfar eden, bütün ehl-i iman için af ve bağışlanma isteyen, ibadetlerin ve duâların kabulünü dileyen ve ümidini kesmeyen mü’minlerin duâları makbul olur.

Arefe günü ise günlerin en hayırlılarındandır. Arefe günü hakkında Peygamber Efendimiz’in (asm) hadislerinden bazılarını buraya alalım:

* “Günlerin en faziletlisi Arefe günüdür. Faziletçe cumaya benzer. Duâların en faziletlisi Arefe günü yapılan duâdır. Benim ve benden önceki peygamberlerin söylediği en faziletli söz, ‘Lâilâhe illallahu vahdehû lâ şerike lehu’ (Allah birdir, O’ndan başka ilâh yoktur. O’nun şeriki yoktur) sözüdür.”2

* “Allah, hiçbir günde, Arefe günündeki kadar bir kulu ateşten çok âzâd etmez. Allah bu günde mahlûkata rahmetiyle yaklaşır ve onlarla meleklere karşı iftihar eder ve: ‘Bunlar ne istiyorlar?’ der.”3

Hazret-i Ömer (ra) halife iken Yahudilerden birisi gelip:

“Ey Ömer! Siz bir âyet okuyorsunuz ki, eğer o âyet bize inseydi biz o günü bayram yapardık!” dedi.

Hazret-i Ömer (ra):

“Kur’ân’ın her âyeti indikçe biz bayram sevinci yaşadık. Hangi âyetten bahsediyorsun?” deyince, Yahudi:

“Maide Sûresinin 3. âyetidir. O ayette şöyle buyuruluyor: ‘Bu gün size dininizi kemale erdirdim. Ve size nimetimi tamamladım’ dedi.

Hazret-i Ömer (ra):

“Bu âyet bize hicrî onuncu yılda veda haccında Arefe günü olan Cuma günü ikindiden sonra indi. Peygamber Efendimiz (asm) Arafat’ta, Adba adındaki devesinin üzerinde vakfede iken nâzil oldu. Deve vahyin ağırlığına dayanamayarak yere çöktü. Biz o günü ve o gün bu âyetin indiği yeri biliriz. O gün Zilhicce’nin dokuzuncu günüdür; hem Arefe günü, hem Cuma günüdür. Biz, her iki günü de bayram biliriz” dedi.

Ramazan Bayramı gecesi, Tevriye gecesi, Arefe gecesi ve Kurban Bayramı gecesi duâların reddedilmeyeceği müjdelenen gecelerdendir.

Arefe günü yapmamız tavsiye edilen ibadetler şunlardır:

1-Teşrik tekbirleri getirmek. Arefe günü sabah namazından itibaren her farz namazın ardından teşrik tekbirleri getirilir. Bu vaciptir. (Teşrik tekbirlerine Kurban Bayramının dördüncü günü, ikindi namazına (ikindi dahil) kadar devam edilir.) Unutulursa hatırlandığı an kaza edilir.

2-Oruç tutmak. Esasen Zilhicce ayının ilk dokuz günü oruç tutmak sünnet olmakla beraber, özellikle Tevriye günü ve arkasından Arefe günü tutulan orucun sevabı zirveye yükseliyor. Peygamber Efendimiz’e (asm) Arefe günü tutulan orucun fazileti sorulduğunda şöyle buyurdu: “Geçmiş bir yılın ve gelecek bir yılın günahlarına kefâret olur.”4

3-Arefe günü ve gecesini ibadetle geçirmek ve günahlardan uzak kalmak.

4-Arefe günü çok duâ ve istiğfar etmek.

5-Arefe günü bin İhlâs-ı Şerif okumak. Arefe günü bin İhlâs-ı Şerif okuyarak duâ edenin duâsının kabul olacağı ve günahlarının bağışlanacağı müjdelenmiştir. Arefe günü bin İhlâs-ı Şerif okumayı önemle tavsiye eden Bediüzzaman Hazretleri, bunun bir gün öncesinden (Tevriye günü) beş yüz, arefe günü beş yüz olarak da okunabileceğini hatırlatıyor.5

Dipnotlar:

1- Lem’alar, s. 131

2- Muvatta, Hacc 246

3- Müslim, Hacc 436

4- Müslim, Sıyâm 196, 197

5- Şuâlar, s. 266

24.11.2009

E-Posta: [email protected]



Hüseyin EREN

Mermere yazmak


A+ | A-

Yazar ne yazar, neden yazar, kime, hangi makamda yazar? Yazan çok da, yazar kaç kişi, kaç elin kaç parmağı kadar? Yazmak, bir sonucun ifadesi mi, yoksa bir başlangıcın sancısı mı?

Yazmak bir yazgı mıdır, yoksa yazar yazgısını mı yazar? Sorusu, sorunu olanlar mı yazar? Yazar dediğin arızalı insan mıdır, arızasını, arayışını kelimelere yükleyip saklayan kimse midir?

