12 Temmuz 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Yasemin YAŞAR

Nur talebelerinin iki mühim vazifesi:


A+ | A-

Dini neşir ve şeâiri yaşayarak muhafaza

Risâle-i Nur Talebeleri, insanlığın teminatıdır. Nur Talebelerinin bu vazifesi hizmetteki iki önemli prensipten kaynaklanır. Bunlardan birincisi, dini neşretme vazifesidir. İkincisi ise, dinin şeâirini yaşayarak koruma vazifesidir. Bu aslında bütün ehl-i imanın üzerinde bir sorumluluktur. Âhir zamanda bu iki hizmet noktasını o-muzlarında bulan Risâle-i Nur Talebelerinin bu vazifelerdeki ihmalleri, içtimâî hayatın iflâsını ve belki de kıyametin gelmesini çabuklaştıracaktır.

Yani kıyamet, bir anlamda, tahrip edenlere göre değil, tamir edenlerin vazifelerindeki ihmallere göre gerçekleşecektir.

Allah’ın “nurunu tamamlayacaktır”; ancak bu, toplumun si-gortası olan Nur Talebeleriyle gerçekleşecektir. Hizmetlere sahip çıkıp, neşir ve şeâiri koruma işi yapıldığı ölçüde, din de teminat altına alınacaktır. Çünkü İlâhî vaadler, müjdeler şartlara bağlanmıştır. Allah’ın küllî iradesi bizim hizmetlerimiz olan şart-ı âdiye bağlı taalluk etmektedir.

İhsan-ı İlâhî tarafından omuzlara konulan bu hizmet, ilim, tebliğ ve ikisinin de vazgeçilmezi olan amel-i salihle yürüyecektir. Dolayısıyla bu sorumluluklardaki ihmaller, önce Nur Talebelerini hastalandıracak, daha sonra da cemiyet hayatı hastalanacaktır.

Diğer meslek ve meşreplerde, dinin şeâirini koruma ve neşir hizmeti, beraber olarak görülmemektedir. Bu zamanda bu ikisinin beraber olması lâzımdır. Çünkü günahlar sel gibi hücum etmekte, imanın esâsâtı çürütülmeye çalışılmakta ve insanlar nümune-i imtisâl olacak şahsiyetler aramaktadırlar. Bu yüzden Nur Talebelerinin hususiyetlerinden bahsedilirken, Risâle-i Nur’u hayatının bir programı yapmak ve başkalarının imanına kuvvet verecek tarzda bir hayat yaşamak olarak belirlenmiştir.

Bu zamanda, hiçbir Müslümanın, şahsî kemâlâtını düşünüp, sadece kendini kurtarmak gibi bir lüksü olmamalıdır. Çünkü ister kâfir, ister münafık ve isterse Müslüman, Hıristiyan vs. olsun bütün insanlık aynı gemide yolculuk yapmaktadır. İşte bu insanlık gemisinin batmaması için, Nur Talebelerinin hususî ibadet ve kemâlâtın yanında, tebliğ vazifesini de yerine getirmeleri gerekmektedir. Aksi halde, bireylerin şahsî günaha girmeme, temiz kalma düşünce ve planları, hepsi insanlık gemisinin batmasıyla batacaktır. Bu da bana Yirminci İhlâs Risâlesi’ndeki dokuz emirden biri olan, “Yanlış düşündüğü izzetini” sözünü hatıra getirdi. Bu yüzden içtimâî hayat gemisinde her türlü insanla beraber yolculuk yaparken, batmamak için imana hizmet etmek gerekir. Anlamak, anlatmak ve yaşamak lâzımdır.

Nur Talebelerinin bir vazifesi, kötülüklerin yayılmasına engel olmak iken, diğer bir vazifesi de güzel ve faziletli bir cemiyet inşâ işiyle uğraşmalarıdır. Zâten bir yer tahrip olduysa, önce tamir ve sonra tezyin yapmak lâzımdır. Tamirin arkasından gelmeyen tezyin eksiktir. Tamir yapılmadan yapılan tezyin de anlamsızdır. Bu ikisi sırayla, birbiri ardından gelmelidir. Kur’ânî bir metot olan bu işlem, Risâle-i Nur Talebelerinin de hizmet prensiplerindendir.

Risâle-i Nur hizmetinin hususiyetleri, bu mesleğin şartları içinde vardır. Yani ‘acz, fakr, şefkat, tefekkür’ tarîkı olan bu meslekte, özellikle şefkat, Nur Talebelerinin himmetlerini âlîleştiren, diğergam yapan, mürüvvetkârâne özellik kazandıran bir etkendir. Bu hissin inkişafı sadece kendini değil, sırayla en yakınlarından ve daha sonra diğer insanlara ve mahlûkata kadar uzanan bir himmet anlayışını kazandırmaktadır. Çünkü şefkat, insanı Rahim ismine götürmektedir. Rahim ise, merhamet eden anlamındadır.

Dolayısıyla imanın nurunu alan, zevk eden birisi, yerinde duramayacak, bu nurdan herkes istifade etsin diye çalışacaktır. Eğer böyle bir himmet gelişmiyorsa, imanın nurundan istifadenin azlığını gösterir. Esas kaynaktan güç almayanların, elbette ne kendilerine, ne de başkalarına bir faydası olacaktır.

Evet, her Risâle-i Nur Talebesi, önce kendisi hakikatleri öğrenecek, yaşayacak, sonra yaşadığı bu nurları başkalarına da anlatacaktır.

Nur Talebelerinin vazifesi, bu iki kanadı (dini neşir ve koruma) tam olarak îfâ etmekle, ikmal

olacaktır.

12.07.2009

E-Posta:



Hüseyin GÜLTEKİN

Hata ve kusurlarımızı görebilmek


A+ | A-

İşledİğİmİz hata ve kusuru itiraf etmenin verdiği huzur ve mutluluğu bilmem hiç hissettiniz mi? Bugüne kadar böyle bir şeyi hissetmediniz ise, bir deneyin bakalım. Bilerek veya bilmeyerek birilerine karşı işlediğiniz bir suç, bir kabahat oldu ise, hiç çekinmeden, mahçup olmadan suçunuzu, kusurunuzu kabullenin ve bunu rencide ettiğiniz kişiye karşı itiraf edin. Hatta biraz daha kendinizi zorlayarak özür dileyin, af isteyin. Göreceksiniz, ağır bir yükün altından kurtulduğunuzu; kalbinizin, ruhunuzun huzur ve sürurlara gark olduğunu nasıl hissedeceksiniz...

Bir de gerçekten işlediğiniz bir suçu, bir kabahati kabullenmemenin, sebep olduğunuz bir hatayı, bir kusuru inkâr etmenin verdiği vicdan azabını, kalbinize, ruhunuza yüklediği ezici ağırlığı hiç hissettiniz mi bilemiyorum? Bozulmamış bütün vicdanlar, tefessüh etmemiş bütün ruhlar, işlediği suç ve kabahatlerden, kusur ve hatalardan üzüntü duyar, elem çeker. İşlediği hata ve günahları kabullenmeyen, sebep olduğu suç ve kusurları görmeyen veya inkâra tevessül eden bozulmamış bütün vicdanlar, dejenere olmamış bütün ruh ve kalpler azap çeker, elem duyar.

Fıtrî bir hâldir bu durum. Bir insanın işlediği bir suçtan üzüntü duyması, işlediği günah ve kusurlarından pişmanlık duyması, nedâmet hissetmesi yaratılışın bir gereğidir. Nitekim geçenlerde, Rus bilimadamları, yaptıkları araştırmayla her insanın vicdan sahibi olduğunu bilimsel olarak da ortaya koydular. Uzmanlar, yanlış bir şey yaptığımızda beynimizin bizi uyardığını ve vicdanımızın harekete geçtiğini ispatladılar.1

Kusur ve hatalardan zevk almak, günah ve kabahatlardan hoşlanmak, bozuk hâlet-i ruhiyelerin, yozlaşmış vicdan ve ruhların bir sonucudur. Kusurları kabullenmeme, hataları sahiplenmeme, kusur ve hataların katlanarak devam etmesini netice veren bir hâldir. Bilerek veya bilmeyerek işlenen hata ve kabahatlerin itirafı ise, o hata ve kusurların düzeltilmesinin ilk adımıdır. Gizli veya açık pişmanlıklar, hiç işlenmemiş veya affedilmişler sınıfına dahil olur.

Burada isterseniz Bediüzzaman’ın tesbitlerine kulak verelim: “Şeytanın mühim bir desisesi, insana kusurunu itiraf ettirmemektir—tâ ki istiğfar ve istiâze yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enâniyetini tahrik edip, tâ ki nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin, adeta taksirattan takdis etsin.”2 Görülüyor ki, işlenen bir kusur eğer çabuk izale edilmezse, beraberinde daha tehlikeli, daha ağır başka kusur ve hataları getiriyor. Zaten şeytanın istediği de budur.

Şeytan ve nefse kulak verildiğinde, basit gibi görünen hata ve kusurların, yeni ve daha ciddî suç ve kabahatlere insanı nasıl sürüklediğini de yine Bediüzzaman’dan dinleyelim: “Evet, şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez. Görse de, yüz tevil ile tevil ettirir. ‘Tarafgirlikle bakan hiçbir kusuru göremez’ sırrıyla, nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için, ayıbını görmez.” 3

Peki, ayıbını, kusurunu, günahını göremeyince neler oluyor? Yine Bediüzzaman’a kulak verelim: “Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiâze etmez, şeytana maskara olur.” 4

Hz. Yusuf (as) gibi bir peygamber dahi “Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis daima kötülüğe sevk eder—ancak Rabbim merhamet ederde o başka” 5 diyerek nefsinin kötülüklerinden emin olmayıp Allah’a sığındığı halde, zamâne insanlarının nefislerini temize çıkarmaya çabalamaları ne ile izah edilebilir?

O halde nefsimizin kötülüklerinden, şerlerinden korunmak için ciddî çare arayışlarına girmek, en akıllıca tedbir olmalı. Yine Bediüzzaman’a kulak verelim: “Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur.” 6 İşte en kestirme, en kolay, en etkili kurtuluş reçetesi.

Bütün mesele insanın kendi hata ve kusurlarını görebilme meselesidir. Günah ve kabahatlerinin farkına varabilme meselesidir. Bunu becerebildiğimiz ölçüde nefis ve şeytanın hile ve tuzaklarına düşmekten belki emin olabiliriz. İsterseniz yine Bediüzzaman’ın şifabahş tavsiyelerine kulak verelim: “Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstehak olur.” 7

Dipnotlar:

1- Yeni Asya, Elif ilâvesi, sayı: 10.

2- Lem’alar, 13. Lem’a, 13. İşaret, 2. Nokta.

3- A.g.e.

4- A.g.e.

5- Yusuf Sûresi: 12:53.

6- A.g.e.

7- A.g.e.

12.07.2009

E-Posta: [email protected]



S. Bahattin YAŞAR

Gücün, aştığın engeller kadardır


A+ | A-

Güçlü insan kimdir?

İnsanlar, nefse karşı aştıkları engeller kadardır. Nefsine dinlettiği söz oranında güçlüdür insan. İnsanın gücü, nefsine söz geçirmesi oranındadır.

Onun için terk ettiği haramlar, işlemediği günahlar, imkânı varken uzaklaştığı çirkinlikler kadar büyüktür insanlar.

‘Başarılı’ dediğimiz insanlar, neye, nasıl ulaştıklarıyla ölçülür. Bir şey ne kadar zor elde edilmişse, kaybedilmesi de o nispette zorlaşır. Cenneti kazanmak için verilen uğraş, Cennetin ucuz olmadığını hatırlatıyor.

Güçlü insan, öfkelendiğinde öfkesine hakim olabilen ve onu yenebilen insandır. Yoksa nice başarılı dediğimiz, güçlü dediğimiz insanlar, hakikaten fiziki olarak güçlü ve kuvvetli, pek çok konuda imkânları da var; ama duyguları ve hisleri açısından kendine söz geçiremiyor ve hakim olamıyor.

Parasına söz geçiren, çevresindekilere söz geçiren ve her türlü tasarrufları yapabilen insan, bir de bakıyorsunuz ki, hisleri onu idare ediyor. Hem de ona hiç söz hakkı tanımadan. Esarette bir hayat sürüp gidiyor. Konuştuğunda herkese akıl verir ve nasihat dağıtır, ama kendisine söz geçmez.

Güçlü insan; nefsine söz geçirebilendir. İçine sineni, vicdanına dokunanı uygulayabilendir. Güçlü insan; hayır ve güzelliklerin önündeki engeli kaldırabilen, hayır ve güzellik adına adım atabilendir.

Güçlü insan, içinden gelen kötü sesi susturabilendir. Kötüden geri dönebilen, hayır için nefsine söz geçirebilendir. Güçlü insan; neyin nefisten, neyin vicdandan geldiğini bilip ayıklayabilendir.

Güçlü insan; bitmez, tükenmez gücün kaynağını keşfedebilendir.

İnsanın gücü, aştığı

engeller kadardır

Hani tatlı su balıkları vardır ya, zor görmemiş, dert çekmemiş, aç kalmamış, açıkta kalmamış, terk edilmemiş, kovulmamış, itilmemiş, hor görülmemiş… böyle insanlar hayatın gerçek yüzüyle karşılaşmamışlardır. Hep, ‘seviyorum’, ‘size kesinlikle katılıyorum’, ‘anlıyorum’, ‘aynen dediğiniz gibi’, ‘tamam’, ‘farklı düşünmüyoruz’… gibi cümleler duymuşlardır.

Farklı bir kanaatle karşılaşmamış, aykırı bir düşünce ile muhatap olmamış olan bir insanın, haliyle alışkanlıklarının dışında bir cümle duyduğunda şaşkınlıklar yaşaması beklenen bir sonuçtur.

Kendisine hiç ‘hayır’ denmemiş bir insanın, ilk ‘hayır’ cümlesini duyduğunda hayatına son vermemesi zordur. Onun için insan muhalefetiyle mücadelesi oranında kendi gücünü fark ediyor. Yani meselâ kişinin imanı, karşılaştığı imansız karşısındaki pozisyonuyla anlaşılır.

Birilerinin birilerine, ‘Ben sizin gibi düşünmü-yorum.’, ‘Ben böyle anlamıyorum.’, ‘Size bu konuda katılmıyorum.’ demesi lâzım. Bu cümle-ler özellikle kendisine söylenen açısından, hayatın gerçeklerine dâvet anlamında oldukça önemlidir.

İşte güçlü insan, ciddî bir engelle karşılaştığında atacağı adımın nasıllığı ile anlaşılır. Yakıp, yıkmak, bozmak, dağıtmak, parçalamak, kapatmak, karalamak kolaycı insanların yapabildikleridir. Zayıf insanlar böyle bir durumda hemen yıkmayı tercih ederler. Çünkü tercih eden kendileri değildir, nefisleridir.

Zoru başarmak,

rüştünü ispat etmektir

Onca zor sözlere katlanıp, yutkunup ve ‘yine yeni bir sayfa’ diyebilen insanlar, kendine hakim olabilen insanlardır. Ağır bir söz duyduğunda, hakaretlere uğradığında—sadece öyle emredildi diye—yüzünü çevirip dönüp gitmek, hatta kötülüğe iyiliğin en güzeliyle mukabele etmek, işte gerçek büyüklerin yapabildikleridir. Zoru başarmaktır, güçlü olmaktır. Küçük sularda boğulmamaktır. Herkesin yapamadığını yapmaktır. Bir adım, ama hayatı kurtaran bir adım atmaktır. Derin bir nefes almaktır. Çok kritik kararlarda, hislerin hakim olduğu anlarda, Yaratıcı ile görüşmektir. O'na sormaktır yaşananları. O'ndan görüş istemektir. O'na danışmaktır.

Güçlü olmak işte budur. Yani Kudreti sonsuza baş vurmaktır.

İnsanın kendini ne olarak tanımladığından ziyade, o insanın karşılaştığı olaylar karşısındaki tavrı ve takındığı tutumu o kişiyi belirleyicidir.

Onun için bir insanın başından ne kadar çok ağır hadiseler geçmişse, o insan bu zorlu yollardan sağlıklı geçebilmeyi başarmışsa, yıkılmamışsa ve hatta her yaşananın dersini okumuşsa, bu kişi büyük bir olgunluğun, büyük bir makamın, büyük bir başarının insanıdır.

İnsanın rüştünü ispat etmesi, karşılaştığı olaylar karşısındaki tavrı ile ölçülür. Nefis ve hevasının arzularına gem vurabilen ve ‘yeter’ diyebilen; tavrını vicdanının sesini dinleyerek değiştirebilen insan, rüştünü ispat edebilen insandır. Aksi halde nefsinin her isteğine ‘başüstüne!’ diyen bir insan için güçlü denilemez. İnsanın rüştünü ispat etmesi, kendine hakim olarak, karşılaştığı olaylarda serinkanlı olabilmek ve sağlıklı bir çıkış yolu bulabilmektir.

Güçlü insan, pis duygularına hakim olabilen insandır. Güçlü insan, nefsinin isteklerinden vicdanını ayıklayabilen ve Hakkın hatırını, her şeyin üstünde tutabilen insandır.

Nefsine sözü geçmeyen bir insanı,—başka neye sözü geçerse geçsin—güçlü kabul etmek, zayıflıktan başka bir şey değildir. Gerçek güçlülük, nefsine söz geçirebilmektedir. Gerçek güçlülük, nefse diz çöktürüp, acizlik içerisinde ağlatabilmektir. Gerçek güçlülük, insanın içindeki vicdanı, insanın kendisine hakim kılabilmektir.

Gerçekte güçlü insan, karşılaştığı hadiseler karşısında, yılgınlığa kapılmadan, Yaratıcı’dan yardım alıp, hakikati şahlandırabilendir.

12.07.2009

E-Posta: [email protected]



Yasemin GÜLEÇYÜZ

Rabbim dilimdeki düğümü çöz!


A+ | A-

Yukarıdaki başlık onun sayısız duâlarından biri. “Rabbim göğsümü genişlendir. Dilimdeki düğümü çöz. Ta ki insanlar benim ne dediğimi anlasınlar.”

Hani nasıl davranacağımızı, ne söyleyeceğimizi şaşırdığımızda dilimizden eksik etmediğimiz o meşhur ve makbul dua!

Hz. Musa’nın (as) kıssası Kur’ân’da en çok zikredilen kıssalardan bir tanesi.

En büyük peygamberlerden biri olan Hz. Musa kardeşi Harun Peygamberle (as) hem kavimlerinden, hem de Firavundan çok çekmişler. Peygamber Efendimizin de Sahabelerine en çok bahsettiği kıssaların Hz. Musa’nın yaşadıklarıyla ilgili olduğunu kaynaklardan öğreniyoruz.

Hatta bir savaş öncesinde Sahabelerinin “Biz Musa’nın kavmi gibi olmayız. Onlar ‘Sen git Rabbin ile birlikte savaş!’ demişlerdi. Biz senin önünde arkanda, sağında ve solunda birlikte savaşırız, seni inanmayanların karşısında yalnız bırakmayız!’” tarzında Peygamberimize hitap ettiklerini yine kaynaklardan okuyoruz. Sahabeler ne hayırlı arkadaşlardı!

“Kelâm” isminin azamî derecede tecelli ettiği bu büyük peygamber dili tutuk olduğu halde kardeşi Harunla birlikte Firavun’a gidip onu hakka dâvet ettiklerinde öylesine “hikmetli” bir şekilde “kavl-i leyyin”le konuşmuşlardı ki, Firavun onlara şiddetle davranamamış aklınca sihirbazlarından yardım isteyerek “ikna” yöntemine başvurmak zorunda kalmıştı. Netice hepimizin malûmu.

İki kardeş peygamberin, firavunu hakka dâvet ederken kullandıkları yöntem öylesine etkileyici ki, bilimin ve medeniyetin hakim olduğu biz ahir zaman insanlarına da yol göstermekte! Çünkü zamanımız “ikna” asrı, “icbar” değil!

Bediüzzaman Hazretleri “Medenilere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değil!” sözleriyle bu hakikati ne güzel ifade etmekte!

Hz. Musa’nın kıssasından alacağımız dersler bir değil belki de binlerce! Kur’ân’ın farklı sûrelerine hikmetle yerleştirilen bu önemli kıssa Araf Sûresini okurken bir kez daha beni kendine hayran ediyor.

Asrımızın Firavunları ve Musaları…

Yaptığım ev işini bitirmeye çalışırken bir taraftan da oynadığı oyunda dalıp giderek kendi kendine konuşan kızımın söylediklerine kulak vermekteyim. Söyledikleri kendince çok ciddî, ama beni zaman zaman gülümsetiyor…

“Arkadaşım Firavun” cümlesiyle tabir yerindeyse olduğum yerde “zınk” diye donup kalıyorum. Yavaş bir sesle “Tatlım anlayamadım sen ne demek istedin?” diye soruyorum. Küçük kızım seyrettiği çizgi filmde Firavunla arkadaş olan küçük çocuğun hikâyesini, oynadıkları oyunları anlatıyor. “Firavunlar arkadaş olamaz ki!” diyorum. İçimden de “Arkadaş olsa adı Firavun olmaz” diye de düşünüyorum. “Neden anne?” sorusuyla yeni bir öğrenme süreci de başlıyor.

Böylece Hz. Musa’yı tanımış oluyor kızım. Onu anlatmaya, tanıtmaya çalışıyorum. Bir taraftan da “Peygamberler Tarihi” kitabından kendim için Hz. Musa’nın hayatını tekrar okuyorum. Kitapta en uzun bölümlerden biri bu peygamberle ilgili. Doğumundan ölümüne ne maceralı bir hayatı var bu büyük peygamberin! Onun hayatını okurken pek çok kavramı yeniden pekiştiriyorum, tahlil ediyorum, yeniden hatırlıyorum dünyamda şaşıyorum…

Çin işkencesi

Doğu Türkistan olaylarını basından takip ederken yüreğimiz burkuluyor. Acı çeken annelerin, genç kızların gözlerine düğümlenip kalıyor gözlerim. “Size azabın en kötüsünü tattıran Firavun kavminden sizi kurtardığımız zamanı hatırlayın ki, kadınlarınızı sağ bırakıp erkeklerinizi öldürüyorlardı. Bunda ise sizin için Rabbinizden büyük bir imtihan vardı.” (Araf Sûresi, 141.) âyeti bütün zamanlardaki Firavunvari idarelerin zulümlerini bir “büyük bir imtihan” olarak mü'minlere bildirmekte. Zulüm zamanlarında en büyük darbeyi kadınlar taifesi alıyor. Oğulları ve kocaları öldürülüyor, kızlarıyla geride acıyla kalırken Firavun zulümlerinin en büyüğünü de tadıyorlar.

Zulm ile âbâd olanın…

Firavun’un zulmünün nasıl neticelendiği Kızıldeniz’in dalgaları arasında kavmiyle nasıl gömülüp gittiği iman edenlerce bilinmekte.

Firavun’un bedeninin bütün asrımız insanlarına, firavunlarına ibret olsun diye günümüze kadar secde halinde nasıl muhafaza edildiğini de yine Kur’ân’ın bir mu'cizesi olarak öğrenmekteyiz. Geçtiğimiz yüzyılın başlarında arkeolojik kazılarda Firavunun cesedi bozulmamış bir halde kumlar arasından çıkarıldı ve Medeniyet beşiği olarak kendini tanıtan İngiltere’de bir müzede teşhir edilip ilgiyle seyredilmekte.

Atalarımız “Zulm ile abad olanın ahiri berbat olur” demişler. Evet, zulüm ebedî değil. Zalimlerin sonlarıysa tarih boyunca “berbat” olmuş.

Firavunmeşreb Sovyet Rusya’nın parçalanışını gören bir nesiliz. İnşallah aynı meşrebte olan zalim Çin’in de nasıl parçalandığını görecek bu neslin gözleri!

Firavun’un sarayında yetiştiği halde nasıl galip geldiyse Hz. Musa, aynı şekilde zalimlerin idaresi altında yetişen masumlar da zulme galip gelecekler, baskı, esaret zincirlerini kıracaklar!

“Onlar tuzak kurar, Allah da tuzaklarını başlarına geçirir. Allah hileyi hile ile cezalandıranların en hayırlısıdır!” (Araf Sûresi, 30.)

12.07.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Evlilik nedir?


A+ | A-

Bulüğ çağına ulaşan hemen hemen her genç, daha ciddî olarak evlilik hayalleri kurmaya başlar. Dışa vurmasa da zihninde şu sorular cevelan eder durur:

“Evlensem mi acaba? Nasıl biriyle evlensem? Hoşlandığım biri var, ama namaz kılmıyor, işi de yok; problem olur mu ki! Büyüklerimin bulacağı birisiyle evlensem mi daha mutlu olurum? Annem-babam böyle bir evlilik yaptı, mutlular! Dayım da… Ama, onlar huzursuz, mutsuz! Yoksa kendi başıma mı bu işi halletsem?”

Zaman geçtikçe mesele biraz daha ciddiyet kazanır: “Evlilik, aile müessesesinin anlamı nedir? Bekârlığı daha ne kadar sürdürebilirim? Aile yuvası kurmayı başarabilecek miyim? Nasıl birisini bulmalıyım? Evlenirsem ailemi geçindirebilir miyim?”

Şimdilik gençleri düşünceleriyle baş başa bırakıp “Evlilik nedir?” sorusuna geçelim.

***

Evlilik; iki karşı cinsin, yani, bir bayanla bir erkeğin, yekdiğerine sevgi, saygı, güven duyup, paylaşım, fedakârlık, yardım, destek gibi ortak noktalar bulmalarına ve bunu nikâhla resmîleştirip, ilân etmelerine denir.

Böylece toplumun en küçük müessesesi “aile” meydana gelir.

Aslında her insan bir dünyadır, bir kâinattır. Evlenmeye karar veren iki insan, iki ayrı dünya, iki ayrı kâinattır. İkisi de, iki farklı dünyadan, aile ortamından geliyor. Ve bir ömrü bir arada geçirme sözleşmesi imzalarlar nikâhla…

Evlilik; kalbe karşı bir kalp bulma, sevme-sevilme, duygularını geliştirme, ihtiyaçlarını karşılama, meşrû zevk ile lezzetleri paylaşma, elem ve kederde ortak olma, gerçekten kaynaşacağı bir ortamı bulmadır.

Diğer taraftan, aile hayatı; insanların dünyadaki en güzel toplanma merkezi, en esaslı zembereği, dünyevî mutluluğun bir cenneti, bir iltica ve bir sığınak yeridir.

Sosyal hayatta üstlenilecek roller aile ortamında öğrenilir, özümsenir, benimsenir. Aile, dünyanın bunaltıcı, yorucu işleri ve problemlerinden kurtulmanın adresidir. Evlilik ve aile müessesesi, huzur ile mutluluğu üretim ve dağıtım merkezidir. Aile; neş’enin, paylaşım ve hüzünleri ortaklaşa atlatmanın, yardımlaşmanın mekânıdır.

Evlilikle ilgili hadislerden bir demet:

* “Ey gençler topluluğu! Gücü yeteniniz, evlensin. Çünkü bu, gözü haramdan daha iyi korur, edep yerini de. Gücü yetmeyen ise, oruç tutmalıdır. Çünkü orucun, şehveti kırma özelliği vardır.” (Buhârî)

* “Dünya bir metadır. Onun en iyi metaı ise, saliha bir kadındır.” (Müslim)

* “Evlenen, îmanın yarısını tamamlamış olur, kalan yarısı hakkında ise Allah’tan korksun!” (Taberânî)

* “Hanımı olmayan adam yoksuldur, yoksul.”

“Çok malı olsa da mı?”

“Çok malı olsa da.”

“Kocası olmayan kadın yoksuldur, yoksul!”

“Çok malı olsa da mı?”

“Çok malı olsa da.” (Buhârî)

* “Evlenme işi için, iki kişi arasında aracılık yapmak, en üstün aracılıklardandır.” (İbni Mâce)

* “Dininden ve ahlâkından hoşnut olduğunuz biri sizden kız istemeye gelirse, verin! Vermezseniz, yeryüzünde kargaşa ve büyük bozgunculuk olur.” (Tirmizî)

* “Kadınlarınızın hayırlısı ile evlenmeye bakın. Denginiz olanlarla evlenin! Birbirlerine denk olanları evlendirin.” (İbni Mâce)

* “Benden sonra, erkeklere, kadınlardan daha zararlı bir sınanma sebebi bırakmadım.” (Buhârî)

* “Birbirini sevenler için nikâh kadar güzel bir şey görülmemiştir!” (İbn Mâce)

12.07.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Şaban DÖĞEN

Allah için yaşamak


A+ | A-

Bir eser insanı hakka, hakikate, doğruya, iyiye, mükemmele götürüyorsa o eser mükemmel bir eserdir.

Risâle-i Nurları tanır tanımaz İzmir Pınarbaşılı Nazmi öyle değişiklik geçirmişti ki, Allah için yaşamak, Allah için yürümek, Allah için konuşmak, Allah için koşmaktan başka birşey düşünemez hâle gelmişti.

Allah ona en büyük nimetlerden birini ihsan etmişti: Asrın kuvvetli, hakikî ve etkili tefsiri Risâle-i Nurları…

Bu büyük nimete kavuşma şevk ve heyecanı onu yerinde durmaz hâle getirmiş, kendisini hidayetin nuruna kavuşturan Rabbine şükür için bu hakikatleri muhtaç gönüllere duyurma gayreti içine girmişti.

1966’lar onun Nurları tanıdığı yıllar… Kendisini sevince gark eden hakikatleri köydeki arkadaşlarına anlatmak için kolları sıvıyor Nazmi. İzmir’de Halıcı Hüseyin’le tanışıyor o günlerde. O yasaklı dönemde Halıcı Hüseyin’in halılar arasından çıkarıp verdiği risâleleri hiç unutamamış. Tâ Pınarbaşı’ndan kalkıp yürüyerek İzmir’deki sohbetlere katılışını da.

Derken askerlik gelmiş. Nazmi askerde de risâleleri okumaya devam etmekte. Bir gece Üstadı rüyasında görüyor. Önde Üstad, arkada genç bir topluluk gitmekteler. Üstada doğru koşuyor, elini öpüyor. Elinde bir asa var Üstadın. Asayı uzatır uzatmaz düşmanlarının darmadağın olduğunu görüyor. Sonra da “Al Nazmi bu asayı. Sana lâzım olur” diyor.

Artık Nazmi sevinçten uçmakta, yerinde duramaz durumda. Bu uğurda gelebilecek her türlü çile ve sıkıntıya da hazır. Asker dönüşü 1971’de 26 kişiyle birlikte yakalanıp hapse atılıyor. 15-20 gün kadar o medrese-i Nuriye’de kalıyor. Fakat ne korku, ne yılma, ne bıkma ve ne usanma var Nazmi’de. Onun hak yolda olduğunu bilen annesi, “Devam et evlâdım” diyor. “Hapse de girsen yanındayım. Sana bakmaya hazırım.”

Aşk ve şevkle devam ediyor Nazmi. Fakat onun çok önemli, büyük bir emeli var. Onu gerçekleştirme aşkıyla yanıp kavrulmakta. Bakalım bunu başarabilecek mi? Bir sonraki makalemizde de bunun üzerinde duralım İnşaallah.

12.07.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Kendini bilen, Rabbini bilir


A+ | A-

Mahmut Bey: “‘İnsan, Rahman sûretinde yaratılmıştır’ hadisini açıklar mısınız? Rahman sûretinde yaratılmak ne demektir? Rahman ismi rızk mânâsında olduğu için mi bize yakındır? İnsan kendi cemâline bakarak Allah’ı nasıl tanıyabilir?”

Allah’ın ne Zat’ına, ne sıfatlarına, ne isimlerine, ne de Rahman ismine bir “sûret” vermek mümkün değildir. Allah hayalimize giren bütün sûretlerden, şekillerden ve biçimlerden münezzeh ve müstağnidir. 0’nun misli, eşi, dengi ve benzeri yoktur.

Gerek Kur’ân’da, gerekse hadislerde “Allah’ın Zat’ı” bazen “Rahman” ismi ile ifade edilmiştir. Meselâ; “İlâh’ınız bir tek İlâh’tır. O Rahman ve Rahîm’den başka ilah yoktur”1 âyetiyle, “Rahman” ismini Zat-ı İlâhiye tahsis eden Kur’ân, “Rahman Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona konuşmayı öğretti”2 âyetleriyle de Zât’a ait İlâhî fiilleri Rahman ismine izafe etmek sûretiyle, Zat-ı Bârî’yi ve Hâlık-ı Zülcelâl’i Rahman ismi ile zikretmiştir.

Üstad Saîd Nursî Hazretlerinin, “Allah insanı Rahman sûretinde yarattı”3 şeklindeki rivayetini aldığı hadîsin Müslim’de geçen bir diğer şekli şöyledir: “Muhakkak ki Allah, Âdem’i Kendi sûretinde yaratmıştır.”4 Müslim aynı hadîsi bir kez de, Hazret-i Âdem’in (as) yaratılışını konu alan bir hadisin içinde, Cennet Kitabında, Hemmâm bin Münebbih’ten (ra) rivayet etmiştir. O rivayet de şöyledir: “Aziz ve Celil olan Allah, Âdem’i Kendi sûretinde yaratmıştır.”5 Bu son rivayetlerde geçen “Kendi” zamiri ile, ilk rivayette geçen “Rahman” ismi ile “Allah’ın Zat’ı” kast ediliyor.

Bu hadisi Tevhid inancına uygun düşmeyecek biçimde yorumlayan bazı ehl-i aşkın, sekir ve istiğrak halinde insanın mânevî simasına yanlış olarak “Rahman’ın sûreti” nazarıyla baktıklarını beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, aklı başında olanların bu mânâyı kabul etmeyeceğini ifade ediyor.

Bediüzzaman Saîd Nursî Hazretlerine göre bu hadisin çok mânâlarından birisi şudur: İnsan Rahman ismini tamamıyla gösterir bir sûrette yaratılmıştır. Kâinat simasında “bin bir ismin” şuâlarından tezahür eden ‘’Rahman ismi” göründüğü gibi; yeryüzünün simasında Allah’ın mutlak Rububiyetinin hadsiz cilvelerini gösteren Rahman ismi gösterildiği gibi; insanın bir bütün olarak maddî-manevî sûretinde de minimum ölçüde yine Rahman isminin tam bir cilvesi görünmektedir. Yani insan Allah’ın bin bir isminin tecellisine mazhardır. Bu hadisiyle Peygamber Efendimiz (asm) mecazi bir ifade tarzı ile, Allah’ın insanı en güzel tarzda, bütün isimlerini gösterir, bildirir, tanır ve tanıttırır biçimde yarattığını beyan etmiştir.

Yeryüzünde bulunan “hayatın” ve “insanın” doğrudan Allah’ın varlığına ve rahmaniyetine işaret ettiği meselesi o kadar açıktır ki... Nasıl ki güneşin timsalini ve aksini tutan parlak bir aynaya, parlaklığına işâreten, mecâzen, “O ayna güneştir!” denilebiliyor ise; “İnsanda Rahman sûreti vardır” denildiğinde de, insanın “Allah’ın Zâtına ve sıfatlarına” çok net ve çok açık bir biçimde delâlet ve işaret ettiği ifade edilmiş olmaktadır.6

Meseleye bir de, Rahman’ın, Rezzak mânâsında7 olduğu noktasından yaklaşacak olursak: İnsanın maddî-manevî bütün sûreti, biçimi ve şekli şiddetle rızka muhtaçtır. Hayatının devam ve bekasını sağlayan her şey insan için rızk demektir ve bunu takdir ve ihsan eden de, Rahman olan Cenâb-ı Hak’tır. “Rahman”, “Rezzak” ve “insan” arasında bu mânâda bir bağ kurmak, elbette mümkündür.

Netice itibariyle, aklı başında olan insan hangi tavrına, hangi sıfatına, hangi duygusuna, hangi duruşuna, hangi huyuna, hangi tabiatına, hangi cemaline, hangi azasına baksa; önce kendi varlığını değil, Allah’ın varlığını, birliğini ve sıfatlarını tanır, bilir, görür, gösterir ve idrak eder. Yani kendini bilen, Rabbini bilir. Yani kendini dikkatle tetkik eden, Rabbini saygı ile idrak eder.

DİPNOTLAR:

1. Bakara Sûresi 2/163.

2. Rahmân Sûresi, 55/1,2 3.

3. Lem’alar, s. 103.

4. Müslim Birr, 115.

5. Müslim, Cennet, 28.

6. Lem’alar, s. 104.

7. İşârâtü’1-İ’câz, s. 21.

12.07.2009

E-Posta: [email protected]



Suna DURMAZ

Uzaklardaki yurt Doğu Türkistan


A+ | A-

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor: “Mü’minler birbirlerini sevmelerinde, merhametlerinde, lütuf ve şefkatlerinde bir ceset gibidirler. O vücutta bir uzuv şikâyette bulunsa, cesedin diğer uzuvları da uykusuz kalmak ve ıztırabını duymak suretiyle o uzva iştirak ederler.”

Komünist Çin işgali altında 60 yıldır kan ağlayan Doğu Türkistan’da Uygur Türklerine karşı yapılan katliâm bizleri derinden üzdü. Dul kalan kadınların ve babasız kalan yavruların acısını yüreğimizde hissediyoruz. Ne yazık ki, Uygur şehitleri için rahmet, aileler için de sabır duâsı yapmaktan başka birşey gelmiyor elimizden. Esaret altındaki Doğu Türkistan’a karşı hissettiğimiz duyguları şair Yavuz Bülent Bakiler çok güzel bir şekilde dile getirmiş:

Öz yurdumu çarmıha germişler kırk yerinden

Unutmam, bin yıl geçse acısının üzerinden

Vurulan bir ceylana yanar gibi derinden

Ulu Türkistan’a yandım.

Geldi kuruldu gönlüme Ahmed Yesevî pirimiz,

Osman Batur’a kadar anlattı birer birer...

Ben de, bütün Horasan erleriyle beraber

Yeni batan Türkistan’a inandım.

Rüzgâr savrularak sessiz sedasız

Irmaklara akarak...

Uçup giden kırlangıçlara bakarak

Türkistan’ı hür sandım.

Olaylar nasıl başladı?

Haziran ayı başlarında Kaşgar-Eskişehir’de yapılan yıkıma karşı Uygurların yapmış oldukları protesto ile başlayan olaylar, Yerkent’te Çinli bir okul müdürünün 23 küçük kıza cinsel tacizde bulunması üzerine doruğa çıktı. Çinli yetkililer olayı örtbas etmeye çalışırken, Guandong eyaletine bağlı Şaoguan şehrindeki “Hurui” oyuncak fabrikasında çalışan 600 Uygur işçinin Çinli işçiler tarafından ağır şekilde dövülmesi, bardağı taşıran son damla oldu.

Kendi öz vatanlarında uğradıkları hakarete ve hor görülmeye karşı çıkan kadın erkek binlerce Uygur Türkü “Hakaretli yaşamaktansa, sadakatli ölmek yeğdir” diye sokaklara döküldü. Uygurlar ve Çinli sömürgeciler arasında çıkan çatışmalar, Çin sömürgeci hükümetinin sert müdahalesiyle bastırıldı. Çin resmî haber ajansı, iki yüze yakın ölü ve beş yüz yaralı diye açıklama yapsa da, Doğu Türkistan’dan sızan haberler ölü ve yaralı Uygur sayısının yüzlü rakamların çok üstüne çıktığını bildiriyor.

Çin topraklarının altıda birini teşkil eden ve son derece zengin tabiî kaynaklara sahip olan gök mavisi üzerine ay yıldızlı bayrağıyla Doğu Türkistan bize yabancı değil. Adı üstünde Türkistan; yani Türklerin yurdu.

Büyük Hun İmparatorluğunun, Göktürklerin, Karlıkların, Uygurların, Karahanlıların hüküm sürdüğü topraklardır Doğu Türkistan. Anadolu’yu kendilerine yurt edinen atalarımızın geride bıraktıkları illerdir Doğu Türkistan. 35 milyon Uygur Türkünün yaşadığı 1.828.418 km2 büyüklüğündeki Doğu Türkistan, yâdı dillerimizde dolaşması gereken bizim illerdir.

Karasu, Urumçi, Uç Turfan, Kaşgar, Aksu, Hotan, Yili, Yerkent, Karaşeher, Kuça, Karamay, Gansu, Kumul, Kuça şehirleri binlerce kilometre uzakta olmasına rağmen kalbimizde yaşayan, görmeye hasret kaldığımız bizim illerdir.

Orda bir köy var uzakta, o köy bizim

köyümüzdür.

Gezmesek de, tozmasak da o köy bizim

köyümüzdür.

Orda bir yol var uzakta, o yol bizim

yolumuzdur

Dönmesek de, varmasak da, o yol bizim

yolumuzdur.

Ahmet Kudsi Tecer

12.07.2009

E-Posta: [email protected]@hotmail.com



H. İbrahim CAN

Nedir bu başörtüsü düşmanlığı?


A+ | A-

Geçen yılın Ağustos ayında Mısırlı eczacı ve hentbol oyuncusu 31 yaşındaki Merve el-Şerbini Almanya’nın Dresden şehrinde 3 yaşındaki oğlunu parkta salıncağa bindiriyordu. Hava güzeldi ve her yer yemyeşildi. Mutluydular.

Rus kökenli Alex W. de yeğenini aynı salıncağa bindirmek isteyince tartışma çıktı. Alex, başörtülü gördüğü Merve’yi kafasındaki klişe ile özdeşleştirip bağırmaya başladı:

“-Terörist!”

Merve hemen şikâyette bulundu ve Alex 780 Avro cezaya çarptırıldı. Cezaya itiraz edince de 1 Temmuz 2009’da hakim önüne çıktılar.

Merve mahkemeye artık dört yaşında olan oğlu ve karnındaki bebeğiyle gelmişti. Doktorasını tamamlamak üzere olan eşi de yanındaydı. Hakim onu dinlerken, Alex hışımla yerinden fırladı ve Merve’yi mahkemeye nasıl soktuğu bilinmeyen bıçağıyla bıçaklamaya başladı. Tam on sekiz bıçak darbesiyle kanlar içinde yere serdi. Bir anda şok geçiren eşi fırlayıp mani olmak için koştu. O da bıçaklandı. Ama daha kötüsü gürültüler üzerine salona giren polisin onu saldırgan sanıp vurması oldu.

Merve oracıkta can verdi. Eşi Elvi Ali yoğun bakımda.

Merve’nin Mısır’daki cenaze töreninde izdiham yaşandı. Sırf başörtüsünden dolayı saldırıya uğradığı iddia edildi; ilk “başörtüsü şehidi” ilân edildi; Avrupa’da Müslümanlara yapılan baskıdan, İslâm fobisinden söz edildi. Hatta bugünü “Dünya Başörtüsü Günü” ilân etmeyi teklif edenler oldu. Çeşitli ülkelerden Müslümanlar protesto yürüyüşleri yaptı.

Gündeme bir kez daha Avrupa ülkelerindeki İslâmofobi konusu geldi.

Bu olay belki bir İslâmofobi göstergesi değil; ama yine de özellikle 11 Eylül 2001 ABD ve Temmuz 2005 Londra saldırıları sonrasında Avrupa gündeminde yer etmeye başlayan önyargıların hiç etkisi olmadığını söylemek de mümkün değil.

Avrupa’da Müslümanlara yönelik husumetin ardında 11 Eylül saldırılarının oluşturduğu “Müslüman terörist” imajı, ayrımcılık, ırkçılık ve siyasi tahrikler yatıyor. İslamofobi Amerika’da bile görülmeyen ölçüde günlük politikaya nüfuz etmiş.

Son yıllardaki bazı olaylara bakalım: 2005’te Peygamberimize (asm) hakaret eden Danimarka karikatürleri, geçen yıl Hollandalı sağcı politikacının İslâm ile terörizmi doğrudan ilişkilendiren Fitne adlı filmi, Fransa’da okullarda başörtüsünün yasaklanması ve Avrupa’nın bir çok ülkesinde tartışma konusu olan cami inşa hakları. Buna en son Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin burka konusundaki konuşması eklendi.

Aslında Avrupa’da aşırı sağ bunu siyaset malzemesi olarak kullanıyor. Avrupalıların özellikle İslâm ülkelerinden gelen yoğun göçmen akımından duydukları kaygıları, bu akımın suç oranları ve istihdam üzerindeki etkisini oya tahvil etmeye çalışıyorlar.

Basın da bu akıma katılmış durumda. Suç işleyen Müslüman olunca, bu yönünü özellikle dikkate vererek okuyucuyu etkilemeye çalışıyorlar. Güçlü ulusal kimliğe sahip Avrupa ülkeleri, göçmen kültürleri ve inançlarını kendi egemen ulusal ideolojisine karşı bir tehdit olarak görüyor. Göçü engellemeye yönelik kısıtlayıcı düzenlemeler de bunun göstergesi.

Avrupa’daki Müslümanların düşük sosyo-ekonomik gruplarda yer alması, gençlerin eğitim yetersizliği, kültür farklılıkları sebebiyle genel toplumdan dışlanarak suça yönelmesi, özgürlük ortamından yararlanarak güçlenen aşırı Müslüman gruplar da, Müslümanlara yönelik genel ayrımcılığa katkıda bulunuyor.

Avrupa ülkelerinde görülen aşırı gruplara yönelik önlem alma politikasına, İslamofobiye karşı alınacak yasal önlemlerin de eklenmesi gerek.

Bu arada tabi İslam’ın gerçek yüzünün Avrupalılara hem hal hem de dil ile gösterilmesinde Müslümanlara çok iş düşüyor. Bir çok örnekte görüldüğü gibi, ancak böylelikle İslâm korkusu İslâm sevgisine dönüşebilir ve Avrupa’daki Müslümanlar daha huzurlu bir hayat sürebilir.

Merve’ye Allah’tan rahmet niyaz ediyor, başka Mervelerin ölmemesi için Avrupa’da İslamofobinin bir an önce yok olmasını diliyoruz.

12.07.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Altını çizerek düzeltti


A+ | A-

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerde söylediği bir cümle, önümüzdeki dönemde çok sıkça konuşulacak gibi görünüyor.

Erdoğan, polis teşkilâtının bir toplantısında, “Emniyet Teşkilâtımız, hem demokrasinin, hem hukuk sisteminin, hem de daha genel anlamda rejimin sarsılmaz bir güvencesi, bir sigortasıdır” demişti.

Bu sözünü Polis Akademisi mezuniyet töreninde altını çizerek düzeltti. “Bütün güvenlik güçlerimiz uyum ve koordinasyon içinde, anayasa ve yasalardan aldıkları yetki çerçevesinde altını çiziyorum, millet adına rejimin teminatıdır…” Belki de Erdoğan ileride gündeme geleceğini bilerek bunu söyleme gereğini hissetti. Peşinden de gelen tenkitleri bertaraf etmek için, “Güvenlik güçlerimizi ayrı ayrı pozisyonlara yerleştirerek, öncelik veya önem sıralaması yapmak, ayrımcı ve tahrif edici yorumlar getirmek son derece yersizdir. Türkiye polis ya da asker devleti değil demokratik, laik hukuk devletidir” diye ileri bir cümle söyledi.

Bizim merak ettiğimiz “rejim” derken ne kastediliyor? Eğer kastedilen demokratik rejimse onun da teminatı millettir, milletin iradesidir…

* * *

YALAN HABER…

Haber bültenlerini, programlarını yarıda kesip “son dakika” haberler veren televizyonlar bazen gazeteci deyimiyle rakip gördükleri televizyonları “atlatmak”tan ziyade yanlış bilgi vererek atladıkları da oluyor.

Bunun son örneğini geçtiğimiz hafta ortasında yaşadık. Özel bir televizyonun “son dakika” haberi şöyleydi: “AKP Muş Milletvekili Seracettin Karayağız partisinden istifa etti…” Yazı epey bir süre ekranın altında durduktan sonra spikerde aynı şeyi söyledi. Ancak 5-10 dakika sonra bir düzeltme geçmek zorunda kaldı. Nedeni ise devletin ajansı haberi bu şekilde geçmişti. Peşinden de iptal etmişti. Meğer Karayağız partisinden değil, Türkiye-Çin Parlamentolararası Dostluk Grubu’ndan istifa etmişti.

Bu 5-6 kelimelik haber ajansta bir muhabiri işinden etti. Fakat haberi son dakika veren televizyonlarda hiç suç yok mu? Atlatmak için birkaç dakika bekleyemez miydi? Bu arada Anadolu Ajansında son günlerde beş “yanlış haber” yapılması da dikkat çekici…

Gazetelerde de yalan-yanlış haber çıkıyor. Geçtiğimiz günlerde bir gazetede de öyle akıl almaz bir hata yer aldı ki, akıllara ziyan. Başbakan’ın eşi Emine Hanım, Ankara’da katıldığı bir programda, “Televizyonların, gazetelerin ve internetin kontrolsüz bir biçimde yaydığı bu manzaralar, Türkiye’nin umumî manzarası elbette değildir” diye konuşmuş. Bu cümlenin Doğan medyasına ait gazetede yer alan alış şeklini hayretler içinde kaldık yuttuk: “Gazetelerin, televizyonların ve internetin kontrolsüz yaydığı bu manzaralar, Türkiye’nin Humeyni manzarası elbette ki değildir…” diye yazdı. Yani “umumî” olmuştu, “Humeyni!..” Gazete bu hatasını görüp ertesi gün düzeltti ama akıllarda bu yanlışlık kaldı.

Bütün bunları görünce Taha Kıvanç’ın (Fehmi Koru) köşesinde yer verdiği çalışmayı hatırladık. Bir hukukçu Medya Tekzip Merkezi (MTM) diye bir internet sitesi kurmuş. Bu merkez gazeteleri izleyip haberleri “yalan haber’, “düzeltme”, “ihtarname” ve “tekzip” başlıkları altında değerlendiriyormuş.

Bu çalışmadaki sıralamaya bakarsanız basının hali ortaya çıkıyor. Hürriyet (16 yalan haber, 13 tekzip, 18 düzeltme) ve Milliyet (16 yalan haber, 4 tekzip, 1 ihtarname, 26 düzeltme), Sabah (12 yalan haber, 8 tekzip, 23 düzeltme), Zaman, (3 yalan, 6 tekzip, 27 düzeltme), Vatan (16 yalan, 5 tekzip, 9 düzeltme) Bu liste böyle takip edip gidiyor. Bir çok gazete sıralamada yer alırken gazetemizin ismi “yalancılar” listesinde yok!

Genelde milletimizde bir kanaat vardır. “Gazeteler yalan yazar” diye… Yalan yazanlar belli… Yeni Asya’nın burada bir sloganını hatırlatalım “Yeni Asya yazıyorsa doğrudur…” Bu slogan bu çalışmada da tescillenmiş oldu…

* * *

MEĞER “ŞAHSÎ GÖRÜŞ”MÜŞ…

Doğu Türkistan’da Çin’in yaptığı katliâmlar yürekleri sızlatırken, Çin’e yapılabilecek yaptırımlar yeni yeni ortaya çıkıyor. Çin’e yapılabilecek en büyük yaptırım ise ekonomik yaptırım olarak görülüyor. Bu da kalitesiz ve taklit mallarını boykot etmekle olacak.

Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün, Yozgat’ta Çin malları için boykot çağrısı anlamına gelecek sözler sarf edince sevinmiştik. Çünkü Türkiye’nin Çin’den ithalatına 17 milyar dolarları buluyor. Bu boykot epey ses getirecekti.

Etrafındaki çocuklara oyuncak dağıtan Başbakan Erdoğan’ın da bu boykota katılıp katılmayacağı merak edilirken, bakanın açıklamasından sonra eşine pek rastlanmayan bir olay oldu. Bakanın açıklamasından kısa bir süre sonra Basın Danışmanı bir açıklama yaptı. “Bakanın kendi görüşü. Hükümetin böyle bir kararı yok” dedi. Genelde açıklamalar, “Bakanımızın bu sözleri yanlış anlaşılmıştır” şeklinde olduğu için sanki başka birisinden bahseder gibi “Bakanın kendi görüşü” denilmesi şaşkınlık meydana getirdi.

Sonrasında bakan da bir açıklama yaptı. Anlaşıldı ki hükümetin böyle bir “ekonomik ceza yöntemi” yani, Çin mallarına bir boykot kararı yoktu. Bu arada Başbakandan “One minute” bekleyenler yanıldı ancak “soykırım” diyerek sert tepki gösterdi.

12.07.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Tesbit doğru, icraatı da görelim


A+ | A-

Türkiye’yi Avrupa Birliği yolculuğundan geri çevirmek isteyenler her fırsatta; “AB bizi üyeliğe kabul etmez, bizi oyalıyorlar, bizim yerimiz burası değil” demeyi ihmal etmezler. Elbette fikirlerin ifade edilmesine itiraz edecek değiliz, ama sürekli ‘başkaları’nı eleştirenlerin kendi yaptıkları ‘hata’ları görmemesi nasıl izah edilebilir?

Tabiî ki bu haliyle değil AB, başka uluslar arası ‘birlik’ler de Türkiye’yi üyeliğe kabul etmeyebilirler. Ama üye olunmak istenen ‘birliğin’ ortaya koyduğu şartlara, kriterlere ve kaidelere uyduktan sonra bu üyelik niçin olmasın?

Ülkemizde epeydir bu konular tartışılıyor. Bu tartışmalarla eş zamanlı olarak da AB üyeliği yolundaki adımlar bazen hızlanıp, bazen de yavaşlıyor. Meselâ, son iki yılda bu konunun çok ihmal edildiği herkesin malûmu. İktidar kanadı, yapılması gereken reformları yapmak yerine sürekli AB yöneticilerine, kendilerince ‘göz dağı’ vermeye çalıştı.

Şunu da kabul etmek lâzım ki, Türkiye’nin AB’ye üye olmasında hem ülkemizin, hem de üye olmak istediğimiz birliğin ortak menfaatleri var. Bu ortak menfaatleri görmezden gelip, sadece “AB bize muhtaç” demekle bir yere varmak mümkün değil. Türkiye’nin de, AB’nin de bu üyeliğe ihtiyacı olduğunu görelim...

Son zamanlardaki gelişmelere bakınca, AB üyeliği konusunu hatırladığımız anlaşılıyor. Türkiye’yi idare edenler, “üyelik için gerekli adımları atacağız” yollu sözler sarf etmeye başladılar. Bu cümleden olarak Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış da dünyadaki Müslümanlar’ın Türkiye’nin 50 yıllık Avrupa Birliği üyeliği başvurusunun sonuçlanmasını beklediklerini söylemiş.

Bağış, üyelik sürecinin dünyadaki 1.5 milyar Müslüman tarafından çok yakından izlendiğini ve değerlendirildiğini de ifade edip Avrupalı muadilleriyle her görüşmesinde bu 1.5 milyar kişinin baskısını omuzlarında hissettiğini kaydetmiş.

Türkiye’nin AB üyeliği, İslâm dünyası açısından niçin önemli? Bağış, bunu da şu sözlerle anlatmaya çalışmış: ‘’AB’nin Türkiye’ye sırtını dönmesi durumunda yalnızca dünya genelindeki Müslümanlar değil, tüm insanlar Batı tarafından dışlandıklarını hissedecekler. (...) Ancak Türkiye’nin üye olması, bu kişilere çağdaş dünyada yerleri olduğuna dair bir umut ışığı olacaktır.’’ (AA, 10 Temmuz 2009)

O halde yapılması gereken belli: İç ve dış engellere takılmadan, AB üyeliği yolunda atılması gereken adımları atmak. Türkiye’yi idare edenler bunu yapması gerekirken, bahane üretmeye çalışmamalıdır. ‘Pire’ye kızıp yorgan yakmaya kalkmak, en başta Türkiye’nin üye olmasını istemeyen grupları sevindirir. 1.5 milyarlık İslâm dünyası da Türkiye’nin AB’ye üye olmasını istiyor ve bekliyorsa, onları da hayal kırıklığına uğratmayalım.

Dünyanın sulh ve barışı için de Türkiye’nin AB üyesi olması önemli bir adımdır. İnsanların ‘bilmediği şey’e düşman olma ihtimali her zaman daha yüksektir. Avrupa ve dünyanın diğer ülkeleri, Türkiye sayesinde “İslâm ve Müslüman”ları daha yakından tanıma imkânı bulursa “İslâm korkusu” da sora erebilir. Dünya barışı için de bu korkunun sona ermesi şart gibi görünüyor.

AB ile müzakerelerden sorumlu yöneticilerden doğru tesbitleri duyduk, şimdi de icraatlarını görelim...

12.07.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

İman ilmi


A+ | A-

Nur hizmetinin ve Yeni Asya misyonunun çilekeş emektarlarından Eyüp Otman, Ali Oktay tarafından bestelenip seslendirildikten sonra nurlu kitlelere mal olan “Aziz Üstadım benim” şiirinin iki mısraındaki “İman ilmini verdin, Kur’ân’dan ders alarak” ifadeleriyle çok önemli bir noktayı vurguluyor.

Risale-i Nur’un birçok yerinde geçen “iman ilmi” ifadesi, Üstada has orijinalliklerden biri.

Klasik medrese sisteminde ve buna göre yapılan din tahsilinde dinî bahisler akaid ve kelâm başlıkları altında, konunun kendisine has terminolojisi içinde ele alınıp açıklanır, yorumlanır.

İman esaslarını çocuklara öğretme süreci onlara Amentü metninin ezberletilmesiyle başlar.

Akaid ve kelâmın konusu, bu metinde yer alan, “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine iman” esaslarının izahıdır.

Bu izahlar, asırlar önce oluşturulan kalıpların tekrarı niteliğinde olagelmiş ve özellikle, akıl ve bilimin öne çıktığı, materyalist felsefe akımlarının da bilimi kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya çalıştığı son çağda, klasik izah yöntemleri ihtiyaca cevap veremez hale gelmiştir.

Aklı ve bilimi kullanarak imanı yok etmeyi amaçlayan saldırgan materyalizm, zaman içinde tahripkâr etkisini nisbeten kaybettiyse de, tortuları inançla aklı ve bilimi ayıran, imanın bilimle açıklanamayacağını savunan laik anlayışın şemsiyesi altında büyük ölçüde devam ediyor.

Aleni saldırganlığın yerine daha farklı bir taktiğe başvurulduğunun ifadesi olan “İnanca saygılıyız, ama iman ayrı, bilim ayrı” söylemleri ve “İnanç akıl ve bilimle açıklanamaz” iddialarıyla.

Said Nursî’nin, büyük ve dâhi Müslüman filozoflardan biri olan İbni Sina’dan aktardığı “Haşir naklî bir meseledir, akıl buna yol bulamaz” sözü, aynı anlayışın imanlı, ama felsefe ile bulanmış bir akıldan sâdır olan farklı bir tezahürü.

Oysa Bediüzzaman, haşri, en başta Allah’ın varlığı ve birliği olmak üzere diğer iman esaslarıyla birlikte “iki kere iki dört eder” kat’iyetinde izah ve ispat ederek inkârcılara meydan okuyor.

Ve Kur’ân’ın insanları, düşünmeye, tefekküre, akıllarını kullanmaya davet eden âyetlerinden hareketle, imanı da bir akıl ve ilim konusu, hattâ başına bir ilim olarak telâkkî ve tavsif ediyor.

Yirmi Üçüncü Söz’deki “İnsan bu âleme ilim ve duâ vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat itibarıyla herşey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin (gerçek ilimlerin) esası ve madeni ve nuru ve ruhu marifetullahtır” (Sözler, s. 504) ifadeleri bu mânâyı terennüm ederken, iman ilminin de özünün Allah’ı tanımak olduğuna dikkatlerimizi çekiyor.

Zübeyir Gündüzalp’in “Konferans”taki “İlimlerin esası, ilimlerin şahı ve padişahı iman ilmidir” (a.g.e., s. 1217) sözü de aynı mânâyı perçinliyor.

İşte bu iman ilmi vurgusu Risale-i Nur eserlerinin ve hizmetinin temelini oluşturan en orijinal hususiyeti ve asırlardır beklenen müjdenin risalelerle tahakkuk ettiği gerçeğini ifade ediyor.

O manidar müjde, Üstadın İmam-ı Rabbanî’den aktardığı sözlerde şöyle ifadesini buluyor:

“Eski zamanda büyük zatlar demişler ki: Mütekellimînden ve ilm-i kelâm ulemâsından (âlimlerinden) birisi gelecek, bütün hakaik-ı imaniye ve İslâmiyeyi (iman ve İslâm hakikatlerini) delâil-i akliye (aklî deliller) ile kemal-i vuzuhla (tam bir açıklıkla) ispat edecek.” (Şuâlar, s. 264)

İşte risaleleri dikkat ve tefekkürle okuyup, her satır ve kelimesinde Kur’ân’dan muktebes ince mânâ ve sırlar yüklü olan o nurlu izahlarla haşır neşir oldukça bu gerçek daha net bir şekilde görülüp hissediliyor ve insan, Âyetü’l-Kübra’daki kâinat yolcusunun, Yaratıcıyı bulup tanımak için yorulmak bilmeden yaptığı nurlu seyahati kendi dünyasına da taşımanın hazzını yaşıyor.

Ve iman ilmiyle girilen atmosfer, insana Cennet lezzetlerini daha bu dünyadayken yaşatıyor.

12.07.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.