|
|
Şükrü BULUT |
Gurbette bayram haftası |
|
Artık bir gelenek oldu. Avrupa kıtasındaki Nur talebelerinin bir bayramı… İster bahar bayramı deyiniz, isterseniz Nur bayramı… Binlerce kilometrelik maddî mesafelerin kaybolduğu ve hasretin giderildiği gurbet bayramları da diyebilirsiniz. Genellikle Mayıs ayının sonuna tekabül eden bu bayramlarda yalnızca Avrupa metropolleri Köln’de buluşmaz. Kıtaların buluşup kucaklaştığı bu bayramı tasvir de gayet zor. İsveç’le İsviçre’nin, Viyana’nın; Paris ve Londra ile bir araya gelişlerini, kundaktaki Said ve Nurlara yetmiş küsur yaşındaki birinci neslin eşlik ettiği bu mutlu günü varın siz dillendirin.
Türk tasavvuf musikisinin Üsküdar, Fatih ve Eyyüp’teki ruhanî duyuşunun Dom Katedraline aksedişini… Ren sahilleriyle Boğazın birbiriyle kaynaşmasını… Kulağınızda çınlayan mehterânın kükremesiyle Fetih günü gurbet bayramıyla buluşup, sonra Anadolu ve Balkan mutfağı bir çırpıda Köln’de bir salonda Keloğlan’ın sofrası gibi açıldığında, elbette hayrette kalıyorsunuz.
Çoktandır Müslüman Türkler Köln’e kudsiyet izafe etmişlerdi. Bu kudsiyet, meşhur Dom Kilisesi ve onun altına defnedilmiş azizlerinden geliyor değil elbette. Altmış küsura varan cami ve mescitleri, dinî cemaatlerin idarehaneleri ve Hıristiyanların önemli merkezi olması gibi faktörler, Köln’ü mukaddes hale getirmişti.
Köln’de icra olunan irili ufaklı merasimlerde okunan Kur’ân’ların sayısı Ankara'da okunanları geçmese de geri de kalmaz, zannederim. Birçok kilise ve camide “Haleluyaa…” ile “Saltanatlı Tekbirin” kucak kucağa vermesi, iddia sahiplerine hak verir, kanaatindeyiz.
Bayram haftası dememizin sebebi, Üstadı anma toplantılarının bu haftanın Cuma’sından başlayarak Pazar günü akşamına kadar devam etmesidir. Almanya içinde “bağımsız devlet” Bayern’in başkenti de bu bayramda Köln’den pek geri kalmaz. Cumartesi geç saatlere kadar devam eden bayrama Pazar sabahı Münih’te devam edilir.
Köln bayramları sürprizlerle doludur. Bayramda konuşulacak konuların üst başlıkları, Urfa’dan işitilen yanık kaside ve Kur’anlar, minnacık Said ve Nurların koroları, okudukları vecizeler ve daha neler neler, hep sürpriz beklentileridir Köln’de…
Anadolu’daki Nur talebeleri “Köln bayramlarını” daha iyi anlamak için hayâlen Van mevlidine gidebilirler. Gerçi münafık 12 Eylül musibetiyle inkıtaa uğrayan bu mevlidin sonuncusunun üzerinden tam otuz seneye yakın bir zaman geçiyor. O güzelim ve mutlu günü idrak edemeyenler, Van’a iştirak edenlerden dinlesinler. Van olmazsa Isparta olur, Kocatepe olur veya Urfa… Mesih’in memleketinde kimsecikler mevlit okutanlara kızmıyorlar. Camiler de en az kiliseler kadar hür…
Avrupa Nur Cemaati ile Yeni Asya İnternational Gazetesinin ortaklaşa tertipledikleri Bediüzzaman Hazretlerini anma toplantısına Köln A.K.E.V.´i, yani “Yabancılar Eğitim ve Kültür Derneği” ev sahipliği yapıyor. Hıristiyanların da büyük ilgi gösterdikleri Bediüzzaman Hazretlerini anma toplantısına Alman üniversitelerinden ilim adamlarının iştiraki, bu bayramın orijinal bir başka özelliği olsa gerek. Said Nursî Hazretlerinin arzuladıkları gibi İsevîlerle Müslümanlar, muvasalat çizgisinde buluşup, insanlığın zararına hareket eden cereyanları durdurmaya çalışacaklar ve mahiyetlerini dünyaya ilân edecekler.
Türkçe ve Almanca yapılan konuşmalar, Avrupa´daki Türk toplumunun çoktandır iki dilli olduğunu gösteriyor. Bu toplantılarda, doğrusu bayramlarda diyaloglar konuşulmaz, yaşanır. Doğu-batı çatışması intizarındaki zındıkayı ağlatacak düzeydeki İslâm ve Batı kültürünün fıtrî sınırları içinde bir resimde şekillenmesini seyretmek isteyenler, bu bayramda Köln’e koşuyorlar.
02.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ruhan ASYA |
Âkil olan anlasın bizi |
|
Türkiye’de son zamanlarda tavan yapan, medyada reyting rekorları kıran ve yedisinden yetmişine herkesin dilinde pelesenk olmuş bir kelime var. Lâfızla mânânın çatıştığı kelimelerden biri. Nice köşe yazarlarına ilham oldu. Çok konuşuldu, yazıldı, çizildi. Fikirler çarpıştı, barika-i hakikat çıktı çıkmasına, ama anlayana. Anlamayanlar anlayanlardan daha mesut görünüyor. Çünkü davul da, tokmak da onların elinde.
“Mahalle baskısı” tabiri artık herkesin mâlûmu. Başörtülü başı açığa, namaz kılan kılmayana, inanan inanmayana baskı yapıyormuş(!) Türkiye’de. Bu bir hezeyan mı, yoksa mizah anlayışı çok yüksek şahıslarca ortaya atılmış bir şaka mı? Eğer bu bir şakaysa bravo! Bütün dünyayı güldürdünüz. Hem de katıla katıla.
Ama ciddî konularda lütfen ciddiyet. Tavrınızla bu ülkedeki muhabbete husumet kattınız, nifak attınız. Sapla samanı karıştırdınız. Mahalle baskısına uğrayan kimdi? Eğitim hakkı elinden alınan siz miydiniz? Vicdansızca uyguladığınız yasak yüzünden kaç başörtülü mağdur oldu? Kaçı işinden, kaçı eşinden oldu? Başını açmayan öğrencilere ikna(!) çalışmaları yapıldı kapalı kapılar ardında. Baskının dik âlâsı değil de ne bu? Namaz kılan ve Kutlu Doğum Haftasında ilâhî söyleyen minikler büyük bir suç işlemişçesine manşet oldu basında, flaş haber oldu medyada. Bütün bunlar mahalle baskısı değil de ne? Kimin kime baskı yaptığına bütün dünya şahit oldu.
Evet, bütün dünya bunlara şahit olurken, bakın biz nelere şahit oluyoruz Melbourne’da. Burada insanlar ibadet, kıyafet, dil, din v.s. özgürlüklere sahip. Üniversitede, işyerinde, sokakta, otobüste, nerede olursanız olun mükerrem bir varlık olduğunuzu hissediyorsunuz. İster şalvarla, ister çarşafla, ister bindallıyla gezin. İçindeki sizsiniz. Ve değerli olan sizsiniz. Başınızda yazma, ayağınızda şalvar, şehrin en büyük alış veriş merkezlerinde ya da üniversite koridorlarında özgürlüğün resmini çizin. Başörtünüz bayrak gibi dalgalansın. Ne bir baskı, ne bir tahkir, ne de müstehziyane bir bakış. İnsana insanca muamele var Melbourne’da.
İngilizce kursunda hocamız Gen soruyor :
-Strese girdiğinizde ne yaparsınız?
Cevabımız
-Namaz kılarız, duâ ederiz.
Kimse rahatsız olmuyor bundan. Hıristiyanı, Budisti hoşgörüyle bakıyor ve gülümsüyor. En ufak bir baskı ifadesi yok kimseden kimseye.
