S. Bahattin YAŞAR |
|
Kudsî bir bağ: İMAN AKRABALIĞI |
ŞANLIURFA’DAN DUÂLARLA UĞURLANIYORUZ
On günlük bir Risâle-i Nur okuma programı çerçevesinde, Karadeniz’e dönüyoruz yönümüzü. Önceki yıllarda tadı damağımızda kalan Rize-Hemşin-Bilen Köyü bizi kendine çağırıyor. Özellikle oradaki Şükran ve Türkan ablalarla, Hüseyin ağabeyin kalplerinden geçen dâvetleri öyle samimî, öyle içten ki bu ihlâslı dâvetler bizim cüz’î iradelerimizin çok fevkinde olarak yollara koyuluyoruz.
OKUMA PROGRAMINA KATILMAK ÖNCE BİR NASİPTİR Hatta böyle programa katılacakların listesi bile son güne kadar değişikliklere uğruyor. ‘Kesin ben geliyorum’, ‘Benim çocuğum kesinlikle katılacak’ diye kayıtlar verenler, hareket günü geldiğinde İlâhî irade devreye giriyor ve katılanlar ile katılmayı düşünenler bir bir netleşiyor. Anlıyoruz ki, bizim yaptığımız hesabın ötesinde hesaplar devreye giriyor. Ama biz işimize bakıyoruz. Tabiî kişinin bir niyet göstermesi de gerekiyor. Düşünün ki, böyle bir programa katılma planı olmayan, düşüncesi de olamayan, bilgisi de olamayan Bilâl’in babası ile parkta akşamüstü oturuyoruz. Yarın okuma programına gideceğimizi iletiyoruz. Konu dönüp dolaşıyor ve biraz ötemizde oyun oynayan Bilâl için “Programda yer yok mu?” diye soruyor. Biz de “Neden olmasın?” diyoruz ve Bilâl son günün öncesinde program listesine dahil oluyor. Ve yolculuk günümüzün sabahında, “Hocam lütfen beni de alın, katılmak istiyorum, ama lütfen diyen” genç Yusuf, bir saat önce iptal yapan kardeşin yerine olarak program listesine dahil oluyor. Yani anlaşılan şu ki, böyle programlar yapan insanların, çok da tasaya, kaygıya girmesinde gerek kalmadan; kendisine düşenleri yerine getirip, İlâhî hesaba karışmaması dikkat çekiyor. Hâsılı siz size düşeni yapın ve gerisine karışmayın. Ama önemli olan ‘Ben bana düşeni yaptım’ı vicdanen diyebilmektir. Biz de öyle yaptık. Şanlıurfa’dan 6 üniversiteli ve 21 liseli genç arkadaşımızla, iki minibüs kiralayarak, 10 günlüğüne bir okuma programına hareket ediyoruz. İlk kez böyle bir programa katılanlar olduğu gibi, daha önce de katılanlar vardı. Kaderin belirlediği bir kardeşlik ortamında, 10 günlük yolculuğumuza başlıyoruz. 27 öğrenci ve üç eğitimci, iki kaptan “Bismillah..” ile yolculuğumuza başlıyoruz. Programın genel hatları çoktan ortaya çıkmıştı. Artık böyle programların mutat hale gelmesi ve ayrıntılarına kadar neler olup biteceği planlamaya katılmak durumundadır. Okul müfredâtı gibi, program müfredatlarının da net şekilde ortaya çıkması gerekiyor. Nitekim bizim de eğitimcilerimizin çalıştıkları konular bile aylar öncesinden belirlenmişti. Biz de programa gitmeden önce programın planlamasını ince detaylarına kadar kâğıt üzerine aktarmıştık. Bu bizi çok rahatlatan bir durum oldu. Yani her programın mutlaka sorumlusu, uygulayıcısı ve idarî sorumlusu, aşçısı olarak önceden planlamak pek çok kolaylıklar içeriyor. Biz de program koordinatörü olarak, eğitimci Sabahattin Yaşar, dersler koordinatörü olarak Tarihçi Adem Ölmez ve idarî koordinatör olarak tarihçi Musa Yetim’i belirledik. Eğitimci Şemsettin Çakır ise, programda bize iştirak etti.
ARTIK KONULU OKUMA PROGRAMLARI GEREKİYOR Bir şey daha zihnimizde yer ediyordu ki, artık bundan böyle okuma programlarını büyükler için de tertipleyip, hatta belli konular üzerinde okuma programları yapmanın çok daha faydalı olacağını anlıyorduk. Yani bu yıl şu tarihler arasında Rize-Hemşin’de “Kader konulu” okuma programı veya “Haşir konulu”, “içtimâî ve siyâsî” konulu okuma programları çok da verimli olacaktır.
ÖZEL DUYGULAR İÇERİSİNDE UĞURLANIYORUZ
Bir Pazar sabahında, belirlenen yerden hareket edeceğimiz esnada pek çok ağabey ve kardeşlerimiz programın katılımcılarını uğurlamak üzere aramıza katılmışlardı. Yani şehrimizden ayrılırken, pek çok kardeşimiz arkamızdan duâlar ediyordu. Tabiî bu durum da bizi oldukça memnun ve mesrur etmişti. Allah onlardan, hepsinden razı olsun.
İLK DURAK ADIYAMAN Yolculuğumuz başlıyor ve kahvaltımızı komşu ilimiz Adıyaman’da yapıyoruz. Adıyaman’daki kardeşlerimizle de tanışıp, dertleşiyoruz. Programa iştirak eden kardeşlerimiz yeni yeni şehirlerdeki ağabey ve kardeşleriyle tanışıyorlar. Bu bir iman akrabalığı olarak onların çok dikkatlerini çekiyordu. Doğrusu her şehirde, her ilçede bizlere açılan kapıların olması ve nur yüzlü insanların olması, asra uygun bir hizmet metodu olduğunu gösteriyor. Ne de olsa, aynı satırlardan beslenenler, aynı davranışları yaşıyorlar. Risâle-i Nurlar, nurânî davranışlar kazanmış, Kur’ânî yaklaşımlar kazanmış insanlar yetiştiriyor. Asır böyle insanlarla anlamlı hale geliyor. Çünkü insanı büyük yapan davranışlarındaki incelik ve yüceliktir.
SİVAS BİZİ BEKLİYOR Adıyaman’dan hareketle, Malatya’nın kayısılarına da şöyle bir tadımlık nazar ettik. Dilimiz, geçtiğimiz bütün mekânlardaki nâm salmış nimetleri tatmadan edemiyor. O nimetler de tadacak damaklar bekliyor. Biz de bu fıtrî işleyişe ayak uydurduk. Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı nimetleri tâdât ederek yolculuğumuzu sürdürdük. Sivaslı kardeş ve ağabeylerimizle yolculuk öncesi konuşmuştuk. Biz normalde, Diyarbakır, Bingöl, Erzurum’dan Rize’ye gitme düşüncesinde iken, Sivas’tan dâvet gelince güzergâhı değiştirdik. Biraz da programın formatı içinde gezmek, görmek, tanışmak bulunduğundan bu dâveti program gereği kabul ettik. Varsın birkaç yüz km uzak da olsa, oradaki kardeş ve ağabeylerimizle tanışıp, görüşmek, müfritane irtibat dersini uygulamalı yapmak olarak bu değişiklik uygun görüldü. Ve Sivas’a doğru yol aldık.
İHLÂSLI NİYETLER, DAVRANIŞLARI İBADETLEŞTİRİYOR Tabiî gittiğiniz yerde sizi, güler yüzlerle, tatlı niyetlerle karşılayan birilerinin olması oldukça haz veren bir duygu idi. Özellikle de bu Allah rızasını esas tutan bir yaklaşımdan kaynaklanıyorsa, bu özel niyetli davranış adeta bir ibadete dönüşüyordu. Çünkü amelin ruhu niyet, niyetin ruhu da ihlâs olduğundan, davranış niyetle ve ihlâsla anlam kazanıyordu. Yaşadığımız mekândan ayrıldığımız bir Pazar gününün öğleden sonrası Sivas’a ulaşıyoruz. Burada bizi bir grup halinde, üniversiteli kardeşlerle birlikte, Ziya Sabır Hocamız, Vahap Köksal, Nabi Turak ve Mehmet Ali Düzün Ağabeyler heyecanla bekliyorlardı. Sivas’taki ağabey ve kardeşler Sivas’ın meşhur piknik mekânı Paşabahçe’de özel hazırlıklarla bizleri karşılıyorlardı. Çok kalabalık da olan piknik mekânında bizim yerlerimiz çoktan ayarlanmış ve kardeş sofralar hazırlanmıştı. Yaşları ile birlikte hizmeti de ilerlemiş olanlar yaşayarak ders veriyorlar. Özellikle burada yaşları ilerlemiş, ama hizmetleri de ilerlemiş ağabeylerle tanışmak bize büyük dersler verdi. Dünyevî meslek işlerinden emekli olan ağabeylerimiz, hizmet işlerinde adeta yeni bir sayfa açmanın heyecanı içerisinde idiler. Yaş ilerlediğinde yapılan hizmetlerin daha bir anlam kazandığını buradaki yapılan hizmetlerde görüyoruz. Çünkü genç kardeşlerimizin bu durum dikkatlerinden hiç kaçmamıştı. Mide için nimetler, biraz ihtiyaç hissedildiğinde daha bir anlam kazanıyor. Acıkıldığında yenilen nimetlerin tadı farklılaşıyor. Acıkmak, nimete olan bakışı değiştiriyor. Onun için belki de, acıkmadan yememek öğütleniyor. Nimetlerdeki tatların şükrün dâvetçileri olması bundan olsa gerek. Sivas’ta, güzel insanlar arasında, güzel manzaralar içerisindeki nimetler tam bir ikram anlamı içeriyordu. Yani düşünün ki, size çok güzel nimetler ikram edilse, ama güler yüzle olmasa, o nimetler belki mideyi susturur, ama kalbi ve ruhu beslemeyecektir. Ama burada nimetleri yerken hem midemiz bayram ediyor hem de kalp ve ruhumuz. Çünkü nimetleri ikram için hazırlayanlar da, ikram edilen nimetleri tadat edenler de bu yapılanların birer nasip olduğunun, birer hizmet olduğunun şuurunda idiler.
-Devam edecek- 16.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Kısa kısa |
Eskişehir’den Süleyman Akın: “Akika kurbanı hükmü nedir? Erkek çocuğa iki, kız çocuğa bir kesilir deniyor. Doğru mudur?”
Yeni doğan çocuğun başındaki tüye “akîka” denir. Bu çerçevede yeni doğan erkek veya kız çocukları için Allah’a şükür amacıyla kesilen kurbana da “akîka” denmiştir. Başka bir ifadeyle akika, yeni doğan çocuğun, saçlarının kesilmesi ile eş zamanda kesilen hayvandır. Sağlık ve sıhhat içinde çocuk gibi bir meyve lütfetmesinden dolayı Allah’a şükrü ifâde eder. Akika kurbanının hükmü sünnettir. Kesilmesinde sevap ve feyiz vardır; kesilmemesi halinde ise günah ve vebal yoktur. İmam-ı Muhammed: “İsteyen keser” demiştir.1 Diğer üç mezhepte de sünnettir. Peygamber Efendimiz (asm), torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için birer koçu akîka kurbanı olarak kesmiş ve ümmetine de tavsiye etmiştir. Hanefî mezhebinde Resul-i Ekrem Efendimizin (asm) bu tavsiyesi bir vecibe olarak değil; doğum ve düğün gibi mutlulukların ve sevinçlerin yakın çevre ile paylaşılması ve bu vesileyle sosyal bünye ile bütünleşmenin ve kaynaşmanın sağlanması için güzel bir nafile ibadet olarak algılanmış ve akika kurbanı kişinin ihtiyarına bırakılmıştır. Erkek çocuğa iki, kız çocuğa bir kesmek şeklinde erkek çocuğun kız çocuktan ayrı tutulması ise, dini bir anlayış değildir. Bu anlayış bidattir. Akîka kurbanı çocuğun doğduğu günden ergenlik çağına kadar kesilebilir. Tavsiye edilen, doğumun yedinci günü kesilmesidir. Yedinci gün akika kesmek, aynı gün çocuğa isim vermek ve saçı kesilerek ağırlığınca altın tasadduk etmek bu işin en hayırlı zamanıdır. Fakat bu şart değildir; bunun ergenlik dönemine kadar zamanı vardır. Kurban edilebilecek her hayvan, akîka kurbanı olarak da kesilebilir. Kesilen bu kurbanın etinden kurban sahibi yiyebileceği gibi, aile fertleri, yakın dostları ve çevre komşuları da yiyebilirler. Akîka kurbanını kesmemek günah değildir. Bu hususta, imkânlar ölçüsünde hareket edilmesi uygun olur. Peygamber Efendimiz (asm), “Bir çocuğu doğan kimse, ondan dolayı kurban kesmek isterse kessin.” buyurarak, 2 tercihi ebeveyne bırakmıştır. *** Metin Bölükbaşı: “Haremlik-selâmlık var mıdır? Varsa hükmü ve hikmeti nedir?”
Kadın erkek ilişkilerinde esas olan iffetin, saygının, saygınlığın, asâletin ve haysiyetin korunmasıdır. Haremlik-selâmlık olarak nitelenen, kadınlarla erkeklerin ayrı oturup kalkmaları meselesi, ecdadımızın, bu saygınlığı sağlamak ve muhafaza etmek için uygulayageldikleri güzel âdetlerindendir. Esâsen bu uygulama, çok ifrata vardırmamak şartıyla, insan fıtratına da uygundur. Kadınların kendi aralarında, erkeklerin de kendi aralarında daha rahat ve daha samimî ilişkiler geliştirebilecekleri ve daha içten kaynaşabilecekleri açıktır. Fakat ihtiyaç olduğunda, her iki tarafın da mahremi bulunmak kaydıyla birlikte oturmalarına, aynı oda içinde bulunmalarına veya evin hanımının misafirlerine hizmet etmesine İslâmiyet müsaadesiz de değildir. Asr-ı Saadet’te bunun örnekleri mevcuttur. Bir örnek: Ebû Üseyd es-Sâidî (ra) Resûlullah Efendimizi (asm) kendi düğün yemeğine dâvet etmişti. O gün, gelin olan hanımı da, dâvetlilere hizmet etmekte idi. Sehl bin Sa’d (ra) demiştir ki: “Siz o gelinin Resûlullah’a (asm) ne içirdiğini biliyor musunuz?” Gelin, Peygamber Efendimiz (asm) için, tevr denilen bir kap içinde geceden birkaç hurma ıslattı ve ezdi. Resûlullah (asm) yemeğini yiyince, ıslattığı ve ezdiği bu hurmanın şırasını ona içirdi.”3 Demek, kadın, evinin misafirlerine kocası ile birlikte hizmet edebilir, onlara gereken alâkayı esirgemeyebilir. Fakat bu esnada tesettüre riayet etmeli, nezaketi eksik etmemekle birlikte, iffet, edep ve saygınlığını da muhafaza etmelidir. Kur’ân bilhassa akrabalar ve dostlar arası ilişkileri düzenlemekte; yemek vesâir oturumlarda kurulan birlik ve beraberliklerde herhangi bir günah olmadığını hükme bağlamaktadır.4 Ayrıca Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) eşi Hazret-i Sevde validemize (ra): “Allah ihtiyaçlarınız için evden çıkmanıza izin vermiştir” buyurmuş5; ümmetine de hitaben: “Kadınları Allah’ın mescitlerine gitmekten alıkoymayınız!”6 diyerek, kadınların ilim öğrenmek, alış veriş yapmak, ibadet yapmak ve sair meşrû sebeplerden dolayı dışarıya çıkmalarına da müsaade buyurmuştur.
Dipnot:
1- F. Hindiye, 12/147, 2- Ebû Dâvûd, 2842, 3- Müslim, Eşribe, 86, 4- Nûr Sûresi, 61, 5- Buhârî, Nikâh, 115, 6- Buhârî, Cuma, 13. 16.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Allah kulunu koruyunca |
Bir âyette, “Allah seni insanlardan korur” 1 buyurulur. Bu âyet nazil olunca Allah Resûlü (a.s.m.), Ashabına, “Artık beni korumanıza gerek yok. Çünkü Rabbim muhafaza ediyor” buyurmuştu. Demek Allah Resûlünün (a.s.m.) Allah’ın izniyle özel koruyucuları var. Allah yolunda olan kimselerin de derecelerine göre koruyucuları vardır. Zaten herkesin yanıbaşında bulunan koruyucu meleklerin görevi de çeşitli tehlikelere karşı insanı korumak değil midir? Gelelim hicret esnasında Peygamberimizin (a.s.m.) Allah tarafından nasıl korunduğuna. Müşrikler Peygamberimizin (a.s.m.) evinin etrafını sarıp öldürme kararı aldıklarında Cenâb-ı Hak, Cebrail Aleyhisselâm’ı göndererek durumu Peygamberimize bildirmişti. Peygamberimiz de (a.s.m.) Hazret-i Ali’yi yatağına yatırıp Yâsin Sûresinin ilk âyetlerini okuyarak evini kuşatan düşmanların arasından çıkıp gitti. Yerden bir avuç kum da alıp başlarına saçmıştı. Fakat onlar bunu hissetmemişlerdi bile. Onu görmemişlerdi de. Allah onların gözleri önüne bir perde çekmişti. Allah Resûlü (as.m.), Hazret-i Ebûbekir’le birlikte yola koyuldu. Yorulunca Sevr Mağarasına sığındılar. Kâfirler, evde, Peygamberimizi bulamayınca, aramaya başlamışlardı. “Kim Muhammed’i (a.s.m.) yakalarsa, ona yüz deve mükâfat var” diye de ilân etmişlerdi. Bunun için, kâfirler dört bir yana dağılmış, Peygamberimizi (a.s.m.) arıyorlardı. Bir ara mağaranın ağzına kadar geldiler. İçeri gireceklerdi. Fakat orada örümcek ağını ve güvercin yuvasını görünce şaşırdılar. “Buraya insan girmiş olsa örümcek ağı bozulur, güvercin uçup giderdi” deyip mağaranın içine bakmaktan vazgeçtiler. O sırada Hazret-i Ebûbekir, Peygamberimize (a.s.m.), “Ya Resûlallah, düşmanlarımız geldi, ayakları gözüküyor,” dedi. Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) onu teselli etti: “Korkma ey Ebûbekir! Allah bizimle beraberdir. İki kişinin üçüncüsü Allah olduktan sonra neden korkuyorsun? Yakalanacağımızı mı sanıyorsun?” Müşrikler örümcek ağını ve güvercin yuvasını görünce çekip gitmişlerdi. Allah, Peygamberimizi (a.s.m.) ve sevgili arkadaşı Hazret-i Ebubekir’i gözü dönmüş düşmanlarından böyle korumuştu. İnsanın dostu Allah olduktan sonra, dünya kendisine düşman olsa, yine de zarar veremez.
Dipnot:
1. Maide Sûresi: 67. 16.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Evlenecek adayların yol haritası veya işaret taşları |
Evlenmeye, mutluluğu paylaşmaya aile yuvası kurmaya karar verenler öncelikle aşağıda sıralayacağımız prensipleri özümseyip benimsemeyle işe başlamalı. Bir anlamda, bunlar evlilik yol haritası veya işaret taşları olacak. 1- Kendini motive et, telkin ver; yönlendir: Evlilik konusunda önce hedeflerini belirle, kendi kendine nasıl bir eş bulman gerektiğini düşün. Sakın başkasının oyuncağı olma. 2- Evlilik hayatının türlü türlü cilveleri olduğunun farkına var: Araştırma ve çalışmalarını bu idrak içinde yap. Ne pahasına olursa olsun, meşrû çerçevede kalman gerektiğini unutma. Çünkü, fâni ve sonsuz bir mutluluğu kaybetme veya kazanma gibi büyük bir karar ile karşı karşıyasın. 3- Asla başkasından emir alma: Evlilik meselesinde asla emir alma. İmânın, başkasını ezmeye müsaade etmediği gibi, başkasının zilleti ve emri altına girmene de etmez. Yalnız Allah’a boyun eğ, sadece O'ndan yardım dile. Hayatını başkalarının minnet ayakları altında çiğnetme! 4- Hayalperest değil, gerçekçi ol: Hayat ve insanlar hakkında son derece gerçekçi olmalısın. Sadece hayal ile hareket etme. Her şeyi olduğu gibi gör. Hakikatleri çarpıtma. Evlendikten sonra hayal kırıklığına uğramak istemiyorsan, hayalî evlilikler yapma. Akıl-mantık, kalp, vicdan ve sair duygularınla birlikte düşünerek evlen. Hakikatte, dış dünyada imkânsız olan şeyleri hayallerimizde gerçekleştirmek mümkün. Eğer evliliğini hayaller üzerine kurarsan, hayal kırıklığına uğrarsın. Zira, hayat, hayalden ibaret değildir. Veya şöyle söyleyelim: Hayal, hayatın yüz binde, milyonda biri bile olamaz! 5- Kendinden emin ve müsbet ol: Mü’min, zirveye çıkan yolun yokuş olduğunu bilir. Zorluklara katlanır. Çünkü, sonsuz bir kudret ve merhamet Sahibinden güç alıyor. Her zorluğa katlanır. Evliliğin de kolay olmadığını, ancak, mutlaka geçilmesi gereken bir yol olduğunu bilir. Bu hususta başına gelen bir musîbetin imtihan gereği, geçici ve mutlaka katlanması gerektiğinin şuûrunda olmalısın. Şikâyet etme, bahaneler bulma. Hayatı ve hâdiseleri olduğu gibi kabul et. Karamsar da olma. İnsan ve olaylara çeşitli cephelerden bak; özellikle müsbet yönleri yakala. 6- İstekli ve hazır ol: İnanan kişi, her şeye hazırdır. İmânın enerji üretiyor ve gerekli enerjiyi depoluyorsun. Şartlar ne kadar ağır olursa olsun, yılma. Ve evliliğe de fikren, zikren ve maddî olarak da hazırlan. 7- Kararlı ol: Evlilik hayatında da hedefini tesbit et, hayatının gayesini belirle. Tesadüfe inanma. Zira, tesadüfe tesadüf edilmemiştir. Her şey senin meyillerine, düşüncelerine göre şekillenecektir. Sen meyledersin, istersin, Rabbimiz de yaratır. Ve kendine şu soruyu sor: Nasıl birisini arıyorum? Eş bir dost mu, bir sevgili mi, bir yardımcı mı, bir hizmetçi mi, bir köle mi, yoksa sonsuz bir hayat arkadaşı mı? 8- Duygu yoğunluğuna gir, duyarlı ol: Evlilik hayatı güçlü bir duygu yoğunluğu ister. Akıl-baliğ olan genç, artık istikrarlıdır. Kararlıdır. Dikkatlidir. Yaratılışın ve hâdiselerin sebeb-i hikmetinin olduğu gibi evliliğin hikmetlerinin de farkındadır. Önsezi sahibidir ve duyarlıdır. Kendini boş vermişliğin çukuruna atmaz. 9- Kendine güven: Evliliğin zorluklarını belki aile hayatında müşahade ettin. Onlar hayatın birer cilveleridir. Vu şunu bil ki, sen de aynısını yaşayacaksın diye bir kaide yoktur. Ve dolayısıyla bu hususta evvelâ Rabbine, sonra kendine güven. Çünkü, seni O yarattı, O kendine kul ve muhatap kabul etti. Her şeyin dizgini O'nun elinde. Ancak, seni hareketlerinde serbest bıraktı. Vazifeni, haddini, sınırını, nefsini bil; dengeli davran. 10- Sorumluluk al: Evlilik sorumluluktur. Eşinden, çocuklarından sorumlu olduğunun şuurunda ol. Önüne çıkan problemleri çözmeye çalış; mazeret peşinde koşma; bahanelerin arkasına saklanma. Hayatın merkezinde olduğunu ve müstakil bir şahsiyetin bulunduğunun farkına var. Bekârken yalnız kendinden sorumlu olabilirdin. Artık, bakmakla, yardımcı olmakla, eğitip terbiye etmekle mükellef oldukların var. Artık mes’uliyet sahibi olduğunu bil. 11- İnançlı ve ufku açık ol: Hayat yeknesak, donuk değil. Özellikle aile hayatı tamamen faaliyet ve hareket üzerindedir. Her şeyin gelişip olgunlaşma kanununa tâbi olduğunu gör. Kendini de, bu kanun haricinde görme. Öyle ise yenilikçi ve gelişmeye açık ol. Çünkü, başta imânını, ahlâkını, aile hayatını devamlı geliştirmek yenilemek zorundasın. 12- Mutluluğu şu hakikatte ara: “Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, sonsuz hayatını dünya hayatı için bozmasın, boş şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp ebedî mutluluğa girsin.” 1
Dipnot:
1- Mektûbât, s. 73. 16.07.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Aziz Üstadım ve iman ilmi ... |
Geçen Pazar günkü yazısında gazetemizin Genel Yayın Müdürü Kâzım Güleçyüz Bey “iman ilmi” konusunu kaleme almıştı. Kâzım Bey yazısına şöyle başlamıştı: “Nur hizmetinin ve Yeni Asya misyonunun çilekeş emektarlarından Eyüp Otman, Ali Oktay tarafından bestelenip seslendirildikten sonra nurlu kitlelere mal olan “Aziz Üstadım benim” şiirinin iki mısraındaki “İman ilmini verdin, Kur’ân’dan ders alarak” ifadeleriyle çok önemli bir noktayı vurguluyor.” Öncelikle Kâzım Bey gibi bir yazı ustası ve önemli bir kalemden böylesi bir tesbiti okumak bizim için fazlasıyla değerli ve mutluluk vericiydi. Bu şiir ve bestenin “Nurlu kitlelere mal olması” tesbitinin kabul görmesi, gerek şahsımı gerekse eminim Eyüp Otman Bey’i haddinden fazla mutlu edecektir. Eyüp Ağabey’in o şiiri hangi şartlarda yazdığını biliyorum. Şahsen, özü ve sözü ile inandığı gibi yaşayan, oldukça aktif, edebiyat ve müzikle ilgili Eyüp Bey’den de başka bir şey beklemek mümkün olmazdı her halde. Gerek 1997’de yaptığımız “Hazan Yağmuru” gerekse 2004 yılında çıkardığımız “Aşk mıdır ki” albümümüzün aranjörü, değerli müzisyen ve dost insan Günay Uysal, geçen sene konser için gittiği Avustralya’da bu bestenin çalınıp sevildiğini görünce ne kadar heyecanlanıp mutlu olduğunu, o bestenin aranjesini—düzenlemesini—kendisinin yaptığını oradaki kişilere söylediğini, büyük bir coşku içinde benimle paylaşmıştı. 1994 yılında henüz amatör bir genç müzik heveslisinin nağmelere dökmeye çalıştığı bu şiirin taşıdığı anlam elbette çok değerli. Zira Üstâd Hazretlerini anlatmak şiirlere, bestelere, romanlara sığacak gibi değildir.
Cami musikîsi...
Müzik konuşmalarında zaman zaman geçen bu tabiri ileriki yazılarımızda daha detaylı anlatmak üzere şimdilik kısaca izah etmeye çalışalım dilerseniz. Camilerde yapılan ibadetler içinde ya da dışında, kendine özgü şekil ve usûlde yalnız okunmak için bestelenen, belli bir üslûpla ve bazen de, o anda özel olarak bestelenen ritimli eserlerdir. Bu musikîde hiçbir müzik âleti kullanılmaz, kullanılan tek araç insanın kendi sesidir, gırtlağıdır. Bu türe giren başlıca formlar şunlardır: Ezan ve Salâ, Salat, Kıraat, Münacaat (Allah’a yalvarış), Na’t (Peygamberimizi övme), Mevlid, Mi'raciye (Mi'rac’ı anlatan şiirler), Temcid (Allah’ın büyüklüğünü anlatan besteler) ve ilâhî.
Musikî mi, müzik mi?
Aslında kullanılan her iki kelime de aynı anlamı karşılıyor. Bu nağme san'atının adının çıktığı yer Yunancadır. Mousa diye yazılan ve Musa diye okunan kelime Yunanca’da peri mânâsına geliyor. Sonlarına gelen -ike takısı ise, yanına geldiği sözcüğe aidiyet anlamı katıyor. “Musa”ya eklenen -ike takısı ‘perice, perilerin konuştuğu dil’ gibi anlamlar taşır. Bu durumda musikîye ‘meleklerin dili’ demek yanlış olmaz. Bazı ülkeler bakınız nasıl kullanıyor bu sözcüğü; İtalyanlar ve İspanyollar musica, Fransızlar musique, İngilizler music, Araplar el muğ-sikıy derler. Türkler Fransızcadaki okunuşunu alarak müzik dediler. Osmanlıda, ilm-i şerif sıfatını da kullanarak, bu kavrama daha nezih bir yer temin edilmiş oldu. Müziğe bir tanım getiren merhum Cinuçen Tanrıkorur “Seslerin bilimi değil, san'atıdır” der. Müzik mi, musikî mi ayrımı açısından ise, her iki ifadenin de bir arada kullanılabilmesinin bir mahzuru olmadığını ifade eder. Yani müzik kelimesini kullanınca modern kafa yapısına sahip olduğumuz anlaşılamayacağı gibi, musikî dediğimizde de klâsik zihniyetteyiz anlamı çıkarılmamalı.
BİR BESTE / Aşka Merakım Ezelden / Söz - Beste: Zekai Tunca
Aşka merakım ezelden Sen güzel bir bahaneydin Mahrum değildim güzelden Ben sende sevmeyi sevdim.
Sevenimden zerresini Esirgedim sevgimi Sana sundum gani gani Ben sende sevgiyi sevdim. Bir daha sevemiyorum Bahane bulamıyorum Kendimi kandırıyorum aslında Ben sende Yaranı sevdim.
Sevdayı besleyen hasret Haddi aşar olur külfet Sabrı mahduttur nihayet Ben sana ermeyi sevdim. 16.07.2009 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Mikail YAPRAK |
|
Düğünler içinde bir düğün |
“Allah’ın varlığının işaretlerinden biri de, size kendinizden olan eşler yaratmasıdır. Siz onlara ısınır, onlarla huzura kavuşursunuz. Allah’ın verdiği duygular sayesinde biribirinizi sever ve korursunuz. Bunda düşünen insanlar için ibretler vardır.” (Rum, 21) Peygamber Efendimiz; “Siz şükreden bir kalbe, zikreden bir dile ve mü’min bir hanıma sahip olmaya bakın. Böyle biri ahiretinizi kazanmanıza yardımcı olur” buyuruyor. Düğünler, İslâmî terbiyeden yoksun, heva ve heveslerinin dürtüleriyle hareket eden gençlerin inisiyatiflerine bırakılmamalı. Kız ve erkek tarafının ağırbaşlı, olgun insanları bir araya gelerek, her şeyi usulüne uygun, düzeyli biçimde organize etmeliler. Çözülmeyi bekleyen bir “düğüm,” sosyal bünyemizin yüreğinde bir “ukde”dir düğünlerimiz. Bu düğümü çözdüğümüz, Kur’ân ve Sünnetin ışığında İslâmî ölçülere uygun hale getirdiğimiz an, dinin sosyal hayatımıza yansımasına katkı sağlanmış olacaktır. Allah Resulü (asm) ve onu hüve hüvesine takip eden sahabeler örnek alınarak düğünler icra edilirse, “düğüm” çözülmüş, evlilik namzedi gençlerimizin önü açılmış olur. Bugün evlilik çağına gelmiş çok sayıda gençlerimiz, nişan, nikâh ve düğün esnasında çıkarılan zorluklar yüzünden evliliğe yanaşamıyorlar. Düğün öncesi hazırlıklar, zorlama ve dayatmalarla, görenek belâsıyla lükse ve israfa girilerek yapılırsa, düğün esnası ve sonrası da o minval üzere devam eder. Ebeveynin belini büken gereksiz külfetler zamanla gençlere devredilir. Gençler de ya büyük sıkıntılarla devam etmek veya “boşanma” gibi nahoş bir çözüme başvurmak zorunda kalırlar. *** Biz “kendini arayan adam” tabirinin yabancısı değiliz. Sonunda kendini bulanları da pekâlâ tanırız. Hatta kendi kendimizi “okuyan”lardan ve okuduğu eserlerde kendini bulanlardan sayılırız. Lâkin hâlâ kendisini aratmakta olan bir toplumun içinde, “kendisini arayan” o toplumun bir ferdi olduğumuzu, o toplumun içinde “belirsiz” hale geldiğimizi unuturuz. Biz ki, Kur’ân ve Sünnetin telkin ettiği tarzda yaşama azmi içinde olan insanlar olarak; her alanda, kendimize özgü, inanç değerlerimize ters düşmeyen alternatif uygulamaları hayata geçiremedikten sonra, genel toplumun genel uygulamaları çerçevesinde kalmaya, belirsizliğimizi ve tanınmazlığımızı sürdürmeye mahkûm kalırız. Biz değil miyiz ki; özümüze döndüğümüzü, kendimizi bulduğumuzu, yaratılış gayemizi “yeniden” idrak edip Yaradana sığındığımızı, Ahirzaman Müceddidinin arkasına takılıp ahirete müteveccih olduğumuzu, dünya hayatımızı da buna basamak yapmak emelinde olduğumuzu savunuruz… Haydi öyleyse; siyaseti siyasetçilere bırakarak, devleti devletlülere havale ederek, dünyayı da (fena ve fâni çehresiyle) ehl-i dünyaya terk ederek, biz kendi işimize bakalım. Kur’ân ve Sünnetin öngördüğü yaşayış tarzını öncelikle nefsimize tatbik ettirip, ailemiz içinde uygulatıp, akraba ve taallûkatımıza ve bize bakan insanlara “örnek” teşkil edecek hal ve davranışı sergileyelim. Genel toplum içinde iyice yerleşmiş âdet ve geleneklerimize, nefsanîlikten uzak, Rabbimizin rızasına uygun bir çehre kazandıralım. Sözgelimi; doğum günü kutlamalarından sünnet merasimlerine; nişan ve nikâh merasimlerinden meşrû eğlencelerimize kadar bizim yakamızı asla bırakmayacak olan meselelerin, bize uyan alternatiflerini hayata geçirelim. Aksi takdirde kendi hayat tarzımıza, inanç ve kültür değerlerimize asla uymayan, ehl-i dünyayı bile sollayacak “düğün” merasimlerini, kendi kimliğimizden soyunup apayrı bir kimliğe bürünerek icra etme durumunda kalırız ki, hiçbir mazeret bizi “gülünç” duruma düşmekten kurtaramaz. Zira “taklit” ne kadar ustaca olursa olsun aslı gibi olamaz. *** Bir düğün ki, vesilesi de güzel olsun, neticesi de... Bir düğün ki, kolay başlasın, kolay bitsin... Zahmetsiz, problemsiz ve israfsız olsun... Bir düğün ki, başından sonuna kadar “sıkıntı yok” cümlesi parola olsun. Ve bu cümleyi günlük hayatında her vesileyle istimal eden ve muhatabına emniyet telkin eden mütevekkil kardeşimiz, düğün esnasında da, sıkıntı daha zuhur etmeden, Hz. Osman gibi imdada koşarak, “sıkıntı yok” parolasıyla yüzleri güldürsün.. Diyarbakır’dan gelsin; evlilik, iş.. derken Bonn’a yerleşsin, ihlâsla ve samimiyetle nuranî hizmetlerde koşuştururken Viyana’ya gelsin, hizmet zeminlerinde zaten buluştuğu Süleyman’la görüşsün, artık zamanı gelmiş olan evlilik meselesini bile nefsanîlikten uzak, hizmet anlayışı ve hizmet üslûbunda gündeme getirsin, Süleyman’ı alıp Bonn’a götürsün, sözde ticaret için geldiği Viyana’dan çok yönlü neticeler elde ederek ayrılsın.. Tanışmalar, görüşmeler... Bizi ailece Avusturya’dan Bonn’a birkaç defa celbetmeler... “Allah’ın emri, Peygamberin kavli” safhaları, Almanya Şeyhülislâmını devreye sokmalar... Ve nihayet 27 Haziran 2009 tarihinde kiliseye ait bir salonda yapılan düğün merasimi... Avusturya’dan ve Almanya’nın çeşitli şehirlerinden katılan gönül dostları ve muhabbet fedaileriyle lebaleb dolan salonda adeta bir bayram havası yaşandı. Kur'ân-ı Kerim tilâveti, Alman Müslüman kardeşlerimizin katılımıyla güzel sohbetler. Almanya İslâm Konseyi Din Şûrâsı Sözcüsü Şükrü Bulut’un, ahirzamanda ve bilhassa Avrupa’da aileye yönelik tehlikelere dikkat çeken konuşması. Güzel musikî, ilâhiler, nükteler, fıkralar, espriler, helâlinden yiyip içmeler ve güzel bir son... Bize bu bayram havasını yaşatan ve hiçbir akrabamın bulunmadığı bu evlât düğününde bizi hüzne boğulmaktan kurtaran, düğünde bize gam keder yaşatmayan bu ahirzaman kardeşlerinden Cenâb-ı Hak ebediyen razı olsun, onlara da evlâtlarının mürüvvetlerini en güzel şekilde göstersin. 16.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
İsrafı kısmak akla gelmiyor mu? |
Yine kolay olan yol seçildi ve açık veren bütçeye ‘zam yaması’ yapıldı. Aynı gün yapılan sürpriz zamlar, “Ne oluyoruz?” sorusunu da akla getirdi. Hele hele akaryakıt ürünlerine yapılan zam, Türkiye’nin bu konudaki birinciliğini kimseye devretmeye niyeti olmadığını ortaya koydu. Bilindiği gibi akaryakıt ürünleri fiyatındaki dünya rekoru Türkiye’de. Önceleri “Ham petrol fiyatları arttı” diyerek sürekli akaryakıt ürünlerine zam yapıldı. Sonra, dünyanın şartları değişti ve ham petrol fiyatları bir ara 50 doların altına düştü. Ham petrol fiyatları artarken zam yapanlar, ham petrol fiyatları düşerken gerektiği kadar indirime gitmedi. Aradaki kâr ‘haksız kazanç’ olarak bazılarının cebinde birikti. Şu anda da ham petrol fiyatlarında ciddî bir artış yok, ama akaryakıta sürpriz şekilde zam yapıldı. Zammın bahanesi, ifade edilmese de devlet bütçesinin açık vermesi. Elbette devlet bütçesi açık verince bu açığın bir yerlerden kapatılması lâzım. Fakat bu iş için ilk akla gelen şeyin, akaryakıt ürünlerine zam olmaması gerekir. Son yapılan zamlarla bir sürpriz daha yaşandı. Genellikle yıl başlarında ‘değerli kâğıt zammı’ cümlesinden olarak pasaportlara da zam yapılırdı. Bu defa yıl ortasında pasaportlara hem de yüzde 50 nisbetinde bir ‘fiyat ayarlaması’ daha yapıldı. Bunun yanı sıra ehliyet ve bazı başka kalemlere de zam uygun görüldü. Bütün bunlar elbette bir şekilde açıklanıp izah edilebilir. Ama bu izahlar makul, kabul gören, itiraz edilmeyen gerekçelere dayanıyor mu? “Bütçe açık verdi, zam yapmayalım da ne yapalım?” demek teknik anlamda belki doğrudur, ama makul değildir. Çünkü bütçe açığını kapatmanın başka yolları vardır ve olmalıdır. Zammı ilk çare değil de son çare olarak görmek lâzım. Bunun yerine israf kanallarını tıkamak hiç akla gelmez mi? Ciddî bir ekenomik kriz yaşandığı malûm. Peki, ‘Hazine’den geçinenler bu krizden etkileniyor mu? Özel sektör krizden etkilenirken ‘devlet’e kriz hiç uğruyor mu? Meselâ, planlanan kaç toplantı, kaç karşılama, kaç resepsiyon, kaç açılış sırf bu sebeple ertelendi? Normal zamanda alınması planlanan kaç araba, kaç kat, kaç yat; kriz sebebiyle iptal edildi, ertelendi? Millet zamlar sebebiyle sıkıntı yaşarken, ‘devlet’in hiçbir şey olmamış gibi devam etmesi nasıl izah edilebilir? Bu arada, belediyelerin yaptığı israfa da dikkat çekmek lâzım. Binlerce belediye, sadece afiş ve duyuru panoları (bilboard) için harcadığı paradan vazgeçse, israfa son verse ortaya çok büyük bir yekûn çıkmaz mı? Sıkıntıların olduğunu inkâr ediyor değiliz. İtirazımız, bunlara çare ararken müracaat edilen yolların öncelik sırasıdır. Önce israf kanalları kurutulsun, başta belediyeler olmak üzere bütün devlet kurumları ciddî mânâda tasarrufa gitsin. Bütün bunlar çare olmuyorsa, ondan sonra zam yapılsın. Bu yapılmadan, ‘yangında ilk kurtarılacak eşya’ anlayışıyla bir günde zam yağdırmak kabul edilebilir bir uygulama değildir. Hem fert olarak, hem de devlet olarak israf batağından kurtulmadıktan sonra düzlüğe çıkmamız mümkün değildir. 16.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
‘Çayna’ |
Bu, bir dizi veya sembol adı değildir. Zaten diziler, hazzetmediğimiz ve işimizin olmadığı bir şeydir. Aslında doğru-dürüst TV bile seyretmem (haberler de dahil). Türkiye ve dünya gündemi o kadar yoğun ve seri şekilde değişiyor ki, yetişmek mümkün değil. Buna bir de seyahatlar eklenince iyice zorlanıyoruz. Kafamızda şekillenmiş yazı başlıkları ve seyahat notları ile, röportaj taslakları varken ve göçebelikten kurtulup, Bursa’ya, evimize döner dönmez “Önce nereden başlayayım?” diye düşünürken, uzaklardan, dünyanın bir ucundan, bize göre doğusundan gelen bir haber, bizleri epey üzdü. Soydaş ve dindaş Doğu Türkistan yine kan ağlıyor. Gerçi sessiz ve derinden kan ağlaması aslında hep devam ediyordu da, pek fark edilmiyordu. Ama şu son hadise dünyayı ayağa kaldırdı. Uygur kardeşlerimiz, yüzyıllardır esaretin pençesinde kıvranıyor. Çin zulmü, Çin işkencesine, bir de Mao’nun belâ ettiği komünizm zulmü eklenince epey zor günler yaşadılar, yaşıyorlar. 2006 senesinde Cenâb-ı Hak nasip etti. Hac farizasını eda eylemek için mukaddes beldelere gittik. Medine-i Münevvereyi ziyaret ettiğimiz günlerde, rahmetli Selâhaddin Yeşilyurt ve diğer arkadaşlarımızla biraraya gelip, sohbetler yapıyorduk. Sohbet yapılan mahalde, Risâle-i Nur eserlerinden çeşitli dillere çevrilmiş broşür şeklinde eserler gördüm. Bunları Selâhaddin Ağabeyden istedim ve çantama koydum. Artık Mescid-i Saadette hangi milletten olduğunu tesbit edebildiğimiz Müslümanlarla diyalog kurup, lisanlarına uygun eserleri veriyorduk ve hüsnü kabul de görüyorduk. Bir ara Mescid-i Saadetin dış duvarında gölgeye oturmuş birkaç kişi gördüm, Özbeklere benzetmiştim. Yanlarına gittim selâm verdim, güler yüzle selâmımı aldılar. Özbek olup, olmadıklarını sorunca, hep bir ağızdan “Çayna” dediler. Anlamıştım hemen. Çin kelimesinin İngilizce yazılışının, yani “Chine”nin söyleniş şekliydi bu. Yani, "Çin’liyiz” diyorlardı. Bir an duraksadım ve hemen, “Türkistan” deyince, hepsi bana odaklandı. Çekimser bir tarzda baktılar, hiç ikiletmeden “Ben de Türküm, Türkiye” dedim ya, artık gözlerinden ışıltılar parlıyordu, o kadar sevinmişlerdi ki. “Türkistan” deyişimiz onlarda ma’kes bulmuş ve tasdik etmişlerdi. ”Çayna” bir anda “Türkistan” olmuştu. Ben de, Çince risâleleri onlara vermiştim buna da ayrıca çok sevinmişlerdi. Bu manzara, benim gözümün önünden hiç gitmeyen bir tablo gibi duruyordu. İşte, Doğu Türkistan’da meydana gelen şu son hadise bana bunları hatırlattı. Korkudan “Çinliyiz” diyorlardı. Ama, bizim kim olduğumuzu anlayınca da “Türkistan’ı” memnuniyetle kabul ediyorlardı. Yıllardır yapılan; baskı, sindirme ve zulüm onları örf-âdet ve dinlerinden vazgeçirtememişti. Koca deccalin boyunduruğu olmamışlardı. Tıpkı ufak deccallerin boyunduruğu olmayan İslâm beldelerindeki Müslümanlar gibi. Bu son hadise, yapılan yorumlara falan da bakınca, gerçekten biraz garip geliyor. Ekonomik büyümede ve sıralamada dünyanın bir numarasına oynayan Çin, ne yapıyordu. Acaba yaptırılıyor muydu? Biraz karışık işler tabiî. Geçen asrın en büyük imparatorluğu olan Osmanlı’yı karıştırıp yıkan ve dünyadaki bütün fitnelerin de bizce esas sebebi olan üç milletin, (devlet değil, millet) marifeti miydi acaba bunlar? Bu üç millet de; Yahudi, İngiliz ve Rus olarak karşımızda duruyordu. Her türlü fitne ve fesad da, bunları görmek mümkün zira. Devlet değil, millet derken de kastımız şu: Meselâ Yahudilerin devleti resmiyette İsrail, ama o Yahudi milleti bütün dünya devletlerinin içine girmiş karıştırıyor. ABD de dahi menfi işlerin başrolünü bunlar oynuyor. Fakat, ne olursa olsun zulüm ebedî olmaz, olamaz! Cenâb-ı Hak, kendisini inkâr mânâsında olan küfür ehli kıyamete kadar olacaktır, ama zulme ve zalime asla müsaade yoktur O'nun katında. Belki de bu hareket, zulmün sonu ve bir başlangıcın ilk nüvesi olacaktır İnşaallah! Bu vesileyle şehid olan Müslüman kardeşlerimize Allah’tan rahmet dilerken, bir an evvel de kurtuluşa ermelerini niyaz ediyoruz Rabbimizden. 16.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Umut YAVUZ |
|
İsrail gittikçe faşistleşiyor |
Yıllar boyunca faşizmin mağduru olan ve bunun propagandasını her fırsatta yapan “Yahudi kimlikli” İsrail devleti kendi tarihleriyle tezat teşkil edercesine gün geçtikçe daha da faşistleşiyor. Kendilerinin Yahudi devleti olarak kabul edilmesi konusunda ısrarlı olan İsrail yönetimi, uygulamalarıyla da bu tezini güçlendirmek istiyor. Özellikle Netanyahu’lu, Lieberman’lı sağcı iktidar başa geldikten sonra İsrail devletinin bölgede çözümü zorlaştıran tutumlarına bir yenisi daha eklendi. Şimdi İsrail trafik levhalarındaki Arapça ve İngilizce isimleri kaldırma kararı aldı. Alınan karar gereği levhalar bundan böyle sadece İbranice olacak. Şimdi bunun konuyla ne alâkası var demeyin. Zira özellikle Kudüs’te sözkonusu uygulamaya geçilmesi İsrail devletinin “Yahudilik” vurgusunun artmasına işaret etmektedir. Halbuki İsrail vatandaşı olan onbinlerce Arap bu ülkede hayatını sürdürmektedir. İsrail’in sözkonusu icraati Filistinlilere “İsrail’in bir Yahudi devleti olduğunu kabul ettirme” çabalarının bir parçası olarak yorumlanıyor. İşin bir başka yanı var ki, bu da oldukça vahim. İsrailli Araplar, bu yeni uygulamayla İsrail’i, Arap dili ve mirasını silmeye çalışmakla suçluyorlar. Ki bu tezlerinde de oldukça haklılar. İsrail Ulaştırma Bakanlığı yetkilileri ise üç dilde hazırlanan levhaların sürücülerin kafasını karıştırdığı için böyle bir karar aldıkları gibi trajikomik bir açıklama getiriyor duruma. Halihazırda İsrail’deki trafik levhalarında üç dil kullanılıyor. Levhalarda her yerin İbranice, Arapça ve İngilizce geleneksel adları yer alıyor. Meselâ Kudüs için, İbranice “Yerushalaim”, İngilizce “Jerusalem” ve Arapça “El Kuds” yazıyor. İsrailli yetkililerden gelen ikircikli açıklamalar bu icraatın altında siyasî hedeflerin olduğunu gün gibi ortaya koyuyor. Zira İsrail Ulaştırma Bakanlığı yetkililerinden Yeşa Ayahu Ronen, levhalarda bundan böyle sadece İbranice’ye yer verme kararlarını “Kafa karışıklığını önlemeye çalışıyoruz.” diyerek açıklarken, İsrail Ulaştırma Bakanı Yisrael Katz, bir internet sitesinde yayınlanan açıklamasında bu kararın ardında siyasî sebepler olabileceği imasında bulundu. Bakan Katz, “Bazı Filistin haritalarında İsrail şehirlerinin hâlâ 1948’den önceki adları kullanılıyor. Trafik levhalarımızda buna izin vermeyeceğim. Bu hükümet, bu bakanlık, Yahudi Kudüs’ün El Kuds’a dönüştürülmesine izin vermeyecek.” dedi. Bu açıklama İsrail devletinin esas niyetini ele vermektedir. Onların istediği “Yahudi bir Kudüs”... Ancak bunu hiçbir Filistinli kabul etmeyeceği gibi, İsrail vatandaşı Araplar da kabul etmeyecektir. İsrailli Bakan bir de lütufta bulunarak işgal etmiş bulundukları Batı Şeria’daki trafik levhalarında Arapça kullanımına devam edileceğini söylemiş. Esasında bütün bu soytarılığa en güzel cevabı, Knesset’teki Arap milletvekili Ahmet Tibi vermiş. Tibi, “Bakan, birkaç tabelâ değiştirerek Arap halkının varlığını silebileceğini düşünüyorsa yanılıyor” demiş. Doğru söylemiş... 16.07.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Avrupa Parlamentosunun yeni başkanı |
Avrupa Parlamentosu başkanlığına Polonya eski başbakanı Jerzy Buzek seçildi. Böylece ilk kez bir Doğu Avrupalı, Parlamento başkanı oldu. Hem de 713 parlamenterden 555’inin oyunu alarak. Jerzy Buzek uzun mücadele geçmişine sahip bir siyasetçi. Polonya’nın özgürlüğüne kavuşması mücadelesinde Dayanışma Hareketi içinde yer almış. “Bir zamanlar” diyor Buzek, “Hür bir Polonya’da, Polonya Parlamentosunun bir parçası olmayı umut edersin. Bugün Avrupa Parlamentosunun başkanı oldum. Bu benim hayal dahi edemeyeceğim bir şeydi”. Buzek’in, Türkiye’nin Avrupa Birliğine tam üyeliğini destekleyen bir siyasetçi olması elbette önemli. Ancak üyesi olduğu ve Parlamentonun en güçlü grubu olan Hıristiyan Demokrat Grubu, Fransa ve Almanya’nın bastırmasıyla “imtiyazlı ortaklık”tan yana. Bu yüzden Buzek’in başkanlığının Türkiye açısından getirdiği somut bir avantaj yok. Zaten Avrupa Parlamentosu, ülkelerin politika alanlarında önemli yetkilerini devretmemeleri sebebiyle sınırlı bir yasama yetkisine sahip. Aslında bu yetkisini de Avrupa Birliği Konseyi ve Avrupa Konseyi ile paylaşıyor. Yalnızca AB bütçesi üzerinde (tarım hariç) kontrol yetkisine sahip ve Avrupa Birliğinin yürütme organı olan Avrupa Komisyonuna ülkelerin yaptığı atamaları veto etme yetkisine sahip. Hatta üçte iki oy çokluğuna ulaşabilirse bütün komisyonu istifaya zorlayabiliyor. AB dışı ülkelere yapılacak yardımları onaylama yetkisi de bu Parlamentoda. Meselâ savaş sonrası Irak’ın yeniden inşası için yardım parlamentoda onaylanıyor. Şimdi Polonyalı Buzek’in Parlamento Başkanı seçilmesi, bazı Avrupalı uzmanlara göre AB’nin genişleme sürecinin başarısını gösteriyor. Yeşiller Partisi de Parlamentonun gücünü arttıracağı umuduyla onu destekledi. Peki Buzek Avrupa Parlamentosu başkanı olarak ne iş yapacak? Parlamento oturumlarına başkanlığın yanı sıra, Avrupa Birliği liderleri zirveleri ve uluslar arası faaliyetlerde parlamentoyu temsil edecek. Bir ülke lideri gibi karşılanacak ve ağırlanacak. Ama beş kuruş maaş almayacak. Yalnızca seyahat giderleri ve çalışma ofisinin giderleri karşılanacak. Yine de bu prestijli göreve seçilebilmesi için ülkesinin başbakanı yoğun kulis faaliyetleri yürüttü. Bu seçim aynı zamanda sağcıların, solculara karşı kazandığı bir zafer. Karşısında yer alan ve komünistlerin desteklediği İsveçli Eva-Britt Sevnsson ise yalnızca 89 oy alabildi. Kısacası; Buzek’in Avrupa Parlamentosu başkanı seçilmesi hem onun kişisel tarihi hem de Avrupa Parlamentosu tarihi bakımından yenilik ve başarı öyküsü. Ama Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik sürecine herhangi bir katkı sağlayacak bir gelişme değil. Seçim kulisleri dönemindeki Türkiye’nin tam üyeliği yönündeki çabalarının bu dönemde de sürmesini beklemek hayalcilik olacaktır. 16.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Darbeciler “bir bir” yargılanmalı (1) |
“Ergenekon iddianâmesi” kapsamında öncelikle darbe ortamına zemin hazırlama plânlarının ve darbe hazırlıklarının soruşturulup, plânlanmış, hazırlanmış ve dayatılmış darbelerin kapsam dışı kalması, öteden beri kamuoyunda çeşitli istifhamlara yol açıyordu. Gerçek şu ki demokrasiyi katleden, bütün milletin hakkını gasbedip millet irâdesinin temsilcisi Meclis’in kapısına kilit vuran, seçtiği meşrû hükûmetleri deviren, anayasayı ilga siyasî partileri kapatan darbelerin soruşturulmaması, bu süreçte ciddî bir eksiklikti. Önce muhalefetten, 12 Eylül darbecilerini koruyup kollayan, haklarında hiçbir hukukî, cezaî, malî soruşturma açılamayacağını ve yargılanamayacaklarını hüküm altına alan darbe anayasasında 29 yıldır duran, anayasa’nın “geçici 15. maddesi”nin kaldırılması teklifi geldi. Ardından 28 Şubat postmodern darbesinin başaktörü Em. Org. Çevik Bir savcılığı çağrıldı. Ergenekon savcılarına “tanık” ya da “şüpheli” sıfatıyla olduğu hâlâ netliğe kavuşamayan bir “ifâde” verdi. Ne garip ki Başbakan, 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasına “sulu şaka” deyip teklifi geri çevirdi. Çevik Bir, “Tanık olarak ifâde verdim; ifâdemi alan savcılar son derece nâzik ve olgun insanlardı, çok rahatladım, üzerimden büyük bir yük kalktı, şimdi Bodrum’a tatile gidiyorum” diye meseleyi basite indirgeyip geçiştirmeye çalıştı… Kısacası “Ergenekon Dâvâsı” sürecinde darbelerin hakkıyla hesâba çekilip yargılanması, yapılan darbelerin de soruşturulması sürekli gözardı edildi… BÜTÜN DARBECİLER HESÂBA ÇEKİLMELİ… Ne var ki “darbe teşebbüsleri”nin soruşturulduğu bir süreçte “darbe ortamının olgunlaşması” amacıyla ülkenin kaos ve kargaşaya sürüklenmesine seyirci kaldıklarını itiraf eden, onbinlerce gencin meydana getirilen kutuplaşmayla, anarşi ve terörle birbirlerini katletmesini tahrik eden darbecilerin yargılanması geçiştirilemezdi. Keza uyduruk “irtica tehdidi” konseptiyle onbinlerce vatandaşı “irticaî karakter taşıyor” diye fişleyen, ülkeyi “laik-antilaik” diye kamplaştıran postmodern darbelerin ve darbecilerin de hesâba çekilmesi öyle gözboyama bir-iki “ifâde”yle savuşturulamazdı. Bu açıdan DTP’li Akın Birdal ile İnsan Hakları Derneği Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan’ın, eski Genelkurmay İkinci Başkanı emekli Orgeneral Çevik Bir hakkında “Ergenekon soruşturması” çerçevesinde “suç duyurusu” fevkalâde önemli. Bir’in, “suç işlemek amacıyla yasadışı silâhlı örgüt kurma”, “insan öldürmeye tam teşebbüse azmettirme”, “suç işlemek için tahrik etme”, “hakaret” ve “iftira” suçlarından cezalandırılmasının talep edildiği “suç duyurusu”nun temel gerekçesi, 1998 yılında hazırlandığı iddia edilen “andıç” belgesi. Şemdin Sakık’a ait olduğu ileri sürülen ve bazı gazetelerde yayımlanan, “kimi muhalif kurum ve kuruluşlar ile kişilerin hedef gösterildiği” ifâdelerin, o dönemde, Genelkurmay Karargâhı’nca hazırlanmış bir “andıç” olduğunun ve dönemin İkinci Başkanı Org. Bir’in imzası bulunduğunun açığa çıktığının “suç duyurusu”nda belirtilmesi, oldukça anlamlı. Diğer yandan sözkonusu “andıç olayı”ndaki “Bir’in rolü” hakkında 30 Kasım 2000’de soruşturma talebinde bulunulmasına karşı, soruşturmanın yapılıp yapılmadığına dair herhangi bir bilgi verilmemesi, olayın açıkça örtbas edilmesi ise enteresan. Bu vaziyet, 28 Şubat postmodern darbesinin siyasî aktör ve antidemokratik sürecinin tam bir göstergesi… “ERGENEKON İDDİANÂMESİ”NDE 13 KEZ… Aslında yalnız mâlûm “andıç” hakkında değil, binlerce kişiyi hayatlarını verdikleri işlerinden, mesleklerinden mahrum bıraktırıp mağduriyete duçâr eden 28 Şubat’taki bütün fişlemeler, “Batı Çalışma Grubu”nun faaliyetleri, “irtica ile mücadele” paravanında yapılan haksızlıklar ve yolsuzluklar, hak ve hukuk çiğnemeleri, demokratik sistemin tahribi de sigaya çekilmeli Ülkenin yüksek yargısını, rektörleri, öğretim üyelerini, iş adamlarını, gazetecileri “karargâh”a çağırıp dinlettikleri “irtica tehlikesi” brifinglerini dakikalarca ayakta alkışlatan sorumlular ve “şüpheliler” hakkında da “kamu dâvâsı” açılmalı, “Ergenekon” mahkemelerinde yargılanmalı. Zira 28 Şubat sürecinde tankları sokaklarda yürütmekle “demokrasiye balans ayarı verdiklerini” övünerek anlatan Çevik Bir’in adı, duruşması 20 Temmuz’da başlayacak olan “2. Ergenekon iddianâmesi”nde 13 kez geçiyor. Darbe hazırlıkları, “andıç”lar, yönetime el koyma plânları, başarısız “suikast teşebbüsleri”, “irticacı” yaftasıyla yapılan “yargısız infazlar”; bütün darbeler ve darbeciler bir bir soruşturulmalı… Bunun başka da bir yolu yok… 16.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Kadir AKBAŞ |
|
Çocuklar için adalet çağrısı |
Henüz kanunen yetişkin sayılmadığım bir yaşta, cenazesine katıldığım rahmetli şair Necip Fazıl Kısakürek’in defin işlemleri sırasında çıkan karışıklık sonrası rastgele seçilmiş kişilerle birlikte gözaltına alınmıştım. Önce o dönemde Eyüp Sultan meydanında yer alan karakol’da saatlerce bekletilmiş, daha sonra halen Sirkeci’de şimdi Adliye binası olarak kullanılan o dönemde ‘müteferrika” olarak anıldığını hatırladığım ortaçağ zindanlarından daha iyi sayılamayacak nezarethanede yine saatlerce bekletilmiştik. Gece yarısına doğru Gayrettepe’de yer alan siyasî şubeye götürülmüştük. Mazgalları bile kapalı tutulan, gün ışığından yoksun, aydınlatılmayan, ancak çömelerek oturabilmenize imkân veren bir yerde, zaman mefhumundan uzaklaştırılmış durumda ne kadar sürdüğünü tahmin edemeden günlerce tutulmuştuk. Nihayet ifadelerimiz alınmış Selimiye Askerî Cezaevine gönderilmiştik. Selimiye Cezaevinde “küçük” olduğum için koğuşa alınmamış, tek kişilik, duş ve tuvaleti olan bir odada tek başıma tutulmuş, cezaevi komutanının duyarlı davranışlarıyla karşılaşmıştım. Askerî mahkemede ifadelerimizin alınmasından sonra da serbest bırakılmış, uzun yıllar süren yargılama sonrasında da beraat etmiştim. Ancak toplam on iki gün sürdüğünü hatırladığım bu süreçte on beş kilo vermiş, bir hilkat garibesine dönüşmüştüm. Normal şe-kilde beslenmeme rağmen uğradığım kilo kaybı yaşadığım ağır ruhî travmanın bir sonucuydu. Çok uzun yıllar öncesinde yaşanmış bu sevimsiz hatıraları sizlerle paylaşmamın sebebi, uzun bir zaman görmezden gelinen, konuya duyarlı kişilerin oluşturduğu “Çocuklar İçin Adalet Çağrıcıları”nın çabalarıyla ulusal ve uluslar arası kamuoyunun dikkati çekilen “taş atan çocuklar.” Taş atan, tutuklanan, yargılanan, cezaevine konulan ve mahkûmiyet alan çocuklar. Kimdir bu taş atan çocuklar? Çocukluklarını yaşamak yerine neden bir öfke selinin birer figüranı olarak ölüm riskinin olduğu ortamlarda yer alıyorlar? Sorunun cevabını, bölgede yaşayan bir akademisyen, 3 Mayıs 2009 tarihli Zaman gazetesinde yayınlanan yorum yazısında Doç. Dr. Zahir Kızmaz veriyor. Taş atan çocuklar, “Yıllardır terörle mücadele kapsamında sürdürülen çatışma ortamında büyüyen, şiddetin kol gezdiği toplumun çocuklarıdır. Bu çocuklar, köyleri yakılan, göçe zorlanan ve geçmişlerine ait tüm anıları, geçmişleri yok edilen ailelerin çocuklarıdır. Dövülen, itilen, hakarete, aşağılamalara ve insanlık dışı muamelelere maruz kalan, işkence gören, hapse atılan, suçlu muamelesi gören ailelerin çocuklarıdır. Bu çocuklar yıllardır bölgede süren çatışmanın tüm çilelerini, acılarını, yaralarını ruhlarında ve zihinlerinde hisseden travmatik toplumun travmalı çocuklarıdır. Bu çocukların öfkelerinde, geçmişte yaşanan acıların izleri vardır. Bir şeylerin öfkesini kusuyorlar. Bir şeyi anımsatmak istiyorlar. Babalarının ve ağabeylerinin sefaletinin hesabını bu şekilde soruyorlar. Üniversite okudukları halde işsiz kalan ağabeylerinin, akrabalarının veya tanıdıklarının iş bulamamalarının öfkesini bu şekilde yansıtıyorlar. Onlar artık hiçbir şeyin düzelmeyeceğine inanıyorlar. Bu sebeple gelecek düşleri olmadığı için attıkları taşlar ile geleceklerini kararttıklarını da düşünemiyorlar. Ancak acılarını, yoksulluklarının, ezilmişliklerinin, mağdur edilmişliklerinin öfkesini bu şekilde kusuyorlar. Gösteriye katılan çocukların ortak özellikleri arasında, geçmişlerine ilişkin bir acı hatıraya sahip olmaları, gelecek beklentilerinin şimdiden bitmiş olması ve terör örgütlerinin hedef alanına daha rahatlıkla girebilecek bir mağduriyete sahip olmaları vardır.” Çocuklar İçin Adalet Girişimcileri, 5 bine yakın imzayla desteklenen kampanyalarını bir kez daha kamuoyuna duyurmak için dün İstanbul’da ve diğer bazı şehirlerde basın açıklamaları yaptılar. Türkiye’de binlerce çocuğu ve ailelerini doğrudan etkileyen Terörle Mücadele Kanunu mağduru çocukları gündeme getirdiler. 1991’de çıkan ve 2006’da yenilenen Terörle Mücadele Kanunu yüzünden, Türkiye’nin dört bir yanında, hemen her an, yaşları 12-18 arasında değişen çocuklar terör suçlaması dolayısıyla tutuklanıyor, sorgulanıyor, yargılanıyor ve mahkûm ediliyorlar. Bütün bu tutuklamalar, sorgulamalar, yargılamalar ve mahkûmiyetler yetişkinlerle aynı şartlarda yürütülüyor. 1991 tarihli TMK’ya bağlanan ama 2006’daki değişiklikle inanılmaz boyutlara ulaşan, 18 yıldır devam eden bu sorun dolayısıyla Türkiye, tam 2 yıldır ‘çocuklarını’ hapislerde süründürüyor ve onlara terörist muamelesi yapıyor. Türkiye’de kanunen ‘suçlu çocuk yoktur, suça sürüklenen çocuk vardır’ tanımı kabul ediliyor ve ‘ceza’nın çocuğa uygulanacak en son yaptırım olduğu öngörülüyor. Ancak 2006’da yenilenen Terörle Mücadele Kanunu, 12-18 yaş arası çocuklara çocuk değilmiş gibi işlem ve muamele yapılması öngörülüyor. Çocuklar İçin Adalet Çağrıcıları; Çocuklara TMK kapsamındaki suçlarla ilgili yargılama muafiyeti sağlanmasını talep etmediklerini, sadece, TMK kapsamında itham edilen çocukların gözaltına alınmalarından yargılanmalarına, aldıkları cezadan cezaların çektirilmesine kadar bütün aşamalarda ‘terör suçlusu’ gözüyle değil, ‘suça sürüklenen çocuk’ gözüyle ele alınmalarını talep ediyor. Bu talebin karşılanması ve bu yanlışa dur denilmesi için de TMK’nın konuyla ilgili 5, 7/2-a, 9, 13 ve 17. maddelerinde çocuk haklarına uygun değişiklikler yapılmasının ve TMK kapsamında itham edilen çocuklar bakımından Çocuk Koruma Kanunu hükümlerinin eksiksiz uygulanacağını kanunî güvenceye alınmasının yeterli olacağını ifade ediyorlar. “Geçmişin travmalarını, acılarını yaşayan bu öfkeli çocuklara acımasızca saldırmak yerine şefkatli bir yaklaşımın benimsenmesinin daha insancıl ve sonuç alacağını söylemek mümkündür. Bu sebeple biraz merhamet, biraz empati, biraz adalet, biraz hoşgörü yani biraz insanlık, bizim insanlık değerine yakışır bir toplum haline gelmemizi sağlayacaktır.” 16.07.2009 |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Yine HSYK krizi |
Belge olayının baş aktörü Albay Çiçek’in evvelâ tutuklanıp 18 saat sonra serbest bırakılması; 28 Şubat’ın simge isimlerinden e. Org. Çevik Bir’le, MİT’in meşhur eski İstanbul sorumlusu Nuri Gündeş’in Ergenekon savcılarına ifade vermeleri gibi gelişmelerin ardından üçüncü Ergenekon iddianamesinin açıklanmasının beklendiği günlerde yine HSYK odaklı bir gerilimin yaşandığını görüyoruz. Hakim ve savcı atamalarında yetkili anayasal bir organ olan Hakimler ve Savcıların Kurulunun, hem yapısı, hem de üyelerinin temsil ettiği zihniyete bağlı işleyiş tarzı ile, öteden beri yoğun tartışma ve eleştirilere konu olduğu biliniyor. Susurluk ve Şemdinli gibi bazı kritik dâvâlarda “aykırı” hakim ve savcıları değiştiren, hattâ safdışı eden müdahaleleriyle, yürümekte olan yargılama süreçlerini ciddî şekilde etkilediği de. Devam eden Ergenekon operasyonlarında da HSYK kaynaklı müdahale girişimleri başından beri gündemde oldu ve kurulun bu dâvâya bakan kadrolarla ilgili tasarrufları kaygıyla izlendi. Ergenekon yapılanmasıyla bir şekilde irtibatlı olanlar açısından en ideal durum, böyle bir operasyonun hiçbir şekilde gündeme gelmemesiydi. Ama öyle veya böyle, başladı; ard arda gelen şok gözaltı-tutuklama dalgalarıyla kapsamı genişledi; ve buna bağlı olarak, engellenemeyen bu operasyonu sulandırma-saptırma çabaları arttı. Söz gelişi, Sabih Kanadoğlu gibi isimlerin suret-i haktan görünerek, “Üç savcı, böyle önemli bir dâvânın altından kalkamaz, mümkünse 40 savcı görevlendirilsin” teklifini gündeme getirmesi, bu çabaların bir örneği olarak yorumlandı. Aradan fazla geçmedi; Ergenekon savcıları 40 değilse bile, birkaç yeni isimle “takviye ” edildi. Operasyon dalgaları da sürdü. Ama özellikle Türkan Saylan’ın da dahil edildiği son dalga ters tepti. Saylan’ın, evi arandıktan kısa süre sonra, çoktandır tedavi gördüğü hastalık sebebiyle vefatı işin tuzu biberi oldu. Öyle ki, ortaya çıkan tablo, Ergenekon operasyonunu içtenlikle ve kararlılıkla destekleyenlere bile “Acaba bu defa ‘iyi saatte olsunlar’ mı işe karıştı?” diye sordurdu. O dalgadan sonra da sürecin hızı kesildi.
AKP’nin ödüllendirdiği HSYK üyesi Böyle bir aşamada, üçüncü iddianame beklenirken, her yıl Haziran ayında açıklanması gelenek haline gelen hakimler ve savcılar atama kararnamesinin bu defa gecikmesi, özetlemeye çalıştığımız arkaplana dayanan tedirginliği arttırdı. Haftalar önce ortaya atılan iddialara göre, bu kararname ile Ergenekon savcıları ve dâvâya bakan mahkeme başkanı değiştirilmek isteniyordu. Bu bağlamdaki son haber, söz konusu teklifin, daha önce Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü iken, AKP iktidarında ve Çiçek’in Adalet Bakanlığında evvelâ devlet madalyasıyla ödüllendirilen, ardından Yargıtay üyesi yapılıp sonra HSYK üyeliğine getirilen son derece tartışmalı bir isimden sâdır olduğu yönünde. 2000’de cezaevlerinde yapılan ve 32 mahkûmun ölümüyle sonuçlanan “hayata dönüş” adlı ölüm operasyonlarından sorumlu olan bu kişi, olup bitenleri eleştiren bir yazımızdan dolayı bize eski 159’dan (şimdiki 301) dâvâ açtırmış; bidayet mahkemesinin verdiği mahkûmiyet kararı, bilâhare Yargıtay aşamasında bozulmuştu. Aynı kişi, Basın İlân Kurumu üyesi olarak da, Yeni Asya’ya resmî ilân kesme cezası verdirmişti. AKP hükümetinin ve Cemil Çiçek’in anlaşılmaz bir tavırla el üstünde tutup ödüllendirdiği, Yargıtay ve HSYK üyesi yaptığı bu kişi, şimdi çok kritik bir dönemeçte Ergenekon savcı ve hakimlerinin ve yanı sıra faili meçhul cinayetlerin izini süren savcıların değiştirilmesini öneriyor. AKP bunun için mi ona bu kadar sahip çıktı? Bu sahibiyetin izahı ne? Feraset fakirliği mi, yoksa başka sebepleri de var mı? Peki, son HSYK krizinin, Çiçek’in hükümet sözcüsü sıfatıyla bir kez daha “yargı reformu stratejisi”nden söz ettiği gün patlak vermesine ne demek lâzım? 16.07.2009 E-Posta: [email protected] |