Lahika |
Hadis-i Şerif Meâli
Senin de içinde bulunduğun bir toplulukta bir adama dil uzatılırsa ona yardımcı ol, onları bundan vaz geçir veya yanlarından kalk.
Câmiü's-Sağîr, No: 508 |
16.07.2009 |
Yaz mevsimi ve haşir
İ’lem eyyühe’l-aziz! Gözleri küsuf tutmuş bazı adamlar, gözleri önünde vukua gelen gayr-ı mahdut hususî haşir ve neşirleri kör gözleriyle gördükleri halde, kıyamet-i kübrâyı ve haşr-i umumiyeyi nasıl istiğrab ediyorlar? Acaba, çiçek açıp semere veren ağaçlarda her sene îcad edilen meyvelerin haşir ve neşirlerini gördükten sonra haşr-i umumîyi istib’ad eden sıkılmaz mı? Eğer onlar şuhudî bir yakîn ile haşr-i umumîyi görmek isterlerse, akıllarını da beraber bulundurmak şartıyla, yaz mevsiminde küre-i arz bahçesine girsinler. Acaba ağaç dallarından sallanan o tatlı, ballı, nazif, lâtif kudret mu'cizeleri, o mahlûkat-ı lâtife, evvelkisinin, yani ölüp giden semeratın aynı veya misli değil midir? Eğer insanlarda olduğu gibi o meyvelerde de vahdet-i ruhiye olmuş olsaydı, geçmiş ve gelen yeni meyveler birbirinin aynı olmaz mıydı? Fakat, ruhları olmadığı için aralarında ayniyete yakın öyle bir misliyet vardır ki, ne aynıdır ve ne de gayr keyfiyeti gösterir. Acaba semerattaki bu vaziyeti gören, haşri istib’ad edebilir mi? Ve keza, mânevî asansörlerle, lâzım olan erzak ve gıdalarını ağacın yüksek dallarına çıkartmakla, tebessümleriyle arz-ı dîdar eden dut ve kayısı gibi meyveleri kuru ve câmid bir ağaçtan ihraç ve icad etmekle o kuru ağacı acip bir vaziyete ve hayattar, antika bir şekle koyan kudret-i ezeliyeye haşr-i umumî ağır gelir mi? Hâşâ! Bu lâtif, nâzik masnûatı o kuru ağaçlardan ihraç eden kudrete hiçbir şey ağır gelmez. Bu bedihî bir meseledir. Fakat gözleri kör olanlar göremiyorlar. Mesnevî-i Nuriye, s. 93, (yeni tanzim, s. 173) *** Nakkaş-ı Ezelî, zeminin yüzünde yaz, bahar zamanında en az üç yüz bin nebâtât ve hayvanâtın envâını, nihayetsiz ihtilât, karışıklık içinde nihayet derecede imtiyaz ve teşhis ile ve gayet derecede intizam ve tefrik ile haşr ve neşretmesi, bahar gibi zâhir ve bâhir parlak bir sikke-i tevhiddir. Sözler, s. 270, (yeni tanzim, s. 477) *** Elmanın yüzünde bulunan sikke-i fıtrat ve hâtem-i hikmet ve turra-i samediyet ve mühr-ü rahmet, bütün elmalarda ve sair meyvelerde ve bütün nebatat ve hayvanatta bulunduğundan o tek elmanın hakikî mâliki ve sânii, elbette ve her halde o elmanın emsali ve hemcinsi ve kardeşleri olan bütün sekene-i arzın ve onun bahçesi olan koca zeminin ve onun fabrikası olan ağacının ve onun tezgâhı olan mevsiminin ve onun terbiyegâhı olan bahar ve yazın Mâlik-i Zülcelâli ve Hâlık-ı Zülcemâli olacak; başka olamaz.
Şuâlar, s. 159, (yeni tanzim, s. 278)
LÜGATÇE:
i’lem eyyühe’l-aziz: Bil ki ey aziz. küsuf: Güneş tutulması. gayr-ı mahdut: Sınırsız. haşir: Toplanmak, birikmek; insanların öldükten sonra tekrar diriltilip bir yerde toplanmaları. neşir: Yaymak; kıyâmetten sonra bütün insanların dirilip, toplandıktan sonra dağılıp yayılmaları. kıyamet-i kübrâ: En büyük kıyâmet. haşr-i umumiye: Yaratılan bütün varlıkların kıyamet gününde tekrar dirilip toplanmaları. istiğrab: Garib ve acaib bulmak, şaşırmak. semere: Meyve. istib’ad: Uzak görme, ihtimal vermeme. şuhudî: Görünebilir olana âit ve onunla ilgili. yakîn: Hiçbir şekilde şüphe edilmeyecek derecede kesin olan ilim, bilgi. küre-i arz: Yerküre; dünya. misl: Benzer. vahdet-i ruhiye: Ruh birliği. gayr: Başka, başkası. keyfiyet: Durum, bir şeyin nasıl olduğu ciheti. semerat: Meyveler, neticeler. arz-ı dîdar: Yüzünü göstermek. câmid: Cansız, donuk. kudret-i ezeliye: Ezelî kudret. masnûat: Sanatla yapılmış olan eserler, varlıklar. bedihî: ap açık, belli. Nakkaş-ı Ezelî: Zaman ve mekânla kayıtlı olmayan ve herşeyi nakış nakış işleyen Cenâb-ı Hak. envâ: Çeşitler, türler. ihtilât: Karışıklık. tefrik: Ayırma. bâhir: Aşikâr, açık. sikke-i tevhid: Tevhid mührü. sikke-i fıtrat: Yaratılış imzası. turra-i samediyet: Allah`ın hiçbir şeye muhtaç olmadığını gösteren deliller, damgalar. sekene-i arz: Dünyada oturanlar. |
16.07.2009 |
Kudsî bir bağ: İMAN AKRABALIĞI
ŞANLIURFA’DAN DUÂLARLA UĞURLANIYORUZ
On günlük bir Risâle-i Nur okuma programı çerçevesinde, Karadeniz’e dönüyoruz yönümüzü. Önceki yıllarda tadı damağımızda kalan Rize-Hemşin-Bilen Köyü bizi kendine çağırıyor. Özellikle oradaki Şükran ve Türkan ablalarla, Hüseyin ağabeyin kalplerinden geçen dâvetleri öyle samimî, öyle içten ki bu ihlâslı dâvetler bizim cüz’î iradelerimizin çok fevkinde olarak yollara koyuluyoruz.
OKUMA PROGRAMINA KATILMAK ÖNCE BİR NASİPTİR Hatta böyle programa katılacakların listesi bile son güne kadar değişikliklere uğruyor. ‘Kesin ben geliyorum’, ‘Benim çocuğum kesinlikle katılacak’ diye kayıtlar verenler, hareket günü geldiğinde İlâhî irade devreye giriyor ve katılanlar ile katılmayı düşünenler bir bir netleşiyor. Anlıyoruz ki, bizim yaptığımız hesabın ötesinde hesaplar devreye giriyor. Ama biz işimize bakıyoruz. Tabiî kişinin bir niyet göstermesi de gerekiyor. Düşünün ki, böyle bir programa katılma planı olmayan, düşüncesi de olamayan, bilgisi de olamayan Bilâl’in babası ile parkta akşamüstü oturuyoruz. Yarın okuma programına gideceğimizi iletiyoruz. Konu dönüp dolaşıyor ve biraz ötemizde oyun oynayan Bilâl için “Programda yer yok mu?” diye soruyor. Biz de “Neden olmasın?” diyoruz ve Bilâl son günün öncesinde program listesine dahil oluyor. Ve yolculuk günümüzün sabahında, “Hocam lütfen beni de alın, katılmak istiyorum, ama lütfen diyen” genç Yusuf, bir saat önce iptal yapan kardeşin yerine olarak program listesine dahil oluyor. Yani anlaşılan şu ki, böyle programlar yapan insanların, çok da tasaya, kaygıya girmesinde gerek