Hangi makamda yazarsa o makamda okuyucu bulur yazar; ekonomi yazanlar ekonomiyi merak edenlerce okunur, siyaset yazanlar siyasetle içli dışlı olanlarca okunur, dış politika keza…

Kalpten yazanlar ehli kalp tarafından okunur; kalbî yazıların karşılığı kalplerdir, akla esas tutan yazılar akıllılarca en iyi anlaşılır… Duysallığın karşılığı yine duygusallık; içtenlikle yazmanın mükâfatı içtenlikle okunmak…

Yazarlığın okulu yok; biraz yazar doğulunur, çokça emek sarfından sonra yazar olunur… Eğer paye ise, kişi kendisi veya bir başkası veremez o payeyi; karar okuyucunundur, kabul eder veya etmez? Hangi okuyucu; bugünkü sessiz çoğunluk ve yarınlardaki yeni takipçileri; yüzyıllar ötesinden gelen yazarlar bugün hâlâ okunuyorsa bugün yine yazardır onlar…

Kelimelere yüklenen hikmet kaybolmayan kıymet; bir gün mutlaka ortaya çıkar ve aydınlatır bulunduğu yeri, yüreği… Tribünlere yazılanlar bir günlük alkıştan sonra sönüp gider, geride iz bırakmadan izi sürülmeden kaybolur, günü kurtarmaksa evet gün kurtarılmıştır, günsüz günlerde ise gün yüzü görmeyecektir o yazılanlar…

Tutkuyla yazılmışsa yazılar tutkuyla okunur, okutulur okuyucu tarafından; alkış için yazılmaz, ama okuyucu beğenmişse yürekten alkışlar; büyük ödül bu ödül, büyük paye bu paye…

Yazmanın dayanılmaz tutkusu üzerinize bir değiversin bırakabilir misiniz bilmem? Yazmayı yaşamak, yaşamayı yazmak kadar önemseyenler yazardır, yazar kalacaklardır, verdikleri eserlerle unutulmazlara adlarını yazdıracaklardır…

Yazar olmayan kim var ki; aklı, iradesi, kalbi, vicdanıyla herkes kendi hayatını yazar, son noktayı ise ölüm koyar… Ölümsüzlük sabahında sahifeler önüne konur; yazdıklarının hesabı sorulur, tevil, tefsir yoktur artık, haşiye için zaman kalmamıştır… Yazdıklarının karşılığı iki sonuçtan başkası değildir; ya sonsuz mutluluk veya mutsuzluk… O hayatta bizi kurtarmayacak yazmaların, eserlerin ne kıymeti var ki? Bütün yazarlar bu noktaya dikkat etmeli değil mi? Yoksa su üstüne yazı yazmakla, mermere yazmak aynı olurdu.

24.11.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Yakın tarihle yüzleşme zamanı


A+ | A-

Bir ağacın dalındaki meyvelerin, o ağacın kök ve damarlarıyla doğrudan bir ilintisi, bir bağlantısı vardır.

Şüphesiz, meyvenin durumunu başka faktörler, başka unsurlar da etkiler: Su, hava, ışık, toprak gibi...

Ancak, bu unsurların tamamı, o ağacın toprağa iyi kök salmasına hizmet eder. Dolayısıyla, kök ne derece sağlam ise, meyve de o nisbette güzel, verimli ve sağlıklı olur.

Kök–meyve bağlantısı, sosyal hayatın idamesi ve sağlıklı, şuurlu nesillerin devamı için de çarpıcı ve son derece tutarlı bir örnek teşkil ediyor.

"Darb–ı mesel"de deniliyor ki: "Geçmişini bilmeyen bir millet, geleceğini de göremez, bilemez."

Geçmiş (mazi) burada kök, gelecek (âti) ise meyve anlamına gelir.

Nitekim, şâir Yahya Kemal, bir münâzarâ esnasında “Ben kökü mazide olan atiyim” diyerek, bu mânâyı güzel bir şekilde vecizeleştirir.

Demek ki neymiş? Bizlerin geçmişini, mâzisini, tarihini iyi bilmesi gerekiyor.

Üstelik, buna zaruret derecesinde ihtiyaç var. Zira, günümüz insanı ve bilhassa yeni gelen nesil, bu hususta son derece zayıf, sığ ve hatta yalan–yanlış bilgilere sahiptir.

Bu yüzden de, yalpalamaktan, yanlışlara düşmekten, çıkmazlara sapmaktan bir türlü kurtulamıyor.

Asıl fecâat ise şudur: Vasat/normal zamanlı tarihini bilmesi gereken bu milletin evlâdı, ne yazık ki yakın, çok yakın tarihini dahi doğru şekilde bilmiyor, bilemiyor. Üstelik, bildiklerinin çoğu da yalan ve düzmece şeyler.