Her millet kendi mabedini inşa edip, inancının gereği olan ibadetini yapıyor özgürce. Çinlisi tapınağında, Ortodoksu ve Katoliği kendi kilisesinde, Müslümanı camisinde.
Hatta devlet bakanları ziyaret ediyor bu ibadethaneleri. Nur Vakfı da Yeni Asya okurlarının hem medresesi, hem camisi. Ve devletin bakanları burayı da ziyaret ediyor ve burada ibadet eden Müslümanlarla sohbet ediyor, onların isteklerini dinliyor.
İşte demokrasi. İşte hürrriyet. Ve bir kıt'ayı dünyanın en mutlu insanlarının yaşadığı yer kılan değerler. Âkil olan anlasın bizi.
02.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kirazlar dallarındaydı, biz çocukken. Şimdi marketlerin manav reyonlarında.
Ağaçlara tırmanırdık. Şimdi turnikelerden geçiyoruz.
Yıkamazdık. Sanki yıkanmış, yeşil yapraklarla süslenmiş, ağaçlar üzerine servis edilmiş gibi gelirdi kirazlar. Bize düşen koparıp yemekti, o kadar…
Kirazla bizim aramızda bir aracı yoktu. Ama dallar da aslında bir aracıydı, bilirdik. Şimdi poşetler, kirazı tartacak market görevlisi, kasiyer, kredi kartını veren banka ve saire de aracı… Ama biz bu kadar aracı arasında O’nu görmüyoruz çoğu kez.
Eskiden kirazı verdiği için şükrederdik, şimdi şükredersek, kiraz alacak parayı verdiği için şükrediyoruz Allah’a.
Kiraza para vermezdik, vermediğimiz için tartmazdık da. Kiraz yemede üst sınır ya bizim şişen midemiz, ya ulaşacağımız kirazların bitmesi ya da tembelliğimiz olurdu. Şimdi ise kirazın kilogram fiyatı, poşetin doluluk oranı, evdeki nüfus gibi parametrelerin araya girdiği karışık bir hesaplama…
Kirazın dalları ve çekirdeği çöp değildi o zaman. Yerdeki otların içinde bir yer bulurdu kendine ve hiçbir zaman kiraz çekirdeğinden oluşan dağlarımız olmadı bizim. Şimdiyse kiraz çöpleri ve çekirdekleri dolduruyoruz, belirli günlerde gelen çöp kamyonlarına dökülmek üzere, çöp poşetlerimizi.
Kirazımızı kuşlarla paylaşırdık. En tatlı kirazları onlar yerdi. Bizim ulaşamayacağımız yerlerde de kiraz olması, sırf onları da düşünen Biri olması yüzündendi sanki. Şimdiyse marketlere kuşları almıyorlar, paraları yok diye. Oysa en iyi kiraz eksperleridir kuşlar.
O zamanlar kiraza insan elinin karışım oranı tartışılmazdı. Zira kiraza değen tek insan eli, onu yemek üzere hareket eden eldi. Bütün kirazlar organikti, ama bizim bundan haberimiz yoktu. Kuşların, hatta kirazların haberi olmadığı gibi…
Herkesin kiraz ağaçları yok belki, ama herkesin hayatında kiraz var.
Çünkü kiraz demek, bahar demek biraz da…
02.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Gezi eki |
|
Bir okul döneminin daha sonuna yaklaştık. İki hafta sonra çocuklarımız karnelerini alacak, ilk ve ortaokullar tatile girecek. ÖSS’ye hazırlanan lise son sınıflar için ise ders sezonu bu hafta sonu kapanacak. Üniversiteler de bu ay içinde farklı tarihlerde tatile girecekler.
Mâlûm, aileler tatil programlarını çocuklarına göre yapıyorlar. Dolayısıyla, iki hafta sonrasından itibaren bu tatil planlarının uygulamaya konulacağı bir sürece gireceğiz. Ve bu sene Ramazan-ı Şerifi de karşılayacağımız Eylül ayı başına kadar tatil devam edecek. Bu yılki yaz tatilinin bir diğer özelliği de, Temmuz’un ilk günlerinde Üç Aylara girecek ve kandil gecelerini tatil atmosferinde idrak edecek olmamız. Bu manidar buluşmanın, genelde tatil atmosferine hakim olan gaflet havasının daha kolay dağılmasına yardımcı olacağına inanıyoruz.
Tatile girerken okurlarımıza özel bir hediyemiz var. 6 Haziran Cuma günü gazeteyle birlikte vereceğimiz Gezi ekinde, tatilin meşru ölçüler içinde seyahat, yeni yerler görme, dinlenme ve okuma fırsatı olarak istifadeyle değerlendirilmesine yönelik yol gösterici tavsiyelerin yanı sıra, farklı tatil alternatiflerine dair bilgiler yer alıyor. İlgiyle okunacağına inanıyoruz.
6 Haziran gazetenizi şimdiden ayırtın.
***
Sabah’ta “özeleştiri ve ombudsman”
Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın “Deprem İlâhî ikazdır” dediği için çarptırıldığı ve 276 günü infaz edilen hapis cezasının AİHM’den döndüğüne ilişkin habere sayfalarında yer vermeyen gazetelerden biri de Sabah’tı.
Oysa aynı Sabah, Kutlular’ın o sözü söylediği günlerde en insafsız hücumlarda bulunup en ağır hakaretleri savuran gazetelerin başında geliyordu. Ki, bunların bazı iğrenç örneklerini, diğer gazetelerden alınanlarla birlikte, 1 Mayıs günü gazetemizin birinci ve altıncı sayfalarında kupür olarak yayınlayıp hatırlattık.
Ardından, gazetedeki yayınlara ilişkin okuyucu eleştirilerinin cevaplandırıldığı “okur temsilcisi-ombudsman” köşesine 3 Mayıs günü şu mesajı gönderdik:
“Yeni Asya Gazetesi İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular 1999 yılında 17 Ağustos depremi için ‘ilâhî ikaz’ yorumu yaptığında ona en ağır hakaretlerde bulunanlardan biri maalesef Sabah gazetesiydi. Ve bilindiği gibi Kutlular o konuşması sebebiyle Ankara DGM’de yargılanıp mahkûm edildi ve 276 gün hapis yattı. Ancak bu mahkûmiyet kararı geçtiğimiz günlerde AİHM’den döndü. AİHM, Kutlular hakkındaki kararla Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ifade özgürlüğüne ilişkin 10. maddesinin ihlâl edildiğine hükmetti ve Türkiye’yi tazminat ödemeye mahkûm etti. Ne var ki, bu haber Sabah gazetesinde yer almadı. Köşe yazılarında da bu konuya değinen olmadı. Acaba niye? Genel Yayın Yönetmeni Ergun Babahan’ın, 28 Şubat sürecinde Sabah gazetesinde yapılan yayınlarla ilgili özeleştirilerde bulunduğunu hatırlıyoruz. Bu özeleştiriler, o dönemde Kutlular için yapılan yayınları kapsamıyor mu?”
Ne var ki, takip eden haftalarda, Pazartesi günleri yayınlanan “okur temsilcisi” köşelerinin hiçbirinde bu konuya değinilmedi.
Köşeyi hazırlayan Yavuz Baydar, geçen haftaki yazısında bir başka konuda kendilerine ulaşan okur tepkilerini cevaplarken “İyi bir ombudsman âdil bir hakem olmaya çalışır” diyordu. (Sabah, 26.5.08) Ama görünüyor ki, bizim konumuza karşı sergilediği duyarsızlık, maalesef bu sözünü boşlukta bırakıyor.
Bu yazıdan iki gün sonraki Sabah’ta, Çin depremini “Tibet’e yapılanların karşılığı” olarak niteleyen sinema oyuncusu Sharon Stone’un değerlendirmesinin “Bir ‘deprem ilâhî adalet’ gafı daha” başlığıyla sürmanşete çekilmesi ise (28 Mayıs), söz konusu duyarsızlığın gerisinde daha derin sebepler bulunduğunu düşündürüyor.
28 Şubat dönemi için “özeleştiri” adına ifade edilenlerin samimiyeti konusunda da çok ciddî kuşkular uyandıran bu durum, bakalım, Sabah grubunun yeni yönetiminde de sürecek mi?
02.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hakan YALMAN |
Temel güven duygusu |
|
Dünyaya gelen her insanın temel arayışı güven duygusudur. Ana rahminin sevgi ile kuşattığı bir yerden yeryüzünün karmakarışık düzenine gelen bebeğin ilk yaşadığı duygu belirsizlik, güvensizlik ve tedirginlik şeklinde yansımaktadır. Doğan bebeklerin ağlamalarının bir sebebi de bu olmalıdır. Bu sebeple bebeği doğar doğmaz annesinin kucağına vermek ve anne bedeni ile temasını sağlamak bebeğin ruh sağlığı ve muhtemelen ileride hissedeceği güven duygusu açısından önemlidir.
Günümüz toplumunun en önemli problemlerinden birini psikiyatri biliminin “anksiyete bozuklukları” şeklinde tanımladığı hastalık grubu oluşturmaktadır. Bu dinî yaşantıya önem veren ya da İslâm dininin şekillendirdiği bir hayat şeklini tercih eden sosyal kesimde vesveseler şeklinde gözlenmektedir.
İnsan vücudunun işleyişinde biyolojik ve sosyal faktörlerin etkisiyle psikolojik sonucu doğurduğu kabul edilmektedir. Aslında sosyal faktörlerin içinde ele alınması gereken çok sayıda çevre faktörü de psikoloji üzerinde etki etmektedir. Beslenme, çevreden gelen koku ve ışıklar, karşılaşılan insanların yüz ifadeleri, kulağımıza ulaşan seslerden başlayan ve uzaydan dünyaya ulaşan yıldızların ışıkları ve nötrinolara kadar bir dizi faktör bedenimiz ve psikolojimiz üzerinde etkili olmalıdır. Sonra görünen âlemin, görme sınırlarımız ve algılarımızın ötesinde hayal, misal ve ruhlar âlemi gibi pek çok farklı varlık boyutunun günlük yaşantımız, bedenî fonksiyonlarımız ve psikolojimiz üzerinde şu an bilemediğimiz ve tesbit edemediğimiz etkileri var olmalı. İnsan ve onun psikolojisinin tarifi yapılırken bütün bu faktörler dikkate alınmalı ve problemlere çözüm arayışı içine girilirken kâinat insan bütünlüğü göz ardı edilmemelidir. Bilimsellik ve pozitivizm adına inkâr edilen bazı şeyler insan ve dolayısı ile hastalıklarının tanımını çok sınırlı bir varlık alanına hapsetmekte ve sığlaştırmaktadır.
Günlük yaşantıda karşımıza çıkan problemler ve varlığımızın, ruh ve beden olarak başka âlemlerle irtibatını dikkate alan bir yaklaşım örneği Yirmi Birinci Söz’ün İkinci Makamında ortaya konmuştur. İnsanlık âleminin psikolojik rahatsızlıklarından ve belki de en önemlilerinden olan vesvese ile ilgili bölümün başına “Ey Rabbim, şeytanların vesveselerinden sana sığınırım. Onların yanımda bulunmalarından da, ya Rabbi, sana sığınırım (Mü’minun Sûresi: 97-98)” mealindeki âyetlerin konmuş olması bu anlamda üzerinde durulması gereken bir konudur. Kur’ân-ı Azimüşşan maddî âlemde yaşanan bir problemi, şehadet âleminin önümüze koyduğu bir hali farklı bir âlemle irtibatlandırmaktadır. Bu da günlük yaşantımızda, ruh halimizde, psikolojimizde yaşadığımız hallerin madde ve mânâyı birlikte kuşatan bir bakışla algılanmasına ve tarifine örnektir. Bu bakış maddî âlemde meteor düşmesi ya da yıldız kayması olarak gözlenen bir halin şeytanların recmedilmesi şeklinde ortaya konulabilecek derecede genişliğini yansıtmaktadır.
Maddî âlemde tezahürleri ile vesvese, anksiyete tanımına uymaktadır. Amerikan Psikiyatri Kliniğinin belirlediği kriterler çerçevesinde yapılan tanım: “Otonomik sinir sisteminin hiperaktivitesine bağlı somatik belirtilere eşlik eden, korku hissi ile belirli patolojik bir durumdur. Belirli bir sebebe cevap olan korkudan ayrılır.” Burada ifade edilmek istenen şudur: İnsan bedeninin fonksiyonlarında çok önemli bir rol üstlenen sinir sisteminin iki tür işleyişi vardır. Biri bizim isteklerimizle şekillenir ve istemli adını alır. Meselâ elimizi kaldırmamız, yürümemiz, gözümüzü kapamamız kendi istek ve irademizle olan işleyişlerdir. Bu işleyişlerde sinir sistemi ve isteklerimiz arasında bir irtibat vardır. Sinir sisteminin diğer tür bir işleyişi ise istemsiz hareketler şeklindedir. Kalp atışlarımız, belirli dış uyarılara cevap olarak kan damarlarındaki değişiklikler, utanınca cildimizin kızarması gibi durumlar isteğimizin haricinde cereyan eder. İşte korku anında da kalp atışlarımızın hızlanması, benzimizin atması, nefes alıp verme sıklığının artması ve kalbimizin yerinden çıkacak gibi olması bizim kontrolümüz dışında istemsiz işleyen sinir sisteminin bir fonksiyonu olarak ortaya çıkar. Dışarıdan bir uyarı ya da korkutacak bir sebep varken bu gayet fıtrî ve bedenin normal işleyişinden kaynaklanmaktadır. Ancak bazen dışarıdan bu durumu oluşturacak herhangi bir sebep yokken bu sonuçlar ruh âleminde ve psikolojik boyutta yaşanır. Kişi karşısında korkunç bir köpek varken hissettiği ve yaşadığı bedenî değişiklikleri, böyle bir uyarıcı sebep yokken yaşar. Şuur planında da bunu izah edecek bir sebep bulamaz. Sanki iç âleminde korku sebebiyle oluşan olaylar zincirini başlatan bir düğme vardır ve zaman zaman bu düğmeye içeriden böyle bir sebep olmaksızın basılmaktadır.
Korkunun çoğunlukla kaynağı güvensizlik ve yalnızlıktır. Fıtratının derinliklerinde acz ve fakr hep var olan insan doğduğu andan itibaren bir himayeye muhtaçtır. Yalnızlığa müsait olmayan fıtratı hep bir sığınak arayışı içindedir. Bu ana rahminden şehirleri dolduran gökdelenler şeklindeki barınaklara kadar uzanan farklı şekillerde tezahür eder. Doğduğunda ağlayan çocuk bir ölçüde ana rahminin güvenli ortamından çıkmanın sıkıntısını dile getirmektedir. Evinden, memleketinden uzaklarda insanın hissettiği tedirginlik ve huzursuzluk aynı refleksin uzantısı olmalıdır.
Aslında her ruh, ruhlar âleminden şehadet âlemine gelmişliğinden dolayı özünde bu sıkıntıyı vatanından uzaklık duygusunu barındırmaktadır. Hele dünyada aslî özelliklerini ve gerçek vatanını unutup orada kulluk sözü verdiği Rabb-ı Kerim’in mutlak şefkatini ve her an yanında olduğunu hissedecek ruh halinden uzaklaşmışsa ruh boyutundaki tedirginlik daha fazla olacaktır. Elest meclisinde verilen sözlerin muhakkak ruhumuzun derinlerinde bir yerlerde yansımaları ve izleri olmalıdır. Bu yüzden belki de zaman zaman efendisinden kaçmış köle ruh halini yaşıyoruz. Başıboş algıladığımız varlık âlemi içinde kendimizi güvensiz ve yalnız hissediyoruz. Vehimler üzerine bina edilmiş varlık algısı biz akıl almaz ölçüde korkutuyor, ama bu korkularımızdan da kaçış halindeyiz. Bu da bizleri çözümsüzlükler yumağı olan bir kısır döngüye itiyor. Gece yatağınızdan bir tıkırtıyla uyanıp pencerede bir gölgenin hareket ettiğini gördüğünüzde yapılacak en doğru şey bu olayın aslını anlamaya çalışmak olacaktır. Bu gölgenin bir hayalet ya da hırsız olduğu vehmi ile yorgana gömülüp sabahı korku ve kan ter içinde etmek, sabah havanın aydınlanması ile üstteki komşunun balkona astığı çarşaf yüzünden geceyi kendimize büyük bir azaba çevirmemiz sonucunu doğurabilir. Oysa ışığı yakıp da olan biteni anlamaya çalışmak bütün kâbusun beş dakika sonra rahat yatağında uyku şekline dönüşmesi olabilirdi. Varlık âleminin karanlığı içinde bizleri korkutan çarşaflardan kurtulmanın tek yolu iman nuru ile eşyanın hakikatini anlamaya çalışmak olmalıdır.
Temel güven duygusu ve özgüven, özü doğru algılamakla ve eşyanın esma ile irtibatının kurulması neticesinde yani mânâ-i harfi ile bakmakla mümkün olabilir. Bu günün modern insanının maddî alana hapsolmuş bu bakış açısına çok ihtiyacı var. Çünkü sonsuzluğunu ve büyüklüğünü daha net algıladığı şu kâinat ortasında acz ve fakrını daha net algılıyor. Varlığı ve kâinatı daha iyi algıladıkça sonsuz bir kuvvete dayanma ihtiyacı çok daha belirgin hale geliyor. Güvenin bu şekilde tanımlanmış bir Zat’a dayandırılması her geçen gün daha kaçınılmaz hale geliyor.
02.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Yolların en güzeli |
|
Yolların en güzeli senin yolun ey Peygamberim (asm)! Yüce ve aydınlıklı bir yol... Yolların böylesi hiçbir faniye nasip olmamıştır. Yolların sahibi en yüce yolu sana nasip etmiştir Ya Resulallah! Yolların en şereflisi mübarek ayaklarının geçtiği yollardır. Tozların en şanslısı mübarek ayaklarına yapışanlardır. Ne mutlu o insanlara ki, seni o yollarda takip etmektedirler. Keşke o yolda ben de geçme gücüne sahip olabilseydim. Keşke o yolda yürüme liyakatini kesbetmiş insanlardan olabilseydim ben de.
Rabbimden tek dileğim, senin o güzelliklerle bezenmiş, nurlarla aydınlanmış yolunun bir yolcusu olabilmek. En sonda yürüyen birisi de olsam kendimi bahtiyar hissedeceğim. Çünkü biliyorum ki beni kurtuluşa erdirebilecek bu yoldan başka bir yol bulunmamaktadır bu fani âlemde. İstiyorum ki, bu yolun kara sevdalısı olayım...
Sana “Peygamberim” diyebilir miyim, ey Yüce Resûl? Kusurlarımla, hatalarımla senin dergâhına baş koyabilir miyim ey Rabbimin en sevgili insanı? Sana hiçbir insana nasip olmayacak bir şekilde verilen şefaat gölgene ben de sığınabilir miyim ey gözümün nuru? “Sana lâyık oldum” desem yalan olur. Rabbimin bana bahşetmiş olduğu “Ümmetinden biri olma” nimetinin kıymetini bildiğimi söylesem doğru olmaz, belki riya olur. Bu sebeple kusurlarımla, hatalarımla, günahlarımla sana mahcup bir şekilde yaklaşma cüretini gösteriyorum Ey Resûl (asm)!
Sen varken fani insanlara çok yöneldik, çok acizlerden medet umduk. Karanlık yolların yolcularına özendik. Hep zahire baktık, dünya markalı balların zehirli olabileceğini düşünmedik. Çoğu kere bu balları yedik ve büyük acılarla kıvrandık. Bazen uyandık, Rabbimize şükrettik, bazen de geç kaldık Rabbimizden afv ve mağfiret diledik. Düşe kalka gidiyoruz işte. Bütün eksikliğimiz, nurlu ve kurtuluşa götüren Muhammedî yoldan gitmemek, Ebû Cehillerin karanlıklı yollarına özenmek, buradaki tuzakları fark etmemek oldu...
Utanabilecek bir yüz de kalmamıştır bizde. Nurdan rahatsız olan yarasalar gibi Nur-u Muhammedî’den kaçma gafletini gösteriyoruz. Dünyada da ahirette de faydası olmayan fanilerin peşinden koşmak hamakatı biz insanlara ve hatta inananlara arız olmuştur. Zaten asrımızın en büyük hastalığı bu değil mi?..
Dünyamızın sahibini ve bizim için koymuş olduğu kanunlarını düşünmeden dünyadan kâm almaya çalıştık. Bu dünya mektebinin muallimini tanımadan ilim sahibi olabileceğimizi düşündük. Hakikatler menbâı Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın yerine safsataları dünya mektebinde tahsil etmeyi kabul ettik. Hep yanıldık, yanıldıkça da perişan olduk. Böylece hayat mektebimizde huzur kalmadı.
Gerçek kurtuluşun nerede olduğunu bildiğimiz halde oraya yönelmekte zorluk çektik. Takatsiz kaldık, çünkü almamız gereken mânevî gıdalarımızı ihmal etmiştik. Gördüğümüz her gerçek, içinde yaşadığımız yalan dünyasından bizi kurtarmak için bir ışıktı aslında. Ama biz gerçekleri önemsemedik, hep yalanlarla avunanların cephesine meyil gösterdik.
Yıllar geçti, yarım asırlar geçti, çok yorgun olduğumu fark etmeye başladım. Dönüp arkama baktığım zaman sadece bir rüya gördüğümü düşünüyorum. Gerçeklerin önümde olduğunu anlamaya başladım belki yeni yeni... Bundan sonra o rüyamda yaşadıklarımı yaşamamam lâzım. Artık ilerde rüyalarımı düşündüğüm zaman sevinmeli, huzur bulmalıyım. Böylece hem geçmişim aydınlıklı olur, hem de gelecekte de aydınlık ufukların beni beklediğini anlayacağım.
“Muhammed”siz (asm) geçen günlerim olmasın artık ey Rabb-i Rahîmim... Ondan başka bir önder peşinde olmayayım. O yüce insanı (asm) ve onun yolundan gidenlerden başka kimseyi kendime yakın bulmamalıyım. Hâlık-ı Rahîmim (cc) ve Rehber-i Ekmelim (asm) ve onları sevenler olsun hep dünyamda... Bana güç ver Rabbim, sadece sana kul olayım, sadece senin sevdiklerinin peşinden gideyim. Başka kimseye yönelmek ve başka kimselerin yolundan gitmek bana haram olsun artık...
02.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Yeryüzüne indirilen nimet yumakları - 1 |
|
Salih Sütçüoğlu:
*“Lem’alar’da tefsir edilen Zümer Sûresinin 6. âyetinde mübarek ehlî hayvanlar ‘sekiz çift’ olarak geçiyor. Bu ayeti izah edip, sekiz çift hayvanın hangileri olduğunu açıklar mısınız?”
İSLÂMİYET öncesi cahiliye Arapları bazı hayvanları bazı şartlarla haram sayarlar, yemezlerdi. Meselâ beş defa doğuran ve beşinci yavrusu da dişi olan deveye “bahîra” derler ve yemezlerdi. Bu hayvanların kulaklarını çenterler; etini yemezler, sütünü sağmazlardı ve bu hayvanları putlara bırakırlardı. Sâibe dedikleri yine bir kısım develeri putlar namına serbest bırakırlar; sütünü içmezler ve sütünü sadece misafirlere ikram ederlerdi. Biri erkek, diğeri dişi olmak üzere ikiz doğuran koyun veya deveye ‘vasîle’ derler ve erkek yavruyu puta kurban ederlerdi. On nesil veren erkek deveye hâm derler; etini yemezler, serbest bırakırlardı.
Kur’ân bu batıl anlayışları kökünden söküp attı: “Allah bahîra, sâibe, vasîle ve hâm diye bir şey meşrû kılmamıştır. Fakat kâfirler, yalan yere Allah’a iftira etmektedirler ve onların çoğunun da kafaları çalışmaz.”1
Kur’ân aynı anlayışı şu âyetlerde de reddederken “en’âm” dediği hayvanların hangileri olduğunu da isim isim açıklıyor: “En’âmdan yük taşıyanı ve tüyünden döşek yapılanları yaratan O’dur. Allah’ın size verdiği rızıktan yeyin, şeytanın ardına düşmeyin; şüphesiz o sizin için apaçık bir düşmandır. (Onlar) sekiz eştir: Koyundan iki, keçiden iki... De ki: O, bunların erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa bu iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı haram etti? Eğer doğru iseniz bana ilimle söyleyin. Deveden de iki, sığırdan da iki (yarattı.) De ki: O bunların erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa bu iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı haram kıldı? Yoksa Allah’ın size böyle vasiyet ettiğine şahit mi oldunuz? Bilgisizce insanları saptırmak için Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim kim vardır! Şüphesiz Allah o zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.”2
Görüldüğü gibi bu âyetlerde Kur’ân koyunu, keçiyi, sığırı ve deveyi “sekiz eş nimet hayvanı” sıfatıyla isim isim zikrediyor ve bunların bazısını bazı şartlarda haram sayan batıl inançları kınıyor, reddediyor. Bu âyetlerde, kimi meallerde “sekiz çift” olarak tercüme edilen kelimelerin aslı “semaniyete ezvac”tır. ‘Semaniyete ezvac’ tam olarak dişili erkekli sekiz eşi, yani dört çifti ifade ediyor. Yani kastedilen, dişili erkekli cinsleriyle birlikte koyun, keçi, sığır ve devedir. Bunları dişili erkekli tek tek sayacak olursak sekiz eş ediyor. “Ezvac”tan kastedilen budur.
Kur’ân bir diğer âyette de bu “sekiz eş” hayvanın Allah’ın rahmet hazinesinden insanlar için “indirildiğini” kaydeder. Âyet şöyledir: “Allah sizi bir tek nefisten (Âdem’den) yarattı, sonra ondan da eşini yarattı. Sizin için hayvanlardan sekiz eş indirdi.”3
Bu âyette “sekiz eş yarattı” ifadesi yerine, “sekiz eş indirdi” ifadesinin tercih edilmesi üzerinde yoğunlaşan Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, sekiz tür mübarek hayvanın biz insanlık için sırf rahmet hazinesinden, yani Cennetten sırf nimet olarak indirildiğini ve gönderildiğini kaydeder. Öyle ki, o mübarek hayvanlar bütün cihetleriyle bütün insanlığa nimettir. Kılından ve yününden evler, ev malzemeleri, çadırlar ve elbiseler; etinden güzel ve leziz yemekler; sütünden, yağından, yoğurdundan benzersiz derecede faydalı ve sıhhî gıda ürünleri; derilerinden giysiler, kürkler, ayakkabılar… Ve hatta gübrelerinden ziraat bitkilerinin rızkı, yiyeceği ve kullanacağı mineraller ve insanların gerek tezek olarak, gerekse bio-enerji olarak yakıtı elde edilmektedir ki, bu yönleriyle bu mübarek hayvanlar insanlık için cisimleşmiş birer nimet külçesi ve rahmet yumağıdır.
DUÂ
Ey Rezzak-ı Kerim! Ey rızkı sonsuz, keremi sonsuz, lütfu sonsuz, nimeti sonsuz, merhameti sonsuz Allah’ım! Ey ihtiyaçları bilen, sormadan veren, mahrum etmeyen, yüzsuyu döktürmeyen, naçar bırakmayan, kulundan geçmeyen Allah’ım! Ey sonsuz şükrü hak eden, sayısız teşekküre lâyık olan, sınırsız hamde hakkı bulunan, hudutsuz senaya liyakati bulunan Allah’ım! Sınırlı dilimiz var, kusurlu gönlümüz var, azıcık ömrümüz var, sayılı nefesimiz var. Sayılı dilimizle, kusurlu gönlümüzle sayısız rızkına karşı şükrümüzü az sayma, hamdımızı kusurlu sayma, senamızı yetersiz görme! Şükürden, zikirden, hamdden, senadan hissemizi ziyade eyle! Azımızı çoğa say! Bizi çok şükredenlerden eyle! Âmin!
Dipnotlar: 1- Mâide Sûresi: 103, 2- En’âm Sûresi: 142, 143, 144, 3- Zümer Sûresi: 6
02.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Cennet gibi bir davete icabet etmemek |
|
Zengin bir dostunuz, makam ve itibar sahibi bir dünya büyüğü sizi ziyafete dâvet etse isteksizlik gösterebilir misiniz?
Bir işveren, işsiz güçsüz, gariban bir insana fabrikasında iş imkânı sağlasa, canla başla çalışır. Bir ziyafete davet etse günler öncesinden hazırlanır, heyecanla katılır.
Peki, şu dünya misafirhanesinde kullarını sayısız nimetlerle, ikramlarla besleyip büyüten Cenâb-ı Hak, dünyadan bin kere daha güzel Cennet gibi bir diyarda ziyafetler hazırlasa insan aşk ve şevkle nasıl koşmaz?
Ama durum hiç de öyle olmuyor.
Rabbimizin Kur’ân’ında, Resûlünün hadislerinde müjdelediği acısız, sıkıntısız, üzüntüsüz lezzetler ülkesi, dünyadan bin kere daha güzel, sonsuz bir Cennete kavuşmak için can atmamak, iştiyak duymamak ne kadar garip!
Yûnus Sûresinin 25. âyet-i kerîmesinde Allah, kullarını ebedî selâmetler diyarı olan Cennete çağırdığını bildiriyor. Başka bir âyetinde de “Rabbinin mağfiretine ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için hazırlanmış, eni gökler ve yer kadar olan Cennete koşun”1 buyuruyor ve Cennet gibi emsalsiz bir nimeti kazanabilmek gibi ilginç bir alış verişe davet ediyor, buyuruyor ki: “Allah, mü'minlerin canlarını ve mallarını, karşılığında onlara Cenneti vermek sûretiyle satın alıyor.”2
Allah kullarını Cennete davet ediyor, bunun karşılığında mal ve canlarını kendi yolunda kullanmamızı istiyor.
Canımızı, Allah yolunda kullanmak demek emirleri istikametinde hareket etmekle, yap dediklerini yapmak, yapma dediklerini yapmamakla olur. Bir insan bir işyerinde, herhangi bir dairede çalışıyorsa oranın kurallarına uymak kadar tabiî birşey olamaz.
Şu dünya misafirhanesinde Allah’ın seçkin birer misafiri olan insanlar için de buranın kurallarına uymak kadar tabiî birşey olamaz. Bir bizden istenenlere bakın, bir de bize verilenlere… Ne kadar kolay, kârlı ve zevkli bir ticaret!
Aslında her şey O'nun. Bizim dediklerimiz, sandıklarımız da O'nun. Bize iltifat olsun diye bizden satın alıyor ve karşılığında Cenneti veriyor.
Beş-on kuruşluk bir ücret için sabahtan akşama kadar çalışan bir insanın Cennet gibi bir ücret için iyiliklere canla başla koşması gerekmiyor mu?
Dipnotlar:
1- Âl-i İmran Sûresi: 133.
2- Tevbe Sûresi: 111.
02.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Tekraren okunabilen kitapların zaferi |
|
Geride bıraktığımız haftanın birkaç gününü okuma sevdalısı bir grup üniversiteli kardeşlerimizle geçirdik.
Okulları tatile girer girmez, bir–iki haftalığına da olsa kendilerini Risâle–i Nur'ları okumaya vermişler. Aynen, daha başka yerlerde olduğu gibi...
Hayran kalmamak elde değil; zira, bu öyle bir okuma ki, günlerce, haftalarca devam etse, yine de usanç vermiyor. Günde 50 ilâ 200 sayfa arasında risâle okuyabilenler var.
Esasında bu noktadan da anlaşılıyor ki, okuyanı hiç usandırmayan, hatta daha fazla okuma şevkini uyandıran Nur Risâleleri, Kur'ân'ın malıdır ve onun hakikî bir tefsiridir...
Ne mutlu, bu tür okuma programına dahil olanlara.
* * *
Çoğu yayıncılar, son yıllarda yeterince kitap basamamaktan, bastıkları kitapları ise satamamaktan şikâyetçi.
Doğrusu, eskiye nazaran okumaya meyil bir derece azalmış, zayıflamış durumda. Bilhassa, internet ve bilgisayar teknolojisinin gelişmesiyle, kitaba duyulan ilgili daha da zayıfladı.
Sebebi, insanlar istediği bilgiye sanal ortamda rahatça ve masrafsız bir şekilde ulaşabiliyor. İstediği bilgiye bedava ulaşan bir kimsede, kitap satın alıp okuma arzusu haliyle geriliyor. Hele bu kitap, sadece bir defa okunup bir kenara atılacaksa, yani tekraren okunma ihtiyacı duyulmayan bir kitapsa, kişi bunu neden alsın ki...
İşte bu noktada, Nur Risâleleri yine de son derece şanslı bir konumda görünüyor. Çünkü, tekraren okunan, okunması gereken eserler bunlar.
Dahası, kişi bulunduğu her yerde elinin altında, yanı başında olmasını istediği bu eserlerin, seyahat esnasında, yahut köylere, kırlara çıkıldığında da yine yanında olmasını ister. Çünkü, daha evvel okuduğu bir yeri, bir kez daha, bir kez daha okuyacak, okuması gerekecek de ondan...
Evet, her okuyuşta ayrı bir feyiz, ayrı bir halâvet kazandıran Nur Risâleleri, gelişen teknolojiye de meydan okurcasına kendini okutturmaya devam ediyor. Kaldı ki, bilgisayarda ve internette de belki en çok okunan eserler, yine de Risâle–i Nurlardır.
* * *
Yıllar önce, bir hocaefendi, içindeki enâniyet küpünü boşaltırcasına şunu söylemişti: "Ben, Risâleleri bir okuyuşta anlıyorum. Nur Talebeleri gibi öyle dönüp dönüp okumam, okuma ihtiyacını duymam."
İşte, şimdi anlaşılıyor ki, "bir tek okuyuşta" hemen anlaşılıveren ve bir daha da okunma ihtiyacı duyulmayan kitaplar ciddî bir "okunmama krizi" ile karşı karşıya iken, Risâle–i Nurlar ise, hem çok okunuyor, hem de tekraren okunmaya devam ediyor.
Tarihin yorumu
Hürriyet Bayramı ve tatil günleri
Meclis'te Millî Bayramlar ve Genel Tatil Günleri hakkında çıkartılan 2739 sayılı kànunla, önemli iki değişikliğe imza atıldı.
Birincisi, II. Meşrûtiyet'in ilân 1908'den beri kutlanmakta olan "Hürriyet Bayramı" kaldırılarak tarihe karıştı.
İkincisi ise, 2 Haziran 1935'e kadar Cuma günü olan resmî hafta tatili, bu tarihten sonra Pazar gününe alındı.
* * *
Buradaki "Hürriyet Bayramı"nı, 27 Mayıs Darbecilerinin aynı isimle 1980'e kadar kutlamış oldukları sözde bayramıyla karıştırmamalı. İkisi arasında dünyalar kadar fark var.
Gerçi 1935'e kadar resmî zevatın iştirak ettiği ve çeşitli etkinliklerle kutlanan Hürriyet Bayramını bir nev'î "İttihatçılar Günü" şeklinde yorumlayanlar olmuştur. Ancak, bu bayram tümüyle İttihatçılara mal edilemez. Zira İttihatçılar, Meşrutiyet'in ilânında büyük çaba sarf etmiş olmalarına rağmen, hürriyet ve meşrûtiyetin mânâsına sâdık kalmış değiller. Hatta, iç politikadaki uygulamalarıyla, hürriyete ihanet ettikleri dahi söylenebilir. Çünkü, muhalif hiçkimseyi yaşatmamak ve farklı hiçbir fikre hayat hakkı tanımamak gibi bir adetleri vardı.
* * *
Herşeye rağmen, 1908 Temmuz'unda ilân edilen hürriyet ve meşrûtiyetin yıldönümü günlerinde hatırlanması güzeldir.
Dolayısıyla, resmî olmasa bile, sivil inisiyatif dahilinde her yıl 23 Temmuz günü "hürriyet ve meşrûtiyet" adına birtakım faaliyetlerde bulunmak pekâlâ mümkün.
02.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
STK, cemaatler ve Diyanet |
|
1987 rakamlarına göre, kayıtlı 3100 vakıftan 1258’i “dinî amaçlı.” Ancak, bu sayı tesbit edilemeyenlerle beraber, tahminen 1500’ü bulur. Bazı gönüllü kuruluşlar, bir kısım pürüzlerden dolayı, “dernek” olarak faaliyetlerini sürdürüyor. Dernekler ise, Vakıflar Genel Müdürlüğüne bağlı değil. Ancak, her caminin, medresenin veya dinî, millî değerler muvacehesinde hizmet vermeye gayret eden müessesenin “yaşatma ve koruma derneği” var. Bunları da hesaba katarsak, bu rakamın 50 bini bulacağını söylemek mübâlâğa sayılmaz.
Ne yazık ki rejim ve sistem, bazı gönüllü kuruluşları, fikir ve düşüncelerini “bölücü ve tehlikeli akımlar” olarak ilân etmiş; takip etmiş, kovalamış. Mütedeyyin insanları korkutmuş, sindirmiş. Vatandaşları aleyhlerinde doldurmuş, şartlandırmış; âdeta beyinleri yıkamış. Fıtrat sınırlarını zorlayan bu tür muâmele, cevab-ı reddin duvarlarına tosluyor artık.
Türkiye, kronikleşmiş anayasa, demokratikleşme, insan hakları, terör, özelleştirme, eğitim, sağlık gibi hafife alınmayacak problemlerle cedelleşiyor. Bunları, gönüllü kuruluşların yardım, katkı, tasdik ve tasvibini almadan aşamaz. Devlet, eğer dağ gibi yığılmış meselelerini halletmek istiyorsa, mutlaka halka dayanmak; onları dinlemek zorunda. İçinde bulunduğumuz 21. yüzyılda gündemin belirlenmesinde, problemlerin teşhis, tesbit ve tedbirinde, STK’ların, diğer bir ifadeyle gönüllü kuruluşların rollerinin çok daha tesirli olacağı şüphesiz.
Sosyolog Prof. Dr. Nur Vergin, bu hususa, “Din, en güçlü kimlik belirleyici unsurlardan birisidir. Hiçbir siyasî rejim, dinî cemaatlere karşı cephe alarak, onları dışlayarak kalıcı olmayı başaramamıştır”1 diyerek parmak basıyor.
Cemaatler, vakıf ve dernekler, Türkiye’nin sosyo-politik ve demokratik hayatının en önemli güç kaynağı. Devlet bugün, fıtrî ve sosyal tazyiklere dayanamayarak pek çok alanda “özelleştirmeye” gitmek mecburiyetinde kaldığı gibi; kültür ve inanç hayatına da, ister istemez, “özelleştirme” ve “serbestiyet” getirmek mecburiyetindedir. Çünkü insanlık, çoktan “malikiyet ve serbestiyet” devrine girmiştir. Her şeye rağmen, her biri bir cemaat veya bir tarikatin resmî kuruluşu olan hayır müesseseleri vakıflar, Türkiye’nin ve İslâm âleminin problemlerine isâbetli teşhisler koymaya; ameliyat masalarına yatırıp neşter vurmaya devam ediyor.
Türkiye’nin en önemli ve en hassas gündemlerinden birisi de, Diyanet İşleri Başkanlığının yapısı ve gönüllü kuruluşlarla münasebeti. STK’ların, gönüllü kuruluşların, Diyanet çatısı altında toplanmasında fayda mülâhaza ediliyor; aksi halde, dini hizmetlerde büyük kargaşaların ortaya çıkacağı düşüncesini taşıyanlar var. Halbuki, bugün fiilen durum böyle olduğu halde herhangi bir kaos çıkmıyor. Diyanet, resmî bir kuruluş. Devletin dini kontrol etmesi için teşekkül ettirilmiş. Halbuki, bu hürriyetler çağında özelleştirme, özerkleştirme, hattâ Diyanetin lağvedilip, dinî hizmetlerin “gönüllü kuruluş, cemaat ve vakıflara bırakılması” sözkonusu. Ne var ki, kamuoyu, meseleyi henüz istenen tarzda tartışıp hazmedebilmiş değil.
Dipnotlar: 1- Ali Ferşadoğlu, Gönüllü Kültür Kuruluşları, Yeni Asya Neşriyat, 1995, s. 10
02.06.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Oh dünya varmış! |
|
Dünyanın var oluşu gibi, ahiretin de var olduğu; ehlince ‘iki kere iki dört eder’ derecesince ispatlanan bir gerçektir. Konumuz ‘ahiretin varlığını ispat’ değil, uzun yıllar tesettüre bürünen ve yakın zamanda tesettürü terk eden bir ‘meşhur’un; bunu kamuoyuna duyururken kullandığı “Oh dünya varmış” sözüne (Hürriyet, 1 Haziran 2008) dikkat çekmektir.
En başta şunu ifade edelim: Tesettürü tercih etmek ya da tercih etmemek temelinde ‘inanç’ işidir. İslâma ve Kur’ân’a göre kişi tesettürü tercih ederse manevî mes’uliyetten kurtulur, etmezse manen mes’ul olur. Bu konuda ‘fetva’ makamı ilahiyatçılar olduğu için onların sahasına girmek istemeyiz. Bu tercihlerin son tahlilde ‘hesap günü’nde ‘mizan’a konulacağına inanıyoruz.
Tekrarlamakta fayda var: İnancımız gereği; insanların tesettürü tercih etmesini isteriz, arzularız, duâ da ederiz. Ancak tercih etmeyenlere sadece acırız, üzülürüz. Bu bakımdan her- hangi birinin tesettürden vazgeçmesini sevinçle karşılamayız. Sevinçle karşılayıp, “Oh dünya varmış” diyenlere de gerçekten üzülürüz. Çünkü tesettürden vazgeçmek, kişinin tercihinde olmakla beraber, sevinilecek bir davranış değildir.
Ülkemizde “72.5 millet” yaşıyor. Haliyle tesettürü tercih edenler olduğu gibi, tercih etmeyenler de var ve bu da Türkiye’nin bir gerçeğidir. Ancak bazı medya organlarının, tesettürü tercih edenleri görmeyip; terk edenleri manşetlere taşıması dikkat çekici. ‘Haber’ değeri bakımından bir ‘ünlü’nün tesettürü tercih etmesi de en az ‘terk etmek’ kadar önemli değil midir? Peki, medya bu haberlere nasıl yaklaşıyor? Eğer bir ‘ünlü’ bütün ‘mahalle ve medya baskısı’na rağmen tesettürü tercih ediyorsa hemen aleyhinde yayınlar başlıyor. O kişi ya ‘mürteci’ oluyor, ya da ‘aklını yedi’ diye damgalanıyor. Arada sırada ‘tesettürü terk eden’ler de olunca onlar ‘örnek’ olarak manşetlere taşınıyor. İşte asıl itiraz edilmesi gereken tavır budur!
Görüldüğü üzere, başörtüsü konusu her fırsatta Türkiye’nin gündemine geliyor. Kimi zaman yasakla, kimi zaman da tesettüre giren ya da terk edenlerle ilgili haberler eksik olmuyor. “İşte bakın, başörtüsünü attı, ‘hürriyet’ine kavuştu. Ey başörtüsü için ‘mücadele’ veren öğrenciler, siz de bu ısrardan vazgeçin, başınızı açın, öyle okuyun” anlamına gelecek haberlerle, yaklaşımlarla başörtüsüyle okuma talebinin önü tıkanamaz, uygulanan kanunsuz yasak ört-bas edilemez. Başörtüsüne bürünen de olur, terk eden de. Önemli olan ‘yasak’larla bir yere varılamayacağının görülmesidir. İnsanlar ‘ikna’ edilmeden, keyfi ve kanunsuz yasaklarla Türkiye bir yere varamaz.
Medyanın görmek istemediği bir konu daha var. Es kaza bir iki kişi tesettürü terk ediyorsa bile, buna karşılık 10 ya da 15 kişi bütün yasaklama ve dayatmalara rağmen tesettüre bürünüyor. Bu noktada bakış açısı çok önemli. Bazı insanlar tesettürden sıyrılmayı ‘hür olmak’ şeklinde yorumluyorlar, ama asıl o zaman ‘nefsin esiri’ olunmuş oluyor.
“Oh dünya varmış!” diye sevinelim; ama —tesettürlü ya da tesettürsüz hepimiz— unutmayalım ki “Ahiret de var, cennet ve cehennem de var.”
Keşke, “Oh ahiret de var” diyebilsek...
02.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kemal BENEK |
“Önder”i “Sav”cı da kurtaramaz |
|
Bir haftadır CHP’nin dinlendiği iddiaları üzerine tartışıyoruz. CHP Genel Sekreteri Önder Sav ile merkez valisi Ali Serindağ arasındaki diyalog Vakit gazetesinde yayınlanınca sayısız iddia gündeme geldi. Gerçek ortaya çıkana kadar sürüyle komplo teorisi manşetlere taşındı, köşelerde yer buldu.
Ankara kulisleri böyle bir şeydir. Her gün metrekareye onlarca komplo teorisi düşer. Onlarca dedikodu ağızdan ağıza pazarlanır. Her köşe başında toplum mühendisleri ve çırakları yerini alır. Millete korku pompalanır.
***
Son günlerde bunların sayısı arttı. Bir dostum anlattı. Geçen dönem milletvekili olan arkadaşının yanındayken kendini kurmay albay olarak tanıtan sivil giyimli birinin konuşmalarına şahit olmuş. Şahıs, AKP hakkındaki kapatma dâvâsı merkezinde darbe senaryosunu açık açık konuşmuş. Dinleyenler arasında itiraz edenlere de bundan sonra olacakları sıralamış. Kapatmanın ardından kaos ortamının hakim olacağını ve bir adım sonrasında askerlerin yönetime el koyacağını söylemiş.
Eski milletvekili itiraz etmiş mi? Kaale almamaya çalışarak konuyu değiştirmeye çalışmış. Maalesef siyasiler üzerinde hâlâ 27 Mayıs’ın idamlık korkusu var. Ürkeklik cesareti kırmakta ve korku empoze edenlere gereken cevabın verilmesine engel olmaktadır.
Toplum mühendisleri ortalıkta kaynıyor. Türkiye paranoyak hale getirilmeye çalışılıyor. Önder Sav’ın dinleme olayında da aynı paranoyanın uzantısı var. Bunlara prim vermemek hepimizin elinde. Yeni bir mühendislik denemesinden geçiyoruz. Rakipleri elemek adına gayrımeşru girişimlere destek verenler, yarın aynı gayrımeşruluğun tuzağına düşer.
***
Gelelim Önder Sav olayına. Sav, önce hacca gitmek isteyen bir partiliyi vazgeçirmeye çalıştı. Dikkat ediniz. hacca gitmek isteyen vatandaş CHP’nin kayıtlı üyesi. Beldesindeki CHP programlarını kaçırmayacak kadar da siyasetle ilgili. Öbür yandan hacca gitmek isteyecek kadar da dinine bağlı.
CHP yönetimi pek halkla ilgili olmadığı için bazı şeyleri anlamakta zorlanıyor. Din milletin dem ve damarlarına işlemiş. Bu CHP’li de olsa böyle. Ama partiye hakim zihniyet bunu anlamamakta direniyor.
Sav bir anda ofsayta düştü. Ortadan kaybolmak, piyasaya çıkınca bunu dinleme iddiaları ile örtmeye çalışmak da onu kurtaramadı. Sav, Peygamberimize hakaretinin bedelini ödüyor. Belki kapalı kapılar ardında daha olumsuz söylemleri vardır. Fakat bunlardan biri kameralar aracılığıyla bütün Türkiye’ye yansıyınca halkın öfke ve nefreti Sav’ın bataklığa düşmesine sebep oldu. Artık siz buna İlâhî ikaz mı, nebevî ikaz mı dersiniz? Ne derseniz deyin, ama Sav’ın siyasî hayatı bitmiştir.
Baykal artık Sav’ı ‘sav’unamayacaktır. Savundukça kendisi de daha fazla yıpranacaktır. CHP Sav’ı harcamadan kendini kurtaramaz. Sav’ı kurban etmeyen Baykal ve CHP bu saatten sonra hızla ‘sav’rulacaktır. ‘Sav’saklamanın, ‘sav’cı gibi muhalefet yapmanın da hiçbir faydası yoktur. Sav’ın özür dilemesi de bir şeyi değiştirmeyecektir.
02.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Dinden bigâne birlik olur mu? |
|
Dinlenme bilmecesi” ve “kapatma dâvâsı” hayhuyuyla Türkiye gerçek gündemini tartışamıyor. Birçok önemli konu, üstünkörü gidiyor. Geçtiğimiz hafta Başbakan Erdoğan’ın “GAP Eylem Plânı”nı açıklarken “TRT’nin bölgedeki dilleri sürekli anons edeceği” sözünün ardından Meclis’te AKP ile DTP’nin ortak önergesiyle “24 saat Kürtçe yayın”ın önünün açılması bunlardan biri.
Başbakan, bu televizyon-radyo yayınlarının, “terörün psikolojik ve kültürel zeminini de önemli ölçüde kurutacağı”nı iddia etti; bunun “toplumsal yapıyı, birlik ve bütünlüğümüzü güçlendiren bir sosyal restorasyon” olduğunu söyledi. Ne var ki önceki örneklerine baktıkça, bunun da palyetif kalacağı; dinlense ve seyredilse bile “resmî ideolojinin Kürtçesi”nin ötesine geçemeyeceği görülmekte. Bu açıdan oldukça sathî kalmakta…
Terör örgütünün bile çoğu kez aralarında Türkçe haberleştiği bir ortamda, kimsenin dinlemediği TRT’nin “Kürtçe yayını”nın arttırılması, açılan “Kürtçe kursları”na ilgisizlik ve yıllar önce Özal’ın “açılım” olarak serbest bıraktığı “Kürtçe şarkı”lara gösterilen rağbetsizlik, diğerleri gibi bunun da sonuçta günübirlik basit günübirlik bir propagandadan ve “hissî tatmin”den öteye geçmeyeceği anlaşılmakta…
“SOSYAL RESTORASYON” İNANÇLA OLUR
Gerkçek şu ki “Güneydoğu meselesi”ni salt ekonomiye icra edenler gibi, bölge halkına faydası mevhum bir iki kültürel hissî talebi yerine getirmeyi “sosyal restorasyon” diye sunmak, problemi “pansuman tedbir”le geçiştirmektir. AKP’liler, başta PKK’nin yayın organı Roj tv olmak üzere diğer televizyonların zaten seyredildiği ve “Türkiye Cumhuriyeti’nin görüşünü anlatacağı” gerekçesini öne sürdüler. DTP’liler ise “ne olursa olsun yeter ki Kürtçe olsun” mülâhazasıyla, bildik “etnik hissiyat”la “seçmene selâm” mesajı olarak savundular...
Yılbaşı gecesinde birkaç şarkıya trilyonları harcayan, Irak, Afganistan ve Filistin’deki katliâmı, Ortadoğu ve İslâm dünyası üzerindeki oyunları deşifre eden programları İsrail Büyükelçisi’nin “şikâyeti” üzerine sansürleyip yayından kaldıran TRT’nin “Kürtçe versiyonu” yayınlarının yararının olup olmayacağını düşünmeden… “Etnik tanım”ın, içteki tahribat kadar dışta da olumsuz etkisini hesaplamadan…
Oysa bu durum, özellikle dış dünyada “kültürel hak ve özgürlükler” paravanında Türkiye’yi eyâletlere ayırma, bölgeyi ufak devletçiklere bölme projelerinde istimal edilecek; öteden beri Anadolu’yu parçalayan “Pentagon haritaları”nı çizen menhus mihraklarca, “farklılık” üzerinden bir “özerklik” ve “ayrılık” aracı olarak dayatılacak…
Marksist kökenli terör örgütünün mantığıyla, “etnik ayrılığı” tahrik eden her propaganda gibi, etnisitenin enjekte edilmesinde, “ırkî ayrılıklar”ın, kamplaşma ve kutuplaşmanın ajite edilmesinde istismar edilecek.
Halbuki bin yıldır Türklerle birlikte yaşamış, Çanakkale’de, Yemen’de, İstiklâl Harbinde cihad arkadaşı olmuş, yan yana şehid düşmüş Türklerle Kürtleri ve diğer Müslüman unsurları birleştiren din birliğidir. “Irkçılığı” ideoloji haline getirip ateşleyen zihniyet değil; Bediüzzaman’ın tesbitiyle “Halıkları (Yaratıcıları) bir, dinleri bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir, binler kadar bir, bir…” imanıdır. (Mektûbat, 310)
Tarih boyunca Türklerle Kürtleri kardeşçe yaşatan bu anlayışın dışındaki diğer “çözümler”in yetersiz kalıp tıkandığı görüldü. “Din dışı çözümler”e yönelen terör örgütünün 30 bin insanı katletmesiyle bugün de görülmekte…
Müslüman unsurları “milliyetçilik / ırkçılık” damarıyla birbirine kışkırtan asimetrik tahrik oyununu ancak din kardeşliği önler. Kürtleri “evvela bir millet-i tabie (başkalarının sömürgesi) haline getirip” ecnebilerin âleti ve kuklası yapmanın önünü alacak olan, inanç ve vatan birliği şuurudur. (Sebilürreşad, 17 Mart 1920)
“ETNİK AİDİYET” VURGUSU, AYRILIK GETİRİR
“Bin seneye yakın Kur’ân’ın bayrağını cihanın cihat-ı sitesinin (altı tarafının) etrafında gezdiren bu vatan evlâdları”nı bir araya getiren, fitne ve husûmet ifsadlarına karşı dindaş ve vatandaş olarak bütünlüklerini muhâfaza ettiren yegâne âmil, “ebedî ve hakikî uhuvvettir (kardeşliktir)” (Mektûbat, 408 )
Zira sekülarist, inkârcı ideolojilerden kalma “etnik aidiyet vurgusu”, “meyl-i iftirakı” tahrik eder; toplumu nereye varacağı belli olmayan bir ayrılık uçurumuna yuvarlar. Lâkin “dinî aidiyet esası”, birleştirir, bütünleştirir. O halde başta Türklerle Kürtler olmak üzere bütün Müslüman unsurları birlik ve beraberlik potasında eriten mânevî kardeşlikten neden kaçınılmakta? Niçin en büyük ve birleştiren birlik bağı olan inanç ve din ortak paydasından bigâne kalınmakta?
Neticede “terör” de, terörü türeten “etnik ayırım” zihniyeti de çözüm değil. Tarihin şehâdetiyle barış, huzur ve kardeşliğin mayası olmuş köklü çâre, din ve mânevî birliktir. Terörün “psikolojik ve kültürel zemini”ni kurutacak, toplumsal yapıyı, birlik ve bütünlüğümüzü güçlendiren “sosyal restorasyon”un temeli inanç ve mânevî kültür birliğidir. Siyasî irâde ve kararlılık bu tesbitler için lâzımdır…
02.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|