kalmadan; kendisine düşenleri yerine getirip, İlâhî hesaba karışmaması dikkat çekiyor. Hâsılı siz size düşeni yapın ve gerisine karışmayın. Ama önemli olan ‘Ben bana düşeni yaptım’ı vicdanen diyebilmektir. Biz de öyle yaptık. Şanlıurfa’dan 6 üniversiteli ve 21 liseli genç arkadaşımızla, iki minibüs kiralayarak, 10 günlüğüne bir okuma programına hareket ediyoruz. İlk kez böyle bir programa katılanlar olduğu gibi, daha önce de katılanlar vardı. Kaderin belirlediği bir kardeşlik ortamında, 10 günlük yolculuğumuza başlıyoruz. 27 öğrenci ve üç eğitimci, iki kaptan “Bismillah..” ile yolculuğumuza başlıyoruz. Programın genel hatları çoktan ortaya çıkmıştı. Artık böyle programların mutat hale gelmesi ve ayrıntılarına kadar neler olup biteceği planlamaya katılmak durumundadır. Okul müfredâtı gibi, program müfredatlarının da net şekilde ortaya çıkması gerekiyor. Nitekim bizim de eğitimcilerimizin çalıştıkları konular bile aylar öncesinden belirlenmişti. Biz de programa gitmeden önce programın planlamasını ince detaylarına kadar kâğıt üzerine aktarmıştık. Bu bizi çok rahatlatan bir durum oldu. Yani her programın mutlaka sorumlusu, uygulayıcısı ve idarî sorumlusu, aşçısı olarak önceden planlamak pek çok kolaylıklar içeriyor. Biz de program koordinatörü olarak, eğitimci Sabahattin Yaşar, dersler koordinatörü olarak Tarihçi Adem Ölmez ve idarî koordinatör olarak tarihçi Musa Yetim’i belirledik. Eğitimci Şemsettin Çakır ise, programda bize iştirak etti.
ARTIK KONULU OKUMA PROGRAMLARI GEREKİYOR Bir şey daha zihnimizde yer ediyordu ki, artık bundan böyle okuma programlarını büyükler için de tertipleyip, hatta belli konular üzerinde okuma programları yapmanın çok daha faydalı olacağını anlıyorduk. Yani bu yıl şu tarihler arasında Rize-Hemşin’de “Kader konulu” okuma programı veya “Haşir konulu”, “içtimâî ve siyâsî” konulu okuma programları çok da verimli olacaktır.
ÖZEL DUYGULAR İÇERİSİNDE UĞURLANIYORUZ
Bir Pazar sabahında, belirlenen yerden hareket edeceğimiz esnada pek çok ağabey ve kardeşlerimiz programın katılımcılarını uğurlamak üzere aramıza katılmışlardı. Yani şehrimizden ayrılırken, pek çok kardeşimiz arkamızdan duâlar ediyordu. Tabiî bu durum da bizi oldukça memnun ve mesrur etmişti. Allah onlardan, hepsinden razı olsun.
İLK DURAK ADIYAMAN Yolculuğumuz başlıyor ve kahvaltımızı komşu ilimiz Adıyaman’da yapıyoruz. Adıyaman’daki kardeşlerimizle de tanışıp, dertleşiyoruz. Programa iştirak eden kardeşlerimiz yeni yeni şehirlerdeki ağabey ve kardeşleriyle tanışıyorlar. Bu bir iman akrabalığı olarak onların çok dikkatlerini çekiyordu. Doğrusu her şehirde, her ilçede bizlere açılan kapıların olması ve nur yüzlü insanların olması, asra uygun bir hizmet metodu olduğunu gösteriyor. Ne de olsa, aynı satırlardan beslenenler, aynı davranışları yaşıyorlar. Risâle-i Nurlar, nurânî davranışlar kazanmış, Kur’ânî yaklaşımlar kazanmış insanlar yetiştiriyor. Asır böyle insanlarla anlamlı hale geliyor. Çünkü insanı büyük yapan davranışlarındaki incelik ve yüceliktir.
SİVAS BİZİ BEKLİYOR Adıyaman’dan hareketle, Malatya’nın kayısılarına da şöyle bir tadımlık nazar ettik. Dilimiz, geçtiğimiz bütün mekânlardaki nâm salmış nimetleri tatmadan edemiyor. O nimetler de tadacak damaklar bekliyor. Biz de bu fıtrî işleyişe ayak uydurduk. Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı nimetleri tâdât ederek yolculuğumuzu sürdürdük. Sivaslı kardeş ve ağabeylerimizle yolculuk öncesi konuşmuştuk. Biz normalde, Diyarbakır, Bingöl, Erzurum’dan Rize’ye gitme düşüncesinde iken, Sivas’tan dâvet gelince güzergâhı değiştirdik. Biraz da programın formatı içinde gezmek, görmek, tanışmak bulunduğundan bu dâveti program gereği kabul ettik. Varsın birkaç yüz km uzak da olsa, oradaki kardeş ve ağabeylerimizle tanışıp, görüşmek, müfritane irtibat dersini uygulamalı yapmak olarak bu değişiklik uygun görüldü. Ve Sivas’a doğru yol aldık.
İHLÂSLI NİYETLER, DAVRANIŞLARI İBADETLEŞTİRİYOR Tabiî gittiğiniz yerde sizi, güler yüzlerle, tatlı niyetlerle karşılayan birilerinin olması oldukça haz veren bir duygu idi. Özellikle de bu Allah rızasını esas tutan bir yaklaşımdan kaynaklanıyorsa, bu özel niyetli davranış adeta bir ibadete dönüşüyordu. Çünkü amelin ruhu niyet, niyetin ruhu da ihlâs olduğundan, davranış niyetle ve ihlâsla anlam kazanıyordu. Yaşadığımız mekândan ayrıldığımız bir Pazar gününün öğleden sonrası Sivas’a ulaşıyoruz. Burada bizi bir grup halinde, üniversiteli kardeşlerle birlikte, Ziya Sabır Hocamız, Vahap Köksal, Nabi Turak ve Mehmet Ali Düzün Ağabeyler heyecanla bekliyorlardı. Sivas’taki ağabey ve kardeşler Sivas’ın meşhur piknik mekânı Paşabahçe’de özel hazırlıklarla bizleri karşılıyorlardı. Çok kalabalık da olan piknik mekânında bizim yerlerimiz çoktan ayarlanmış ve kardeş sofralar hazırlanmıştı. Yaşları ile birlikte hizmeti de ilerlemiş olanlar yaşayarak ders veriyorlar. Özellikle burada yaşları ilerlemiş, ama hizmetleri de ilerlemiş ağabeylerle tanışmak bize büyük dersler verdi. Dünyevî meslek işlerinden emekli olan ağabeylerimiz, hizmet işlerinde adeta yeni bir sayfa açmanın heyecanı içerisinde idiler. Yaş ilerlediğinde yapılan hizmetlerin daha bir anlam kazandığını buradaki yapılan hizmetlerde görüyoruz. Çünkü genç kardeşlerimizin bu durum dikkatlerinden hiç kaçmamıştı. Mide için nimetler, biraz ihtiyaç hissedildiğinde daha bir anlam kazanıyor. Acıkıldığında yenilen nimetlerin tadı farklılaşıyor. Acıkmak, nimete olan bakışı değiştiriyor. Onun için belki de, acıkmadan yememek öğütleniyor. Nimetlerdeki tatların şükrün dâvetçileri olması bundan olsa gerek. Sivas’ta, güzel insanlar arasında, güzel manzaralar içerisindeki nimetler tam bir ikram anlamı içeriyordu. Yani düşünün ki, size çok güzel nimetler ikram edilse, ama güler yüzle olmasa, o nimetler belki mideyi susturur, ama kalbi ve ruhu beslemeyecektir. Ama burada nimetleri yerken hem midemiz bayram ediyor hem de kalp ve ruhumuz. Çünkü nimetleri ikram için hazırlayanlar da, ikram edilen nimetleri tadat edenler de bu yapılanların birer nasip olduğunun, birer hizmet olduğunun şuurunda idiler.
-Devam edecek-
|
S. BAHATTİN YAŞAR 16.07.2009 |
Namaz, ruha hayat verir
İnsan, en güzel bir şekilde, yani “ahsen-i takvim” olarak yaratılmış, birçok duygu ve lâtifeyle donatılmış, istifade cihetinde de hizmetine, kâinat verilip dünyaya gönderilmiştir. Cenâb-ı Allah, insanı hayata abes olsun diye göndermemiş; onu başıboş, mânâsız yaratmamıştır. İnsanın, dünyaya gönderilişinin belli bir gayesi olduğu gibi, kendisine geniş ve sonsuz bir mükemmeliyet verilişinin de önemli ve özel bir maksadı vardır. İnsanın, emsâlsiz kabiliyetlerle donatıldığı hâlde dünyaya gönderilmesinde bir hikmet bulunmamış olsaydı, bu gönderilişin ne mânâsı olurdu? Hiçbir şeyi, mânâsız ve maksatsız yaratmayan Rabbimiz, âlemlere sultan olarak yarattığı insanı başıboş, gayesiz ve maksatsız yaratıp onu, kimsesizlik çukuruna atar mı? Âlemlerin Rabbi, Zariyat Sûresi’nin elli altıncı âyetinde “Cinleri ve insanları ancak Bana iman ve ibadet etsinler diye yarattım” buyurmaktadır. Bu âyetten, kâinat içinde bulunan yaratılmışların ve özellikle, insanın yaratılışındaki hikmet ve gayenin Allah’a iman ve O’na ibadet etmek olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Bütün hayat sahiplerini temsilen yapılan en kapsamlı ibadet ise, namazdır. Bütün yaratılmışların söz ve davranış dilleriyle yaptıkları ibadetin de fihristesi mevkiinde bulunan ibadet, namazdır. Namaz ise mü’minin Rabbi ile doğrudan ve en yakın bağlantı kurma vasıtası, aracısız olarak O’nunla buluşma hâlidir. Bunun içindir ki Peygamberimiz (asm) “Namaz mü’minin miracıdır” buyurmuşlardır. Resûl-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâm’ın mi'racda Cenâb-ı Hak’la mükâlemesi yani karşılıklı konuşması hakikati gibi, insanın da namazında O’nun huzurunda el bağlayarak isteklerini arz ettiği ânı, bir bakıma mi'racı ve O’na ulaşması mânâsındadır. Hem namaz, Cenâb-ı Hakk’ın, Resûlü ile göndererek kullarına ihsan ettiği İlâhî bir hediyesidir. Allah’ın kulları üzerinde hakkı ve zimmeti olan beş vakit namaz “farz-ı ayın”dır. Yani mutlaka yapılması, yerine getirilmesi gereken bir farzdır. Müslüman ve akıllı olan her insan, büluğa erdiği günden yani kadınlar 9-15, erkekler ise 12-15 yaşlarından itibaren namaz kılmakla mükelleftir. Mü’mine, cenneti vaad eden ve bunun içindir ki bir kötülüğe, bir günah; bir iyiliğe, on, yüz, bin ve hatta bazen binler sevap yazan Cenâb-ı Hak; birçok güzel ameli, davranışı ibadet olarak vasıflandırmıştır. Bunların içinde namaz ise bir incidir. Hem dünya hem ahiret saadetine vesile olan “Namazda ruhun, kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri, güzel bir niyetle ibadet hükmünü alır. Bu sûrette fâni ömrünü bir cihette ibka eder (ebedîleştirir).” Mânâsı Cenâb-ı Hakkı tesbih, tâzim ve şükür olan namaz hakikatını iyice anlamak gerekir. Fâni dünya hayatımızı ebedî ahiret hayatına dönüştürmenin yolu; günahlardan kaçınmak, ibadet ve tâatte sebat etmek, namazlarımızı dosdoğru kılarak icabı ile amel etmekten geçiyor. İnşâallah, buna muvaffak olanlardan oluruz.
|
ALİ RIZA AYDIN 16.07.2009 |