Yani, yasaklanan, karanlığa gömülen, üzeri örtbas edilen yakın tarih safhaları bir yana, bilhassa okullarda okutulan konuların pekçoğu ne yazık ki düzmece tarihten ibarettir.

Biz bu köşede zaman zaman bu fecâatin çarpıcı örneklerini sunmaktayız. Sunmaya da devam azmindeyiz.

Şükürler olsun ki, insanlarımızın yakın tarihe olan ilgisi ve merak duygusu günden güne ziyadeleşmeye, dolayısıyla yakın tarihteki konuları irdelemede müşevvik bir unsur haline gelmeye başladı.

Bu ilgi ve merak hali, yazarlara, araştırmacılara da büyük cesaret kazandırdı. Araştırmacılar, yakın tarihin tozunu attırmada, şimdi çok daha cesur davranıyor.

Son zamanlarda gündeme bomba gibi düşen "Dersim Fâciası", yüz yıllık yakın tarihimizin üzerindeki sis perdesini izale ettiği gibi, şiddetli bir tetiklemeyle, şimdiye kadar üzeri örbas edilmiş hemen bütün meselelerini de tartışma meydanına doğru sürükleyip getirdi.

Hadise, şimdi öyle bir dinamizm kazandı ki, bunu durdurmaya veya önüne geçmeye hiç kimsenin gücü yetmez.

Üstelik, yakın tarihin olayları deşildikçe, insanlarımızın hayret ve taaccübü bir kat daha artıyor ve zincirleme şekilde daha başka konuları da pür merak ve iştiyakla bir an evvel bilmek, öğrenmek istiyor.

Öyle görünüyor ki, bundan böyle vicdanlı tarihçiler rahatça konuşacak ve millet de onları dinleyerek doğruları öğrenecek. Bu da, fevkalâde güzel ve hayırlı bir gelişmedir.

Bediüzzaman Hazretlerinin, hakikatli bir vecizesini naklederek konuyu noktalayalım: "Hakikî vukuatı kaydeden tarih, hakikate en doğru şahittir."

Tarihin yorumu 24 Kasım 1940

Trakya'da Hitler sıkıyönetimi

Bir ismi de "Alman Harbe" olan İkinci Dünya Savaşı Avrupa kıt'asında bütün şiddetiyle devam ederken, bundan Türkiye de ciddî şekilde etkilenmeye başladı.

Ankara hükümeti, İstanbul, Çanakkale ve Kocaeli vilayetleri de dahil olmak üzere Trakya Bölgesinin tamamında sıkıyönetim ilân etti.

Sıkıyönetim, ışıkları karatma ve kısmî seferberliğe kadar varan bir dizi tedbirlerin alınmasına yol açan temel sebep, İtalyanların Yunanistan'a saldırmaya ve Almanların da Bulgaristan'ı işgal etmeye başlamasıydı.

Bu tarihte, Başbakanlık makamında Dr. Refik Saydam bulunuyordu. Ancak, ülkenin iç ve dış politikasını birinci derecede etkileyen kişi hem CHP Genel Başkanı olan, hem de Cumhurbaşkanlığı makamını işgal eden İsmet Paşaydı.

Dolayısıyla, Başbakan Refik Saydam ve kabinesi, İsmet Paşanın tesiri ve gölgesi altında icraat yapmaktaydı.

Hitler'den ve Alman ordularından çekinen İsmet Paşa, ne olur ne olmaz ihtimaliyle hareket ederek, Trakya Bölgesinde seferberlik şartlarında bir sıkıyönetimin uygulanmasını istedi.

Hükümet de dediğini aynen yaptı ve bu vaziyeti uzun müddet devam ettirdi.

Oysa Hitler, yayınladığı beyannâme ile hiçbir cephede Müslümanlara saldırmayacağını, hatta elinden gelse onları himaye etmeye çalışacağını duyurmuştu.

Ancak, böyle demesine ve bilfiil öyle yapmasına rağmen, o dönemin TC hükümeti Hitler ve Musollini'yi itimat etmeyerek, olağanüstü tedbirler alma cihetine gitti. Alınan tedbirler cümlesinden biri de, buğday ve sair hububat üzerinde hükümet tasarrufunu serbest bırakmak olmuştur.

Hükümet yetkilileri, köylü, çiftçi gibi buğday üreticisine istediği şekilde müdahale etmiş, mahsulüne elkoymuş, istediği kadarını almış ve yaklaşık dört yıl müddetle onlara bir nevi gavur azabını çektirmiştir.

24.11.2009

E-Posta: [email protected]



Vehbi HORASANLI

Mehmet Güvenç Ağabeyden bir hakikat dersi


A+ | A-

İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn (Allah içiniz ve yine ona döneceğiz), Şaban Döğen ve Mehmet Güvenç Ağabeylerin vefatlarını öğrendim. Cenâb-ı Allah’tan bu ağabeylerimize ve bütün geçmişlerimize rahmet etmesini diliyorum.

Mehmet Ağabeyden dinlemiş olduğum bir hakikat dersini bu vesileyle bir duâ niyeti ile okuyucularımla paylaşmak istiyorum.

Mehmet Ağabey’in babası Marangoz Mustafa Çavuş, Nur hizmetinin saff-ı evvellerinden ve tavizsiz hayatı ile herkese örnek olacak nâdir şahsiyetlerden biridir. Barla’da iken Mehmet Ağabey, babasının Bediüzzaman ile ilgili bir hatırasını anlatmıştı. Aradan yıllar geçmesine rağmen unutamadığım bu olayda Üstad, Mustafa Çavuş’a kızmış, Nur hizmetinin ne derece hakikatli ve tertemiz bir meslek olduğunu herkese ders vermişti.

Ezanın yasak olduğu bir zamanda gerçek hâli ile okuduğu için Mustafa Çavuş şikâyet edilmiş, mahkemeye çıkmıştı. Hâkim, iyi niyetli birisi olduğundan davayı kapatmak için “Ezan okumadın değil mi?” diye soru sormuş, Mustafa Ağabey de hiçbir şey söylememişti. Bunun üzerine Hâkim, dâvâyı beraatla neticelendirmiş ve Mustafa Çavuş bu fenalıktan kurtularak Barla’ya gelmişti. Durumu Üstad’a anlatınca hiç beklemediği bir tepki ile karşılaşmıştı.

Bediüzzaman, Mustafa Ağabeyin susmasını doğru bulmamış “Evet ezanı hakiki şekliyle okudum” demesi gerektiğini söylemişti.

Evet, şeâir yani sembol özelliği olan ezan konusunda Üstad asla taviz verilmesini istemiyordu. Bu olayı oğluna anlatarak herkesin bilmesini isteyen Mustafa Çavuş, Nur hizmetinin ne derece hakikat ve doğruluk mesleği olduğunu göstermiş oluyordu.

Bundan yüz yıl önce Bediüzzaman’a şöyle bir soru sormuşlardı:

- Her şeyden evvel bize lâzım olan nedir?

Cevap: Doğruluk.

- Daha? (başka)

- Yalan söylememek.

- Sonra?

- Sıdk, ihlâs, sadakat, sebat, tesanüt.

- Yalnız? (sadece bunlar mı?)

- Evet.

- Neden?

- Küfrün mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti sıdktır. (sadık olma, yani doğruluktur)

İşte cevaplardan da anlaşılacağı üzere Bediüzzaman, her şeyden evvel bize doğruluğun gerekli olduğunu üç defa vurgulayarak konunun önemine dikkat çekmiştir.

Günümüzde gerçekler ile yalanlar o kadar birbirine yaklaşmıştır ki, çoğu zaman aynı vitrinde beraber sergilendiğine şahit oluyoruz.

Mevkii ve makam olarak çok önemli yerler işgal eden zatlardan doğruluklarla beraber yanlışları ve yalanları işittiğimiz çok vakıalar vardır. Artık bu tip olayları o kadar çok yaşıyoruz ki üzerinde durmuyoruz bile.

Fakat Bediüzzaman’ın meslek ve meşrebinde asla yalana yer yoktur. Belki gerektiğinde susma hakkı kullanılabilir, lâkin şeaire taalluk eden meselelerde buna dahi cevaz yoktur. İşte Nur hizmeti bu kadar saf ve temiz bir meslektir.

Bazı insanlar kendilerine göre bazı maslahatlar için yalana ve hileye başvurmakta bir beis görmezler. Fakat bu yol, iman kurtarma davası güden Nur hizmetkârları için asla kabul edilemez. Onlar şiddetle kaçındıkları yalana karşı doğruluktan her ne pahasına olursa olsun taviz vermezler.

Rabbim, bütün Nur talebelerine iman ile kabre girmeyi ve bizlere de o yolda sebat etmeyi nasip etsin.

24.11.2009

E-Posta: [email protected]



Nurullah AKAY

Eyüp Sultan’da bir gün


A+ | A-

Maddenin ruhları sıkan, huzurları kaçıran boğucu havalarına karşı, mânevî iklimlerin ruhları ferahlandıran, insanlığa huzur anları yaşattıran temiz havalarının teneffüsüne her zaman ihtiyacımız bulunmaktadır. Dünyanın dağlarvârî sıkıntılarını gidermemize veya en azından hafifleştirmemize önemli katkı sağlayan camilerimiz gerçekten her mü’min için adeta bir sığınak durumundadır.

Camilerde ruhlar faniyâtın kazuratından sıyrılır, ondan sonra da Allah’a yönelmenin, O’na sığınmanın mânevî hazzına gark olurlar. Bu sebeple olmalıdır ki, camilere gidip cemaatle namaz kılmanın fazileti üzerinde Peygamber Efendimiz (asm) çok durmuştur. Bir hadis-i şerifinde Resûl-i Ekrem (asm), mescidleri, “Cennet bahçeleri” olarak tavsif etmiş ve oradan beslenmemizi istemiştir. Ayrıca Yüce Resûl (asm), bizlere mezarları ziyaret etmeyi tavsiye buyurmaktadır. Böylece, her insan için mutlak son olan ölümü daha iyi düşünüp, fani dünya hayatının geçiciliğini de bir kere daha nefsimize kabul ettirmiş olacağız.

Bilhassa zamanımızda, her zamankinden fazla bizler camilere devam edip oralarda ibadetlerimizi îfâ etmenin ihtiyacı içindeyiz. Bu mânevî ihtiyaçlar büyük camilerde, cemaatı fazla olanlarda çok daha iyi giderilebilmektedir. Bu sebeple geçtiğimiz günlerde bir dost grubu ile, Mehmet Pamuk kardeşimizin mahdumu Hasan’ın kaptanlığında İstanbul’un cemaatı en fazla camii olan Eyüp Sultan Camii’ne gittik.

Hakikaten insanlarımızın bu mekâna olan teveccühü önemli ölçüde maneviyâta olan susamanın bir tezahürüdür. Bilhassa sabah namazlarında buraya gelip namaz kılanların fazla olması ve duâlara yapılan iştirakler insanlarımızın maneviyâta olan ihtiyaçlarını daha çok ortaya koymaktadır. Neredeyse camiin içinde her namazdan önce cemaate vaazlar yapılmaktadır. Ve yine neredeyse her namazdan sonra birkaç cenaze namazı burada kılınmaktadır. Böylece burada, bize birçok unsurun ahiret hayatını hatırlattığına şahit olabilmekteyiz.

Bizler de bu mübarek mekânda öğlen ve ikindi namazlarını kılmanın mânevî hazzını tattık bir sonbahar pazarında. Camiin içinde namazı beklerken gözüm önemli bir hattatın elinden çıktığı belli olan bir Osmanlıca yazıya ilişti. Burada şöyle deniyordu:

“Yetişmez mi bu şehrin halkına bu nimet-i Bârî

Habib-i Ekrem’in yâri Ebâ Eyyub el Ensari.”

Beyitte, Peygamber Efendimizi (asm) Medine’ye hicreti sırasında, evinde misafir etme şerefine nâil olan Ebâ Eyyub El Ensarî’nin mezarının burada olmasının İstanbul halkı için Allah’ın büyük bir nimeti olduğu belirtilmektedir.

İstanbul’un fethinden sonra günümüze kadar “Eyüp Sultan” olarak bilinen bu semte gösterilen ilgi, İstanbul halkının ve Anadolu halkının ve hatta bütün İslâm âleminin bu nimetin farkında olduğunu göstermektedir. Bilindiği gibi uzunca bir süre Osmanlı Padişahları göreve başlarken Hz. Eyyüb El Ensârî’nin medfun bulunduğu bu mekânda kılıç kuşanmışlardır. Bu kılıç kuşanma anlarında büyük merasimler yapılmıştır bu mekânda.

Eyüp Sultan’a gelip de “Eyüp Mezarlığı” diye bilinen ve bir çok tanınmış şahsiyetin medfun bulunduğu mezarlığı ziyaret etmemek olmazdı elbette. Burada Nur’un Kahramanı diye bilinen (Bediüzzaman Said Nursî’nin sadık hizmetkârı) Risâle-i Nur talebelerinden Zübeyir Gündüzalp’in mezarını da ziyaret ettik. Mezarının etrafında yine Nur talebelerinin büyüklerinden olan Tahirî Ağabey, gazetemizin müessisi olan ve genç yaşta vefat eden Mustafa N. Polat, Mehmet Birinci, Bekir Berk gibi ağabeylere ve diğerlerine fatihalar gönderdik. Allah hepsini Firdevs Cennetiyle mükâfatlandırsın.

Eyüp Sultan mezarlığında isimlerine aşinâ olduğumuz bir çok kişinin mezarlarıyla karşılaştık. Bir çok kişi geride eserler bırakmış, değişik mahfillerde isimleri anılan insanlardı. Kim bilir kaç İstanbul şehri buraya boşaltılmıştır. Çünkü İstanbul’da yaşayan neredeyse her mü’minin gönlünde, Allah’ın Resûlünün (asm) mihmandarının bulunduğu bu mekâna defnolunmak arzu ve iştiyakı bulunmaktadır. Umulur ki, burada ebedî istirahatlarına tevdî edilen bütün mü’minler, Allah’ın dostlarının şefaatlerine mazhar olurlar. Rabbim bizlere de dünyanın fenâ ve fani hâletlerine karşı kuvvetli ve sarsılmaz bir iman nasip etsin...

24.11.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Öğretmenim!


