|
|
Nejat EREN |
Van Mevlidinin hatırlattıkları |
|
Nur dâvâsı demek hareket demek, muhabbet demek, irtibat demek, aşk ve şevk demek. Anadolu’nun bahadır insanları, gönül erleri, muhabbet fedâileri, sadakat ve fedakârlık misâli mümtaz simalar, serhat şehrine, “keçe külâhlıların” diyarına, sâfî kalp insanların yurduna ve Seyda’larının ana ocağına koştular bu defa. Mevlid vesilesiyle bir defa daha kucaklaştı gönül sevdalıları.
Bir kaç yıldır inkıtaa uğratılan “Ankara Kocatepe Mevlidinin” ve yirmi sekiz yıldır hasret kaldığımız “Isparta Mevlidinin” bütün Nur talebeleri olarak tekrar icrasına geçmeliyiz diye düşünüyorum.
Bu aziz, fedakâr ve cefakâr millete “dar elbise giydirme” projelerine ve hak gasıplarına, demokratik zeminlerde, meşrû hareket ve meşrûiyet içinde karşı koymak ve haklarımıza sahip çıkmak gerekiyor.
Toplum olarak, “Meşrûtiyet” sevdasında bir yüz yılı geride bıraktık. Bir asrı aşan bu zaman diliminde manevî mücadelenin zafer taçlarını biz göremesek de, geriden gelen genç neslimize emanet edeceğimize inancımız tamdır inşaallah.
Bu yıl camia olarak yirmi sekiz yıllık bir hasretimize daha son verdik. Beraberce, hep birlikte Elhamdülillâh! Evet, yirmi sekiz senelik hasretin birisi bitti. Şimdi yeni hizmet hamleleriyle, milletimizin öz değerleriyle paralellik arz eden güzel faaliyetlerimizi arttırarak ve topluma mal ederek, millet - devlet kaynaşmasına hizmet edecek şekilde plânlamanın ve icra etmenin zamanıdır.
Yeni Asya misyonu geçmişte birçok “ilke” imza atan ve bu konuda epey tecrübe kazanan, mazisi, hâli ve istikbali iftihar edilecek tablolara sahip olan bir camia Elhamdülillâh. O bakımdan genlerinde olan bu özelliğini tekrar harekete geçirmek, bu tür güzel faaliyetlere ivme kazandırmak, meslek, meşrep ve misyonunun gereğini yapabilmek için hep birlikte yeni bir hamle, yeni bir aşk ve şevkle milyonları kucaklayacak hayırlı hizmetlere imza atmak gerek.
Bu yönüyle, Ağustos başında icrâ edilen “Van Mevlidi” yüzlerce, binlerce bahtiyar simayı serhat şehrimiz Van’da bir araya getirdi. Bu hadise; mabeynimizde (aramızda) olması lâzım gelen ifratkârane irtibatın adeta bir kazası niteliği arz ediyordu, bu gerçekleştirilmiş oldu. Bir gönül seferberliğiydi ve başarıldı, Rabbimize sonsuz şükürler olsun.
Van ve havalisinin Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin Birinci Said dönemine ait hayatında çok önemli ve anlamlı bir yeri olduğu Risâle-i Nurlarla meşgul olanların çoğunun malûmudur. Horhor Medresesi, Çoravanis Köyü ve camisi, Erek Dağı, Akdamar Adası, Tahir Paşa Konağı, Edremit Koyu, Zernabad Suyu, Gevaş, Yukarı Nurşin Camii... vb.
Osmanlının son dönemlerindeki o karanlık ve ümitsiz hava ve şartlarda, İslâmiyet, ecdad, millet ve tarihimiz adına ne yapılacaksa, Bediüzzaman Hazretleri ve etrafındaki bir avuç fedakâr talebe ve dostları, onların hepsini yapmıştır. Bu vesileyle gelen binlerce Nur talebesi bu havayı tekrar teneffüs etmiş oldu. Zihin ve fikir tazeledi.
Şimdi sırada, önümüzdeki yıldan başlayarak, Bediüzzaman’ın on sekiz yılını geçirdiği ve o muhteşem eserlerinin yüzde sekseninden fazlasını telif ettiği ve kendi ifadesiyle “Taşıyla, toprağıyla mübarektir” dediği Isparta’da 1980 öncesi yapılan geleneksel mevlidin tekrar icrâ edilmesi var. Bu yıl da “Ankara Kocatepe Mevlidinin” her şeye rağmen gerçekleştirilmesi için her meşrû yolu denemek var.
Çünkü bu tür mânevî faaliyetlerden kimse zarardide olmamıştır, olmayacaktır. Aksine herkes kazanacaktır. Bunun içindir ki bu tür birleşmenin, kaynaşmanın, hareketliliğin sevgi ve muhabbetin arttığı faaliyetlerin icrâ edilmesinin millet ve devlet için çok büyük önemi ve faydaları vardır.
Bu ülke toplumunu aşarak dünyaya mâl olmuş bir müceddid ve dâhînin fikir ve düşüncelerine sahip çıkıp takipçisi olmak herkese müsbet mânâda bir şeyler kazandıracaktır. Artı değer katacaktır. Mutluluk ve başarı grafiğini yukarıya çekecektir. Mevcut sıkıntılarımızdan kurtulmak için büyük fırsatlar ve neticeler doğuracaktır.
Son yıllarda bilhassa yabancı akademisyenlerin, ilim kurumlarının ve dâhildeki fikir, san'at ve düşünce adamlarının “Bediüzzaman’a ve fikirlerine” insanlık ve bilim adına da olsa sahip çıkması, çok müsbet gelişmelerdir ve sevindiricidir.
15.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail TEZER |
‘Baban sana şimdi Cennetten bakıyor’ |
|
“Şehit kurmay yarbay Miktat Şamdancı’nın 22 aylık oğlu Tahsin, dedesinin kucağında tabutun yanına geldi. Babasının fotoğrafını okşayan Tahsin’e, annesi Emine Şamdancı ‘Oğlum, baban Cennete gitti, sana oradan bakıyor’ deyince herkes gözyaşına boğuldu.” (Sabah, 13.8.2008)
“İstanbul Güngören’deki bombalı saldırıda vefat eden 12 yaşındaki Şeyma Özkan, İstanbul’da dedesinin yattığı mezarlıkta defnedildi. Şeyma’nın, olaydan bir saat öncesine kadar anneannesinin evinde birlikte oynadıkları kuzeni, 8 yaşındaki Merve Özkan’ı, ailesi ‘Şeyma Cennete gitti, artık orada oynayacak’ diyerek tesellî etmeye çalışıyor.” (Yeni Asya, 30.7.2008)
azen bir baba, bazen bir anne, bazen bir kardeş, bazen bir kuzen... çocuklarımızın kaybettiği.
Şüphesiz, bu hâdiseler karşısında fazlasıyla mütessir olan nazik ruhları, teselliye muhtaç.
Ve o teselli de, ‘Cennet’ten başka birşeyle olmuyor.
“Babam ve oğlum” filmini, çoğunuz izlemişsinizdir. Babasını kaybeden minik yavru, teselli edilmeye çalışılıyor; “Baban süpermen oldu, uçtu. Şimdi yukarıdan bizi izliyor” deniliyor; ama onun “Ben babamın yukarılarda değil, burada yanımda olmasını istiyorum” tarzındaki masumca feryadları karşısında başlar öne eğiliyordu. Anlayacağınız, Müslüman bir memlekette filmin senaryosundan “Cennet tesellisi” esirgeniyordu ne yazık ki.
Halbuki fıtrat, “Cennet! Cennet!” diye haykırmıyor muydu?
İşte bunun yakın örneği, Güngören’deki patlamada ölen çocuğun, kuzeninin; ve Erzincan’daki mayın tuzağında şehit düşen yarbayın, oğlunun; ailelerince Cennet’le teselli edilmeye çalışılıyor olması. Başka bir şey ilâç olamıyor çünkü nazik ruhlarına.
Geçtiğimiz sene, yine bir gazete haberinde, okulöncesi çocukların, ölümü ‘’misafire gitmek’’ gibi algıladıkları belirtiliyordu. Anlaşılan, safi ruhları ‘yokluğa’ razı olmuyor, daha doğrusu bunu düşünemiyorlar bile. Kim bilir belki de onların aciz fıtratları ve nazik ruhları, ‘ölüm acısı’ndan zaten korunmuş!
Aynı haberde, çocuğun ilkokula başladığında ölümün ne demek olduğunu anlamaya başladığı ve ölen kişinin dünyaya geri gelmeyeceğini fark edebildiği de belirtiliyordu. Özetle “Ölüm gerçeği çocuklardan saklanmamalı, tam tersi onlara anlatılmalı” deniliyordu. (BİA, 21.5.07) Tabiî, nasıl anlatılacağı hususu eksik bırakılarak...
Evet, çare, ölümden kaçmak değil; bilâkis onu anlamak.
Ölümü anlamak ise, Cennet fikrini de beraberinde getiriyor. Çocukları gerçek anlamda teselli etmek, ancak bununla mümkün. Yoksa 17 Ağustos depreminden sonra olduğu gibi, çocukları birtakım eğlencelerle oyalamaya çalışmak, “iptal-i his” nev’înden geçici bir çözümden öteye geçmiyor; yarın öbür gün ölüm hadiseleriyle karşı karşıya kaldıklarında, ruhları aynı ‘dehşet sahneleri’yle yine sarsılıyor.
Halbuki, çocukların hayal dünyalarına inerek, anlayacakları dilden, onlara ölümün bir yokluk olmadığı, daha güzel bir âleme ‘geçiş kapısı’ olduğu anlatılsa, kalıcı ve gerçekçi bir çözüm olmaz mı?
İşte Bediüzzaman, yıllar önce, çocukların zayıf ruhlarının ölüm karşısında ne şekilde teselli edilebileceğini mükemmel bir şekilde ortaya koyarak, onların minik dünyalarına bakın nasıl da iniyor:
“Çocuklar, yalnız Cennet fikriyle, onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere ve vefâtlara karşı dayanabilirler. Ve gayet zayıf ve nâzik vücudlarında bir kuvve-i mâneviye bulabilirler. Ve her şeyden çabuk ağlayan gayet mukàvemetsiz mizâc-ı ruhlarında, o Cennet ile bir ümit bulup, mesrurâne yaşayabilirler. Meselâ, Cennet fikriyle der: ‘Benim küçük kardeşim veya arkadaşım öldü; Cennetin bir kuşu oldu, Cennette gezer, bizden daha güzel yaşar.’ Yoksa, her vakit etrafında kendi gibi çocukların ve büyüklerin ölümleri, o zayıf bîçarelerin endişeli nazarlarına çarpması, mukàvemetlerini ve kuvve-i mâneviyelerini zîr ü zeber ederek, gözleriyle beraber ruh, kalb, akıl gibi bütün letâifini dahi öyle ağlattıracak; ya mahvolup veya divâne bir bedbaht hayvan olacaktı.” (Sözler, 10. Söz, Mukaddime, s. 92)
Ne dersiniz? Eşini şehit veren acılı annenin, ‘fıtratının sesini’ dinleyerek oğluna: “Baban sana şimdi Cennetten bakıyor” demesi, ne kadar da hakikatli bir teselli, değil mi?
Ve anne yerine “baba” kelimesini koyarak okuduğumuzda, şu teselli cümlesi de, babasını ahirete uğurlayan minik yavru için tam bir merhem değil mi:
“Validem/babam öldü, fakat rahmet-i İlâhiyeye gitti, yine beni Cenette kucağına alıp sevecek ve ben de o şefkatli anneciğimi/babacığımı göreceğim.” (Şuâlar, s. 203)
15.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İnançsızlar harika haller nasıl gösterebilir? |
|
Gayrimüslimlerin, Hint fakirlerinin ateş üstünde yürümeleri, ateistlerin telepatik yolla insan zihninden geçenleri okumaları gibi olağanüstü haller, aslında o kadar da garipsenecek durumlar değildir. Zira, bu dünya bir tarladır. Tarlayı, Allah’ın kanunlarına uyarak kim ekerse, mahsül alır. Tabiat kanunları, Allah’ın tekvinî şeriatıdır. O şeriata uyan, sonucunu alır. Zira, olağanüstü işler, harika haller yalnızca tekye, zâviye veya tasavvuf ile tefekkür ehline mahsus değil. Ruh / duygu ve bedende bulunan elektrik, elektro-manyetik, biyo-manyetik ve diğer binlerce enerji boyutlarını düşünce, duygu ve duyu güçlerini birleştirerek odaklaştırıp temerküz ettirebilen herkes olağanüstü haller sergileyebilir.
Kâinatta bulunan kanunlar çerçevesinde çalışarak, psiko-biyo-fizyolojik eğitim ve terbiyeden geçerek tekâmül eden herkes bu formasyonu kazanabilir. Mütedeyyin olmayan ve gayrimüslimlerin gösterdiği harika olaylar ile kerâmet arasında bir çelişki yoktur. Çünkü bu, kerâmetin eksi kutbudur.
Kerâmetin zıddı olan istidraç, gaflet içinde iken varlığın metafizik boyutunun inkişafından ve garip fiilleri açıklamaktan ibarettir.1 Buna istidraç denir. İstidraç, “Biz onları bilmedikleri, farkına varmadıkları bir yerden yavaş yavaş azaba yaklaştırırız”2 âyetinin orijinal metninde açıkça geçer. İstidraç sahibi, istidracını nefsine, gücüne dayandırmakla gururu öyle fazlalaşır ki, Karun gibi, “Bu servet, bilgim sayesinde bana verilmiştir!”3 demeye başlar. Lâkin istidraç gösteren ile kerâmet ehli arasında (ilk aşamada) fark yoktur.
Tam mânâsıyla fenâya mazhar olanlar, yani hak yolunda çalışıp kendisinin bir hiç olduğunu idrak edenlerde Allah’ın izniyle maddenin, varlığın metafizik boyutu inkişaf eder, açılır. Ve onlar, fenâfillah (yani Allah’ın isim ve sıfatlarını tamamen özümsemiş, kendisini O’na vermiş) olanlar, o eşyayı duygularıyla da görür. Bunun adı kerâmettir.
Necm Sûresi’nin 39’uncu âyetinde: “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır” diye beyan edilir. Dikkat edilirse, “insan” tâbiri kullanılmış, Yani kim “sünnetullah” denilen tabiat kanunlarına uyarsa; mutlaka karşılığını alır. Dolayısıyla küfür, tuğyan, zulüm ve inançsızlığın zirvelerinde olan bir kısım dehşetli insanlar da istidraç denen “harika haller” gösterebilir. Ki, istidraç bir anlamda, olumsuzluğun derecesinin artması, negatif gücün yükseltilmesidir.
Yalnız istidraç ehlinin hedefi, nefsî arzularını, heva ve hevesini tatmin etmek, olağanüstü işleri hedeflemektir. Zatında çok âciz, zayıf bir varlık olduğu halde, İlâhî kanunlar çerçevesinde meydana gelen halleri nefsine mal eder. Bunlarda görülen harikalıklar, bir kısım inkişaflar neticesinde meydana gelir ve bunların mahiyet itibarıyla kerâmetten farkı yoktur.
Kerâmet de, istidraç da ısrarlı ve disiplinli bir çalışma sonucunda, tabiat kanunları ve şartları içinde insanların gösterdiği fevkalâde hal, hareket ve işlerdir. Yani, tarlayı ekmek gibidir. Mü’min de ekiyor, inkâr eden de. İnkâr eden, tabiattan, kendinden zannediyor. Oysa, her şeyi Yaratan O’dur. Harika halleri de yaratan O’dur.
Dipnotlar:
1- Mesnevî-i Nuriye, s. 192.
2- Kur’ân, Kalem, 44.
3- Kur’ân, Kasas, 78.
15.08.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Tesbih namazı üzerine |
|
Abdullah Bey: “Tesbih namazı nasıl kılınır? Fazîletleri nelerdir? Cemaatle kılınır mı?”
Tesbih namazı, içerisinde Allah’ı tesbih, tazim ve tehlil kelimelerinin yoğun bir şekilde söylendiği, Cenâb-ı Hakk’ın azametini, izzetini ve celâlini tesbih ve zikir mânâsının kuvvetli ifâdelerle tahakkuk ettiği, Allah Teâlâ’yı her türlü noksanlıklardan, eksikliklerden, mahlûkâta mahsus acziyetten ve zaafiyetten tenzîh, takdis ve kemâl sıfatlarla tavsif etme mânâsının takviye ve te’yid edildiği nâfile bir namazdır.
Bu namazı Allah Resûlü (asm) sevgili amcası Hazret-i Abbas’a (ra) öğretmiş; Hazret-i Abbas’ın, bu namazın her gün kılınmasının zor olacağını söylemesi üzerine de Sevgili Peygamberimiz (asm), tesbih namazının her gün değil; mümkünse haftada bir; bu mümkün olmazsa ayda bir; bu mümkün olmazsa yılda bir; bu da mümkün olmazsa ömürde bir kılınmasının büyük feyiz kaynağı teşkil ettiğini ve kişiyi günahlardan arındırdığını beyan ederek; “Ey amca! Bak, sana on faydası olan bir şey öğreteyim: Bunu yaparsan, günahlarının ilki ve sonu; eskisi ve yenisi; bilmeyerek işlediğin ve bilerek işlediğin; küçüğü ve büyüğü; gizli yaptığın ve açık yaptığın on türden de günahını Allah bağışlar” buyurmuş ve tesbih namazını öğretmiştir.1
Tesbih namazında en gözde zikir ifâdesi: “Sübhânallâhi ve’l-hamdülillâhi velâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber” kelâmıdır. Bu kelâm, namazın her rek’âtinde, muhtelif rükünlerde toplam yetmiş beş defa söylenir. Namaz dört rek’âtli bir namazdır. Tesbih ifâdelerinin dışında herhangi bir dört rek’âtli namazdan farkı yoktur.
Tesbih namazı şöyle kılınır: “Allah rızâsı için nâfile namaz kılmaya” diye niyet edilir. Namaza başlanır. Sübhâneke okunur. Sübhâneke’den sonra on beş defa yukarıdaki tesbih ifâdesi okunur. Sonra Fâtihâ ve zamm-ı sûre okunur. Daha sonra bu tesbih ifâdesi on defa daha okunur. Bu tesbih rükûya varınca rükû tesbihinden sonra on defa daha okunur. “Semi’allahü limen hamd” denilerek rükûdan doğrulunca “Rabbenâ lek’el hamd” denir ve burada ayakta on defa daha, aynı tesbih ifâdesi okunur. Sonra secdeye gidilir. Secdede secdenin kendi tesbihinden sonra on defa daha bu tesbih ifâdesi okunur. Secdeden doğrulunca on defa da burada bu tesbih okunur. Sonra ikinci kez secdeye gidilir. Secdede secdenin kendi tesbihleri okunduktan sonra, on defa da yukarıda zikrettiğimiz tesbih ifâdesi okunur. Böylece yukarıdaki tesbih ifâdesini birinci rek’âtte yetmiş beş kez okumuş olmaktayız.
İkinci rek’âte kalkıldığında hemen on beş defa bu tesbih okunur ve sonra Fâtiha’ya başlanır. Ve birinci rek’âtte okunan aynı tesbihler, burada da, aynı rükünlerde ve aynı sayılarda tekrar okunur. Böylece ilk iki rek’âtte yüz elli tesbih ifâdesi okunmuş olmaktadır. İkinci rek’âtte oturuş yapılır. Bu oturuşta Ettâhıyyâtü ile Allahümme Salli ve Bârik duâları okunur. Burada selâm verilebileceği gibi, üçüncü rek’âte de kalkılabilir. Üçüncü ve dördüncü rek’âtlerde de aynı tesbih ifâdeleri aynı yerlerde aynı sayılarla okunur. Böylece dört rek’âtte, her rek’âtte yetmiş beş defa okumak üzere toplam üç yüz kez “Sübhânallâhi ve’l-hamdülillâhi velâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber” kelâmı okunmuş; Azîz ve Celîl olan Allah tesbih ve tazim edilmiş olmaktadır. Son rek’âtte oturulur ve Et-Tahıyyâtü, Allahümme Salli ve Bârik duâlarıyla diğer duâlar okunarak selâm verilir.
Tesbih namazında sehiv yapılırsa sehiv secdesi de yapılır ve sehiv secdesinde artık normal secdelerde okuduğumuz tesbihleri, yani sadece “Sübhâne Rabbi’ye’l-A’lâ” tesbihini okuruz.
Tesbih namazını cemaatle kılabileceğimiz gibi, yalnız da kılabiliriz. Ancak bu namaz nâfile olduğundan; yalnız kılmak cemaatle kılmaktan daha evlâdır.
Dipnotlar:
1- Ebû Dâvûd, Tatavvû, 14
15.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Fıtrî meyelan |
|
Kâinatın her yerinde, bilhassa zemin sayfasında ve bu sayfanın her satırında, her kelimesinde ve her harfinde fıtrî meyelanın tezahürlerini görmek mümkün.
Bulutların teşekkülü, yağmur damlacıklarını yeryüzüne sünger-misâl serpmeleri, bir yerden bir başka yere seyr ü seferleri, çeşit çeşit bitkilerin ve ağaçların topraktan filizlenerek fışkırması, yüz binlerce mahlûkatın hayat bularak çoğalması, dağların altında depolanmış suların çeşmelerden düzenli bir şekilde zemin yüzüne akıtılması, bu çeşmelerin mevcut hayata hayat katması ve hayata lâzım olan çeşit çeşit mahsülâtı beslemesi, idame ettirmesi, vesâire…, bütün bunlar fıtrî meyelanın cûş u hurûşla birer tezahürüdür. Bu meyelana karşı gelinmez, mani olunmaz ve mukavemet edilmez.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri de öyle diyor: “Fıtrî meyelan, mukavemetsûzdur.” Yani, fıtrî meyelan karşı konulmazdır.
Doğru ve mantıklı olan, bu meyelâna, bu eğilime uymaya ve hayatı ona göre tanzim etmeye çalışmaktır.
Başka türlü hareket, insanın kendini boş yere yormasından, çevreyi rahatsız edip kirletmesinden başka bir şey değildir.
Bir canlı türüne veya bir bitki çeşidine müdahale edildiğinde, onun hayat hakkı ortadan kaldırılmaya çalışıldığında, yani ekolojik dengeyi bozacak işlere bulaşıldığında, istenen, arzulanan değil, tam aksine hiç istenmeyen, hatta zaman zaman hiç umulmayan gelişmeler yaşanır, hiç beklenilmeyen durumlar ortaya çıkar.
Yani, insanlar fıtrî meyelâna müdahale ile önüne geçemiyor, ona mukavemet edemiyor, üstelik istediği neticeyi de elde edip rahata, huzura vasıl olamıyor, sadece etrafı kirleterek, hatasının neticesi olarak, mevcut hayat şartlarını daha da ağırlaştırıp zahmetli, işkenceli bir hale çeviriyor.
İşte, hayatın böylesine zorlaştırılıp işkenceye çevrildiği sıkıntılı bir vaziyete, geçtiğimiz yıllarda Eğirdir Gölü ve çevresinde şahit olduk.
Eğirdir’in çarşısını gezerken, bir ara balık pazarına uğradık. Baktık ki, balıkçı tezgâhlarında sadece pullu sazan ile dişli beyaz levrek var. Bu duruma hayret ederek sebebini sorduk. Bize şunu söylediler: Daha evvel, bu gölde her türlü tatlı su balığı yetişirdi. Tezgâhımızda bunları bulundururduk. Sonraları göldeki balık türlerine müdahale edildi. Eti daha lezzetlidir diye, dişli levrek tohumu, yumurtası gölün her tarafına serpiştirildi. Bu balık türü ise, dişleri sayesinde diğer bütün balıkların yavrularını yedi, onları yiye yiye bitirdi, tüketti. Tek kurtulabilen ise, işte bu pullu sazan balıklarıdır, o da sert pulları sayesinde kurtulabiliyor.
Akşam vakti ise, göl sahilinde kalacağımız pansiyona vardık. Karanlığın çökmesiyle birlikte, öyle bir sivrisinek hücumuna uğradık ki, buna dayanamayıp ışıkların tamamını söndürmek mecburiyetinde kaldık. Değişik türden bir sivrisinekti. Gündüz vakti gölün kenarında ve suyun üstünde duran bu sinekler, havanın kararmasıyla birlikte, ışığı gördükleri yerlere üşüşürler.
Dışarıda yanan bazı abajurları gördük, içleri ölü binlerce sinekle doluydu. Onun birkaç misli ölü sinek ise, yere düşmüş görüyorduk.
Bu dehşet manzarasının sebebini sorduğumuzda, yine aynı meseleyle bağlantılı bir cevap aldık: “Eskiden gölde yaşayan çeşit çeşit balıklar, suyun üzerine konan bu sinekleri yiyerek beslenirlerdi. O balıkların nesli tüketilince, bu sineklerin de önü alınmaz bir hâl aldı. Çoğaldıkça çoğaldılar ve sahilde yaşayan insanlara musallat olmaya başladılar. Ya ışıkları hiç yakmamanız lâzım, ya da her tarafı ince sinekliklerle kapatmanız gerekir. Başka türlü idare edemezsiniz.”
İşte, fıtrî meyelana müdahale etmenin veya ekolojik dengeyi bozmanın ibret dolu bir misâli.
Bu fıtrî meyelana uygun hareket, hayatın her safhasını kolaylaştırırken, aksine hareket ise, hayatı daha da zorlaştırmaktan ve zararlı, tehlikeli hâle sokmaktan başka bir işe yaramıyor.
Yeryüzünü kirlete kirlete hayatı azaba çeviren insanların bulaşık eli, şimdi ne yazık ki yerin üstündeki hava gibi, yer altındaki suları da kirletmeye başladı.
Rahat ve sıhhat için, fıtrî meyelana uymaktan başka çare yok.
Tarihin yorumu = 15 Ağustos 1922
Ankara İstiklâl Mahkemesi
MECLİS'TE Ankara ve çevresi için "görülen lüzum üzerine" bir İstiklâl Mahkemesinin kurulması teklif edildi. Teklif, Bakanlar Kurulunda (Vekiller Heyeti) görüşülerek kabul edildi.
Bu mahkeme, daha ziyade asker kaçakları ve savaşta düşman tarafına bilerek yardım edenleri cezalandırmak için kuruldu.
Ne var ki, bu mahkemeler daha sonraları başka maksatlar için kullanıldı. Nitekim, 1925 senesinin yine aynı 15 Ağustos gününde yaşan bir hadise var ki, bu gerçeği tam tasdik ediyor. Ankara İstiklâl Mahkemesi, Tarîkat–ı Selâhiye'ye mensup olduğu gerekçesiyle 11 vatandaşı ölüme mahkûm etti.
15.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Güney Osetya ve Gürcistan |
|
143 milyonluk Rusya Federasyonu, nüfusu doğu Avrupa ile kuzey Asya’ya yayılmış ve 17.075.400 km²’lik yüzölçümü ile dünyanın en geniş ülkesidir. Nüfus olarak ise sıralamada sekizincidir. 60 farklı etnik grubun yaşadığı Rusya Federasyonu, 7 federal bölgeden oluşur. Devlet yapılanması içinde 21 cumhuriyet, 6 mega bölge, 10 özerk yöre vardır. Rusya Federasyonuna bağlı 21 Cumhuriyet’in her birinin kendi anayasası ve cumhurbaşkanı var. Bu anayasalar, Federasyon Anayasası ile çelişmeyecek şekilde olması gerekiyor. Cumhuriyetler ise şunlardır: Adige, Altay Başkortostan, Buryatya, Çeçenya, Çuvaşistan, Dağıstan, Hakasya, İnguşya, Kabardin-Balkar, Karelya, Komi, Kalmikya, Karaçay-Çerkes, Mari El, Mordovya, Kuzey Osetya-Alaniya, Saha Cumhuriyeti (Yakutistan), Tataristan, Tuva, Udmurtya.
Osetya, coğrafî olarak Kafkas sıradağları içerisinde bulunmaktadır. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Kuzey Osetya, Rusya Federasyonu’nu oluşturan cumhuriyetlerden biri olurken; Güney Osetya, Gürcistan’ın bir parçası olarak kaldı.
Ancak Güney Osetya, Tiflis’den daha fazla Moskova’ya meylediyordu. Gürcistan’dan ayrılarak (Kuzey Osetya’yla tekrar birleşmek sûretiyle) Rusya Federasyonu’na katılma talepleri, Gürcistan tarafından toprak bütünlüğüne ve kendi egemenliğine tehdit olarak kabul edildi ve edilmektedir. Bu itibarla da Güney Osetya’nın statüsü konusundaki anlaşmazlık çözülemedi. Fiilen bağımsız olan “Güney Osetya”nın, Kuzey Osetya gibi Rusya Federasyonu’na girmesini, Gürcistan yönetimi kabullenmemektedir. 2008 itibarıyla da Güney Osetya’nın nüfusu 150 bin civarındadır.
Bugünkü Kafkasya’da başta Gürcistan olmak üzere irili ufaklı devlet ve bağımsız muhtariyetler vardır. Genel hâkimiyet yine Rusya Federasyonunun elindedir. Çeçenistan, Abhazya, Kabarder-Balkar, Karaçay-Çerkes, Adıgey, Kuzey Osetya, Güney Osetya ve İnguşetya başlıca bağımsız devlet ve milletlerdir. Gürcistan’ın yüzölçümü: 69,700 km²’dir. Nüfusu, 5 milyondur. Dini, Gürcü Ortodoksu’dur; yüzde 10 Müslüman bulunmaktadır. Tiflis, Gürcistan’ın başşehridir. Tiflis, endüstri, sosyal ve kültür merkezi olan bir şehirdir. Ayrıca önemli bir global enerji projesinin, yani “Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru hattı” geçiş hattı üzerinde bulunur.
8 Ağustos 2008 tarihinde Gürcü kuvvetler, bağımsızlığını ilân eden Güney Osetya topraklarına operasyon düzenlediler. Gürcü birlikler, başşehir Tshinvali’nin çevresindeki 8 yerleşim birimini kontrol altına aldılar, iki Rus uçağı düşürüldü. Ruslar, misilleme yaparak bazı yerleşim alanlarını yerle bir etmiştir. Gürcistan’ın başşehri Tiflis’e 30 kilometre mesafedeki Marneuli Havaalanını, Rus savaş uçakları bombaladı. Rus ordusu, tanklarını Tskhinvali’deki Gürcü bölgesine doğru sürdü ve önüne geleni süpürdü. Rus donanmasına ait savaş gemileri, Gürcistan’ın Karadeniz kıyılarını ablukaya aldı ve gemilere, Gürcistan’a “silâh ve askerî donanım girmesini engelleme emri” verilmişti ve Rusya Savunma Bakanlığı da füze taşıyan bir Gürcü savaş gemisinin çıkan çatışma sonunda batırıldığını açıkladı. Sivil kayıpların 1500 ile 2000 arasında olduğu bildirilmektedir. Artık olaylar dünya kamu oyunda geniş olarak tartışılmaktadır, vs. vs.
Bu bölgenin maddî ciheti özetle böyle. Mânevî cihetine gelince:
Çağın Mevlânâ’sı Hz. Bediüzzaman “Mûsibetler, seyyiatın neticesi saadetin mukaddemesidir” buyurmuştur. İnancımız ve kanaatimiz odur ki; bu parça parça devletler ve muhtariyetler bir “Kafkasya Federasyonu veya ittifakı” adı altında Rusya Federasyonuna muhtaç olmadan ayakta kalmalıdırlar. Nitekim dönemin cumhurbaşkanı Demirel bunun için büyük gayretler göstermiştir. Fakat devamı gelmedi, gelmelidir ve gelecektir ümidindeyiz.
15.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yaşadığı topraklara ait olamama duygusu, sürgünde olan her bir Filistinlinin içini kemirir. Bulunduğu topraklarda sosyal ve ekonomik olarak çok üstün konumlara gelse dahi. Bunlardan biri, Kudüslü zengin bir Hıristiyan ailenin oğlu olan ve ömrünün 50 yıldan fazlasını vatanından uzakta yaşamış bulunan meşhur Edward Said’dir.
1948 tehcirinden nasibini alarak ailesi ile beraber Mısır’a göçen ve İngiliz koloni okuluna kaydolan Edward Said (1935-2003), Mısır’da hissettiği duyguları şöyle dile getirir:
“Mısır’da okula giden, İngiliz isimli, Amerikan pasaportlu bir Filistinli. Yani belli bir kimliği yok.”
Kimliksizlik hissini hayatının her safhasında kuvvetli bir şekilde yaşayan Edward Said, aynı dine sahip olduğu insanların açmış olduğu bir okulda okumasının bu eksikliği gideremediğinden bahseder.. “Biz’i onlar’dan ayıran dil, kültür, ırk ve etnik köken farkı idi. Benim Anglikan kilisesine bağlı olarak doğmuş, orada vaftiz edilmiş ve kilisenin bir üyesi olmuş olmam işimi kolaylaştırmıyordu.”
Haylazlık yaptığı sebep gösterilerek 1951 yılında okuldan uzaklaştırılan Edward Said, eğitimini tamamlamak üzere ailesi tarafından Amerika’ya gönderilir. Princeton Üniversitesinde İngilizce ve Karşılaştırmalı Edebiyat okur. Daha sonra aynı dalda Harvard Ünversitesinden doktorasını alır (1964). Ve yıllarca Columbia Üniversitesinde hocalık yapar. Dünyanın saygı duyduğu aydınlardan olan ve yazmış olduğu kitapları Türkçe dahil 15 dile çevrilen Edward Said’i sahip olduğu kariyer dolayısıyla şöyle tanımlarlar: “O, hem Amerikalı, hem İngiliz, hem de Arap. Hem bir mülteci, hem bir aristokrat; hem yıkıcı, hem muhafazakâr. Hem bir edebiyatçı, hem bir propagandist; hem Avrupalı, hem Akdenizli.”
O ise kendine, “Kimsin? Mülteci diyebilir miyiz sana?” diye sorulduğunda, şöyle cevap verir:
“Hayır, mülteci sözcüğünün benim için çok özel bir anlamı var. Kötü sağlık şartları, toplumsal acı, kayıp ve yerinden edilme anlamları içeriyor. Bunlar benim için uygun değil. Bu anlamda mülteci değilim. Fakat kendimi yurdundan edilmiş hissediyorum. Kökenlerimden koparılmışım. Sürgünde yaşıyorum. Sürgünüm...”
Kendini “yurtsuz bir gezginci” olarak gören Edward Said, bir yere bağımlı olmadığından gayrımenkul alamadığını, oturduğu dairenin dahi kiralık olduğunu söyler. Yeniden yurt edinmenin ve eve dönmenin temelde imkânsız olduğu bir kayıp hikâyesini tekrar tekrar anlatmayı kendine vazife olarak tayin eden Edward Said, geri dönememenin acısını ruhunun derinliklerinde yaşar. Ve bu konudaki hislerini de şöyle dile getirir: “Geri dönememek. Bu gerçekten benim için çok güçlü bir duygu. Yaşantımı ayrılıkların bir silsilesi olarak tarif edebilirim. Dönüş her zaman belirsiz ve güvensiz. Kısa bir yolculuğa çıktığımda bile, bir daha geri dönemeyeceğim düşüncesiyle yanıma fazla eşya alırım. Her zaman ait olmadığınız duygusunu taşırsınız. Gerçekten ait değilsinizdir. Çünkü kökenleriniz gerçekten burada değildir.
Ve geldiğiniz yer: Başka birisi oranın size ait olmadığını, kendisine ait olduğunu söylemektedir. Böylelikle, kökenlerinizin neresi olduğu dahi sorgulanır. Ben hatıralarımı yazarken, Hayfa’dan bir mülteci olan sevgili arkadaşım Abu Lourd Filistin’e geri döndü ve Ramallah’a yerleşti. Bu benim için de bir seçenekti. Bir Zeit Üniversitesinde bir iş bulabilirdim. Ama bunun yapamayacağım birşey oduğunu fark ettim. Kaderim New York’ta kalmak. Sürekli kayan bir zeminde, ilişkilerin mirasla alınmadığı, ama üretildiği bir yerde. Evin sağlamlığının olmadığı bir yerde...” (Yeni Bin Yılda Filistin Sorunu, s. 46-47)
Edward Said’in “Bir kayıp hikâyesini tekrar tekrar anlatma”yı kendine gaye edindiği gibi, vatanları ellerinden alınan insanların duygularına şiirleriyle tercüman olan Filistinli Şair Mahmud Derviş de “Sürgünden Mektup” adlı şiirinin bir kısmında şunları söylüyor:
Sürgünden mektup
Ne cinayet işledik ki annem, iki kere ölelim
Biri hayatta, diğeri ölümde
Annem… Annem benim
Yazdığın şu mektuplar kime?
Var mı onları götürecek olan posta?
Tıkandı yollar… Kara, deniz, hava
……
Ne kıymeti var insanın!
Vatan olmadan, bayrak olmadan, adres olmadan
Ne kıymeti var insanın!
(Tercüme: Suna Durmaz)
Kaynaklar:
Edward Said, “Yeni Bin Yılda Filistin Sorunu,” Aram Yayıncılık, 2002
Dr. Abdurrahman Yağı, “Şuara Ard el-Muhtelle,” Kuveyt, 1982
15.08.2008
E-Posta:
|
|
Yapılacak, görülecek, yerine getirilecek vazifeleri ehline vermek… Denmiş ki işi ehline veriniz. Tâ başından sonuna kadar kişi yaptığı, yapacağı işlerin tamamında neyi nasıl yapacağının işaretlerini verir.
Hal dilinden, işaret dilinden de anlamak lâzım. Ben şunu şunu yaparım, ederim, ben beceririm diyen birisinin; bunu bunu yapmaya başladığı anda verdiği haberi algılamak ve gereğini yapmak lâzım.
Yıldızlarla yazılmış yazıyı herkes anlar ve gereğini yapar. Önemli olan belirtiler, işaretler, haberler marifetiyle yazılmış hayatın içindeki hal yazılarını anlamak ve gereğini yapmaktır.
Vazifeler yerine getirilirken göz boyacı olmamak, dağıtıcı, taksim edici olmamalı. İşi yüklenmek ve yapıyor, yapabiliyorsan sahiplenmek.
Şu kurulun, bu kurumun, bu müessesenin, filan filan işin başında olmak, orada gözükmek ve bir şeyler yapıyormuş gibi yapmak insanı mesuliyetten kurtarmıyor ve kurtarmaz. “Biz hademeleriz” cümlesini en az onbeş günde bir defa okuyan insanları ve kudsî bir hizmetin içindeyim diye dâvâ edenleri; herhalde Üstad takip ve murakabe ediyordur diye düşünmek lâzım…
İsim ve resim sıfatla süslenince her iş hallolsaydı. Dümbüllü filan ile Mazhar Osman her işi bitirmişlerdi, kimseye iş kalmamıştı. İşin şakası yok derler ya bu işlerinde esprisi bile yoktur. Ama görünen o ki mesuliyetsizlik var, işi engelleme var, vazifeleri yaptırmama var, başkalarına köstek olma var var.. binlerce var.
Şimdi biz yok dersek, ahir zaman insanının münafık yüzsüzlüğü içinde götürülen bu işlerine inkâr ile arkamızı dönmüş oluruz ki bu da zaten onların istediği bir şeydir. Nakısı, eksiği, batılı, haksızlığı, vurdumduymazlığı ve inkârı tadat edelim onları ilân edelim demiyorum. İbret ve ders ve tedbir alalım diyorum…
Nihayetinde “ben bu kadar yaptım, beğenmiyorsan sen yap…” tarzı lâflarla süslenen işi savsaklamanın kılıfıyla karşılaşmaktansa başlangıcında ve işin devamında yoklama ve kontrol evlâdır.
Mizanı hiç kimse hizmetin işi ile kendi işinin paralelliğinde kuramaz. Bu hatanın en büyüğü, en derini ve vahimi olur. Herkesin kendi işinde ki başarısı da başarısızlığı da kendi düstur ve prensipleri içinde kendisinedir. Ehil olmayan eller ile sadece özenti ve kastı mahsus ile el atılan hizmetin işleri elbette ki umumu ilgilendirdiği için yerin altında da üstünde de hesabı sorulacak ve verilecek bir şekilde hareket edilmeli ve böylece bilinmelidir.
İnsan gayri kabil bir tarz ve yol ile çok derinlerden bir şeylere müdahele ediyor olsa bile bunun hesabının ve cezasının ilâhî ve çetin olacağını bilmeli, yanmış eli ve dili ile ateşleri, nifak tohumlarını başkalara ve başka yerlere saçmamalıdır.
Zamanı, aklı ve Risâle-i Nur bilgilerini İslâmî ve imanî yolda ve tam olarak kullanmak eğer kişilerin işi diyorsak yanlış deriz. Çünkü bu hizmet doğrudan doğruya bir istihdam-ı İlâhî ve bir ihsan-ı İlâhîdir… Dümdüz giderken tepetaklak olmayı da göze almak gerekir.
Enaniyetsiz, muhakkak başarabildiğimiz bir hizmet alanında Kur’ân, Risâle-i Nur ve iman sahasında çalışmaları, gayretleri, muavenetleri, koşmaları Allah hepimize mübarek kılsın…Ve bizleri halisane olarak muvaffak etsin inşaallah…
15.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kemal BENEK |
Taslak öldü(rüldü)!... |
|
AKP Genel Başkan Yardımcısı Edibe Sözen’in gençlerle ilgili hazırladığı taslak doğmadan öldü(rüldü). Faillerin adlarını vermeye bile gerek yok. Manşetlere bakın anlarsınız.
Taslakta özetle; öğrencilere ücretsiz dershane imkânı, engelli ve kimsesizlerin devlet tarafından okutulması, gazete ve dergilerin şiddet ve cinsellik içeren yayın yapmalarının engellenmesi, pornografik yayınların satılmasının sınırlandırılması ve her dine mensup öğrenciler için ibadethane alanı kurmak yükümlülüğü yer alıyor.
Elbette her düşünce, fikir ve taslak eleştirilir. Ancak atılan manşetlerde pornografiye sınırlama ve okullarda ibadethane açma imkânı getirilmesi öne çıkarıldı. Şiddetle, yer yer nefret ve öfkeyle eleştirildi. Taslağa karşı çıkma gerekçelerinde sadece bu iki konu manşete çekildi. Bununla ne amaçlandığının takdirini size bırakıyorum.
***
“Okullarda ibadethane” teklifi—okullarda başörtüsünde olduğu gibi—bir kesimin tüylerini diken diken ediyor. Birdenbire laiklik elden gidiyor, rejim sona eriyor, cumhuriyet yıkılıyor… Bu konuda gösterilen refleksi başka herhangi hayatî bir meselede ne gördüm, ne işittim. Sık sık nükseden aynı refleksi görünce “Bunlar Mars’tan mı geldi?” diye sormadan edemiyor insan.
Bununla sınırlı değil olay. Hemen arşivler açılıyor, geçmişte yaşananlar sayfalarda yer buluyor. Bu vesileyle Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün oğlu Mehmet Emre Gül’ün de iki yıl önce okulunda mescit isteme gafletinde (!) bulunduğunu ve bunun nasıl geri püskürtüldüğünü de öğrenmiş olduk. (Fikret Bila, Milliyet 13.08.08)
TED Ankara Koleji’ni tercih etmesi için okul yönetimi tarafından ikna edilen Mehmet Emre Gül, “Ben ikna oldum. Teşekkür ederim. Sizden bir ricam olabilir mi?” diye soruyor. Okul Müdürü Melike Hoca, “Söyle” deyince, Mehmet Emre, “Acaba” diyor, “Bana okulda ibadetimi yerine getirebileceğim bir yer tahsis edebilir misiniz?”
Normal şartlarda bu isteğin makul karşılanıp yerine getirilmesi beklenir. Demokratik ülkelerde bunun çok örneklerini hepimiz görmüş veya duymuşuzdur. Ama burası Türkiye. “Bize özel şartlarımız vardır.” Müdire hanım, tüyleri diken diken olmuşçasına hem de “tereddüt etmeden”, içinde “birbirinden merdane fetvalar” da bulunan şu cevabı verir:
“Bu mümkün değil. Burası okul. Okulda böyle bir yer tahsis edemeyiz. Ayrıca senin okulda ibadet yapacak vaktin de olmaz. Okul programı yoğun. Eğer namaz kılmak için bir yer istiyorsan, bu eksikliği evde giderebilirsin, kazaları evde kılabilirsin ama okulda olmaz.”
Mehmet Emre Gül’e böyle bir diyaloğun gerçekleşip gerçekleşmediği soruluyor. Verilen cevap şöyle: “Evet, 2 yıl önce böyle bir görüşmem, böyle bir talebim olmuştu. 6. ve 7. sınıfların birer dönemini ABD’de okumuştum. O okulda benimle birlikte bir Müslüman öğrenci daha vardı. Orada bize böyle bir imkân sağlanıyordu. Ben de bu alışkanlıkla hocamla görüştüm.”
***
Yazıyı din hürriyetiyle ilgili bir alıntıyla bitireyim: “ABD’nin San Diego şehrindeki Carver İlkokulu, burada eğitim gören 100 kadar Müslüman öğrenci için geçen yıl ‘namaz vakti izni’ başlatmış. Stanford, Boston, Temple gibi 17 büyük üniversitede ‘ayak yıkama bölümü’ yani abdesthane açılmış durumda. George Mason Üniversitesi’nde büyük bir ‘mescid’ var. Bunlar, sadece devlet okullarındaki durum. Özel okullara gelince, oralarda zaten herkesin istediği kadar ‘dinci’ olması mümkün.” (Mustafa Akyol. Star, 13.08.08)
15.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Nejad Sultanahmet’te |
|
Niyetini bilmiyoruz, ama İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın Sultanahmet Camiinde Cuma namazını eda etmesi fevkalâde önemli ve o kadar da hepimiz açısından sevinilmesi gereken bir jest. Veya husus. Misafir olduğundan dolayı Cuma namazını eda etmeyebilirdi. İkinci olarak mezhebi veya meşrebi referans meselesini de dikkate alarak pekalâ birçok Sünnînin de yaptığı gibi camiye hiç gitmeyebilirdi. Ama şaşırtıcı bir biçimde bütün bunların tersini yaptı. Kendisine helâl olsun diyoruz ve kendisini selâmlıyoruz. Bütün gönlümüzle tebrik ediyoruz. Her zaman böyle olmasını da niyaz ve temenni ediyoruz. Temennilerimizi dikkate alır mı bilinmez, ama inşaallah yaptığı bir günlük jestten ibaret kalmaz. Süreklilik arz eder. İnşallah yaptığı, Türklerin gönlünü kazanmak için piar (halkla ilişkiler çalışması) hamlesi hiç değildir. İnşallah Sultanahmet gibi geniş bir camide serpile serpile namazını eda eder ve Türkiye’yi hoş hatıralar eşiğinde hiç unutmaz.
Bu namaz onun açısından tarihî bir fırsat. Bizler ise istersek her gün bir başka selâtin camiinde namazımızı eda edebiliriz. Osmanlı döneminde İstanbul ahalisinin bilhassa Ramazan münasebetiyle Cumaları Ayasofya’dan başlayarak Sultanahmet’e oradan da Süleymaniye ve Fatih’e uzatması ve turlaması gibi. Ama istese de Nejad bu şanstan mahrum. Nejad Türkiye’ye her gün gelecek değil ya. Bundan dolayı bu şansını dikkatlice kullanmalı. Bizden söylemesi. Zira böyle bir şansı İran’da yakalaması tarihî nedenlerle hiç mümkün değil. Zira İran’ın sultanları böyle şaşaalı camiler yapmamışlar. Sadece İsfehan ve Meşhed’de bu cesamette İmam Rıza Türbesi gibi ziyaret yerleri var. Hatibin tevbe mevzuunda yaptığı hutbeyi de kalp gözüyle ve çan kulağıyla dinlerse elbetteki uluslar arası ilişkilere katkısı da olabilir. Fakat bunları söylerken ve yazarken niyet okuma ile birlikte adamın günahına da girmeyelim. Bu suretle ayağımıza kadar gelmiş bir fırsatı tepmeyelim ve bir çuval inciri berbat etmeyelim.
***
Bununla birlikte, Türkiye gibi arabulucular olduğu gibi bir de arabozucular var. Bunlardan birisi (AFP) Nejad’ın Sultanahmet Camiinde Cuma namazı kılması gibi hatta ondan da öte bir jestin İranlılar tarafından Mısır’a yapıldığını duyurdu veya yazdı. AFP’nin haberine göre, Kahire’deki İran Maslahatgüzarı Kerim Azizi ülkesi adına, Firavun’un İnfazı filminin gölgelediği İran-Mısır ilişkilerini ve genel atmosferi tamir ve telâfi etmek ve hem de nükleer krizde en büyük İslâm ülkelerinden birisi olan Mısır’ın ve halkının gönlünü çelmek veya fethetmek ve desteğini almak için bir teklifle ortaya çıkmış. Geçmişte bir benzeri olmayan teklifin mahiyeti şu: Tahran Üniversitesi çerçevesinde Ezher Üniversitesinin bölümünü veya temsilciliğini açmak. Ezher’in gerçekten de dünyanın birçok bölgesinde şubeleri var. İranlılar resmî bir başvuru ile Mısır’dan bir benzerinin inşasını istemişler. Mısır teklife cevap bile vermemiş, tenezzül buyurmamış! İran bu durum karşısında teessüflerini bildiriyor. Buna mukabil, Mısır’ın anlatımı ve rivayeti muhtelif. Ezher’e bağlı İslâmî Araştırmalar Kurumu Müdürü Ali Abdulbaki teklifin resmî olmadığını sadece İran’da yaşayan Sünnîlerin böyle bir gayri resmî taleple karşılarına çıktığını ifade ediyor.
İran’ın sözkonusu teklifinin bırakın geride olumlu yankılar ve izler bırakmasını, aksine yeniden Mısır ile bazı Şiîler arasında gerilim ve atışma nedeni bile olmuş. Kapanmayan ve açık tarihî yarayı depreştirmiş.
Ezher, Mısır’da Irak’tan göçmen olarak gelen 50-60 bin civarında bir Şiî nüfus bulunduğunu buna mukabil bir tek Mısırlı Şiî bile bulunmadığını ve Ezher’de de Şiî öğrencilerin eğitim görmediklerini deklare ediyor. Buna mukabil Mısır’daki Şiîilerin gayri resmî temsilcilerinden Hasan Behçet, Mısır’daki Şiîlerin tutuklanma, sorgulanma ve işkence seanslarıyla karşı karşıya olduklarını ileri sürmektedir. Yani İran’ın girişimi tam aksiyle sonuç vermiş ve amacın aksine hizmet etmiş bulunuyor. O kadar ki, İran’ın temsil ettiği mezhebî ve siyasî Alevilik Mısır gibi ülkelerin geleneksel olarak temsil ettiği meşrebî Aleviliği yok ediyor, öldürüyor veya ötelenmesine vesile oluyor.
İşte Mısır belki Selâhaddin Eyyubi’den beri yüzyıllardır Hüseyniye Camii’nde uygulanan Hazreti Hüseyin’in doğumu münasebetiyle anma etkinliklerini teşeyyü korkusundan dolayı ilk defa iptal ediyor, yasaklıyor (Bak, Et Temeddüd el İranî, Davud Şeryan, el Hayat, 08/08/2008). Reva mıdır? Kabahat kimin? Sünnî dünyada şayet Ehl-i Beyt muhabbeti konusunda bir tefrit hali varsa bu karşı dünyadaki ifrat ve istismar halinin bir yansımasıdır, in’ikasıdır. Bunun tamiri ve aşılması ancak karşılıklı samimiyetle mümkündür. Bu da karşılıklı gizli gündem korkusunun ortadan kalkmasıyla kabildir. Dolayısıyla, taktik adımlar mesafeyi kapatmak bir yana, güvensizliği daha da arttırabiliyor. Bundan dolayı, İran’ın yapması gereken Tahran Üniversitesi bünyesinde Ezher’in şubesini açmak yerine Tahran’da Sünnîlerin ihtiyaçlarına cevap verebilecek camilerin açılmasına izin vermek olabilir ve bu takdirde mesele biter. Bu durumda Nejad, Sultanahmet’i özlediğinde ayağının altında gidebileceği benzer bir mekâna da kavuşmuş olur. Böylece İstanbul’a kadar zahmet etmesine de gerek kalmaz. Niyetler halis olursa yol alınır, mesafe kısalır. Kısa vadeli taktik hesaplar ise aksine mesafeyi kısaltmak yerine daha da arttırmaya hizmet eder..
***
Kimileri Nejad’ın Sultanahmet’te Cuma namazı kılmasını ve İran’ın Mısır’a topraklarında Ezher şubesini açmasını teklif etmesini İslâm dünyası üzerinden yalnızlığını kırma girişiminin bir parçası olarak görüyor. Kimileri bunu daha da ileri götürerek; Saddam’ın 2003 savaşı öncesinde herkese petrol teklif ederek kendisine yandaş bulmaya çalışmasına benzetiyorlar. Saddam ‘Bizi boğmak istiyorlar’ diyerekten bir avuç Rumeyla petrolü için 1990’da Kuveyt’i işgal etmesine rağmen 2003 yılında rejiminin ömrünün bittiğini hissettiğinde, ‘Petrolüm yağma olsun, petrolüm sebil’ diyerekten herkesi petrol yağmasına dâvet etmişti. Zaten Irak işgal edildikten sonra da kendi yandaşları bankaları yağmalamış ve içini boşaltmıştı. Saddam, Yunus Emre gibi ‘Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun’ dediğinde siyaseten geç kalmıştı. Dileriz İran’ın hâlâ şansı vardır. Ama Gürcistan meselesi Bush’u İran konusunda daha çok bilemiş olabilir. İran’a sahip çıkmak hepimizin, boynumuzun borcu ama nasıl? Bu sorunu cevabını hep birlikte bulmalıyız. Belki İstanbul buluşmasının buna katkısı olur. Kimbilir!
15.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|