Amerikalı gazeteci Thomas Friedman’ın ‘Beyrut’tan Kudüs’e’ diye bir kitabı var. Şimdi de son Beyrut olayları ve Hizbullah’ın Batı Beyrut’u büyük çapta ele geçirmesi Gazze hadiselerini hatırlatıyor. Dolayısıyla Beyrut-Kudüs ilişkisi maklup hâle gelmiş bulunuyor. Şimdi ‘Gazze’den Beyrut’a’ demek daha doğru. Beyrut’taki ‘yeni iç savaş’ her ne kadar Sünnîlerle Şiîler ve onların cephesindeki gruplar arasında seyeran ve deveran ediyorsa da savaşın esaslı iki sembol ismi var. Bunlardan birisi Hasan Nasrallah diğeri de Patrik Nasrallah Sufeyr. Bu açıdan, Beyrut savaşına da ‘Nasrallah’lar savaşı’ demek daha uygun. Bu arada 1860 ve 1975’te olduğu gibi bugün de olayların merkezindeki topluluklardan birisinin Dürziler olduğunu unutmamak gerekir.
Aslında, 1994 yılında yaşanan Yemen iç savaşı ‘Ali’ler savaşı’ olarak da anılıyordu. Bir tarafta Kuzey Yemen’in Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih diğer tarafta da Güney Yemen’in Cumhurbaşkanı Ali Nasır yer alıyordu. İç savaş onların çekişmesi şeklinde gelişti. Sudan’da da Hasan’lar taht kavgasına tutuşmuştu. Bir tarafta Ömer Hasan el-Beşir diğer tarafta Hasan Turabi. Lübnan’da da Nasrallah Sufeyr ile Hasan Nasrallah...
2006 Temmuz savaşından itibaren aslında Lübnan’da bir iç savaş bekleniyordu. Zaten Hariri’nin öldürülmesinden sonra Lübnan derin bir boşluğa yuvarlanmıştı. Onun boşluğunu kimse dolduramadı ve gerçekte Lübnan başbakansız kaldı. Dolayısıyla Lübnan’ın bugünkü hâli kimin işine geliyorsa güçlü Başbakan Refik Hariri’yi öldüren taraf da odur. Temmuz savaşında İsrail karşısında almış olduğu manevî moralle elini güçlendiren Hizbullah bundan yararlanarak içerideki mevkiini de güçlendirmek istedi. Bunun için Taif anlaşmasının tadilini istiyordu. Bu da ister istemez Sünnîlerin siyasî müktesebatını yok ediyor ve altlarındaki halıyı çekiyordu. Yaşananlar aslında, Hariri operasyonunun uzantısından başka bir şey değil. Hariri ile birlikte fiilî pozisyonları zayıflayan Sünnîlerin Taif anlaşmasının tadiliyle teorik zeminleri de zayıflatılmak isteniyordu. İsrail meselesi burada tahterevalliden başka bir şey değil. İmamı Ali’nin dediği gibi burada doğru gerekçe yanlış amaç için kullanılıyordu.
Esasen meselenin temelinde Sufeyr’in de belirttiği gibi Hizbullah’ın devlet içinde devlet görüntüsü vermesi yatıyor. Bu iç çekişme de yabancılara taraf olma imkânı ve ötesinde, kullanma malzemesi veriyor. Ve bu devlet içinde devlet durumu da mukavemet adı altında kudsiyete mazhar kılınıyor ve kutsallaştırılıyordu. Bunun sonucunda herşey mukavemet gerekçesi yapılıyordu. Sözgelimi, ‘direniş için’ mutabakatla tahsis edilen iletişim hattı genişletilmiş ve Hizbullah paralel bir iletişim ağı kurmuştu. Bunun keşfedilmesiyle veya ortaya çıkartılmasıyla birlikte kıyamet koptu ve kılıçlar çekildi. Hizbullah önce mukavemetin silâhına dokundurtmam diyordu şimdi ise iletişim ağına da dokundurtmam diyor. Bu da bölünmeyi beraberinde getiriyor. Bunun sonucunda havaalanları ayrılabileceği gibi iki cumhurbaşkanlı bir yapı da oluşabilir. Paralel telefon şebekesi, tıkanmayı kıvılcımla iç savaş ortamına taşıdı. Sinyora ve hükümet bunu kabul edemeyeceklerini deklare etti. Havaalanındaki bir görevlinin başbakan tarafından görevden alınması bile çekişme sebebiydi. Ve Hizbullah yetkilileri Fransız bir temsilciyi Nasrallah’ın ikametgâhının yakınından geçtiği için kısa bir süre gözaltına almışlardı. Bütün bunlar devlet içinde devlet görüntüsünü pekiştiren gelişmelerdi. Bunun sonucunda Canbolat bir açıklama yaptı ve İran’la diplomatik münasebetlerin kesilmesini ve Beyrut’taki İran büyükelçisinin de kovulmasını istedi. Bunun üzerine Hizbullah, Saad Hariri’nin zayıflığına gönderme yaparak ‘Başbakan Canbolat’ şeklinde küçümseyici bir ifade kullandı. Böylece hem Canbolat’ı hem de Hariri’yi aşağılamış oluyordu. Dolayısıyla bu tavırlardan sonra güç mücadelesi iyice açığa çıkmış ve iç savaş ihtimali fiiliyata dökülmüştü. Bu durumda, Rice, Hamas’ın Gazze’de Mahmut Abbas yönetimine karşı giriştiği fiilî duruma benzer Beyrut çekişmesinden de İran ve Suriye’yi sorumlu tuttu. Zalmay Halilzad da yine Sufeyr gibilerin tanımına katılarak Hizbullah’ın devlet içinde devlet olduğunu ileri sürdü. Saad Hariri de, Hasan Nasrallah’ın ‘devlet benim, ben de devletim’ havasında olduğunu ileri sürdü. Nasrallah ise hükümetin açıkladığı kararları geri almaması durumunda Beyrut’a uyguladıkları ablukayı kaldırmayacaklarını söyledi ve olan biteni darbeye benzetti. Hükümetin Amerikan ve İsrail ajandasını uyguladığını ileri sürdü. Gerçekten de Beyrut’ta bir darbe var ama soru şu: Darbeyi kim kime karşı yaptı?
Çok ilginç, İmad Muğniye’nin öldürülmesinin ardından Nasrallah, İsrail’e karşı açık bir savaştan sözetti. Ama İsrail’e karşı açık bir savaş gerçekleşmeden aynı açık savaş açıklamasını bu defa iç cepheye karşı kullandı. Hizbullah’ın Irak’taki yansıması da Mehdi Ordusu’ndan ibaret. Mehdi Ordusu Hizbullah’a göre nisbî olarak müstakil olsa da tavırlarının aynı olduğunu görüyoruz. Mukteda da Basra operasyonlarının ardından Amerikalılara karşı açık savaş tehdidinde bulunmuştu. Mehdi Ordusu ile Hizbullah’ın yöntem ve taktikleri birbirine benziyor. Her ikisi de tarihteki Arslan Besasiri kuvvetlerini andırıyor. Nasrallah ise hükümetin ve Canbolat’ın iç savaş için Amerikalılardan talimat aldığını ve bunun sonucunda düğmeye bastığını ileri sürüyor. Bu sefer de iç cepheye karşı ilâhî bir zafer bekliyor. Burada da Mukteda ile aralarında benzerlik var. Bunlar yaşanırken Ürdün’de yayınlanan Sebil gazetesinde bir haber yeraldı. Buna göre 6 Mayıs 2008 tarihinde İsrail İran’a karşı yapılacak saldırıya mukaddime ve Muğniye’nin öldürülmesine de bir ilâve olarak Hasan Nasrallah’a karşı bir suikast planı hazırlamış ama uygulamaya geçmeden deşifre olduğundan dolayı askıya alınmıştı. Aynı haberde, Muğniye’nin Şam’da öldürülmesine Canbolat’ın istihbaratla katkı sağladığı da ileri sürülüyor. Bununla birlikte, yakîn olan bir husus varsa o da Şam’ın Muğniye’nin katillerine Canbolat’tan daha yakın olduğudur. Şarku’l Avsat’a dayanarak Türkiye’de Suriye uzmanı olan bazı gazeteciler 2006 Temmuz’unda Türk istihbaratının Hasan Nasrallah’ın yerini İsrail’e bildirdiğini ileri sürmüşlerdi. Ahmet Davudoğlu bunu geçenlerde bir kez daha yalanladı. Dolayısıyla bu tarz haberler karşısında dikkatli olmak gerekiyor. Bilindiği gibi acılı bir evlât olan Velid Canbolat babasını Suriyelilerin Lübnan’a girmesinden sonra kaybetmişti. Kimi rivayetlere göre babasını Rıfat Esad öldürtmüştü. Nasrallah Sufeyr’e gelince: 1920 yılından beri benzeri görülmeyen Lübnan krizi için mekik ziyaretlerde bulunuyor. Katar’a gitti ve oradan ABD’ye gidecek ve belki de Bush’la görüşecek. El Cezire’de ‘Günün Konuşması’nda kendisini dinledim. Her şeyden önce karizmatik ve sorumlu bir kişilik sergilediğini teslim etmek gerekir. Hıristiyanların birliği ve bütünlüğü için çalıştığı gibi Lübnan’ın birliği ve bütünlüğü için de çalışıyor. Her zamanki gibi Lübnan uluslar arası ve bölgesel çekişmenin ve kutuplaşmanın ceremesini çekiyor, ateşiyle kavruluyor. 150 yıldan beridir de kaderi değişmedi.
11.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|