A+ | A-

kulda ya da okul dışında ne öğrendiysek, bu ‘öğretmen’lerimiz sayesinde olmadı mı? ‘Öğreten’lerin sadece okuldaki ‘öğretmen’ler olmadığı malûm. Çünkü ‘anne’ler en birinci öğretmenlerdir.

“Öğretmenler günü” arefesinde duyduğumuz bir haber yüreklerimizi burktu. Hepimizi üzmesi gereken habere göre; dünya ölçeğinde Türkiye’deki öğretmenlerin yüzde 70’i düzenli kitap okumuyormuş. Aynı araştırmaya göre ‘hiç kitap okumayan’ öğretmenlerin oranı yüzde 37.8, iki ayda bir kitap okuyan öğretmenlerin oranı ise yüzde 30.7.

Böyle bir tablo karşısında—çare olmadığı belli olsa da—üzülmekten başka ne yapılabilir? Araştırmanın ortaya koyduğu rakamların gerçeği ne ölçüde yansıttığı belki tartışılabilir, ama zaten ‘okumayan bir toplum’ olduğumuza göre, öğretmenlerimizin bu hastalıktan uzak olduğunu söyleyebilir miyiz? Öğrenciler, öğretmenler okumuyor da, gazeteciler, anne-babalar, yöneticiler okuyor mu? Muhtemelen onlar arasında da ciddî bir araştırma yapılsa onların da arzu edilen seviyede (ayıp olmasın diye ‘hiç’ demek istemedik) okumadığı ortaya çıkacak.

Yakın zaman önce, hâlen müfettiş olarak eğitim camiâsında hizmet veren ilkokul öğretmenimle karşılaştım ve 1970’li yıllarda görev yaptığı öğretmenlik günleri ile bu günler arasındaki değişimi onun ağzından dinledim. Kendi ifadesiyle ‘dağlar kadar fark var’mış. Hem öğrenciler, hem öğretmenler hem de bir bütün olarak ‘sistem’ çok değişmiş. Hatırlıyorum, ilkokuldayken öğretmenlerimiz bizi daha fazla kitap okumaya teşvik ederlerdi. Belki öğrenciler son yıllarda yeniden kitap okumaya teşvik ediliyor, ama bir ara kitabın tamamen gündemden çıktığına şahit olmuştuk.

Çok önemli bir nokta da şu: Öğretmenlerin ‘hak’larını savunmak için kurulan dernekler, vakıflar ya da sendikalar; bu konuya yeterince ehemmiyet vermiyor. Elbette bu konularda açıklama yapan, rapor hazırlayan ve yaşanan sıkıntıya dikkat çeken sivil toplum kuruluşları ve sendikalar var, ama bunun yeterli olduğunu söylemek çok zor.

Hemen her gün e-posta kutumuza eğitim camiasıyla ilgili mesajlar gelir. Bu mesajlar daha ziyade öğretmenlerimizin maddî sıkıntılarının sona erdirilmesini talep eden konularla ilgili oluyor. Elbette bu konu da çok önemli, ama maddî konular kadar öğretmenlerin eğitimlerini devam ettirebilme imkânları da önemli değil mi?

Şunu da bilmek gerekir ki, öğretmenlerimizin kitap okumasını arzu ediyorsak, kafalarının rahat olmasını temin etmemiz lâzım. Binbir sıkıntıyla boğuşan öğretmenlerimizin gönül huzuruyla kitap okuması mümkün değil. Aynı zamanda ‘okumuyorlar’ diye itham etmeden; kitaba ayırabilecek kadar maddî imkân sunup sunmadığımızı da sorgulamalıyız.

Bütün öğretmenlerimizin ellerinden öperken, acizâne bir talebeleri olarak; çağın Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur eserlerini okumalarını arzu ederiz. Öğrencileri olarak biz bu eserlerden istifade ettik, onların da istifade etmelerine duâcıyız...

24.11.2009

E-Posta: [email protected]



Umut YAVUZ

Hollywood’un yeni gözdesi 2012 ve kapitalizm


A+ | A-

Dikkat: 2012 filmi ile ilgili “spoiler” içerir…

Zaman zaman yazılarımızda dile getiriyoruz. Dünyada zahiri gücü elinde bulunduran aç gözlü insanlar tarafından oluşturulmuş vahşi kapitalist sistem, bütün kaynakları kendileri sömürmek üzere dünya siyasetine etkide bulunuyorlar.

Maksimum kâr stratejisini benimsemiş olan bu “çok uluslu şirketler” ve onların baronları her krizi fırsata çevirmede ve her acıdan fayda devşirmede oldukça mahirdirler.

Bugünlerde vizyona giren 2012 filminde bu tipten insanların insanlık adına utanç verici özelliklerinden biri daha beyaz perdeye yansıtılmış oldu.

