H. İbrahim CAN |
|
Neden Öcalan’ı bekliyoruz? |
Ertuğrul Özkök’ün yazısıyla başlayan İmralı’dan Kürt sorununa çözüm teklifi haberleri yayılmaya devam ediyor. Öcalan inisiyatifi ele almaya çalışıyor. 15 Ağustos’ta açıklayacağını öne sürdüğü çözüm paketiyle, sihirli bir asa ile her şeyin değişeceğini sanıyor. Hatta daha da ileri gidip, “Çözüm gelişmezse ben aradan çekileceğim. 1-1,5 ay sonra süreç farklı bir yöne de çevrilebilir. Sonbahara kadar çok şey değişebilir. Savaş olursa kopuşa gider” diye tehdit de ediyor. Devletin zirvesinden gelen ve devletin tüm kurumlarının çözüm için ilk kez tam bir mutabakat içinde olduğu açıklamasıyla başlayan yeni dönemde, maalesef şu ana kadar somut bir yol haritası ortaya konulamadı. Şartları şöyle bir değerlendirelim: 1- Sorunun mutlaka çözülmesi gerektiğinde herkes müttefik. Olayı yalnızca bir terör sorunu olarak görenler bile, böyle olmadığını ve mutlaka uzlaşmayla bir çözüme ulaşılması gerektiğini kabullenmiş durumda. 2- Barışa giden yolda ilk ve en önemli unsurun PKK’nın silâhsızlandırılması ve af meseleleri olduğu biliniyor. Burada, Ertuğrul Özkök’ün dediği gibi, (Öcalan’ı kastederek) “silâhı o eline aldıysa, şimdi o bıraktırmalıdır” fikrinin yeterli olmadığını, daha önce birkaç kez yazdığımız Obama raporundaki öneriye uygun olarak, ABD’nin ve Kuzey Irak Kürt yönetiminin bu silâhsızlandırmada rol alması ve iki taraf için garantör olması gerektiğini düşünüyoruz. Getirilecek affın ya da MİT Müsteşarı Emre Taner’in deyimiyle “Dağdan İndirme Projesi”nin kademeli olması ve—şehit analarının yüreğini dağlasa da—silâhlı eylemlere karışmış olanların affı ve lider kadronun sürgüne gönderilmesini içermesi gerektiği aşikâr. En çok da halen dağda bulunan lider kadronun buna iknâ edilmesi gerekecek. Halen hapishanede bulunan mahkûmiyetleri kesinleşmiş yüzlerce militanın durumu da af kapsamında ele alınmalıdır. 3- Devlet Kürt vatandaşların sosyo-kültürel haklarını daha rahat kullanmaları yönünde adımlar atmalıdır. Silâhsızlanma ve afla paralel yürüyecek bu adımlara Kürtçe üniversite, Kürtçenin kamusal alanlarda serbestçe kullanımı gibi özgürlük alanını genişletici atılımlar dahil edilmelidir. 4- Sorunun korucular yanı, yani devletin yanında silâhlanmış ve maaş almakta olan, dolayısıyla korucusuz köylerle de bir çok husumet içine girmiş bulunan binlerce korucunun durumu da dikkatlice değerlendirilmelidir. 5- Bölgeye egemen olacak barış havasıyla birlikte, istihdam ağırlıklı yatırımların teşvik edilmesi, devletin şefkatli yüzünün bölge insanına gösterilmesi, iki milyon büyükbaş hayvanın yok olmasına yol açan yayla yasaklarının kaldırılması, hayvancılık ve tarımla birlikte köye dönüşün daha fazla teşvik edilmesi yol haritasında mutlaka yer alması gereken adımlardan olmalıdır. Aslında bütün bunlardan önce devletin muhatabı kim olacak sorusuna cevap bulunması önemlidir. Bu muhatabın doğrudan Öcalan olamayacağı açık. Olmamalıdır da. Ama onun da rıza gösterebileceği bir muhatap ya da muhatapların bir an önce tesbit edilmesi, somut adımların atılması için şarttır. Bu arada bu projenin partilerüstü bir proje olması, muhalefetin de içinde yer alması temennilerinin gerçekleşeceğine, maalesef pek ihtimal vermiyorum. Ama en azından sivil toplum kuruluşlarının bu konuda rol üstlenmesi gerek. Umarız bu konuda ilk adımların atılmasını Öcalan’dan beklemek yerine, sorumluluk sahibi makamlar bir an önce harekete geçerler. Çünkü bu olumlu havanın oluşturulması çok uzun zaman aldı. Yıkılması içinse, maalesef tek bir kötü olay yetebilir. 21.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Umut YAVUZ |
|
Endonezya saldırıları ve radikal dinci terör |
Dünyanın en kalabalık ülkesi Endonezya’da daha önce demokrasinin ne kadar yeni ve genç olduğunu söylemiştik. 235 milyon nüfuslu bu büyük Müslüman ülkesi 8 Temmuz’da seçimleri yapmış ve 11 yıldır devlet başkanlığı görevine devam eden Susilo Bambang Yudhoyno oyların yüzde 58’ini alarak yeniden devlet başkanlığına seçilmişti. Bu seçimlerde öne çıkan tartışmaların “Dinin siyasete alet edilmesi” olduğunu bu sütunlardan duyurmuştuk. Neticede demokratik bir ortamda seçimler yapıldı ve şimdiki devlet başkanı halkın yarısından fazlasının desteğini arkasına alarak görevine devam etme hakkı kazandı. Buraya kadar herşey normaldi ancak daha bu seçimlerin üzerinden 10 gün bile geçmeden Endonezya’nın başşehri Cakarta’da ard arda meydana gelen patlamalarda 9 kişi öldü, onlarca kişi de yaralandı. Patlamalar şehir merkezinde bulunan Ritz-Carlton ve Marriott otellerinde gerçekleştirilmişti. Buna paralel olarak da yine Cakarta’nın kuzeyinde bombalı bir araç infilak ettirildi. Bu olayda da iki kişi öldü. Bütün bu saldırılardan “aşırı dinci militanlar” sorumlu tutuldu. Bizzat Yudhoyno bu saldırının sorumluluğunun “İslâmî Cemaat” adlı örgüt olabileceğini açıkladı. Endonezya’da uluslar arası terör taşeronu El Kaide’nin şubesi olarak çalışan İslâmî Cemaat bundan önceki saldırıların bir çoğunun da sorumlusu olarak biliniyor. Bu örgüt Endonezya’da “radikal dinci” olarak bilinen Nureddin M. Top’a bağlı bir örgüt olarak tanınıyor. Malezya uyruklu Nureddin Muhammed Top Endonezya’nın bu en çok aranan adamı... Yani bir nevi Endonezya’nın Usame bin Laden’i... Bu olayların seçimlerden hemen sonra vuku bulmasının da elbette özel bir anlamı var. Çünkü bir takım mihraklar İslâm ülkelerinde demokrasinin gelişmesi ve yerleşmesini istemiyorlar. Ortalığı karıştırmak için de ellerinden geleni yapıyorlar. İşte bu saldırılarda muhtemelen böyle bir planın ürünü. Zira saldırıların yapıldığı mekânlar göz önüne alınırsa 11 Eylül saldırılarıyla aynı damardan beslendikleri ve aynı mantaliteyle yapıldıkları gayet aşikâr bir şekilde anlaşılıyor. Usame bin Ladin veya Nureddin Top... El Kaide veya İslâmi Cemaat.. Bunlar sadece isimlerden ibaret. Sahnelenen oyun ise aşağı yukarı aynı. Saldırılar düzenle, intihar bombacıları yolla ve İslâm adına buna sahiplen... Sonra da istikrara ve sükunete kavuşmaya ihtiyacı olan bölgelerde kaosa ve karmaşıklığa sebep olup buraları kendi hesabına domine etmeye çalış. Bu isimler ve örgütler ise sadece taşeron. İslâmi bilinci tam gelişmemiş ve hayattan umudu kalmamış bir takım Müslümanları da alet ederek hedeflerine ulaşmaya çalışıyorlar. Bununla mücadele etmenin tek yolu ise İslâmi bilinci geliştirmek ve Müslümanları tuzaklara karşı uyarmaktır. Endonezya’nın da, Türkiye’nin de, Mısır’ın da yapması gereken budur. Başka birşey değil. 21.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
Bize neler olmuş? |
Kürt sorununun neden hemencecik çözülebilemediği, son günlerde Güneydoğu’da ortaya çıkan, insanlık onurunu ve tasavvurlarını ortadan kaldıran görüntülerle daha iyi anlaşıldı. Mevlânâ’nın hoşgörüsünden, Yunus’un sevgisinden dem vuran bu toprakların çocukları, kana susamış katillere dönüşmüş de bizim haberimiz yokmuş. Genelleme yapmasak da, tarih boyunca mertliğiyle anılan askerimizin nasıl böylesine insanlık dışı namertçe işlere bulaştığı sorusunun cevabını, aslında biraz da modern Türkiye’nin inşasında var olan zihinsel yapıda aramak gerekiyor. Çocukluk yıllarımda gazetelere yansıyan PKK’nın köy katliamlarıyla tanıştığım bu sorun, o zamanlar kafalarına kurşun sıkılmış bebeklerin yürekler acısı görüntüsünün dışında beni pek fazla ilgilendirmemişti. Sonra, ilkokulla birlikte başlayan ve lise yıllarında artarak devam eden devletin kutsallığı türküsü, PKK terörüne karşı benliğimizin parçası olmuştu adeta. Okuduğumuz her kitabın temel kurgusuydu devletin kutsallığı. Bu kutsallık için neler yapılamazdı ki… Kurşun da sıkılırdı, kurşun da yenirdi. Türkiye’de kurulu düzenin böyle istediğini, bu düzeni kuranların böyle arzuladığını nereden bilebilirdik ki… Elitlerin kendi toplum algılarında belli ki bizler sadece birer piyonduk. Seçkin büyüklerimiz eğitimsiz köylülerle birlikte aynı düzenin eşit bireyleri olacak değillerdi ya! Onların hedeflediği muasır medeniyetin gayri ahlâkiliğin medeniyeti olduğunu, pozitivizme dayanan bu olgunun dinine sımsıkı bağlı bir şark toplumuna tahammül edemeyeceğini nereden bilebilirdik ki… O zamanlar çocuktuk ya… Bediüzzaman’ın yüz yıl öncesinden başlayan çabalarını, pozitivist seçkinler sınıfının Türkiye’yi götürmek istediği çıkmaz sokakları fark edip canhıraşane uğraşlarını neden sonra bizler öğrendik de, çağdaş Türkiye’nin alicenapları bir türlü öğrenemedi, bir türlü öğrenmek istemedi. Bu cehaletin faturasını da yine masum insanımıza ödetti. Güneydoğu’da bir askerî yetkili emrindekilere emirler yağdırarak infazlar gerçekleştiriyor. Yargısız infaza uğrayanların kimlikleri yok ediliyor. Birileri küçük dağları ben yarattım havasında, kimileri köy basıyor, köy yakıyor, kimileri maktullerini asit kuyularında yok ediyor. Mezalim kokan bu fotoğraftan Türkiye’nin Kürt meselesiyle beraber diğer temel meselelerini neden çözemediği daha iyi anlaşılıyor. Türkiye’nin temel problemi de burada yatıyor. Türkiye, topluma ve kurumlarına hakim olan seçkinlerin oluşturduğu bürokratik vesayeti ortadan kaldıracak, onların kurguladığı ve uyguladığı rejime dur! diyecek toplumsal olgunluğa ve güce bir türlü kavuşamıyor. Türk toplumu buna karşı koyacak ahlâkî disipline ve demokratik olgunluğa da sahip değil. Meselenin ahlâkî yönü çok daha derin problemlere işaret ediyor. Diğer yönü de biraz siyasetin tavrıyla ilgilidir. Peki siyaset bunu istiyor mu? Ahlâken dejenere olmuş bir toplumun siyaset kurgusu da fazla şeffaflığı kabullenemiyor. Bu yüzdendir ki, şeffaflaşmayı, demokrasiyi ve ahlâklı siyaseti dillerinden düşürmeyenler, nedense iktidara geldikten sonra, kendi kendilerine bu yoldaki manevra alanlarını rahatlıkla daraltabiliyorlar. 21.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
‘Tebliğ’ bekleyenler var |
Gençlik üzerine yapılan her araştırmadan dikkat çekici neticeler çıkıyor. Gençlerin ne düşündüğü, hedefleri ve bu hedeflere ulaşmak için ortaya koyacakları çalışmaların bilinmesi için araştırma yapılması gerekiyor. New York ve Bahçeşehir Üniversitelerinin ortaklaşa hazırladığı “Genç Kimlikler_Siyasal, Kültürel ve Sosyal Kimlikleri Bakımından Türkiye Gençliği” başlıklı bir araştırma da bu cümleden önemli sonuçları ortaya koymuş. Yrd. Doç. Dr. Selçuk Şirin’in öncülüğünde yapılan araştırmada ortaya çıkan neticelerden bizce en dikkat çekici olan, gençlerin yarısına yakınının 5 vakit namaz kılıyor olması. (Hürriyet, 20 Temmuz 2009) Tabiî ki bu rakamlar her zaman tartışmalı rakamlardır. Ama aktarılan bilgide bir hata yoksa, gençlerin yarısına yakınının vakit namazlarını kılıyor olması çok sevindirici. Gerçi aynı araştırmaya göre, gençlerin yüzde 54’ü hiç bir zaman Cuma namazına gitmiyormuş. Cuma namazına gitmeyenlerin vakit namazı kılması kolay olmadığına göre bu rakamlarda bir ‘hata’ olması söz konusu. Yoksa, gençlerin yarısına yakını “Cuma namazı kılıyor” demek mi istenmiş? Her ne ise. Bunca tahribata rağmen gençlerin büyük çoğunluğunun Cuma namazı dahi olsa camilere koşması millet ekseriyetini sevindirirken, birilerini de mutlaka üzmüştür. Her yaştan 15 milyon genç ‘yarattığını’ iddia edenlerin ‘listesi’nde her halde gençlerin camilere koşması yoktu. Öyle olsa 18 yıl boyunca, minarelerden yükselmesi gereken “Allah_ü Ekber”ler yasaklanır mıydı? “Sol”un ideologlarından olduğu ifade edilen Zülfü Dicleli de dinin, İslâmın ‘yok sayılması’nın yanlış olduğunu ifade etmiş. “Sol”a seslenen Dicleli, şöyle demiş: “Sol önce dinin gericilik kaynağı olduğu saçmalığınından vazgeçmeli. Bu ülkede halkın yaşadığı bir İslâm kültürü var. Sol, İslâmla temas surmak, barışmak zorunda.” (Taraf, 20 Temmuz 2009) Bu ‘itiraf’ dile getirildiğine göre, “Sol, İslâma düşmanlık yapmıştır” kanaatini izhar etmek her halde itiraz görmez. Solun sergilediği bu tavrın zararı sadece kendisine olmuş olsa belki itiraz etmeye gerek kalmazdı. Ne yazık ki bu tavır, millet ekseriyetine de zarar vermiştir. Türkiye’yi ‘idare eden’lerin büyük bir çoğunluğu uzun zaman bu anlayışa sahip oldukları için faturayı millet ödemiştir. ‘Sol’un İslâmı tanıması, onunla barışması hem ‘solcular’ın, hem de Türkiye’nin menfaatinedir. O halde bunu temin için iki tarafın da samimî adımlar atmasında fayda var. Zaten İslâmî camianın işi, ‘doğru İslâm’ı herkese anlatmak, ulaştırmak ve tanıtmak değil mi? “Sol”dan gelen bu çağırya müsbet cevaplar verilmesini temenni etmek durumundayız. Gerek gençliğin içinde bulunduğu durum ve gerekse ‘sol’un durumu ortada. Her iki cenaha da ulaşmak, onları gerçeklerle buluşturmak şart. Zaten ‘tebliğ’ de bu değil mi? İhmal edilmiş olsa da asıl vazifemizin ‘tebliğ’ olduğunu da unutmayalım... 21.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Özerklik talebi” ve “iftirak projesi” (2) |
Terör örgütünün Kuzey Irak’tan büyük terör eylemleri için sızmaya uğraşıp döşediği mayınlardan şehid cenâzeleri Anadolu’ya gelmeye devam ederken, Kandil’den ve İmralı’dan gelen şantajlarla dolu “teklifler”, meseleyi çıkmaza sokuyor. DTP’nin, bir yandan Öcalan ve Karayılan’ın “mesajı”yla Türkiye haritasının ırklara göre 23 eyâlete ayrılarak ayrı ayrı bayrakları ve parlamentoları olan “Bask modeli” ve “İskoç usûlü”nü önerip, diğer yandan eş başkan Emine Ayna’nın, “Operasyonlar devam ederse daha kanlı bir süreç olacak” tehdidini savurması, çözümü daha da zorlaştırıyor. Bu arada bir taraftan Cumhurbaşkanı Gül’den “randevu talepleri”ne cevap beklediklerini bildiren Diyarbakır Belediye Başkanı Baydemir’in, “Kürt sorunu siyasî bir sorundur, nihaî çözümü de siyasî olacaktır” demesi ve bu “beklenti” ile “çözüme yönelik önerilerinin dikkate alınmasını” istemesi, diğer taraftan daha önce “Türkiye Meclisi”nin ve en son DTP’li belediye başkanlarının “demokratik özerklik projesi” yayınlayıp Türkiye’nin özerk bölgelere bölünmesini istemeleri, doğrusu maddî ve mânevî bütün çabaları boşa çıkarıyor. Ankara’nın yalnız bir bölge için değil, bütün ülke için yerine getirmesi gereken demokrasinin ve özgürlüklerin geliştirilmesinin unsuriyetçi atıflarla bir tek bölge için ortaya atılması, demokratikleşmenin önündeki en büyük engeli teşkil ediyor…
TAHRİKİN DIŞ BOYUTU Belli ki terör örgütü, silâhı ve terörü bırakmayı, dağdan inmeyi “özerkliğin kabulü” şartına ve bütün teröristleri toptan affeden “genel af” şantajına bağlıyor. Bundandır ki “özerklik” paravanında “federasyon”la bölünme ve parçalanma senaryosunun senaristleri ve siyasî aktörleri, Gül’ün daha çok demokratik açılımlar ve özgürlükler çerçevesinde ortaya attığı “tarihî büyük fırsatı” zehirleme peşindeler… DTP’nin baştan beri hâricî güç odaklarına ve küresel ifsada âlet olan, bebekleri, çocukları, mâsum bölge halkını öldüren, binlerce insanımızın katline sebebiyet veren PKK’nın peşine düşmesi, asitmetrik kışkırtmayla Türkiye’nin başına terör ve tefrika belâsını musallat edenlere fırsat verdiriyor. Türkiye’nin 300 milyar dolarını terörle mücadeleye harcamasına, bölgenin kalkınmasına sarfedilecek ekonomik ve sosyal gücün tükenmesine yol açıp, aksi yönde “milliyetçilik” damarını tahriki halka yayma vâhim stratejisi güdülüyor. DTP’nin, bütünüyle dış “mihrakların maşası” olduğu ABD’nin Irak’ı işgaliyle Irak ordusunun ağır ve hafif silâhlarını örgüte bırakmasıyla açığa çıkan ve Bush’un politika gereği “düşman” ilân etmesine kafa tutan Marksist–Leninist bölücü terör örgütünü “Kürtlerin temsilcisi görüp, İmralı ve Kandil’den gelen “tâlimatları” seslendirmesi ve dışarıdan gönderilen “yol haritası”nı önermesi, fitneyi daha da azdırıyor. “İftirak projesi”nin dış boyutu ortada. Başbakan’ın ve Cumhurbaşkanı’nın Beyaz Saray’da defalarca Bush’tan Kuzey Irak kent ve kasabalarında ellerini kollarını sallaya sallaya dolaşan 150 kişilik terörist elebaşıları listesinden bir tekini talep etmemesi ve her defasında güdümündeki kendini korumaktan âciz Irak hükûmetine ve Kuzey Irak aşiret yönetimine havale etmesi hâlâ hâtıralarda… Keza ABD’nin Irak’taki terör örgütüne her türlü silâh, sağlık, mühimmat, eğitim ve malî yardım sağladığı Amerikan Kongresi raporu ve Amerikan savcılarının kararlarıyla sâbit…
“TEFRİKA PLÂNI”NA GÖRE POLİTİKA Son zamanlarda “Irak’ın kuzeyindeki Kürtlerin Türkiye ile birleşme talepleri”nin dile getirilmesinden “Kuzey Irak’ın Türkiye’ye ilhak edilmesinden Erbil, Kerkük ve Musul’un Türkiye verilmesi” senaryoları da, hâriçten bu ateşi alevlendirme amacını taşıyor. Türkiye’nin, zâfiyetinden istifade ile Müslüman komşusu Irak topraklarını ilhakıyla İslâm dünyasını küstürmesi ve Arap âlemini aleyhine sevketmesi bir yana; “federasyon oyunu”na ve iftirak ateşine odun atılıyor… Amaç, Irak’ın kuzeyinde daha şimdiden “Güney Kürdistan” adını verdikleri bir “federasyon” bölgesi oluşturmak, akabinde bunu Türkiye’nin Güneydoğu ve Doğusuyla birleştirip bir konfederasyona dönüştürmek. Devamında da önce “özerk” ardından “bağımsız” kukla “Kuzey Kürdistan devleti”ni kurdurmak… Washington ve Londra’da hazırlanan “yol haritası” bu. Ve ne yazık ki DTP, Türkiye’nin demokrasi ve özgürlüklerdeki noksanlıklarını istimal ve istismar ederek bu “plân”a göre politika yapıyor… Özetle, “bölünme istemiyoruz” deniliyor; ama bölünme ve parçalanmaya zemin hazırlanıyor. Bediüzzaman’ın tespitiyle, tam da bir asır önce ırkçı ayrılıkçıların, “adem-i merkeziyet” paravanında “muhtariyet” perdesinde “meyl-i iftirak marazı”nı tahrikle tefrikayı tahrikleri gibi, “özerklik” maskesiyle “şiddet-i ihtilâf-ı unsuru (ırkların kavga ve geçimsizliğini)” kışkırtma taktiği güdülüyor.. Çözüm, ecnebi himâyesinde bir ırkçılığa dayalı “muhtariyet” ve “özerklik” değil, bütün ülkede “serbesti-i inkişâf”dır; demokratik hak ve özgürlüklerin teminiyle maddî ve mânevî kalkınma özgürlüğüdür. (Eski Said Dönemi Eserleri, 109) 21.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Fatma Nur ZENGİN |
|
Yo no busco, encuentro…* |
Yazılarıma sadece sınav dönemimde ara vereceğimi düşünürken, şimdi neredeyse iki aylık bir ara vermiş olduğumu gördüm. Mısır’daki sıcak günler, yoğun iş ve sınav temposu, toplanma ve kısmen taşınma telâşesi gibi yorucu nedenler, üç haftalık sınav dönemimde neredeyse iki aylık ara vermeme neden oldu. Ama bir şekilde yakalayıp devam etmek gerekiyor. Kahire’de birbirinden yoğun günler geçirirken, sanki benim gidecek olduğumu herkes anlamış ve giderken üzülmememi isterlermiş gibi, elbirliği yapmışçasına birçok Kahireli ve Mısırlı beni çok üzerek hayal kırıklığına uğrattı. Hatta uçağa binerken, “Fırsat olsa da, kaydımı başka ülkeye alsam” diye derin düşüncelere bile daldım. Ama zaman herşeye iyi geliyor… Zor anlar gitti şimdi, benim de küskünlüğüm, kırgınlığım bir nebze hafifledi. Yine de, hava sıcaklığının 50 dereceleri bulduğu bu günlerde, Mısır’da olmayı pek istemem sanırım. Mısır’a ilk gittiğim yılın yaz tatilinde Türkiye’ye geldiğimde, komşuların ve seyyar satıcıların sesi olmadan, “Türkçe” bir kahvaltı edebilmeyi umarak balkona çıktığımda, komşuların Arapça konuştuğunu duyunca hayrete düşmüştüm. Sadece kulak alışkanlığı olduğunu düşündüm, ama cidden komşular Arapça konuşuyordu. O sırada kardeşim, üst komşumuzun evini körfez ülkelerinden gelen Araplara kiraya verdiğini belirtti. Sanki bir ısrarla, nereye gitsem beni takip ediyorlardı. Dün de bir mağazada kıyafet denemek için kabin sırası beklerken, sırada karşılaştığım ve kısaca sohbet ettiğim Kuveytli genç kızı görünce bu olay aklıma geldi. Bir şekilde, beni tüm yabancılar çekiyordu yahut ben onları çekiyordum. Nerede konuşulacak, yardım edilecek bir ortam var yahut nerede elinde haritayla gideceği yeri arayan bir turist var, beni buluyordu. Ben de artık bundan şikâyet etmeden, sosyolojik incelemeleri de sevdiğimden, kısa kısa röportaj halinde sohbetler gerçekleştirmeye başladım. Dün konuştuğum genç kız, Mısır’a ve Türkiye’ye sayısız kere geldiğini, fakat benim mutlaka Kuveyt’i ziyaret etmem ve kesinlikle Kuveyt’i Mısır ile mukayese etme gafletine düşmemem gerektiğini söyledi. “Kuveyt, çok daha temiz, modern ve gelişmiş bir ülkedir” dedi. Eh, nüfusun az olmasının bunda gözardı edilemeyecek bir etkisi olduğunu söylesek haksız sayılmayız. Bu kısa konuşmanın ardından, alışveriş merkezinin hemen hemen her katında çok sayıda Arap turistle karşılaştım. Bu yaz için çok olağandışı bir durum değil, ama Arap turist sayısında fark edilir bir artış olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Artık İstanbul’u ve hatta Bursa’yı benden daha iyi bilen Mısırlılarla konuştuğumda pek şaşırmıyorum. “Şurada mutlaka şunu ye” yahut “Şu caddede şöyle bir mağaza var” gibi öneriler, benim de aslında gittiğim ülkelerde bazı şeyleri o ülke insanından daha iyi bildiğim gerçeğini hatırlatıyor bana. Mısır’dan geldikten hemen sonra Türkiye’de girdiğim yoğun tempo ve ilk haftaları yabancı misafirlerle geçirmiş olmam, beni Türkiye’de olduğum gerçeğinden biraz uzak tutarken; hemen ardından, Türkiye gerçeğiyle yüz yüze geldiğim Erzurum’da, kendimi tüm uzak kalışlarımdan arınmış buldum. İlk gittiğim günlerde “Burada da çok Türk var” gibi yorumlara uzanan gurbetçi psikolojisinden kurtulup, Erzurum’un daha önce görmediğim yerlerinden başlayıp, doğduğum eve uzanan ziyaretler serisi gerçekleştirdim. Tertemiz ve oldukça serin dağ havası, çok kalabalık olmayan nüfusu ve özlenmiş Anadolu misafirperverliğiyle bizi kucaklayan Erzurum’da, Kahire’de neredeyse hiç göremediğim masmavi bulutları gördüm. Görebilmek için çöle gitmek zorunda kaldığım yıldızları izledim. Her gün, insanların “O kadar yol yürünür mü” yorumları arasında şehir merkezine, gidilecek yerlere yürüdüm. Kahire’nin 45 derece kavurucu güneşinin ve upuzun köprülerinin, 24 milyon insanının, yürünemez sokaklarının ardından, Erzurum’da yürünemeyecek yer olmadığını fark ettim. Halbuki ne garip, küçükken o mesafelerin hepsi bana çok uzun gelirdi. Bir yere gidebilmek için saatlerce bir akrabanın gelip arabayla götürmesini beklerdim. Ama artık, Kahire sonrası Erzurum’da her yere yürünebildiğini öğrendim. Şimdi, yine bir Slovenya seyahati öncesindeyim. Artık Mısır mektubu değil, dünya mektubu yazıyor olacağım. Ve inşallah aramadığım, ama karşılaştığım insanları, ülkeleri, şehirleri, olayları, gerçekleri ve dostlukları burada yazmaya devam edeceğim… *”Ben aramıyorum, karşılaşıyorum”Picasso. 21.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Hayatın zevkine varabilmek için |
Bir fabrikanın yüzde yüz kapasite ile çalışma imkânı varken yüzde üç kapasite ile çalışsa ya verim arttırılır, ya da kapatılır. Bir işyerinden yüzde yüz ürün alınabilecekken yüzde beşe düşse o işyerinin işine son verilir. Canlı bir fabrika gibi harika yetenek, organ ve duygulara sahip olan insanın kendisine verilenlerden yüzde doksan, hatta yüzde yüz sonuç alma imkânları varken atıl kalsa, zarar etse veya yüzde beş-on gibi düşük bir kapasiteyle çalışsa her halde o insandan da bunun sorgusu sorulur. İnsan denen bu canlı makine Resûl-i Ekremin (a.s.m.) eğitimi ve Kur’ân’ın terbiyesiyle Asr-ı Saadette en ideal mânâda istenen sonucu vermişti. Sonraki dönemlerde de bu hakikate uyulabildiği ölçüde insanlar ideal insan ve Müslüman olmayı başarmışlardı. Demek ki bu canlı makinenin kataloğunun özünü Kur’ân ve kılavuzu Hz. Muhammed’in (a.s.m.) belirttiği esaslara uymak teşkil ediyor. İnsan eseri bir makine bile kataloğuna uygun çalıştırılamadığında bozuluyor, arızalar yapıyorsa İlâhî kataloğa uymayan insanın da sıkıntılardan kurtulması mümkün değildir. Yeteneklerin çarptırıldığı, hislerin şirazeden çıktığı bir dönemde yapılacak iş orta yol olan dosdoğru yolda gidebilmektir. Öfkenin şecaat, şehvetin iffet, aklın hikmet ve bütün duyguların vasat üzere olmasıdır orta yol. Allah’ın razı olduğu yoldur orta yol. İnsanın verimliliği, tam kapasite ile çalışması, huzur ve mutluluğu buna bağlıdır. Eğer günümüz insanı stres ve ıztıraplar içerisinde yuvarlanıyor bir türlü gerçek huzur ve mutluluğu bulamıyorsa bunun temelinde işte bu fıtrattan, istikametten kopma vardır. “Rabbim beni terbiye etti. Ne güzel terbiye etti” buyuran Allah Resûlünün (a.s.m.) terbiyesi içerisine giren insan yaratılış maksadına uygun hareket ediyor; kabiliyet, organ ve duygularını yerli yerinde ve ideal anlamda kullanıyor demektir. Bu yol Sahabe yoludur. Doğrudan doğruya dersini Kur’ân ve Resûl-i Ekremden (a.s.m.) alan asrın müceddidi Bediüzzaman Said Nursî de Asr-ı Saadeti günümüze getirirken sahip olduğumuz kabiliyet ve duyguları doruk noktada çalıştırma yollarını göstermiştir. Merak onun eserlerinde tam yerinde kullanılır; hayret ideal anlamda mecrasını bulur; heyecan nerede ne kadar kullanılanacağının şuuruyla zirveye çıkar; şevk doruğa ulaşır; gayret bıkma usanma bilmez noktalara yükselir. Şu geçici dünya mutluluğunun ebedî mutluluk yanında bir anda çakıp sönen şimşeğe karşılık sürekli yanan güneş gibi olduğunu bilen insan hiç her bakımdan en güzel bir model olan Allah Resûlünün (a.sm.) talimatları doğrultusunda hayatını canlandırma ve renklendirmeyi gaye edinmez mi? 21.07.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Duman yasağı gevşetilmesin |
Sigara içme yasağı, bir kademe daha genişletildi. Bundan böyle kamuya açık binalarda, bar, kahvehane ve lokantalarda da sigara içilemeyecek. Yasağı ihlâl edenlere ceza kesilecek. Nitekim, çeşitli merkezlerde ilk cezalar kesildi bile. Dünkü gazete haberlerine göre, bazı yerlerde tiryakilerle zabıta ekipleri arasında köşe bucak kovalamaca halleri yaşanmış. Umarız, konulan yasak hiç gevşetilmeden aynen devam eder. Umuma açık mekânların havasını zehirlemeye, başkasının sıhhatini bozacak davanışlarda bulunmaya hiç kimsenin hakkı yoktur ve olmamalıdır. Fakat ne yazık ki, bilhassa sigara yasaklarına ciddiyetle riayet edilmediğine şahit olmaktayız. İlk günlerde yasağın üzerine az–çok gidiliyor, yer yer cezalar da kesiliyor; ancak, sonradan iş gevşetiliyor, yasak savsaklanıyor. Hatta bazı yerlerde yetkililer kendi aralarında anlaşarak konulan yasakları bir güzel çiğneyip geçiyorlar. Okullarda ve devletin sair resmî dairlerinde buna defaatle şahit olmuşuzdur. Zira, müdürün kendisi de tiryaki, yahut sigara bağımlısı olduktan sonra, yapacak fazla birşey kalmıyor. Yasak olmasına rağmen, yere atılan izmaritlerin ise, haddi hesabı yoktur. Bu da gösteriyor ki, kâğıt üstündeki yasak ve ceza tek başına işe yaramıyor. Ciddî sûrette takip ve tatbikatı gerektiriyor. Bu da yetmez, işin bir de eğitim, yani terbiye yönü var. Sigara gibi zararlı alışkanlıklara karşı, küçük yaşlardan itibaren yeni nesillerde kuvvetli bir irade terbiyesinin kazandırılması gerekiyor Evet, sadece yasak ve ceza işe yarasaydı, Sultan 4. Murad sigaranın kökünü kazımış olurdu. Demek ki, daha başka tedbirlere de ihtiyaç var. Bunları bir bütün ve paket tedbirler halinde düşünmek icap ediyor. Yine de, konulan yasakları basit görmediğimizi ve hafife almadığımızı ifade etmek isteriz. Bunların da mutlaka bir faydası vardır. Meselâ, eskiden otobüs, minibüs ve dolmuşlarda da serbestçe sigara içilirdi. Hele, şehirlerarası 40–50 kişilik otobüslerde geceli–gündüzlü içilen sigaranın kokusu ve dumanı, içmeyenlere tam bir işkence hali yaşatırdı. Düşünün ki, İstanbul'dan hareketle Van'a, Erzurum'a, Diyarbakır'a gidiyorsunuz. Üstelik, mevsim kış, hava soğuk ve otobüsün ya havalandırması yok, ya da bozuk vaziyette. Yani, yaklaşık 24 saat boyunca dumanaltı olmaya mahkûm durumdasınız. Üstelik, küllüklerde biriken izmarit ve döşemeye sinen tütün kokusu, burnunuzun direğini sızlatıyor. Böylesi bir yolculuğa nasıl dayanılır, nasıl katlanılır? Hele, bir de otobüste yaşlı, hasta, yahut kucakta bebeklerin olduğunu düşünün... İşte, bu tarz yolculuklar, zamanla cidden çekilmez bir hale geldi ve sonunda mecburen yasaklandı. İyi de oldu. Zira, vatandaş ekseriyetinin iştirakiyle, o yasağa uyuldu ve uygulanmasında büyük çapta muvaffak olundu. Ümit ederiz ki, yeni konulan sigara yasağında da böylesi muvaffakiyetli neticeler sağlanır. Tarihin yorumu Padişaha bombalı sûikast Belçika asıllı Eduard Joris isimli bir Ermeni terörist tarafından, Sultan II. Abdülhamid'e karşı bombalı bir sûikast düzenlendi. Bu menfur teşebbüsün arkasında kanlı Taşnak örgütünün bulunduğu tesbit edildi. Hadise 21 Temmuz 1905 Cuma günü yaşandı. Yıldız Camiinde Cuma namazı kılındıktan sonra dışarı çıkan Sultan Abdülhamid, yakında bekleyen atlı arabasına binecek ve kendisini alkışlarla istikbâl eden halkı selâmlayarak Yıldız Sarayına doğru gidecekti. Padişahın bu safhalardan geçişi adeta saniyesi saniyesine hesaplanmıştı. Saatli bomba, onun tam da arabasına bineceği saniyeye göre ayarlanmıştı. Ne var ki, cami çıkışında hiç umulmadık bir aksama yaşandı. Sultan Abdülhamid, orada Şeyhülislâm Cemaleddin Efendiye birşeyler sordu. Ayaküstü bir–iki dakikalık sohbette bulundular. İşte, tam o esnada saatli bomba infilâk etti. Caminin önü savaş alanına döndü. Ortalık kan revan oldu. Asıl hedef, Padişahı berhava etmekti. Ancak, takdir–i İlâhî araya başka sebepler koyarak hadisenin seyrini değiştirdi. Patlama esnasında, Sultan Abdülhamid'in dirayetini, metanetini koruduğu ifade ediliyor. Ne var ki, telefat çok büyük oldu. Çeşitli kaynakların bildirdiğine göre, patlayan bombanın tesiriyle en az 26 insan vefat etti. Yaralıların sayısı ise, 58 kişi olarak tesbit edildi. Bu arada, telef olan hayvanların adedinin de 20'den fazla olduğu tahmin ediliyor. Atların çektiği arabaların birçoğu orada enkaz haline geldiği, yine görgü şahitlerinin ifadeleriyle sabit. Bu kanlı dehşetli hadisenin fâili yakalandı; ancak idam edilmeyerek, basit bir cezalandırmadan sonra serbest bırakıldı. Hatta, affedilerek devlet işlerinde çalıştırıldığı da rivayet ediliyor ki, Sultan Abdülhamid'in bu noktadaki tutumunun sebebini anlamak, hiç de kolay görünmüyor. 21.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Neden dindar bir eş seçmeli? |
Başlığa çıkardığımız bu sorunun cevabı hem genç, hem ebeveyn, akraba, hem de toplum için son derece hayatî önem taşır. Neden? Zira, bu, “Biz bu dünyaya niye gönderildik?” sualinin cevabıyla da ilgili. Zaman zaman yaratılışın en büyük gayesi, iman, ibadetle imtihan olduğunu söyleriz. Acaba ifadeler kalbimizin derinliklerin mi geliyor; yoksa dudaklarımızdan öteye geçmiyor mu? Kimileri hayatını “filozof, artıst, şeytan, nefis, hevâ, kötü arzular, üfürükçü, kâhin, falcı, sihirbaz, müneccim, ruh çağırıcılara göre dizayn” edebilir. Aile yuvasını da bunlara göre düzenleyebilir. Halbuki, bir mü’min evlilik dahil attığı her adım, söylediği her söz, yaptığı her iş imtihan endeksli olmalı. Zira, yazılı hayat rehberi Kur’ân’da şöyle ferman edilir: “Biz kullarımızı her zaman imtihan ederiz”1 Bir deneme olarak sizi hayırla da, şerle de imtihan ederiz.”2 Ey insanlar! Sizin bir kısmınızı diğer bir kısmınıza imtihan vesilesi kıldık; bakalım sabredecek misiniz?”3 ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye kadar sizi imtihan edeceğiz.”4 “Ey müminler! Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Mü’min, yaratılışın sırrını çözüp, kendisini yaratıp sayısız ihsanlarda bulunana severek teşekkür ile mükellef. Aile hayatı da bu sevgi üzerine bina edilmeli. “Kâinatın Sahibini sevmenin yolu nedir?” sorusunun cevabı Kur’ân’da şöyle verilir: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin.6 Yani, Onun sevdiği kimdir. Habibullah ünvanlı Peygamberimiz (asm). Sevdiğini sevmek ise, ona uyarak belirtilir. Bunların akıl dışı, hissî ve indî değerlendirmeler olduğunun şuurunda olan Müslüman, hayatını ve eş seçimini de Kur’an ve “Habibullah” ünvanını alan Elçisine, yani Sünnet-i Seniyye’ye göre planlar, programlar, düzenler. Çünkü o aynı zamanda, “Pek büyük bir ahlâk üzerindedir.”7 İşte evlilik, “imtihan, iman-ı billah ve muhabbetullah” ile bağlantılıdır. İmtihan aile hayatında birlikte verilecektir. İman da yukarıda bir kısmını zirettiğimiz güzellikleri kazandırır. Hayata yansıması ve olaylara bakışla örtüşmesi, inançlı/imanlı bir eş ile kuralacak bir aile yuvası ile mümkün. Aksi halde ne hayatın, ne de imanın güzelliklerini paylaşılabilir… Ve keza İslam şartları, ibadetler, imanın gücü nispetinde yerine getirilir. İbadetler ise, ferdî, ailevi ve sosyal düzeni, dayanışmayı, yardımlaşmayı otomatik olarak sağlar. Ve kötü yollara düşmekten korur. *** Oğlu, Hz. Lokman’a (as) sorar: - En iyi haslet nedir? - Dindar olmaktır. - Peki babacığım, bu haslet iki olursa? - Dindarlık ve mal sahibi olmak. - Üç olursa? - Dindarlık, mal ve haya. - Dört olursa? - Dindarlık, mal, haya ve güzel ahlak. - Beş olursa? - Dindarlık, mal, haya, güzel ahlak ve cömertliktir. - Altı olursa? - Oğlum bu beş haslet kimde olursa, o kimse takva ehli, temiz bir kimsedir, Allahü teâlânın dostudur, şeytandan uzaktır. Dipnotlar: 1-Kur’an, Mu’minûn, 30.; 2-Age, Enbiya, 35.; 3-Age, Furkan, 20.; 4-Age, Muhammed, 31.; 5-Age, Bakara, 214.6-Kur’an, Âl-i İmrân, 31.; 7-Age., Kalem, 4.; 21.07.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Çocuk terbiyesi cennet adımlarındandır |
Salih Sütçüoğlu: “23.06.2009 tarihinde gazetemiz Lahika Sayfasında çıkan, Camiü’s-Sağir’den 695 nolu hadis-i şerifi açıklar mısınız?” Söz konusu yerde Peygamber Efendimiz (asm) buyuruyor ki: “Size iyilik yapmaları hususunda çocuklarınıza yardımcı olunuz. İsteyen, çocuklarını itaatsizlikten kurtarabilir.”1 Çocuk terbiyesinde birinci görev ve sorumluluk anne ve babanındır. Anne ve baba çocuklarına gerekli terbiyeyi vermek, edep, ahlâk ve terbiyeleri hususunda iyi eğitim almalarını sağlamak ve onları iyi ahlâklı yetiştirmekle mükelleftirler. Bu sorumluluk ve görev çocuk daha dünyaya gelmeden, çocuk ana rahmindeyken başlar, çocuk dünyaya geldikten sonra da çocukluktan kurtuluncaya kadar yoğun şekilde devam eder. Çocuk terbiyesini Kur’ân, “Ey iman edenler, kendinizi ve aile halkınızı yakıtı taş ve insanlar olan ateşten koruyun”2 âyetiyle şuurumuza adeta perçinler. Âyette, çocuğun terbiye edilmesi anne ve babayı ateşten koruyan bir perde olarak ön plâna çıkıyor. Nitekim terbiye edilmeyen kız çocuklarının ortaya çıkardığı ahlâksız tablolardan utanan ve kız çocuklarını diri diri gömmeyi kötü bir âdet ve gelenek haline getiren bir toplumda bulunan Sevgili Peygamberimiz kız çocuklarının terbiyesine önemle dikkat çekiyor ve şöyle buyuruyor: “Büluğa erinceye kadar kim iki kız evladı yetiştirirse—parmaklarını birleştirerek—kıyamet günü o ve ben şöyle beraber oluruz.” Tirmizî’de: “O ve ben cennete şu iki şey gibi beraber gireriz” dedi ve iki parmağıyla işaret etti” şeklinde gelmiştir.3 Keza bir diğer rivayette Peygamber Efendimiz (asm): “Kim “üç kız” veya “üç kız kardeş” veya “iki kız kardeş” veya “iki kız” yetiştirir, terbiye ve te’diblerini eksik etmez, onlara iyi davranır ve evlendirirse cenneti hak etmiştir.” Bir diğer rivayette: “Kimin iki kızı olur da bunları öldürmez, alçaltmaz, oğlan çocuklarını bunlara tercih etmezse Allah onu cennete koyar” buyurmuştur.4 O günün kız çocukları üzerindeki hassasiyetine binaen kız çocukları hakkında söylenmiş bu güzel müjdeleri aynen erkek çocukları hakkında da düşünmelidir. Nitekim esas olan çocuk terbiyesidir ve çocuk terbiyesinde vahyin çizgisinde kız ve erkek ayırımı yoktur. Nitekim kocasından dul kaldığı ve evlenebilecek durumda olduğu halde çocuklarını iyi yetiştirmek için evlenmekten sakınan ve nice zorluklar içinde çocuklarını büyüten yanakları kararmış bir kadın hakkında Peygamber Efendimiz (asm): “”Ben ve yanakları kararmış şu kadın kıyamet gününde—baş ve orta parmağını yan yana getirerek—şu iki şey gibi yan yanayız” buyurmuştur. Peygamber Efendimiz (asm) çocuklar arasında ayırım yapılmasını da yasaklamıştır. Çünkü ayırım yapılarak eşit tutulmayan çocuk itaatsizliğe ve asi olmaya yönelecektir. Nu’man İbnu Beşîr anlatıyor: “Babam bana malından bir şeyler hibe etmişti. Annem Amra Bintu Ravâhâ: Bu hibeye Resûlullah (asm)’ı şahit kılmazsan kabul etmiyoruz” dedi. Bunun üzerine bana yaptığı hibeye şahit kılmak için babam beni de alarak Resûlullah (asm)’a gitti. Hazret-i Peygamber (asm): “Başka çocukların var mı?” diye sordu. Babam: “Evet, var ya Resulallah” deyince de, “Aynı şekilde bütün çocuklarına hibede bulundun mu?” buyurdu. Babam: “Hayır” dedi. Bu defa Resulullah Efendimiz (asm): “Allah’tan korkun, çocuklarınız hususunda âdil olun” buyurdu. Babam oradan ayrıldı ve hibeden vazgeçti.” Yukarıda söz konusu edilen hadiste de çocukların iyilik yapmaları hususunda anne ve babanın onlara yardımcı olmaları emrediliyor. Demek ebeveynin vazifesi, Allah’ın yaratıp kendilerine emanet ettiği çocuklara iyi terbiye vermek ve onlara sahip çıkmaya çalışmaktan ibârettir. Bedüzzaman’ın ifadesiyle, çocukların binde dokuz yüz doksan dokuz hisse ile Hâlık-ı Rahîm’e âit olduğunu, ebeveynin hem çocuğun arkadaşı, hem de hizmetkârı olarak vazîfelendirildiğini ve vazifelerinin karşılığı olarak ücretlerinin de “eş, evlat ve aile sevgisi ve sevgi lezzeti” biçiminde peşin verildiğini5 dikkate aldığımızda, anne ve babanın çocuk terbiyesi konusundaki görevlerinin önemi daha iyi anlaşılmış olacaktır. Bu durumda, söz konusu hadis-i şerife göre: Anne ve baba iyilik hususunda çocuklarına iyi örnek olmalıdırlar. Anneye ve babaya itaati ve iyiliği kendi uygulamalarıyla öğretmelidirler. Bu durumda çocuklar canlı örnek görmüş olmakla, sıra kendilerine geldiğinde vazifelerinin anne ve babalarına iyilik yapmak olduğunu yaşayarak öğrenmiş olacaklardır. Bu da anne ve babanın çocuklarına, iyilik yapmaları hususunda en güzel yardımları olacaktır.
1 Camiü’s-Sağir,No: 695 2 Tahrim Suresi: 6 3 Müslim, Birr: 149, (2631); Tirmizî, Birr: 13, (1917). İ. Canan, Kutub-i Sitte: 2/494. 4 İ. Canan, Kutub-i Sitte:: 2/495. 5 Mektûbât, S. 80 21.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Türkiye beklemede |
Türkiye haftalarca birbiriyle yakından irtibatlı hassas konular etrafında hararetli ve gergin tartışmalara sahne oldu. Özellikle mâlûm “belge” eksenindeki gelişmeler birtakım taşların oynadığı izlenimi uyandırdı. Ama henüz kesin bir neticeye varıldığı söylenemez. Ve gelinen son nokta itibarıyla Türkiye bir defa daha “bekleme modu”na girmiş durumda. Belge tartışması bitti; Albay Çiçek dışarıda. Konu gündeme geldiğinde Baykal başta olmak üzere bazı çevreler tarafından “Belge doğruysa Başbuğ görevden alınmalı” görüşü seslendirilmişti. Ancak Genelkurmay Başkanının, izlediği strateji ile bu yöndeki talepleri boşa çıkardığı söyleniyor. Başbuğ, hem Çiçek’e sahip çıkan, hem de belgeyi “kâğıt parçası” olarak niteleyen bir tavırla baskıları savuştururken, Erdoğan, beklentisini “Silâhlı Kuvvetlerde ne gibi çalışmalar yapılması gerektiğini başta Genelkurmay Başkanımız olmak üzere hepsi gayet iyi biliyor” diye ifade etmişti. Sonuç olarak ortaya çıkan izlenim, hükümetle asker arasında yeni bir dengenin kurulduğu ve YAŞ toplantısının böyle bir ortamda yapılacağı yönünde oluştu. Ancak bilâhare yargı cenahında yaşanan gelişmeler, bu izlenimi hayli zedeledi. Bilhassa HSYK’da, Ergenekon başta olmak üzere bazı kritik dâvâ ve soruşturmalarda görevli hakim ve savcıların değiştirilmesine yönelik ısrarlı bir talebin gündeme getirilmesi ve bu ısrarın arkasında yine asker silüetinin bulunduğuna ilişkin iddialar, havayı bir defa daha bulandırdı ve bozdu. Söz konusu talebin başını çektiği söylenen kurul üyesinin, kanlı cezaevi operasyonlarındaki tartışmalı rolünden dolayı beş sene önce AKP iktidarı tarafından ödüllendirilmiş; düzenlenen törende “üstün hizmet beratı,” dönemin Meclis Başkanı Arınç, “üstün hizmet madalyası” da Adalet Bakanı Çiçek tarafından takdim edilmişti. Yine AKP döneminde Yargıtay üyesi yapılan bu kişinin HSYK üyeliğine getirilmesi de geçen yıl Cumhurbaşkanı Gül’ün imzasıyla olmuştu. Şimdi HSYK’da patlak veren kriz için “dokunaklı” yorumlar yapan Çiçek ve Arınç, bu olayda başrolü üstlenen ve başka birçok marifetleri de gözler önüne serilen kişinin bu hızlı yükselişine sağladıkları katkı için de birşeyler söyleyecekler mi? Tabiî, aynı sual Gül için de geçerli...
Reformlara dönülebilecek mi? Öte yandan, “askere sivil yargı” yasasının iptali başvurusu Anayasa Mahkemesinde görüşülmeyi bekliyor ve haberlere bakılırsa bu hafta “ivedilikle” ele alınacak. Bakalım, eşi “Ergenekon şüphelisi” sıfatıyla ifade verip yargılanan Başkanvekili Paksüt hakkında, “görülmekte olan dâvâlarla ilgili olarak dışarıya bilgi sızdırma” iddialarının doğru olduğunu tesbit ettiği halde, işlem yapılmasına gerek olmadığı gibi, 1’e 10 oyla alınan garip bir karara imza atan AYM, bakalım bu dâvâda nasıl bir tavır sergileyecek? AYM’den bahis açılmışken, belgeyi gündeme getiren Taraf gazetesinin, bu konuda AKP’nin ortaya koyduğu tavır için yaptığı “İktidar partisi belgeyi yeni dâvâ işareti olarak görüyor” yorumu da hayli ilginç. Özellikle, hayli zamandır “Bu Eylül’de AKP’ye bir kapatma dâvâsı daha açılacak” söylentilerinin alttan alta seslendirildiği dikkate alınırsa... Peki, iktidar partisi de bu endişeyi taşıyorsa, böyle bir ihtimale karşı hangi hazırlığı yapıyor? Nerede anayasanın en azından bu hususla ilgili maddelerinin değiştirilmesini öngören bir çalışma ve nerede AB sürecindeki demokratikleşme reformları? Yine Taraf’ın yazdığına göre, Erdoğan’ın söz konusu “irtica planı”na karşı telâffuz ettiği mukabil plan şuymuş: “AB yasaları hızla çıkacak...” Keşke öyle olsa ve keşke yapabilseler... Son dört buçuk yıldaki bütün sıkıntılar, 17 Aralık 2004’te Brüksel’den müzakere tarihi alındıktan sonra, anlaşılmaz bir mantıkla AB reformlarının askıya alınmasının zincirleme neticeleri değil miydi? Şimdi “Zararın neresinden dönülse kâr” anlayışıyla, geç de olsa reformlara dönülebilir mi? 21.07.2009 E-Posta: [email protected] |