Ali FERŞADOĞLU |
|
Rabbini bulan Altan’a gecikmiş bir sitem… |
30 Ağustos 2009 tarihinde, “Benim Allah’ım” başlıklı bir yazı yazan Ahmet Altan, çocukluğundaki Ramazanın psiko-sosyal özellik ve güzelliklerinden de bahsederek, “Benim Allah’ım herşeyi görür, beni görür ve sever” cümlelerini de ihtiva eden bir yazı yazdı. Ve “Ne garip beni Allah’ın olmadığına dindarlar inandırdı, öyle bir Allah anlattılar ki benim Allah’ıma hiç benzemiyordu, öfkeli, kızgın, gazaplıydı anlattıkları, cezalandırıyordu” deyiverdi… Rabbini bulan Altan, bu aşamada Onu isim ve sıfatlarıyla tanıma safhasına gelmiş bulunuyor. Ve şu hususun tasdikini vicdanından da alabilir: Allah’ın olmadığına dindarlar değil; kendisi gibi Allah’ı yarım tanıyan (dindarlar demiyoruz, dindar adam, gerçek bir imana sahip olandır ve Allah’ı tüm isim ve sıfatlarıyla tanıyandır) veya hiç inanmayanlar inandırdı! Şu halde sayın Altan önce kendisini, sonra ebeveynini, bilhassa babasını, sonra çevresini, sonra içinde bulunduğu zihniyeti suçlamalı! Yoksa inananları değil! Çünkü, yarım-yamalak inananlar da kendisinin hiç maruz kalmadığ “inançsızlık bombardımana” hedef olmuş. Allah demek yasaklanmış resmen. Düşününüz: 1925’lerde başlayan ilke ve inkılâplar, dini öylesine soyutlama, dindarı öylesine sindirme politikasına maruz bırakıldı ki, gazetelerdeki pehlivan dizilerindeki “Allah Allah pehlivanlar çıktı meydana, hepsi biribirinden merdane…” tekerlemelerindeki “Allah” lafızları bile yasaklanmıştı. Din, iman diyen, Kur’an okuyan, Kur’ân’ı anlamak için üç kişi yan yana gelse karakollara çekiliyor, sopalanıyordu. Dini anlatanlar mahkemelere veriliyor ve akla hayali gelmeyen işkencelere maruz bırakılıyordu. Dolayısıyla dindar dediği kişilere de Allah’ı tanıma fırsatı verilmedi. Ama, onlar bir şekilde yine yarım-yamalak inanmaya çalıştı. Bediüzzaman Said Nursî, sonsuz sevgi, şefkat, merhamet sahibi olan Allah’ın varlığını birliğini ispat eder. Ayrıca, zalimleri cezalandıracak sonsuz Kahhar gibi sıfatlara da sahip olduğunu gösterir. Bir kısım cahiller, sadece “Kahhar, cezalandıran” isimlerini nazara vermişse, diğer isim ve sıfatlarını da sayın Altan öğrenebilirdi. Başta Allah’ın varlığı-birliği olmak üzere iman, İslam esaslarını ispat eder Said Nursî ve eserleri Risale-i Nur ile Türkiye çalkandı Onlarca yl boyunca. Hâlâ da gündemin ilk sıralarındadır. Kendileri de basınının içinde. Merak edip “Ne diyor bu Said Nursî ve talebeleri ki, 2500’ü aşkın mahkemeye verildiler ve her seferinde de berat ettiler?” merak edip öğrenmeliydi. Dünya’da, Kur’ân’dan sonra en çok satılan eser Risale-i Nur. Merak edip ne diyor, diye anlamalı gerekmez miydi? Hâlâ geç kalmış sayılmaz… Hepimize akıl verildiğine göre, acaba kainatın Sahibini nasıl tanıyoruz, ne kadar tanıyoruz? Veya nasıl tanımalıyız? Kur’ân-ı Kerimin tarif ettiği, Peygamberimizin (asm) tanıttığı şekilde mi; yoksa zihnimizde oluşan veya değişik kültürlerin imajlarıyla mı? Allah kimdir; nasıl bir varlıktır? Hangi isim ve sıfatlar sahibidir? Sıfatlarının mahiyeti nedir? Allah Kendisini bize nasıl tanıtmakta, hangi isimlerle onu çağırmamızı emretmektedir? Elbette tanımaktan tanımaya, bilmekten bilmeye fark vardır. İlkokulda iken matematik biliriz, ortaokulda da biliriz, lise de biliriz. Üniversitede, matematik fakültesinde okuyan da bilir, orada asistan olan da, doçent bilir, profesör de bilir. Ve Einstein veya matematik dahileri de bilir. İşte, bunlar bilmenin dereceleridir. Yine, bir ilim adamını, bir mobilya ustasını, bir idâreciyi çeşitli cepheleriyle tanırız. Biz Mimar Sinan’ı tanırız, ama, bir de onun hakkında uzman olan mimarlar, sanat tarihçileri de tanır. Bir müzeyi veya kitap fuarını gezen okuma yazma bilmeyen birisi ile, bir ilköğretim öğrencisi, lise-üniversite talebesi ve ilim fikir adamının aldığı lezzet, duyduğu sevinç, hissettiği duygular farklı farklı ve her birisinin derecesine göredir. Ömründe fil görmemiş Hintliler merakla ahıra koşup tanımak istemişler. Ne var ki, ahır pek karanlıkmış. Kimse bir şey göremediğinden, el yordamıyla onu tanımaya çalışıyorlardı. Herkes dokunduğu yere göre onu tanımlıyordu: Hortumunu tutan, “Fil bir borudur,” kulağına dokunan, “Fil bir yelpazedir,” ayağını yoklayan, “Fil bir sütündür,” sırtını sıvazlayan, “Fil taht gibidir” diyordu. Herkes, dokunduğu yere göre onu tarif etti. Elbette, bunların hiçbirisi değildi. Fil bambaşka bir mahlûktu ve o ancak, aydınlıkta görülebilirdi. Şu kâinat müzesinde ve insan kitabında tecelli eden, yansıyan, görünen binbir isim ve sıfatlarıyla bilgimiz, araştırmamız, incelememiz nispetinde tanırız. Allah herşeyi görür ve sonsuz sevgi sahibidir. Ve Allah, Adildir. Zalimleri ve haksızları cezalandırır. Dolayısıyla Kahhardır. İşte, sayın Altan ve gibileri, Allah’ın isim ve sıfatlarını tam olarak bilemediklerinden karıştırıyorlar… 15.09.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |