Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Yeni payandalar |
Ergenekon operasyonlarında somutlaşıp siyaset ve medya gibi başka alanlara da yansıyan tasfiye süreci, eski usûl ve yöntemlerle sürdürülen Kemalizm bekçiliğinin artık devrini tamamlayıp miadını doldurduğunu son derece açık bir şekilde gözler önüne seriyor. Türkiye’nin ve dünyanın geldiği nokta, klasik darbe ve dayatma yöntemlerine geçit vermiyor. Bu değişimi görememekte veya uyum sağlayamamakta direnenler bir bir tasfiye ediliyor. Gelinen aşamada, Kemalizmi ayakta tutup yaşatmayı amaçlayan müdahalelerin daha örtülü ve usturuplu bir şekilde yapıldığı gözleniyor. 27 Mayıs ve 12 Eylül’le 28 Şubat arasındaki en belirgin fark da burada kendisini gösteriyor. Öncekilerde ordu darbe yaparak hükümeti devirir, Meclisi dağıtır ve idareye el koyarken, 28 Şubat sürece yayılan bir müdahaleyi başlattı. Ama artık Türkiye onu da taşıyamıyor. Bilhassa AB faktörü başta olmak üzere dış dinamikler ve bunların da etkisiyle içeride giderek güçlenen demokrasi bilinci, kimilerince bin yıl süreceği iddia edilen 28 Şubat’ı da iyice yıprattı. Şimdi Kemalist cephe de, gönülsüz bir şekilde ve kerhen dahi olsa, mecburen demokrasiye uyum sağlama gerekliliğinin kaçınılmazlığını görüp kabul etme ve hazmetme noktasına geldi. “Demokratik Atatürkçülük”ten dem vurulmaya başlanmasının altında yatan temel etken bu. TSK’da eski zihniyette ısrarını sürdürenlerin “Ergenekon sopası”yla terbiye edilip etkisizleştirilmesi bu değişimin bir tezahürü olduğu gibi... CHP’de kendisini partideki Kemalist çizginin temsilcisi olarak niteleyen Önder Sav’ın, en azından şu aşamada tasfiyesi ve parti söylemlerinde laiklik yerine sosyal hukuk devleti vurgusuna ağırlık veren Kılıçdaroğlu’nun öne çıkması da bu sürecin o cenahtaki yansımalarından biri. Keza Emin Çölaşan, Bekir Coşkun ve Oktay Ekşi gibi “keskin Kemalist” kalemlerin, “merkez medya”daki etkin konumlarını kaybetmeleri de. Madalyonun bir yüzünde bunlar var. Diğer yüzünde ise, geleneksel, hararetli ve asıl savunucuları giderek güç kaybeden Kemalizmin, onunla hiçbir şekilde bağdaşmaması ve uzlaşmaması gereken başkalarınca sahiplenilmesi gibi çok garip bir durumla karşılaşıyoruz. Bu “neo-Atatürkçüler”in başında AKP geliyor. Başbakan “Hedefimiz Atatürk ilke ve inkılâplarını toplumun ortak paydası haline getirmek” derken, bakanları ve parti sözcüleri her fırsatta “En hakikî Atatürkçü biziz” mesajı vermek için adeta yarışa girmiş durumda. “Atatürk yaşasaydı AKP’li olurdu” diyen partililer de cabası... Millî Eğitim Şûrâsında söz alan AKP’ye yakın kimi STK temsilcileri, “Hiç kimse Atatürk’ü din karşıtı göstermesin” ültimatomları veriyorlar. Yine AKP döneminde göreve getirilen Diyanet İşleri Başkanı, Çankaya resepsiyonuna katılmama gerekçesini dahi “Atatürk zamanında Diyanet’e verilen itibarın şimdi olmayışı” ile açıklarken, çok daha önemlisi, camilerde M. Kemal’i anlattırmak için uğraş vermeye devam ediyor. Millî günlerin kutlandığı haftalardaki Cuma hutbelerinde, hattâ mübarek gecelerde okunan mevlidlerde metazori M. Kemal’e dua ettiriyor. Ve bazı safdiller, başörtüsü yasağının kalkması taleplerinde, daha millî mücadele devam ediyorken hedeflerinden birini “tesettürü kaldırmak” olarak kaydettiren M. Kemal'i, sırf annesiyle—bir dönem—eşinin örtülü olmasından hareketle, referans ve dayanak gösteriyorlar. Bütün bunlar, vaktiyle zor kullanarak hakim kılınmaya çabalanan, ama artık tümüyle çağdışı kalan bir ideolojinin, en önemli hedef ve engel olarak görüp tahribe çalıştığı din eksenindeki oluşumlarla ayakta tutulmak ve ömrünün uzatılmak istenmesi gibi bir tuhaflığı netice veriyor. Metin Münir’in “Modernleşme planında dine yer vermeyen Atatürk’ün tutkalı tutmadı” (Milliyet, 23.9.10) tesbitiyle birlikte düşünüldüğünde, bu tuhaflık daha da katmerli bir hale geliyor. 10.11.2010 E-Posta: [email protected] |