Filmi bilmeyenler veya izlemeyenler için biraz bahsedelim. Amerika’nın antik medeniyeti Mayaların takvimine göre 2012 yılı dünyanın sonu olarak tabir edilir. Yani bir nevi Apocalypse’dir. Apocalypse esasında Yunanca “ifşa” (revelation) yahut “örtüyü kaldırmak” (lifting the veil) anlamına gelen “Apokalipsis” kelimesinden ileri gelmektedir. Yaygın kullanımda ise bu daha çok “dünyanın sonunu” temsilen kullanılır. Diğer bir değişi de “Armageddon”dur. Yani “iyilik ve kötülük arasındaki nihai çatışma… Bu kelime de büyük ihtimalle Yunanca “Apokalipsis Eschaton” (Yani –dünyanın sonundaki apocalypse yahut ifşaat) kelimesinden türemiştir.

Mayaların 2012 kehanetine göre, bu yıl tarihin sonudur. Nostradamus da bu kehaneti paylaşmaktadır. Kehanetlere göre 21 Aralık 2012’de dünya foton kuşağına girerek güneş sistemimizin Sirius yıldız sistemine yaklaşması sözkonusu. Filmde anlatılanlara göre ise bu tarihte yani 21 Aralık 2012’de ancak 650 bin yılda bir olabilecek şekilde gezegenler aynı hizaya geliyor ve şimdiye dek eşi benzeri görülmemiş bir güneş patlaması yaşanıyor ve bu güneş patlamasında açığa çıkan “nötrinolar” dünyanın çekirdeğinde eşi görülmemiş bir ısınma reaksiyonuna sebep oluyor…

Azıcık fizik bilgisi olan çok rahatlıkla bilir ki “nötrinolar” kütleleri sıfır olan ve hiçbir atomla reaksiyona girmeden, maddenin içinden dahi uzay boşluğunda hareket edebilir gibi rahatlıkla geçebilen adeta “hayalet” parçacıklardır.

Nitekim fizikte “nötrino” denen parçacıkların varlığı daha doğrusu bunların güneş tarafından yayılıp yayılmadığı dahi tam anlamıyla ispatlanabilmiş değildir. Zira sıfır kütleye sahip olan ve hemen hiçbir atomla tepkimeye girmeden hayalet gibi hareket eden bu parçacıkları tutup saymak yahut deneylemek adeta imkânsızdır. Dünyada halihazırda bilim adamlarınca kurulmuş “nötrino tuzakları” uzun yıllardan beri ancak bir elin parmakları kadar nötrino parçacığı yakalayabilmiştir. Yaygın kanaat ise eski güneş modeline inanan fizikçilerin güneşin enerji denkleminde eksik olan parçanın “nötrino” fikriyle giderilmesi gibi cazip bir ilüzyondan yola çıkarak bu teoriyi desteklemeye çalıştıkları yönündedir. Bu yönde kanaat belirten fizikçiler güneşin artık enerji yaymayan ve sönmüş bir yıldız olduğu ve bunun ancak birkaç bin yıl içinde anlaşılabileceği şeklinde yorum getiriyorlar. Bunun gerekçesi ise güneşteki termo-nükleer enerjinin ancak birkaç bin yılda dünyaya ulaşabiliyor oluşu ve eğer artık “nötrino” yakalanamıyorsa bunun güneşin çekirdeğinde herhangi bir tepkime gerçekleşmediği anlamına geldiği şeklindedir. Bu da güneşin sonu, diğer değişle de hayatın sonudur zaten…

İşte böylesi temelsiz bir fiziksel teoriden yola çıkarak 2012 filminin yapımcıları dünyanın çekirdeğinde meydana gelecek bu ısınmanın kıta sahanlığında meydana getirdiği çatlama ve kaymalar neticesinde ortaya çıkan deprem ve tsunamilerin dünyanın sonunu getireceği ve bunun Mayaların kehanetlerinde yer aldığı gibi 21 aralık 2012 yılında yaşanacağına dair bir inanışla, milyonlarca dolar harcayarak bu filmi vizyona verdiler. Yönetmen Roland Emmerich’in başarısını ve filmin efekt zengini olduğu gerçeğini teslim etmek gerekir. Bir de dünyanın sonu geldiği zaman “Nuh’un gemisi” gibi, sır gibi saklanan gemilere sadece “bir buçuk milyar avro” ödeyen zenginler ile siyasetçiler ve onların akrabalarının bindirilip, kurtarılması en başta değindiğimiz “vahşi kapitalist sistemin” anlayışını gözler önüne çıplak bir şekilde sermesi bakımından dikkate değerdir.

Evet biz Müslümanlar şüphesiz kıyametin tarihinin ancak Allah tarafından kesin olarak bilinebileceğine inanırız. Yine biz Müslümanlar bu dünyanın ebedî olmadığına da kesin olarak iman ederiz. Bu açılardan Kur’ân-ı Kerim’de defalarca âyetlerde tasvir edilen, “dağların yürütülmesi, denizlerin kaynaması” gibi dünyanın altını üstüne getirecek kıyamet olaylarına da kesin olarak inanırız. İşte bu filmde, belki bu olayları bir sinema sahnesinde tahayyül ve tefekkür etmek sadedinde bir mânâ hatırlanabilir. Şüphesiz kıyametin dehşeti bundan bin misli daha şiddetlidir ve bu filmdeki gibi gemiler inşa edip ondan kurtulma şansı da yoktur. Kıyamet dehşetinden ancak kalbinde iman olanlar emin olabilir. Değil bir buçuk milyar avro, belki dünyanın bütün servetlerini de serseniz kıyametteki kurtuluş biletini satın alamazsınız.

Son olarak Hollywood filmlerinde artık klişeleşmiş olan, Amerikan propagandası ile harmanlanmış özeleştirilere de dikkati çekmek gerekir. Yeni bir şey olarak da Amerikan Başkanı’nın siyah olarak tasvir edilmiş olması da Hollywood’da “Obama etkisi” olarak algılanmalı.

İzlemeyenlere iyi seyirler...

24.11.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Aliyev ile Sarkisyan uzlaşamasa da!


A+ | A-

Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev ile Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan önceki gün Almanya’da bir araya geldi. OSCE Minsk grubunun öncülüğündeki bu toplantıda Yukarı Karabağ sorunu ele alındı. Ancak toplantı öncesinde Aliyev’in bu görüşmelerin sonuçlanmaması halinde barış ümidinin tükeneceğini, o zaman da askeri güç kullanmaktan başka çarelerinin kalmayacağını söylemiş olması, toplantıyı gergin hale getirmişti.

Bu toplantının bir önemi de, Madrid Prensiplerinin ilk kez tartışmanın gündemini oluşturmasıydı. Kasım 2007’deki G8 Zirvesi esnasında Rusya, ABD ve Fransa tarafından hazırlanan ve resmen açıklanmayan bu prensiplerin ana başlıkları şunlar:

- Dağlık Karabağ’ın çevresindeki işgal edilen 7 bölge boşaltılarak Azerbaycan’a teslim edilecek.

- Ermenistan ile Dağlık Karabağ’ın irtibatını sağlayacak koridor açılacak.

- Bütün göçmenler topraklarına dönecek.

- Barış gücü işlevini yerine getirecek uluslar arası güvence sağlanacak.

- Dağlık Karabağ Ermenilerine güvence verilerek kendilerini idare etme hakları tanınacak.

- Bölgenin ilerideki hukuki durumunu bölge halkı belirleyecek.

Şimdiye kadar Azerbaycan Madrid Prensiplerini müzakere etmeyi kabul etmiyordu.

Peki neden Aliyev toplantı öncesinde böylesine tehditkâr bir açıklama yaptı? Gözlemcilere göre Azerbaycan Devlet Başkanı bu tavrıyla, bu görüşmeden olumlu bir sonuç çıkmasını baştan engellemiş oldu ve OSCE sürecini etkisiz hale getirdi. Amaç ise; bu grubun öncülüğündeki görüşmelerden sonuç alınamayacağını göstererek, Türkiye’nin sürece daha aktif katılımının yolunu açmak. Bir başka amaç ise; süreci zorlaştırarak, Türkiye’nin protokolleri onaylamasını geciktirmek.

Aslına bakarsanız yukarıda ifade edilen haliyle Madrid Prensipleri kabul edilebilir nitelikte değildir. Ermenistan’ın fiilî işgalini hukukî hale getirecek bir belgedir. Zira Dağlık Karabağ bu belge ile Ermenistan’ın bir parçası haline gelmektedir.

Bu arada Ermenistan, sıklıkla Türkiye ile imzalanan protokollerin Dağlık Karabağ’la ilişkisi olmadığını, ayrı bir süreç olduğunu ileri sürüyor. Halbuki Türkiye defalarca protokollerin onaylanıp sınırın açılmasını, Dağlık Karabağ sorununun çözümüne bağladığını açıkladı.

Bu arada Türkiye’nin protokolleri meclise sevk etmesine karşın, Ermenistan halen onaylamak için ön izni gereken anayasa mahkemesinden bu izni çıkaramadı. Bu durumda Türkiye’ye de parlamentodan bir an önce geçirmesi için baskı yapamıyor.

Kısacası; Münih görüşmesinden somut bir sonuç çıkmadı. Ancak gerek Dağlık Karabağ, gerekse Protokollerin uygulanması süreci gecikse de, geri döndürülemez hale gelmiştir. Temennimiz, Ermenistan ve Azerbaycan’ın olumlu yaklaşımlarla, işgalin sona erdirilmesi ve ilişkilerin normalleştirilmesi çabalarını hızlandırmasıdır. Türkiye’nin ‘açılımlar’dan olumlu sonuç almasının vakti geldi de geçiyor bile.

24.11.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl