Raşit YÜCEL |
|
Özel bir gece |
Bin aydan hayırlı. Seksen küsûr sene... Onun için önemli. Kur’ân’da ondan özel olarak bir sûrede bahsedilmiştir. Bu mânevî kazancın şartı, ona muhatap olmak ile ilgilidir. Rabbimizin bize özel bir lütfudur. Ayrıca bir dönüşün ilk basamağıdır bu gece. Bir insanın kıymeti, ancak samimiyet ve yaşadığı hayat seyri ile bilinebilir. Kadir Gecesi, bir ibadet gecesi olmakla birlikte, tezekkür ve tefekkür gecesidir. Bu anlamda maneviyât büyüklerinin gecelerine bakmak gerekiyor. Bakın, Bediüzzaman Hazretleri Kadir Gecesi’nde neler düşünmüş: “Leyle-i Kadir’de ihtar edilen bir mesele-i mühimme” diye başlayan bölüm şöyle devam ediyor: “Nev-i beşer, bu son Harb-i Umûmînin eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdâdı ile ve merhametsiz tahribâtı ile; ve birtek düşmanın yüzünden yüzer mâsumu perişan etmesiyle; ve mağlûpların dehşetli me’yusiyetleriyle; ve gâliplerin dehşetli telâş ve hâkimiyetlerini muhâfaza ve büyük tahribâtlarını tâmir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azablarıyla; ve dünya hayatının bütün bütün fânî ve muvakkat olması ve medeniyet fantaziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olduğu umûma görünmesiyle...” Ve aynı bahsin sonunda şöyle demektedir: “Hem hükümet, bu millet ve vatanın hayat-ı dünyeviyesine ve siyâsiyesine ve uhreviyesine pekçok faydası bulunan bu Kur’ân lemeâtlarına ve Kur’ân dellâlı olan Risâle-i Nur’a, değil ilişmek, belki tamamıyla terviç ve neşrine çalışmaları elzemdir ki, geçen dehşetli günahlara keffâret ve gelecek şiddetli belâlara ve anarşîliğe karşı bir set olabilsin.” İşte çare bu. Anarşiyi mi soruyorsunuz? Diz boyu. Belâ ve musibetler mi? İşte görüyorsunuz ülkenin hâlini. Açılımın temel kaynağı budur. Yoksa “rüşvet-i mutlaka ve istibdad-ı mutlaka”dan başka bir çare bulamazsınız. Yani; ya her istediğini vereceksiniz, ya da baskı ve istibdadı devam ettireceksiniz. Kadir Gecesi’nde şahsî ibadetlerimiz ile beraber âlem-i insaniyet, âlem-i İslâm ve ülkemizin maddî ve mânevî dertlerine deva olacak muazzam duâları yapmak gerekiyor. Kırık kalplerimiz ile, nedamet duygularımız ile, gözyaşlarımız ile... Allah’ım! Masum yavrularımız hürmetine, beli bükülmüş ihtiyarlarımız hürmetine, şehitlerimiz, nebîlerimiz, velilerimiz, müceddidlerimiz ve salih insanlarımızın hakkı için, şu gecenin mübarekiyeti adına, bizleri bağışla, merhamet et, kusurlarımızı affet, bizi kendine kul, Habibine hakiki ümmet eyle, gecemizi gündüze, dertlerimizi dermana çevir. Dehşetli bir zamanın garipleriyiz. Bizi muhafaza et Allah’ım! Beytullah’ta, Ravza’da dökülen gözyaşları ve halis duâlar hümetine Ya Rabbi!.. Geceniz ve gecemiz mübarek olsun, fakiri de duâdan eksik etmeyiniz. 15.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Hakan YALMAN |
|
Huzur dolu günler pek yakındır |
Geçtiğimiz Cumartesi günü Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfından (TGTV) yaklaşık kırk kişilik sivil toplum kuruluşu temsilcisi ile Diyarbakır’ı ziyaret ettik. Maksat son dönemde gündeme gelen demokratik açılım ile ilgili doğu insanının ne düşündüğünü anlamak, o topraklardaki iklimi teneffüs etmek ve bu konunun hangi noktasında nasıl katkı sağlanabilir bunu anlamaya çalışmaktı. İlk olarak Vali H. Avni Mutlu’yu ziyaret ettik. Sayın valinin demokrasi ve doğu-batı insanı arasındaki güven duygusuna vurgusu çok önemli idi. Diğer önemli olan nokta da valinin halkın yanında olduğu bir tablo gözlemlemiş olmamızdı. Mutlu, o yöre insanında bir problem olmadığını, demokratik açılıma tamamen hazır olduğunu ifade etti. Bu ifadeler devlet-millet yakınlaşmasında katedilen mesafenin ne kadar ümit verici olduğunu da ortaya koyuyordu. Sonraki durağımız belediye başkanı Osman Baydemir idi. Her birimize bir adet gül hediye ederek karşıladı. Bu bana çözümün nur-u Muhammedî (asm) hakikatinde buluşmak olduğuna dair bir işaret olarak yansıdı. Vurgu yaptığı nokta çok önemli idi. Dedi ki: ‘Şu âlemde anne ve babanın evlâdına olan sevgi ve muhabbetinden daha büyük bir gerçek olduğunu düşünmüyorum. Yirmi beş yıldır süren bu olaylar pek çok anne ve babanın yüreğini yaraladı. Ben de genel başkanıma aynen katılıyorum, her askere atılan kurşun bana atılmış gibi yaralıyor. Her iki taraftan öldürülen gençlerin içinde bulundukları duruma son vermek için bize ne düşerse yapmaya hazırız. Bütün ziyaretlerimizde heyetle birlikte olan ve hava alanına kadar bizleri uğurlayan AKP Diyarbakır milletvekili Abdurrahman Kurt da “Bu bölge olaylarının çözümü için Peygamberimizin (asm) ‘Kendi nefsi için istediğini kardeşi için istemeyen bizden değildir’ düsturunu doğu ve batı insanları olarak rehber edinmeliyiz. Bu meselenin barış yoluyla çözümü çok önemli. Bu noktadan sonrasına mutlaka devam etmeliyiz. Ne yapıp edip bu çıkılan yolun sonuna kadar devam etmeliyiz.” Diyarbakır MÜSİAD başkanı Vahdettin Bahadır, olayların çözümü ile ilgili âyet ve hadisleri ortaya koydu. Kürt milleti ve onların dillerini bir âyet olarak ortaya koyması ve yöre insanının haklarının korunmasının Allah’ın âyetlerine sahip çıkmak çerçevesinde ele alınması teklifi çok ilginçti. Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki sivil toplum kuruluşlarının istekleri de yeni ve demokratik bir anayasa, ana dilde eğitim, ekonomik şartların iyileştirilmesi, iki taraflı silâhların susturulması şeklinde özetlenebilirdi. Gerek sivil toplum kuruluşlarının gerekse halkın genel manzarasının bizde oluşturduğu intiba, yöre insanının demokratik, kavgasız, huzur ortamı içinde bir çözüm için zihnen tam hazır oldukları idi. ‘Siz Türkler bizi cephede ve camide yanınızda görmek istiyorsunuz. Onun dışında bize çok uzaksınız’ serzenişi, biraz daha yakınlaşmak, birbirini anlamak ve kardeşlik duygularını pekiştirmek arayışının bir ifadesi olmalıydı. Tam da bayram arifesinde, olayın barış içinde ve insânî diyaloglarla çözümü için önemli bir hava yakalanmıştır. En önemli ihtiyaç, her iki yöre insanının birbirini anlaması ve diyalogların artırılmasıdır. Bu kucaklaşma terör mihraklarının hareket zeminini ortadan kaldıracaktır. Aslında buna her yörenin insanları zihnen ve ruhen hazırdır. Benliklerin devreden çıkıp adalet duygusunun ön plana çıkarıldığı, etnik özelliklerle hissedilen farklılık yerine insânî değerlerin ortak bir değer olarak vurgulanıp birlik zemini oluşturduğu bir Türkiye’de huzur dolu, kansız, medeniyet yolunda şahlanmış olduğumuz günler pek yakındır. Bundan sonra, ayrılıkların yerine tevhid duygusunun kalplerde hâkimiyeti ile birbirimizi dinlediğimiz, anlamaya çalıştığımız ve huzura odaklanmakla silâhları kaldırdığımız günlere odaklanmamız gerekiyor. Bu, huzur için en önemli fiilî duâmız olacaktır. Bu duânın yaygınlaştığı ve samimiyeti ölçüsünde, Âlemlerin Rabbi, memleketimizi huzur dolu, medeniyette yükselmiş ve farklılıkları ile mükemmel bir ahenk oluşturmuş muhteşem bir varlık melodisine dönüştürecektir. Bu mübarek ve duâların kabul ihtimalinin çok yükseldiği günlerde çok arzuladığımız bu tablonun gerçekleşmesi için hem kalben, hem de fiilen çok duâ edelim. Aydınlık, barış ve huzur dolu günler pek yakındır. 15.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Nurullah AKAY |
|
Kişinin kendisi gibi olması |
İnsanın çözmeye çalıştığı problemlerinden bir tanesi de, “kendisi olmak veya başkasına benzemek” meselesidir diye düşündüm, karanlıklarda aydınlıklar aradığım bir gecede. Ortalığa sessizliğin hâkim olduğu, insanlardan kaynaklanan gürültünün istirahata çekildiği bir gecede, sakin bir kafayla zamanı düşüncelerime ayırmak istemiştim. Çünkü düşüncelerimi kendine çekecek, yanlış istikametlere beni sürükleyecek fani çağrışımlardan biraz uzaklaşmaya başlamıştım. Sıkça ifade ettiğim gibi, bu bir nevî arayıştı. Sessizlikteki arayışların daha doğru cihetlere götürdüğünü düşündüğüm için, sükûnet anlarını değerlendirmeye çalışmak istedim, zaman zaman olduğu gibi... İşte bana sessizlik ve sükûnet zeminini hazırlayan bir gecede yazıyorum bu satırları. Biraz düşünce tünelinde seyahat etme ihtiyacını his-settim. Böyle bir yola çıkınca anladım ki, insanoğlunu doğru çizgilerinden ayıran durumlardan bir tanesi de, başkalarına benzemek veya fani insanlara kendini beğendirmek hevesidir. Birçok hayalî mesele gibi bu özentili durumlar da biz insanları uğraştırmakta, bizleri olduğumuz ve olmamız gereken yerlerimizden çok uzaklara götürmektedir. Sayılamayacak kadar hastalıklarımızdan bir tanesi de, insanın kendisi olmasını istememesi olmalıdır. Görünen maddî bir hastalık değil, ama görünebilecek maddî hastalıkların habercisidir bu mânevî hastalık. Kendimle baş başa kalınca bu problemin çözümü konusunu biraz düşünme ihtiyacı hissetim. Kendimin nerede olduğuna bir bakayım dedim. Kendimde miyim, yoksa benliğimi başka fanilere mi teslim etmeye çalışıyorum? İşte bu sorunun cevabını bulmak için kendi dünyamı teşrih masasına yatırmak istedim. Evet her birimiz sadece kendimize benzeyen bir âlem olarak yaratılmışızdır. Bizi bu dünyaya, hemcinslerimizle hem aynı, hem de ayrı olarak yaratıp gönderen Kâinat Yaratıcısı, aynı olmamız gereken durumlarda aynı, ayrı olmamız gereken durumlarda da hep ayrı olmamızı istemektedir. Çünkü bu tercih biz aciz insanların değildir. Zira biz yaratılış kanununu değiştirme gücüne de sahip değiliz. Bundan dolayıdır ki, Yaratıcı olan Rabbimizin kanunlarına uymak, O’nun bizim için ortaya koymuş olduğu kaidelerle hayatımızı devam ettirmek zorundayız. Aksi takdirde biz, biz olmaktan çıkarız. Başkaları da olamayacağımıza göre bozulmuş, görevini yapmaktan uzaklaşmış âtıl bir makine olmaya mahkûm olacağız. Bu konuyu düşünmeye başlayınca, insanın kendisi olma çabalarının ne kadar değerli bir arayış olduğunu hissetmeye başladım. Anladım ki, insanın kendisi olma çabaları, insanı gerçek insan olmaya götürecek önemli bir başlangıçtır. İnsan, kendisi olunca kendisini tanıyacak, kendini tanıyınca da Yaratıcısını bulacak, ondan sonra da bu dünya hanında neden kısa bir süre misafir olduğunu keşfetmeye başlayacaktır. İşte her insanın böyle bir keşfi gerçekleştirmesi ihtiyacında olduğunu düşünüyorum. Kendisi olmaktan utanan, ama başkası gibi de olamayan ve kendini beğendirmek istediği aciz insanlar tarafından dışlanan insan gibi olmanın ne kadar dayanılmaz bir durum olduğunu anlamaya başladım düşünürken. Başkalarına bu maksatla yöneldiğim zamanlarıma acımaya, o zamanları heder ettiğim için kendime kızmaya başladım. Ne kadar mânâsız hevesler peşinde koştuğumu, ne kadar gülünç durumlara düştüğümü üzülerek hatırladım. Demek, en önemli insânî görevim, insanlara değil, insan ve diğer bütün varlıkların Yaratıcısı olan Allah’a yönelmektir. Çünkü O, beni fanilere yöneleyim, onlara özeneyim, onlara kendimi beğendireyim diye yaratmamıştır. O Büyük Sanatkâr, özene bezene vücuda getirmiş olduğu sanat eserlerinin başkalarına mal edilmesini elbette istemeyecektir. İşte ben bir insan olarak, yaratılan her varlıktan daha mükemmel yaratılmış bir sanat eseriyim. Sanîim kimse O’na yönelmeli ve O’nun bir sanat eseri olmayı büyük bir mazhariyet olarak kabul etmeliyim... Başka saplantılara beni çekecek sapık çağrılara kulak vermemeli, “O razı olduktan sonra, başkası ne derse desin...” diyebilmeliyim. “Her şeyin anahtarı O’nun yanında, her şeyin dizgini O’nun elinde” hakikatını hiçbir zaman unutmamalıyım. Bir insan olarak bundan gafil olmamalı, bunun için de kendim olmaktan kaçmamalıyım. 15.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Kadir Gecesi muhasebesi |
Kandil gecelerinin, özellikle Berat Kandilinin elli, Kadir Gecesinin seksen küsür senelik sevabı kazandırması bu dünyaya ebedî hayat için yatırım yapmaya geldiğimizin birer örneği. Bu büyük kazançlara herşeyden önce o şuuru canlı tutmakla ulaşabiliriz. Evet, kulluk şuurunu canlı tutmak! Bütün mesele bu! Sadece kandil gecelerinde, mübarek günlerde değil, her an, her yerde, her zaman bu şuurla hareket insana çok şey kazandırır. Allah’ın değer verip yeryüzünün tahtına oturttuğu şerefli bir mahlûku olduğumuzu, kim daha güzel işler yapacak diye imitihan edilmek için ölümün de, hayatın da yaratıldığını,1 insanların “İman ettik” demekle bırakılmayacaklarını, bu imtihanda sadakat sahibi olanlarla yalancıların ayırt edileceğini2 düşündüğümüzde Rabbimizin bağışladığı sayısız nimetlere karşı ne kadar şükranda bulunmamız gerektiğini kendi kendimize sorma ihtiyacı duyuyoruz. Allah’ın emirlerini tutma, yasaklarından kaçınmada ne kadar hassasız? Gönderdiği kitaba ve Resûlüne uymada ne kadar gayretliyiz? İslâmın ezelî ve ebedî hakikatlerini muhtaçlara ulaştırmada ne noktadayız? Şu dünya misafirhanesinde ebedî saadet için yatırım yapmaya gelen insanın başarısı ancak misafirhane sahibinin emirlerini tutma, yasaklarından kaçınmasıyla mümkün olduğuna göre bu hususta yüz ağartıcı cevaplar verebilecek durumda olup olmadığımızı sorgularken Fecr Sûresi’nde belirtildiği gibi, “Keşke,” der, “şu ebedi hayatım için bir hazırlık yapmış olsaydım!”3 diyeceksek veya bu hususta eksiklerimiz varsa—ki var—işte Kadir Gecesi bizim için büyük bir fırsat! Allah’a söz verip yolunda olmak için gayret gösterme zamanı. Ölçü Kur’ân’a bütünüyle ayna olan Allah Resûlü (a.s.m.) ve onun yolunda giden, Allah rızasını kazanmış olan Sahabe. Onları örnek ve ölçü alıp o yolda gittiğimiz müddetçe rıza-ı İlâhiyi kazanmamak için hiçbir engel yok. Hayattan maksat da rıza-yı İlâhiyi kazanmak değil midir? Eğer Kadir Gecesi bize yeni şeyler kazandıracaksa kazançlıyız. Eğer Kadir Gecesi tevbe ve istiğfarla daha iyiye, daha güzele, daha mükemmele gitme noktasında bizi gayrete geçirecekse kârdayız. Eğer Kadir Gecesi yeni, farklı, güzel, mükemmel bir hayat çizmemize vesile olacaksa gerçek mutluluğa adım atmışız demektir. Kadir Gecesinin ciddî bir muhasebe ve yeniden dirilişe sebep olması temennisiyle fert, aile, toplum, millet, âlem-i İslâm ve insanlık için hayır ve bereketler getirmesini Cenab-ı Haktan niyaz ediyorum.
Dipnotlar:
1. Mülk Sûresi: 2. 2. Ankebut Sûresi: 2-3. 3. Fecr Sûresi: 24. 15.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Seksen yıllık bir gece: Kadir Gecesi! |
Kur’ân’ın; “Kadir Gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Cebrâil o gece her türlü iş için Rablerinin izniyle inerler. O gece, tan yerinin ağarmasına kadar bir rahmettir.”1 buyurduğu; Peygamber Efendimiz’in (asm), “Allah kadir gecesini ümmetime hediye etmiştir. Ondan önce hiç kimseye vermemiştir.”2 buyurduğu kadri ve kıymeti yüce bir geceye giriyoruz. Bu gece, bütün kâinatın rahmetle kuşatıldığı bir gece. Bu geceyi idrak etmek seksen senelik bir ömre bedel. Kur’ân’ın dünya semasına nazil olduğu Kadir Gecesi, inşallah, bir kez daha rahmete susayan gönüllerimizi ihya edecek. Yaklaşık bir aydır arınan kalbimiz, ibadetlerle Cenab-ı Hakk’a yaklaşan ruhumuz bu gece inşallah arınmışlığın zirvesine yükselecek. Zikrimiz ve fikrimizle, Kur’ân okuyarak, göz yaşlarıyla tevbe ve istiğfar ederek Allah’a sığınacak ve inşallah seksen yıllık bir hayırlı ömürle kazanmaya denk yüksek sevaplar kazanabileceğiz. Ramazan ayında rahmetin, mağfiretin, sevabın, feyzin ve faziletin zirveye ulaştığı bu gece: Kadir ve kıymet gecesi. Biz Allah’ın kadrini bilirsek, bizim de Allah katında kadrimiz ve kıymetimiz olur. “Onlar Allah’ın kadir ve kıymetini hakkıyla bilemediler”3 buyurarak bizi muhakkak ve muhakkak Allah’ı bilmeye ve takdir etmeye çağıran Kur’ân, Allah’ın bizi hadsiz bir şefkatle, sonsuz bir mağfiret ve sınırsız bir rahmetle kucakladığını ve merhamet buyurduğunu birçok ayetinde açık biçimde ilân eder. Bu geceye mahsus bir namaz rivayet edilmiş değildir. Bu, Müslüman için zenginliktir. Müslüman her tarz ve her yol ile Allah’a yaklaşmaya çalışır. Bu gece; bilhassa kazâsı olanlar için başta kazâ namazı olmak üzere namaz kılmak, nâfile namaz kılmak—bazı kitaplarda İslâm büyüklerince anlatılan nafile namaz tarifelerini uygulamakta bir sakınca yoktur—, Kur’ân okumak, Cevşen okumak, Allah’ı çokça zikretmek, tevbe ve istiğfar etmek bu geceyi ihyâ etmemiz için yeterli olan önemli ibâdet biçimleridir. “Kadir Gecesi bin aydan daha hayırlıdır” âyetini tefsîr eden Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, bu gece okunan Kur’ân’ın her bir harfine otuz bin sevap karşılık geldiğini müjdeler.4 Hazret-i Âişe (ra) validemiz anlatıyor: “Yâ Resûlallah! Gecenin Kadir Gecesi olduğunu anlarsam ne diyeyim?” diye sordum. Allah Resûlü (asm) şöyle buyurdu: “Şöyle dersin: “Allahümme inneke afüvvün, tühibbü’l-afve, fa’fü annî.” (Allah’ım, muhakkak Sen Afüvv’sün! Affedicisin. Affetmeyi seversin. Beni affet!)”5 Ebû Hüreyre’nin (ra) bildirdiğine göre, Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurdu: “Kim Kadîr Gecesinde fazîletine inandığı ve sevabını Cenab-ı Hak’tan umduğu için ibâdete kalkar ise, geçmişteki günahları bağışlanır.”6 Mübarek Ramazanın sonuna yaklaştığımız bu günlerde Rabb’imiz tarafından bağışlanmak ve kulluğuna kabul edilmek en büyük gayemiz değil mi? Affa uğramak için uğraşmıyor muyuz? Günahlarımızı serip dökerek Rabb’imizden mağfiret talep etmiyor muyuz? Çünkü O’nun bağışlaması, affı, mağfireti, merhameti bizden razı olduğunun alâmetidir. Nitekim O’na döndürüleceğiz! Nitekim O’na gidiyoruz! Öyleyse, bu gece O’nun kelâmını daha fazla okuyarak günahlarımıza şefaatçi yapalım. Ne dersiniz? Bu gece, O’na daha bir içten ve göz yaşları ile iltica edelim, O’na sığınalım. Affını ve mağfiretini isteyelim. Cehennemden kurtulmamızı dileyelim. Allah’ın rızasını talep edelim.
Kadir Gecenizi tebrik ederim.
1- Kadir Sûresi, 97/3,4,5, 2- Câmiü’s-Sağîr, 2/1040 3- Hac Sûresi, 22/72, 4- Sözler, s. 312 5- Riyâzü’s-Sâlihîn, 1192, 6- Riyâzü’s-Sâlihîn, 1186 15.09.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Toprağa gömülen servet |
Bazı kimseler, Turgut Özal'ın 1984–93 yılları arasındaki politikalarına hayranlıkla bakar. O dönemin uygulamalarından sitayişle söz eder. Bu gibi kimseler, bugün itibariyle 12 Eylül Darbesini ile anayasasını eleştirse de, darbecibaşı Kenan Paşaya en ağır tenkitleri yöneltse de, sıra aynı silsilenin devamı ve takipçisi olan Özal'a geldi mi, hemen tavır değiştiriyor ve ona toz kondurmamak için bin dereden su getirmeye uğraşıyor. Ne yapalım, biz de bu insanlarımızı kırmamak için, yirmi beş senedir yutkunarak bazı şeyleri sineye çektik. Yıllardır rahatça konuşup yazamadıklarımızı tarihe bırakmayı tercih ettik. Tarihin dile gelmesini bekledik. Nihayet, tarih konuşmaya ve bazı gerçekleri gün yüzüne çıkarmaya başladı. Pazar günkü (13 Eylül) Zaman gazetesinin ekonomi sayfasında yer alan bir haberin başlağında aynen şu ifade kullanılıyor: "18 milyon dolar toprağa gömüldü." Bugünkü değeri 27 milyon TL olup, yaklaşık 54 sağlık ocağının maliyetine denk gelen bu para, meğerse İzmit–Haramidere arasında yapılan 128 kilometrelik petrol boru hattı inşaatı için ödenmiş... Hem de ne zaman biliyor musunuz? Tam da Özal'ın devr–i iktidarının en kuvvetli olduğu zaman. İşte size aynı haberde yer alan belirgin ifadeler: "1985'te inşaatı ihale edilen hat, gecikmeli olarak 1989'da tamamlandı. Petrol taşımacılığı için planlanan hat, işletmeye alınmadığı için çürümeye terk edildi." Evet, maalesef bu hat bugün hiçbir işlev görmüyor. Boşu boşuna yapılmış oldu. Tıpkı, aynı Özal tarafından "teröre çare" olsun diye, Doğu ve Güneydoğu illeri için verilen trilyonlarca "çiftlik kredisi"nin âkıbeti gibi. Boşa gitmeyen kısımını da ilâve edelim: Ne yazık ki, hayalî çiftlik kredisi alan vatandaşların çoğu, aldıklarının belli bir yüzdesini terör örgütü adına haraç toplayan kimselere vermek durumunda kaldı. Terörü önlemek adına, o dönemde federasyondan da söz eden yine Özal idi ki, onun bu açılımı da maalesef terör örgütüne ve arkasındaki karanlık güçlere moral ve ümit bahşetti. Bir değerli profesörümüz de, vaktiyle 45 sayfalık bir "Kürt raporu"nu götürüp Özal'a verdiğini, raporda ayrıca Said Nursî'nin önerisine de temas ettiğini yazdı, bir gazetede. Kesin ve net olarak ifade edelim ki: Sonradan kitaplaşan o raporda Said Nursî'nin fikir ve tekliflerine tamamen ters düşen yorum ve yaklaşımlar olduğu gibi, Özal'ın kendisi de Nursî'nin fikirlerine zerrece değer verip de üzerinde durduğuna, yahut kaale aldığına ihtimal dahi vermiyoruz. Yakın geçmişte yaşananları, tarihin terazisinde tartmaya devam etmek arzusundayız.
Tarihin yorumu 15 Eylül 1961
454 kişinin cezalandırılmasına!
Eylül ayının ortası, hürriyet ve demokrasi tarahimiz açısından "şeytan taşlama" günleridir. Bu taşlama işi, Mina'da olduğu gibi Türkiye'de de peşpeşe üç gün boyunca devam eder: 15, 16 ve 17 Eylül günleri. 1) 1961 yılının 15 Eylül'ünde, Yassıada Mahkemesinde 11 aydır yargılanan Demokrat Parti mensupları hakkında nihaî karar verildi. Bu karara göre, en az 454 mazlûm çeşitli cezalara çarptırıldı. 2) Millî Birlik Komitesi (MBK), haklarında idam kararı verilen 15 DP'liden üç güzide devlet adamı hakkında kararı onayladı. 16 Eylül günü Maliye Bakanı Polatkan ile Dışişleri Bakanı Zorlu idam edildi. 3) Ağır hakaret ve işkenceler altında sıhhati bozulan Başbakan Adnan Menderes ise, 17 Eylül sabahı İmralı Adasında darağacına çekildi.
16 aylık işkenceli zulüm
27 Mayıs (1960) gecesi Demokrat Parti iktidarına son veren darbeciler, DP'li yüzlerce mazlûmu 10 Haziran'dan itibaren Yassıada'ya sevk etmeye başladılar. Aralarında Başbakan, Cumhurbaşkanı ve eski Genelkurmay Başkanının da bulunduğu yaklaşık 600 kişi adaya toplandıktan sonra, 14 Ekim 1960 günü duruşmalara geçildi. Tamamı uyduruk 18 ayrı dâvâ dosyasının görüşüldüğü duruşmalar 11 ay bir gün sürdükten sonra, nihayet 15 Eylül 1961'de dâvâ karara bağlandı ve maznunlar hakkında verilen hüküm tebliğ edildi. Buna göre, 15 kişinin idam, 31 kişinin müebbed hapis ve 408 kişinin de çeşitli cezalara çarptırılmasına karar verilmiş oldu. (Gariptir, cezaların şiddet derecesi, DP yönetim kademesi ile kabine üyelerinin etkinlik durumuna göre ayarlandı. Yani, kişi ne kadar Demokrat ise, cezası da ona göre ağırlaştırıldı.) Ceza verilenlerin yekûnu, 454 kişi. Yekûn hakkında, değişik kaynaklarda değişik rakamlar olmakla birlikte, asgarisi bu kadardır. Mahkeme kararını görüşen MBK, sadece üç kişinin idam kararını tasdik etti, diğerlerini ise müebbed hapse çevirdi. Bu arada, Yassıada'da 16 aydır devam eden zulüm ve hakaretli işkencelere tahammül edemeyerek vefât eden 6–7 DP'li şahsiyet var. Bunların arasında Dr. Lütfi Kırdar (Sağlık Bakanı), Gazi Yiğitbaşı (Afyon milletvekili), Nuri Yamut ve Kenan Yılmaz gibi tanınmış isimleri saymak mümkün. Bunları ve 30 Mayıs (1960) günü işkenceyle katledilen İçişleri Bakanı Namık Gedik'i de dahil ettiğimizde, DP'li demokrasi şehitlerinin yekûnu 11'i buluyor. Ayrıca, Yassıada'da gördüğü ağır işkenceler sebebiyle hastalanan birçok mazlûm şahsiyetin olduğunu da unutmamak gerekir. Evet, 1960–61 yıllarının Yassıada'sı, işte böyle cehennemî bir yer idi. O zaman orada hemen her gün zulüm ve ölüm kokardı. O günlerin şiddetli kasavetini, orada aynı cehennemî haleti iliklerine kadar yaşayan Şair Faruk Nafiz Çamlıbel, "Zindan Duvarları" isimli eserinde şu dörtlükle tasvir eder:
Gün doğar, sohbetimiz yalnız ölümdür adada Gün batar, uykuda rüyâmız ölümdür yalnız… Dersiniz, böyle cehennem mi olur dünyada? Çok değil, bir gecelik bizde misafir kalınız! 15.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Rabbini bulan Altan’a gecikmiş bir sitem… |
30 Ağustos 2009 tarihinde, “Benim Allah’ım” başlıklı bir yazı yazan Ahmet Altan, çocukluğundaki Ramazanın psiko-sosyal özellik ve güzelliklerinden de bahsederek, “Benim Allah’ım herşeyi görür, beni görür ve sever” cümlelerini de ihtiva eden bir yazı yazdı. Ve “Ne garip beni Allah’ın olmadığına dindarlar inandırdı, öyle bir Allah anlattılar ki benim Allah’ıma hiç benzemiyordu, öfkeli, kızgın, gazaplıydı anlattıkları, cezalandırıyordu” deyiverdi… Rabbini bulan Altan, bu aşamada Onu isim ve sıfatlarıyla tanıma safhasına gelmiş bulunuyor. Ve şu hususun tasdikini vicdanından da alabilir: Allah’ın olmadığına dindarlar değil; kendisi gibi Allah’ı yarım tanıyan (dindarlar demiyoruz, dindar adam, gerçek bir imana sahip olandır ve Allah’ı tüm isim ve sıfatlarıyla tanıyandır) veya hiç inanmayanlar inandırdı! Şu halde sayın Altan önce kendisini, sonra ebeveynini, bilhassa babasını, sonra çevresini, sonra içinde bulunduğu zihniyeti suçlamalı! Yoksa inananları değil! Çünkü, yarım-yamalak inananlar da kendisinin hiç maruz kalmadığ “inançsızlık bombardımana” hedef olmuş. Allah demek yasaklanmış resmen. Düşününüz: 1925’lerde başlayan ilke ve inkılâplar, dini öylesine soyutlama, dindarı öylesine sindirme politikasına maruz bırakıldı ki, gazetelerdeki pehlivan dizilerindeki “Allah Allah pehlivanlar çıktı meydana, hepsi biribirinden merdane…” tekerlemelerindeki “Allah” lafızları bile yasaklanmıştı. Din, iman diyen, Kur’an okuyan, Kur’ân’ı anlamak için üç kişi yan yana gelse karakollara çekiliyor, sopalanıyordu. Dini anlatanlar mahkemelere veriliyor ve akla hayali gelmeyen işkencelere maruz bırakılıyordu. Dolayısıyla dindar dediği kişilere de Allah’ı tanıma fırsatı verilmedi. Ama, onlar bir şekilde yine yarım-yamalak inanmaya çalıştı. Bediüzzaman Said Nursî, sonsuz sevgi, şefkat, merhamet sahibi olan Allah’ın varlığını birliğini ispat eder. Ayrıca, zalimleri cezalandıracak sonsuz Kahhar gibi sıfatlara da sahip olduğunu gösterir. Bir kısım cahiller, sadece “Kahhar, cezalandıran” isimlerini nazara vermişse, diğer isim ve sıfatlarını da sayın Altan öğrenebilirdi. Başta Allah’ın varlığı-birliği olmak üzere iman, İslam esaslarını ispat eder Said Nursî ve eserleri Risale-i Nur ile Türkiye çalkandı Onlarca yl boyunca. Hâlâ da gündemin ilk sıralarındadır. Kendileri de basınının içinde. Merak edip “Ne diyor bu Said Nursî ve talebeleri ki, 2500’ü aşkın mahkemeye verildiler ve her seferinde de berat ettiler?” merak edip öğrenmeliydi. Dünya’da, Kur’ân’dan sonra en çok satılan eser Risale-i Nur. Merak edip ne diyor, diye anlamalı gerekmez miydi? Hâlâ geç kalmış sayılmaz… Hepimize akıl verildiğine göre, acaba kainatın Sahibini nasıl tanıyoruz, ne kadar tanıyoruz? Veya nasıl tanımalıyız? Kur’ân-ı Kerimin tarif ettiği, Peygamberimizin (asm) tanıttığı şekilde mi; yoksa zihnimizde oluşan veya değişik kültürlerin imajlarıyla mı? Allah kimdir; nasıl bir varlıktır? Hangi isim ve sıfatlar sahibidir? Sıfatlarının mahiyeti nedir? Allah Kendisini bize nasıl tanıtmakta, hangi isimlerle onu çağırmamızı emretmektedir? Elbette tanımaktan tanımaya, bilmekten bilmeye fark vardır. İlkokulda iken matematik biliriz, ortaokulda da biliriz, lise de biliriz. Üniversitede, matematik fakültesinde okuyan da bilir, orada asistan olan da, doçent bilir, profesör de bilir. Ve Einstein veya matematik dahileri de bilir. İşte, bunlar bilmenin dereceleridir. Yine, bir ilim adamını, bir mobilya ustasını, bir idâreciyi çeşitli cepheleriyle tanırız. Biz Mimar Sinan’ı tanırız, ama, bir de onun hakkında uzman olan mimarlar, sanat tarihçileri de tanır. Bir müzeyi veya kitap fuarını gezen okuma yazma bilmeyen birisi ile, bir ilköğretim öğrencisi, lise-üniversite talebesi ve ilim fikir adamının aldığı lezzet, duyduğu sevinç, hissettiği duygular farklı farklı ve her birisinin derecesine göredir. Ömründe fil görmemiş Hintliler merakla ahıra koşup tanımak istemişler. Ne var ki, ahır pek karanlıkmış. Kimse bir şey göremediğinden, el yordamıyla onu tanımaya çalışıyorlardı. Herkes dokunduğu yere göre onu tanımlıyordu: Hortumunu tutan, “Fil bir borudur,” kulağına dokunan, “Fil bir yelpazedir,” ayağını yoklayan, “Fil bir sütündür,” sırtını sıvazlayan, “Fil taht gibidir” diyordu. Herkes, dokunduğu yere göre onu tarif etti. Elbette, bunların hiçbirisi değildi. Fil bambaşka bir mahlûktu ve o ancak, aydınlıkta görülebilirdi. Şu kâinat müzesinde ve insan kitabında tecelli eden, yansıyan, görünen binbir isim ve sıfatlarıyla bilgimiz, araştırmamız, incelememiz nispetinde tanırız. Allah herşeyi görür ve sonsuz sevgi sahibidir. Ve Allah, Adildir. Zalimleri ve haksızları cezalandırır. Dolayısıyla Kahhardır. İşte, sayın Altan ve gibileri, Allah’ın isim ve sıfatlarını tam olarak bilemediklerinden karıştırıyorlar… 15.09.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Türkiye'nin Ortadoğu'daki arabuluculuğunu kim istemiyor? |
Türkiye son iki yıldır Ortadoğu’da arabuluculuk rolünü üstlenmek için çaba gösteriyor. İsrail-Filistin, İsrail-Suriye, Hamas-El-Fetih ve son olarak da Lübnan’daki siyasî gruplar arasındaki arabuluculuk çabaları, ülkemizin bölgedeki anlaşmazlıklarda daha etkin bir rol almak isteğini ortaya koyuyor. Özellikle Suriye’nin talebiyle Suriye-İsrail dolaylı görüşmelerinde arabuluculuk yapıyordu Türkiye. Nitekim Suriye Devlet Başkanı Esad, Türkiye’nin bu görüşmelerde güvenilir bir arabulucu olduğunu ve bu misyonunu desteklediklerini açıkça belirtti. Ancak Amerika ve İsrail’in Türkiye’nin Ortadoğu’daki arabuluculuğuna sıcak bakmıyor. Obama’nın bu konuda ağırlığı Mısır’dan yana koyduğu, İsrail’in de tercihinin Mısır’ın arabuluculuğu olduğu biliniyor. Gazze saldırıları sonrasında, Türkiye’nin oynadığı çok önemli role rağmen, sınırlarını açmayarak Gazze’deki insanlık dramına katkıda bulunan Mısır’ın Amerika’dan övgü alması da bunun bir göstergesiydi. Washington’da Obama ile Mübarek arasında yapılan görüşmelerde de aynı vurgu yapıldı. Nitekim İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, önümüzdeki Pazar günü Obama’nın Ortadoğu özel temsilcisi ile yapacağı görüşme öncesinde Mısır’a giderek Hüsnü Mübarek ile iftar yemeğinde buluştu. Hamas ile El-Fetih arasındaki uzlaşma görüşmelerinde de başrolde yine Mısır var. Nitekim El-Fetih yetkilileri Mısır’ın 2010 yılı Ocak ayında yapılacak seçimlerin ertelenmesi önerisini kabul ettiklerini açıkladılar. Zira iki taraf arasında bir uzlaşma sağlanmadan yapılacak seçimler yalnızca bölünmüşlüğü artıracaktı. Peki neden? Neden Türkiye’nin arabuluculuğu istenmiyor? Daha doğrusu neden Amerika ile İsrail, Ortadoğu’da Türkiye’nin arabuluculuğunu istemiyorlar? Bazı uzmanlar bunu Başbakan Erdoğan’ın Davos restine bağlıyor. İsrail’in Gazze saldırılarının Türk hükümetince şiddetle ve ağır sözlerle eleştirilmesinin de bu konuda etkili olduğu ileri sürülüyor. Ayrıca ABD ve İsrail’de Türkiye’nin Hamas’tan yana bir tutum sergilediği kanaati var. Halbuki İsrail, daha ılımlı gördüğü el-Fetih ile muhatap olmak istiyor. Aslında bu karşı çıkışların ardında bu gerekçelerden daha önemli bir gerekçe yatıyor: Ortadoğu’da inisiyatifin Türkiye’ye kaptırılmasının, ortak geçmiş ve ortak bağlar nedeniyle Ortadoğu ülkelerini Türkiye ile daha çok yakınlaştıracağı endişesi. Şimdiye kadar Batılı ülkelere dayanan ve kendi halklarını baskı altında sürdürerek dikta rejimlerini sürdüren Ortadoğu ülkeleri yapısı Amerika ve İsrail’i memnun ediyor. İstedikleri zaman kendi ülkelerinde zaten bıçak sırtında olan bu liderleri istedikleri gibi yönlendirip, birbirleriyle yakınlaşmalarını engelleyebiliyorlar. Türkiye’nin güçlü bir aktör olarak devreye girmesi işte bu statükoyu bozabilir. Ortadoğu halklarının tarihî bağlar sebebiyle zaten sevdiği, Davos çıkışının sempatiyi daha da arttırdığı bir ülkenin arabuluculuğu, özellikle İsrail’in arzulayacağı bir gelişme olmaz. Umarız hükümet, tüm engellemelere rağmen bu konudaki ısrarını sürdürür. Ve umarız bu politikanın kurucusu ve yürütücüsü Davutoğlu’na statükoyu muhafaza politikasına alışmış kendi bürokratları engel olmaz. 15.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
Diyemediklerimiz |
“Çarşamba’yı sel aldı, bir yar sevdim el aldı” diye başlıyordu türkü. Acılarla yoğrulmuş coğrafyamızın dertleri biter mi? Selin aldıkları elin aldıklarından daha mı az acı vermekte? Ülkemin her yanından ahlar yükselmekte. Bu mübarek Ramazan günlerinde onlarca cana mal olan, yürekleri yakan bu seller, bu tufan, bu celâlet neyin nesi acaba? Şimdi “Bu seller ilâhi ikazdır” diye başlayan yorumlar yapmak vardı ya! Umumî belâların ekseriyetin hatasından doğduğunu söyleyebilmek gerekirdi ya! Bizim gibi memleketlerde, böyle felâketlere karşı ‘İlâhî ikaz’ yorumunu yapabilmek sadece Papaya özgüdür. Müslüman Türkiye’de umumî afetlerle ve krizlerle ilgili İlâhî yorumlar yapmak suç sayıldığı için seküler kafaların bilimsel yorumlarıyla yetineceğiz. Aslında diyemediklerimiz o kadar fazla ki… Dilimizin ucuna kadar gelen, ama boğazımızda düğümlenenler, bir türlü kelimelere dökülemeyenler, diyemediklerimiz... Bu sel, Türk insanından alınan özgür düşünme hakkının da boyutlarını göstermekte ya da özgürce düşündüğümüzü özgürce ifade edemediğimiz bir ülkede yaşadığımızı bildirmekte ya da ondan çalınan maneviyatının onu nasıl hayvanileştirdiğini bağırmakta, hayatta en hakiki mürşitin aydınlatabilme sınırlarını haykırmakta ya da kabullenmek istemediğimiz iflas etmiş ruhumuzu, bitmiş maneviyatımızı gözümüze sokmakta ya da azgınlığımızı ifşa etmekte ya da hırsızlığımızı, hırsımızı, mala düşkünlüğümüzü, makamperestliğimizi ilân etmekte ya da kinciliğimizi, bencilliğimizi, adam sendeciliğimizi ispat etmekte ya da insana ver(me)diğimiz değeri ortaya koymakta ya da varlık gayemizden nasıl fersah fersah uzaklaştığımızı bağırmakta ya da … Görülen o ki, 19. yüzyılın hakim ideolojileri, Cemil Meriç’in idrakimize giydirilen deli gömlekleri dediği ‘izm’leri tüm hayatımızı ve benliğimizi kuşatmıştır. Geçen asırda iki dünya savaşı ile milyonlarca insan hayatını kaybetmiştir; ancak “izm”lerin etkisindeki insanlık, bundan daha yıkıcı bir şekilde varlık gayesinden uzaklaşarak ebedi hayatını yitirme tehlikesiyle yüzyüze kalmıştır. Başınıza ne gelirse gelsin, ne kaybederseniz kaybedin, ne kadar acı çekerseniz çekin; gizli bir el, adını diyemediğim gizli bir ‘şey’, olayların ilahi boyutlarını yorumlamaktan, işin hikmet boyutunu düşünmekten, Allah’a yakınlaşmaktan alıkoyuyor. Bu modernizm midir, sekülerizm midir? Nedir? Diyemiyorum… Meteoroloji yetkilileri günler öncesinden uyarıyor. “Yoğun yağışlar sele dönüşebilir, metrekareye şu kadar kg. yağış düşmesi bekleniyor. Tedbirinizi alın, dere yataklarından uzaklaşın, yola çıkmayın, şunu yapın bunu yapın, hazırlanın…” İnsanlar tedirgin bir halde hazırlık yapıyorlar. Malımızı, canımızı korumak için giriştiğimiz bunca çaba, aldığımız bunca tedbir elbette ki aklın gereğidir ve mütevekkil bir müminin de yapması gerekenlerdendir de insanlık tarihi boyunca sürekli tekrarlanan İlâhî ikazı, Kur’ânî çağrıyı duymazdan gelmek neyin nesidir? “Hazırlanınız, daimi bir memlekete gideceksiniz… Öyle bir memleket ki bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmündedir.” Bu zindan hükmündeki, cefasının sefasından çok olduğu, bir kere güldürürse bin kere ağlatan bu memleket için yaptıklarımıza bakılırsa… Bu fani âlem için her türlü fenalığı yapmaktan çekinmiyoruz. Çalıyoruz, çırpıyoruz, tahrip ediyoruz, öldürüyoruz, derelerden-denizlerden çalıyoruz, ormanları yok ediyoruz, emanete ihanet ediyoruz. Sonra tabiatın intikamından söz ediyoruz. Maddeciliğin huzursuz ettiği insana yaradılış gayesini hatırlatan, insanı Rabbinin sonsuz merhamet, şefkat ve keremiyle tanıştıran, varlığının emanet olduğunu, sürekli bir imtihanla karşı karşıya olduğumuzu bildiren, yaratıcı-kul ilişkisini sürekli canlı tutan bir sese, bir ele böyle zamanlarda daha fazla ihtiyacımız var. Bunu diyebiliyor muyuz? Şimdi; Bazı zamanlarda bazı yerlerde/İnanırım derde derman derler de/Çünkü hayır varmış bazı şerlerde/Sabreyle, şükreyle, duâ et diyen şair gibi sabrı ve duayı tavsiye etmekten, böyle şerlerin hayra dönüşeceğini ummaktan başka ne yapabiliriz, ne diyebiliriz ki? Tüm İslâm âleminin Kadir Gecesini tebrik eder, böyle umumî belâları celbeden hatalardan uzaklaşmayı, felâketler karşısında da Kur’ânî bir yaklaşımla “elhamdülillahi âlâ küllî hâl” dedirtecek toplumsal tasavvuru ve tevekkülü ihsan etmesini Rabbimizden niyaz ederim. 15.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Yurtta sulh, cihanda patriot! |
Türkiye’nin Amerika’dan yaklaşık 12 milyar liralık patriot füzesi alacağı yönündeki haberler heyecana, daha doğrusu tepkilere sebep oldu. Ankara her ne kadar bu haberleri doğrulamıyorsa da, ateş olmayan yerden dumanların yükselmeyeceğinin farkında olmak lâzım. Silâhlanmaya harcanacak olan paranın çok iyi hesap edilmesi gerektiği ortada. Elbette belli ölçülerde silâha da yatırım yapmak gerekir, ama bunu yaparken Türkiye ve dünya şartlarını iyi tahlil etmek, ihtiyaçları ve öncelikleri iyi hesaplamak gerekir. Elbette konunun uzmanı değiliz, ama uzmanların açıklamalarını dinleyince, bugünkü şartlarda Türkiye’nin böyle bir harcamaya hiç mi hiç ihtiyacı olmadığı ortaya çıkıyor. Türkiye’nin menfaati, başta komşuları olmak üzere bütün ülkelerle barış içinde yaşamaktan geçiyor. Nitekim son yıllarda atılan adımlarla şimdiye kadar ‘düşman’ bellenen ülkelerle iyi ilişkiler kurmuş durumdayız. Suriye, İran, Irak ve Yunanistan oldum olası ‘düşman ülkeler’ olarak tanıtıldı ve bu bilgiler ders kitaplarına dahi girdi. Alınacağı iddia edilen patriot füzelerinin de İran’a karşı kullanılacağı, daha doğrusu İran’ın muhtemel bir füze saldırısına karşı kendimizi koruyacağımız söyleniyor. Dışişleri Bakanımızın ‘komşularımızla sıfır problem’ için ülke ülke gezdiği bu günlerde, bu haberlerin medyada yer alması tesadüf müdür? Bir yandan sulh için gayret gösterirken, öte yandan milyar dolarlık silah yatırımı neyin nesi olur? Bugünkü şartlarda bu miktarda bir silâh yatırımını yapmayı düşünen varsa bir an önce bu sevdasından vaz geçmelidir. Türkiye’nin silâhlanmaya harcadığı miktar zaten fazla. Gündeme gelen bu yatırım işin tuzu-biberi olur. Bir yandan ekonomik krizle mücadele ederken, memura ve emekliye ‘bir puan daha az zam’ yapmanın hesabı yapılırken bunca paranın silâhlara karışmasına müsaade edilmemelidir. Bu demek değildir ki silâha hiç para verilmesin. Elbette belli ölçülerde silâha da yatarım yapılmalıdır. Fakat bunu yaparken kılık kırk yaran bir araştırma ve inceleme yapmak gerekir. Patriot alımıyla ilgili haberleri değerlendiren bir uzman, bu silâhları “pahalı bir oyuncağa’ benzetiyordu. Çünkü yakın dönem için Türkiye’nin komşularından böyle bir ‘füze saldırısı’ gelme ihtimali yok. “Türkiye’ye bu silâhlar lâzım” diyenlerin dayandığı tek ‘bahane’ İran’ın sahip olduğu füzelerin menzillerinin Türkiye’ye kadar ulaştığı yolundaki inançtır. Peki, aynı şeyi İran ya da başka komşu ülkelerimiz düşünmez mi? Onlar bu düşüncelerinde haksız olurken, biz haklı mı oluruz? Hatayı en başta yapıyoruz: Buna göre İran, Irak ve Suriye gibi ülkeler bizim için ‘tehlikeli.’ Her fırsatta komşularıyla savaşmak için can atan, meselâ Filistinlilere karşı her türlü silâhı kullanan, onlara hayat hakkı tanımayan İsrail ise dost! Bu anlayışla hareket etmek Türkiye’ye pahalıya mal oluyor. Meselâ, alınması muhtemel patriotları İsrail’e karşı kullanmak mümkün olur mu? Bu ihtimal hiç kimsenin aklına geliyor mu? Buna en başta silâhları satan Amerika müsaade etmez. Irak’ta komşumuz haline gelen Amerika’ya karşı da kullanamayacağımıza göre geriye kim kalıyor? Üstelik Rusya ve Amerika, kendi aralarında görüşmeler yaparak daha az silahlanmanın hesabını yapıyor. Böyle bir atmosferde Türkiye’nin milyar dolarlarını silâha verme lüksü olmamalı. Resmî makamlarca bugün itibarıyla doğrulanmayan bu silâh satışı gerçekleşirse, Türkiye, bölgesinde ‘en büyük silah alıcı ülke’ konumuna yükselecek. Türkiye’nin menfaati, en büyük silâh alıcı ülke olmakta değil, barış havzası olmaktadır. Türkiye’yi idare edenlerin bu durumun farkında olmasını temenni ederiz. 15.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Leyle-i Kadrin hakikati”ndeki duâ ve dâvâ… |
“ Allah’ın selâmı, rahmet ve bereketi, Kur’ân harfleriyle Leyle-i Kadrin dakikalarının âşirelerinin çarpımının toplamı adedince üzerinize olsun” duasıyla başladığı bir lâhika mektubunda “Bütün ruh-u cânımla mübârek Ramazanınızı tebrik ederim” diyen Bediüzzaman, “Ramazan’ın yüksek mertebesini ve Leyle-i Kadrin hakikatini kazanmanın” önemini belirtir. (Kastamonu Lâhikası., 65) “Ramazan-ı Şerifteki hakikat-i leyle-i Kadir gibi, kudsî ve ulvî hakikatleri, yüz bin elle arama”nın gereğini bildiren Bediüzzaman’ın “Leyle-i Kadre lâyık bir tarzda çalışma”yı, “Leyle-i Kadrin medâr-ı bereket ve sevap ve hasenât olması ve Nur taleleberi hakkında bin aydan hayırlı kılınması” ile birlikte hizmetlerdeki “fütûhat”ı nazara vermesi, “bu hakikati idrâk”in geniş anlamıdır. (Kastamonu Lâhikası, 62, 205; Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 150) Bu “hakikat” içindir ki Leyle-i Kadrin mânâsının okunmasında duâ ve niyâzın yanısıra “Kur’ân’dan başka me’haz (kaynak) ve mercii olmayan Nur Risâleleri”nin mesajına dikkat çeker. İnsanlığın inançsızlıktan, maddeci felsefeden, ahlâkî zafiyetten, sefâhetten türeyen tahribatla duçar olduğu bunalımdan kurtuluş çârelerini beyân eder. “Leyle-i Kadir’de kalbe ihtar edilen bir hakikat” dersinde, dünya hâkimiyeti için yetmiş milyon insanın katledildiği İkinci Dünya Savaşının zulüm ve istibdadıyla ve merhametsiz tahribâtıyla gelen dehşetli vicdan azabıyla yaratılışındaki yüksek istidâdın mâhiyetinin dehşetli yaralanmasıyla içine girdiği arayışa Kur’ânî devaları sunmasının mânâsı budur. (Emirdağ Lâhikası, 216) Aynı derste, Kur’ân tefisiri Risale-i Nur’un, “eski medreselerde beş on seneye mukabil, beş on haftada aynı neticeyi temin ettiğini” izâh edip, iman ve Kur’ân hizmeti tarzını,“iman hakîkatlerinin izâhı olmasına ilâveten hem ilim ve hem ibâdet olan” Risalelerin anlaşılması için “mümkün olduğu kadar her yerde küçücük bir dershâne-i Nuriye açmak lâzımdır” tavsiyesinin de anlamı budur…
DUÂ VE DÂVÂ BİRLİKTELİĞİ… Yine “Leyle-i Kadri tebrik” için yazılan bir mektubunda, “Tahsin’in neşrettiği Tarihçe-i Hayat yirmi büyük mecmua kadar fayda verdi, fütuhat yaptı. Şimdi bir parça ilişmelerine kat’iyen merak etmesin. Nazar-ı dikkati celb ettiği için büyük bir ilânnâme hükmüne geçti” cümlesi, bu hakikatin idrâkinin duâ ve dâvâya hizmetin birlikteliğine dairdir. Devamında, “Ankara’daki hizmetler”in ehemmiyetini belirtip, “Risale-i Nur’un, Kur’ân’ın kırk vech-i i’câzından bir vechi olan nazmını beyan eden İşârâtü’l-İ’câz tefsirinin neşri de size müyesser oldu” tebriği, Leyle-i Kadrin hakikatini idrâk ettiren hizmetin ehemmiyetini ifâde eder. (Emirdağ Lâhikası, 448) Bediüzzaman’ın yine bir “tebrik” mektubunda, “âlem-i İslâmın büyük bayramının arefesi olan ve şimdilik Asya ve Afrika’da inkişafa başlayan ve dört yüz milyon Müslümanı birbirine kardeş ve maddî ve mânevî yardımcı yapan İttihad-ı İslâmın, yeni teşekkül eden İslâmî devletlerde tesise başlamasının ve Kur’ân-ı Hakîmin kudsî kanunlarının o yeni İslâmî devletlerin kanun-u esasîsi olmasından dolayı büyük bayram-ı İslâmiyeyi tebrik” etmesi yine bu mânâ içindir. Keza peşinden “Nur talebelerinin hem dahil, hem hariçte, hem Arapça, hem Türkçe Nurların neşriyatına çalışmalarını ve dindar Demokratların bir kısm-ı mühimmi Nurların serbestiyetine taraftar çıkmalarını bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz” deyip iman ve Kur’ân hizmetin “beşer (insanlık) istikbâlinin bayramı” olarak müjdelemesi, yine aynı mânâya işâret eder. (Emirdağ Lâhikası, 336) Risâle-i Nur’un matbaalarda basılması ve neşrinin bu hakikate hizmet ettiğini belirtip Leyle-i Kadrin hakikatini şefaatçi ederek, “hakikî ve geniş ve umumî sürura” ve bayrama başlangıç ve vesile eylemesini rahmet-i İlâhiyeden niyâzı da bu mânânın ifâdesidir. (Kastamonu Lâhikası, 70; Emirdağ Lahikası, 47, 448)
MÂNÂNIN İDRÂKİ VE İHYASI… Gerçek şu ki istenilen, sadece geceyi ihya ile kalmamak; Kur’ân’ın indirildiği bu mübârek ve şerefli geceyi bütün zamanların Kur’ân’ın mânâ ve mesajının mukaddes ve yüksek hakikatlerini idrâkine ve ihyasına, hayata geçirilmesine başlangıç yapıp çalışmak; dua ile dâvâyı birleştirmektir. İşgalci ve istilâcı zâlimlenin satranç oyunları hükmündeki hegemonya ve çıkar hesapları ve projelerine karşı ferâsetli olmak; “Gerçekten insan çok zâlim ve câhildir” (Ahzâb Sûresi, 72), “Zulmedenlere en küçük bir meyil göstermeyin; yoksa Cehennem ateşi size de dokunur” (Hûd Sûresi, 110) âyetlerinin ikazıyla, hâdiselere bakmak ve değerlendirmektir. Dünyanın bir çok köşesinde, Asya’da, Ortadoğu’da, Önasya’da, Irak’ta, Filistin’de, Afganistan’da, Pâkistan’da, Keşmir’de, Kafkasya’da, Filipinler’de, Afrika’nın birçok mazlum bölgesinde dayatılan kara karabulutlara, gaddarâne zulümlere karşı insanlığın ve mâsum Müslümanların kurtuluşuna duâ ruhu ve dâvâ şuuruyla mukabele etmektir. Menfaati ve hâkimiyeti hesabına, küresel ısınmayla, çevre ve tabiatın tahribiyle zemin yüzünü kirleten, bulaştıran ve bulandıran çıkarcı zâlimlere ve ifsad şebekelerinin sebebiyet verdiği felâketlere yine duâ iksiri ve dâvâ hizmeti ile mücahede etmek; dinî-dünyevî belâ ve musîbetlere, içtimaî çalkantılara, kargaşa, tefrika ve terör fitnesine karşı, duâ ile dâvânın istikrar ve izzetiyle insanlığın selâmetine çalışmaktır. İslâm kardeşliğinin uyanmasıyla Leyle-i Kadir’de topyekûn kâinatı kuşatan rahmet müjdesinin tahakkuku, mübârek Ramazanın ve Leyle-i Kadrin ve peşinden gelen Bayramın tebrik ve tes’idinin hakikatinin idrâki budur… 15.09.2009 E-Posta: [email protected] |