10 Kasım 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Suna DURMAZ

Tony Blair’in baldızı Lauren Booth: “Gerçek huzuru İslâmda buldum”


A+ | A-

İSLÂMIN bağrından çıkan Hintli Selman Rüşti, Bangledeşli Teslime Nesrin, Mısırlı Newal Sa’dawi, Somalili Ayan Hırsi Ali gibiler dinlerini hançerlemeye kalksa da, dinsizlik komiteleri “İslâm şiddet dinidir. Kişilik hakları yoktur. Kadın köledir” gibi birçok bâtıl sloganla İslâm dinini karalamaya çabalasa da, İslâm dini sönmez bir manevî güneş olduğunu ve dünya yüzünde yaşayan herbir ferdin bu ‘şems’in ısısına muhtaç olduğunu ispatlamaya devam ediyor Elhamdülillah.

Modern hayatın sunduğu içki, kumar ve gayri-meşrû ilişkiyle dolu olan bir hayat tarzının kölesi olmaktan kurtulmak isteyen bir çok Batılı, gerçek hürriyeti ve huzuru İslâma girerek buluyorlar. İlginç olan ise, “İslâmda kadına şiddet uygulanır; kadın erkeğin kölesidir” gibi anti-propagandaya rağmen, İslâma daha çok Batılı kadınlar ilgi duyuyorlar. Bu kadınlar arasında, önemli mevkîlerde görev yapan kariyer sahibi olanlar da var. Ve sayıları gittikçe artıyor.

Taliban’ın eline esir düştükten sonra kendi iradesi ile Müslüman olan meşhur İngiliz gazeteci Yvonne Ridley, Pakistan’ın dünyaca meşhur cricket oyuncusu İmran Khan ile tanışmasının ardından İslâma ilgi duyup sonra Müslüman olan ve Müslüman oluş hikâyesini “From MTV to Macca (MTV’den Mekke’ye) adlı kitapta yazan İngiliz gazeteci ve televizyoncu Kristiane Backer ve News Statesman, Mail on Sunday, Sunday Times ve Daily Mail gibi gazetelerde çalışmış olan İngiliz gazeteci Lauren Booth bunlardan bir kaçı. Bu üç hanımın da İslâma girişleri Batı medyasında büyük yankı yaptı. İngiltere eski Başbakanı Tony Blair’in baldızı olan 43 yaşındaki gazeteci Lauren Booth’un Müslüman olmasının yankıları ise hâlâ sürüyor.

Londra’dan yayın yapan bir uydu kanal olan İslâm Chanel’in 23 Ekim tarihinde düzenlemiş olduğu “Küresel barış ve Birlik” gecesinde kızıyla beraber kürsüye çıkıp “Ben Lauren Booth ve ben şimdi Müslümanım” diye açıklama yapan Lauren Booth, bir anda şimşekleri üzerine çekti.

Batı medyasından kimileri Lauren Booth ile alay ediyor; kimi, “Kariyer sahibi bir Batılı nasıl Müslüman olabilir?” diye sorup, konunun araştırılması gereken derin bir mevzu olduğuna inanıyor. Kimi “Gelip geçici bir durum” diyor. Kimileri ise, “Bu onun şahsî kararıdır” diyerek Booth’a destek veriyor. Lauren Booth ise, bir taraftan hürriyet ve insan hakları savunucusu olduklarını iddia edip, diğer taraftan da Müslüman olmasını eleştiren bu çifte standartlı insanlara karşı “I ‘am now Muslim. Why all the shock and horror? (Ben şimdi Müslüman’ım. Bunca sarsıntı ve dehşet niye?) diye şaşkınlığını ifade eden soruyla cevap veriyor.

İki kız çocuğu annesi olan Booth’un İslâma giriş serüveni gazetelerin internet sayfalarında ve youtube’da da yer aldı. Lauren’in hikâyesini internet üzerinden okuyup, kendisi ile yapılan röportajları el-Cezire, Press tv ve youtube’dan izledim. Buralardan derlediğim bilgilerden bir kısmını sizlerle paylaşmak istiyorum.

Lauren Booth’un İslâm ile tanışması beş yıl öncesine dayanıyor. Ondan önce İslâm hakkında bildiği tek şey, Batı medyasında sunulan İslâm= ‘Terör, sûikast, zorla evlendirme, canlı bomba, cihat’ tanımlamasıymış. Lauren’in İslâm ve Müslümanlarla ilk tanışması 2005 yılında gerçekleşmiş. O yıl, Filistin Başkanlık Seçimlerini “The Mail on Sunday” adlı İngiliz gazetesi adına izlemek için İsrail’e gitmiş. İsrail polisi çantalarına havaalanında el koyduğundan, Ramallah’a geldiğinde üzerinde sadece bir ceket varmış. Hava soğuk olduğundan çok üşümüş. O anda yoldan geçmekte olan yaşlı bir Arap kadın, Lauren’in soğuktan “tim- tim” titrediğini görünce, elinden tutup hemen yakınlarda bulunan evine götürmüş.

Lauren, önce bu davranıştan çok tedirgin olmuş. İçinden, “Acaba yaşlı bir terörist tarafından kaçırılıyor muyum?” diye geçirmiş. Yaşlı kadın dolabı açıp kızının paltosunu, şapka ve eşarbını kendine verince, bu önyargısından utanmış. Sadece bu yaşlı kadın değilmiş Lauren’i etkileyen. Ramallah sokaklarında yürürken, sebepsiz yere sevgiyle kucaklanıp öpülmesinden de çok etkilenmiş. Hatta, “Biz Batılılar niye toplum içinde birbirimizi öpmeyiz ve yeni tanıdığımız bir insanı kucaklamayız?” diye de soruyor.

Araplardan görmüş olduğu bu sıcak ilgi, Lauren’in işgal altındaki topraklarda yaşayan Filistinlilere yardım amaçlı düzenlenen kampanyalarda gönüllü olarak çalışmasını sağlamış. İnsanî yardım kuruluşları ile beraber Filistin’e yardım götürmüş. Yapmış olduğu bu ziyaretler neticesinde, İslâm hakkındaki ön yargıları silinmeye başlamış. Meselâ, İslâmı tanımadan önce zihninde şekillenen kadın imajı, karalara bürünmüş; erkeğin boyunduruğu altında ezilen kadın görüntüsü imiş. Müslüman kadının da eğitim aldığını, iş sahibi olduğunu, âtıl olmayıp, Batılı kadınlar gibi çok uzun saatler çalıştığını, kocasının emri altında ezilmediğini, hatta yeri geldiğinde kocasına arkadaşları önünde emir yağdırdığını görünce şaşırmış.

Lauren, İslamifobia içinde olan meslektaşlarına “Şaşkınlığı bırakın; hep beraber derin bir nefes alarak 21. yüzyıl İslâm âlemi üzerine göz gezdirelim” diyor. Ve, bir çok İslâm ülkesinde orjinal İslâm kanunlarının değil, örf ve âdetlerin tatbik edildiğini, kadının “Allah” tarafından değil, erkek akrabaları tarafından ezildiğinin görüleceğini belirtiyor.

Eylül ayında İran’ın Kum şehrindeki Fatıma Ma’sûme (12 imamdan 8. si olan İmam Ali Rıza’nın kız kardeşi) türbesini ziyaret eden Lauren, burada daha önce tatmadığı manevî bir huzurun kendisini sardığını hissetmiş. Batının sunduğu İslâm imajından farklı bir görüntüyle karşılaşan Lauren, abdest alıp huzur içinde namaz kılan insanlardan çok etkilenmiş. Lauren “Müslümanların namazı, Rahman ve Rahim olan Allah adıyla başlayıp, Allah’ın selâm ve bereketi üzeriniz olsunla bitiyor” diyor. Allah demekten çok hoşnut olan Lauren, son bir yıldır yapmış olduğu duâlarda “Sevgili Rabbim!” diyeceğine, “Sevgili Allahım!” diyormuş.

Lauren’e göre namaz, mutluluktan ürpermek, tatlı bir uyum içinde süzülüp, güven duygusuyla diz çöküp Allah’a teslim olmak imiş.

Âlimler tarafından kendisine verilen tavsiye üzerine, İslâm hakkında daha fazla bilgi edinme konusunda acele etmeyip, bu işi sindire sindire yapacağını söyleyen Lauren, Kur’ân-ı Kerim okumaya çalıştığını, şimdiye kadar 200 sayfa okuduğunu söylüyor. Güne sabah 6’da namaz kılarak başlayan Lauren, öğlen ve akşam namazlarını da kılıyormuş. Namazları 3 vakit kılması ve İran’da Müslüman olması yüzünden “Şiî misin?” diye kendisine sorulan soruya “Hiçbir mezhebe bağlı değilim; sadece Müslümanım” diyor.

Lauren Booth İslâma girmekle, İslâm dininin, ekranlarda sunulanın aksine; umut, huzur ve sevgi dolu sihirli bir âlem olduğunu öğrenmiş. Batıda yaşamakta oldukları modern hayatın iddia ettiği, “maddiyat, tüketim, gayri-meşrû ilişki ve uyuşturucu insana hakikî mutluluğu verir” söyleminin ise koca bir yalan olduğunu keşfetmiş.

Son olarak şu bilgiyi de ekleyeyim: Filistin lehine yapmış olduğu çalışmaları yüzünden Filistin pasaportu sahibi olan Lauren Booth, şu sıralar Filistin hakkında bir tv program hazırlığı içinde. Tabiî, annesi Yahudi olan Lauren’in Filistin çalışmaları Siyonistleri harekete geçirmiş. Mazlûm Filistin halkının hakları için mücâdele eden herkesi düşman ilân ettikleri gibi, Lauren’i de Yahudi düşmanlığı yapmakla suçluyorlar.

http://www.guardian.co.uk/world/2010/nov/03/lauren-booth-conversion-to-islam

http://www.news.com.au/world/lauren-booth-explains-why-she-feel-in-love-with-islam/story-e6frfkyi-1225946002728

http://www.presstv.ir/detail/148483.html

10.11.2010

E-Posta: [email protected]@hotmail.com



Banu YAŞAR

Ev hanımı değil, evin hanımı olmak


A+ | A-

“Çocuğun okulundan ya da başka bir yerden ne zaman ki bir vesileyle ne iş yaptığımı sorsalar, ev hanımıyım demekten rahatsız oluyorum. Yüzüme aşağılayıcı bir ifadeyle baktıklarını hissediyorum. İşe yaramadığımı, bir mesleğim olmadığı için tüketici olarak görüldüğümü, çalışan hanımların daha özgür, özgüvenli ve değerli olduklarını düşünüyorum’’

Modernizm ve onun bir uzantısı olarak ortaya çıkan feminizm özellikle birçok kadını yaratılışının dışında yaşamaya ve olmaya zorladı. Hırçınca bir hak savaşının ortasında kalan kadınlar, hem ellerinden alındığına inandıkları özgürlüklerini geri almaya çalışırken, hem de kendi iç dünyalarındaki savaşa maruz kaldılar.

Birçok kavram değişime uğrayınca, yaşadığımız süreç de sorgulanır oldu. Özgür olmak çalışmakla, para kazanmakla eş tutulurken, evde olmak, ev hanımı olmak aşağılanır ve hor görülür oldu. Kendini ezdirmemek, hakkını savunmak dolduruşuna gelen birçok kadının evdeki huzuru da kaçtı. Narsizim çağında yaşıyor olmak ve hedonizmin hayatımızı yönlendirmesi sonucunda erkek ve kadının rolleri de değişti. Erkek evini geçindirme, rızkını kazanma sorumluluğunu tek başına yüklenmek istememeye başladı. En azından bu tip erkek yapısı giderek çoğaldı. Dışarıda çalışan kadının parası ve özgürlüğü var gibi görünse de, aslında mesaisi ikiye katlandı. Ben bunu da yapabilirim, başarabilirim diyen kadın için dışarı ve içeri hayatının bütün sorumlulukları üzerine kaldı. Bu durum onun fıtratının üstünde bir yük oluşturduğu için zamanla hırçınlaştı, öfkeli ve tahammülsüz oldu. İçten içe eşine öfke beslemeye, hayatını kolaylaştırmadığı için yüreğinde öfke büyütmeye başladı. Bu onun ince ve hassas yaratılışına birçok zararlar verdi. Kendine dönüp baktığında eski duygularıyla şimdiler arasında nice uçurumlar gördü…

Çok yoğun çalışan kadına dair toplumun ve ailenin beklentileri de azalmadı. Yine evinde de temiz bir kadın, iyi yemek pişiren bir aşçı, eğitimli bir anne, sabırlı, itaatkâr, becerikli ve güleryüzlü bir kadın olması beklendi. İlişki içinde var olmaya ve ilişkide onaylanmaya alışkın olarak büyütülen kadın, bu beklentileri gerçekleştirme ve yapabileceğini gösterme sürecine girdi. Hepsinin altından kalkabileceğini gösterirken, otuzlu yaşlarına geldiğinde kendini tükenmiş ve yorgun hissetmeye başladı.

Bir taraftan çalıştığı için çalışmayan kadınlar tarafından gıptayla bakılan, özenilen, diğer taraftan kendi iç dünyasında zorlanan, yorulan, savaşan ve suçluluk duyan bir kadın olarak iki farklı hayatın kahramanı olarak yaşamaya çalıştı.

Öbür tarafta eve kapatıldığını düşünen, özellikle de eşi tarafından şefkatli ve özenli davranılmayan kadın ise, kendini sürekli aynı şekilde dönen bir çarkın içinde hisseder oldu. Evdeki emeğine değer verilmeyip, kıymetsizleştirilip, aşağılandığında, bu durum kadının kendine dair algısını da olumsuz etkiledi. Çalışmadığı için değer görmediği, para kazanamadığı için bu şekilde adam yerine konmadığı yargısını geliştirdi.

İkisi de kadını tam anlamıyla mutlu etmiyorsa nedir o zaman doğrusu? Fıtratımıza en uygun yaşama biçimi hangisi? Kadını gerçekten yaratılışına uygun olarak yaşama imkânı sağlayacak, kendinden ve hayatından hoşnut kılacak, değer duygusunu pekiştirecek hayat biçimi nasıl olmalı?

Kadın duyguları ve farklı becerileri bir arada kullanabilecek bir yapıda yaratılmıştır. Aşırı yüklenilmesi kadar, aşırı boşlukta kalması da onun için sıkıntılı durumlar oluşturabilmektedir. Tam gün mesaili, ağır bir işte çalışmak (ki birçok kadın istemese de buna mecbur olarak çalışır) onun ruhunu yorar, duygularını incitir. Özellikle de şu zamana ait iş yerlerinde var olan ilişki şekilleri göz önüne alındığında, bu daha da vahim bir hal almaktadır.

Aşırı boş kalan, zamanını boşlukta ve gereksiz uğraşlarla harcayan kadınlarda ise, fıtrat nefis yönünde bozulma göstererek, kendi kendini mutsuz eden vesveseli bir yapı oluşturur. Ruhunu besleyecek, ona iyi gelecek beceriler kazanmak yerine, sahip olma arzusunun ağır bastığı, var oluşunu sahip olduklarına göre hesaplayan bir kişilik geliştirir. Bu durum ise, elindekileri hep az bulmaya, yetersiz görmeye, sürekli daha fazlasını arzu etmeye götürür. Elindekiler onun gözünde kıymetsizleşir. Hep daha fazlasını ister, diğerleriyle elindekileri kıyas etme ve karşılaştırma alışkanlığı ruh sağlığını bozar, depresyon ve kaygı bozuklukları gibi birçok hastalığa da yol açabilir.

Bu sonuçlara bakarak, keşke biz kadınların part-time çalışabileceğimiz işlerimiz olsa… Mesleklerimizi seçerken buna dair fırsatlar verilse…

Kendi evimizde ilgilenebileceğimiz, bizi Yaratan’ın hamurumuza koyduğu yetenekleri keşfederek yaşayabileceğimiz ilgi alanları oluşturabilsek… Günlük işlerimiz bitirdikten sonra yaptığımız, bizi mutlu eden, keyifli kılan işler yapabilsek... Toplumsal onaylanma, takdir edilme ve toplumun normlarına kendimizi adapte etme meylimizi bırakabilsek… Kendimizi geliştirirken çocuklarımızla oynayacak, onları yakından tanıyacak kadar zaman bulabilsek…

Kendimizi ev hanımı gibi değil de, evimizin hanımı gibi hissedebilsek keşke…

Her ne kadar bu her zaman elimizde olmasa da ve birçok kadın hâlâ uzun mesaili ağır işlerde çalışmak zorundaysa da, biz kendi bakış açımızı değiştirerek işe başlayabiliriz. En azından modernizmin kadına sunduğu ve dayattığı birçok konuda kendi fıtratımızı koruma yönünde kararlar alabiliriz. Hırslarımızın bizi hapsetmesine, hükmetmeye çalışmasına karşı durabiliriz.

Öncelikle, onaylanma, takdir edilme ve mükemmel olma iddialarımızın aslında bizi ne kadar yorduğunu ve yıprattığını fark ederek işe başlayabiliriz.

Öncelikle kendimizi tanıyarak ve keşfederek yolumuzda ufak tefek de olsa değişiklikler yapabiliriz. Kendimize nefes alma zamanları, ruhumuzu dinlendirme anları ayarlayabiliriz. Yapmaktan zevk aldığımız, ruhumuza iyi gelen uğraşılar bulabiliriz. Bunlara ayırdığımız kısa zamanlar bile bizi besleyecek, yorgunluğumuzu alacaktır. Dünyamıza aldığımız, günlük hayatımıza ve ruhumuza faydası olmayan fazlalıklara hayır diyerek işe başlayabiliriz. Birçok kere güzel bir hayır diyememek yüzünden yaşadığımız birçok zamanın boşaltılmasıyla bile, kendimize nefes alabileceğimiz zamanlar ayarlayabiliriz diye düşünüyorum.

Ev hanımı olma durumundan, evimizin hanımı olma mertebesine kendimizi yine kendi elimizden tutarak kendimiz çıkarabiliriz.

10.11.2010

E-Posta: [email protected]



Saliha FERŞADOĞLU

Duânın kuşatıcılığı


A+ | A-

8 Şevval, Hicretin 19. senesi, Şam

Vakit epeyce ilerledi. Gece, karanlık elbisesini kuşanıp yavaşça üstümüze uzandı. Pencereden bakıyorum; yıldızlar ipil ipil yağıyor, Ay parıldıyor. Gökyüzüne efsunlu bir manzara hâkim. Ya yeryüzünde… Titrek kandil ışığının aydınlattığı evler yıldızlara benziyor. Kim bilir her biri koynunda ne hikâyeler saklıyor.

Onlar da benim gibi yalnızlıklarını paylaşır mı evdeki tabure ve minderleriyle? Hiçbir gediği olmayan duvarlara bakıp konuşurlar mı? Yahut kalabalıklar içerisinde yalnız kalmaktan mı dert yanarlar?

Mescid-i Nebevideki günler çıkıp geliyor ansızın aklıma. Ne mübarek günler, gecelerdi… Sırf Rabbimizin rızası için çalışıp didinen, Hz. Peygamberin (asm) ağzından ne çıksa zihnine nakşeden, onun bir dediğini iki etmeyen suffa ehli nerelere dağılmıştır Allah bilir! Belki bazıları evlenip çoluk çocuğa karışmıştır. Bazısı benim gibi seyyah olup yollara düşmüştür; gönül ateşini dindirmek için soğuk su arıyordur, kalbindeki korkuyu gidermek için gece gündüz Rabbine yalvarıyordur.

Her gece yatmadan evvel Rabbim’e halimi arz ediyor, böylece sükûna eriyor, huzur dolu iklimlere varıyorum.

Allah’ım! Senden iffet ve dünya, dinim, aile efradım ve malım hakkında afiyet istiyorum. Allah’ım, eksiklerimi ört, korkumu emniyete çevir. Önümden, arkamdan, sağımdan, solumdan, üstümden gelecek günah ve felâketlere karşı beni muhafaza eyle. Alt tarafımdan farkında olmayarak helâkete götürülmekten sana sığınırım.1

Böyle öğrendim Güllerin Efendisinden (asm). Sıkıntımı, neşemi, korkumu, telâşımı Rabbim’e bildirmemi ve O’ndan yardım dilememi tembihlerdi bana sık sık. Daha nice duâya dururduk beraber ezan okunurken, yağmur yağarken, gök gürlerken...

Allah’ım! Seni, hamdınla tenzih ederim. Senden başka ilah yoktur. Günahım için affını dilerim, rahmetini talep ederim. Allah’ım ilmimi arttır, bana hidayet verdikten sonra kalbimi saptırma. Katından bana rahmet lütfet. Sen lütfedenlerin en cömerdisin”.2

Hiç unutmam bir gün mescitte, Rasulullah’ın çevresinde halkalanmış, sohbetini dinliyorduk. O zamana kadar kendisinden hiç işitmediğim bir duâ duydum.

“Ey kalpleri çeviren Allah’ım! Kalbimi dinin üzerine sabit kıl!”

Hz. Peygamber’in (asm) bu duâsı ilgimi çekmişti. O ki, ismet sıfatının sahibiydi. O ki, cennetle müjdelenmişti. O ki, Allah’ın sevgilisiydi. O ki, âlemlerin yaratılma sebebiydi. Merakımı yenemeyip sordum.

“Ey Allah'ın Resulü! Biz sana ve senin getirdiklerine inandık. Sen bizim hakkımızda korkuyor musun?”

“Evet! Kalpler, Rahman’ın iki parmağı arasındadır. Onları istediği gibi çevirir.”3

İşte o gün bugündür, hiçbir şeyin garanti olmadığı bilinciyle, korku ve ümit arasında yaşarım. Son nefesimi Müslüman olarak vermeyi arzular, bu küçük dileğimi duâlarımın arasına katarım.

Dipnotlar:

1- Bezzar’dan. 2- Kütüb-i Sitte, 1824. 3- Tirmizi, Kader: 7.

10.11.2010

E-Posta: [email protected]



Abdil YILDIRIM

Zamanı namaza göre tanzim etmek


A+ | A-

Ezan sesleriyle açılan gonca,

Nergizdir, lâledir, sümbüldür namaz.

Hayatın süsüdür ömür boyunca,

Mi’raç’tan yollanan bir güldür namaz.

A.Y.

Zaman ve namaz. Birisi insanın en büyük sermayesi, ötekisi ise bu sermaye ile yapılacak en kârlı bir ticaret ve kazançtır. Akıllı tüccar sermayesini en iyi şekilde kullanan tüccar olduğu gibi, akıllı Müslüman da zamanını namaza göre tanzim ederek en güzel şekilde değerlendiren insandır. Dünya işleri için dakik programlar yaparak bunları uygularken, namaz gibi en önemli bir işi ihmal etmek, cam parçalarını elmasa tercih etmek kadar ahmakâne bir davranış olacaktır.

Paramızı harcarken mümkün olduğu kadar israf etmemeye çalışırız. Alış verişlerimizi ihtiyaçlarımızın önceliklerine göre ayarlarız. Zarurî ihtiyaçlarımıza öncelik tanır, diğer ihtiyaçlarımız için de bütçemize göre harcama yaparız. Vakit nakittir dediğimize göre, vaktimizi sarf ederken de aynı hassasiyeti göstermek zorundayız. Ama her nedense vaktimiz söz konusu olduğunda önemli işlerimizi ve önceliklerimizi pek dikkate almıyoruz. Aylık veya günlük aile bütçesi hazırladığımız gibi, bir zaman bütçesi, yani hangi işe ne zaman ve ne kadar vakit ayıracağımıza dair bir çizelge yapmayı pek düşünmüyoruz. Halbuki, vakit israfı nakit israfından çok daha kötü ve zararlı bir alışkanlıktır. Bu israf, namazı ihmal boyutuna ulaşmışsa, insan iflas etmiş demektir.

Peygamber Efendimiz (asm) “Namaz dinin direğidir” buyuruyorlar. Dinimizin direği namaz olduğuna göre, namazı günlük hayatımızın merkezine yerleştirmek durumundayız. Günlük işlerimizin planını yaparken, önce namazı nazara alarak zamanımızı tanzim etmeliyiz. Yoksa dünya işlerinin yoğunluğu arasında namaz vaktinin geçip gittiğini görürüz. Ondan sonra da “Neyse, akşam kazasını kılarız” diyerek teselli bulmaya çalışırız. Halbuki, “Ya biz o namazı kaza edemeden başka bir kazaya kurban gidersek, o zaman ne olacak” diye düşünmek zorundayız.

Bugün insanlar dünyaya öyle sıkı sarılmışlar ki, dünya işleri için bir günlük zaman dilimi yetmez olmuş. Ehl-i dünya, hep günlerin kısalığından ve zamanın darlığından şikâyet ediyor. Ailesine ve dostlarına ayıracak zaman bulamıyorlar. Bayramlarda bile sıla-yı rahmi ihmal ediyorlar.

Ehl-i iman için de durum pek farklı görünmüyor. Herhangi bir iş yerinde ücretli olarak çalışanlar, patronundan veya şefinden çekindiği için namazı zamanında kılamadıklarını söyleyenlere çok rastlıyoruz. Bir de “Ne yapalım, emir kuluyuz” diyerek özür beyan edenler var ki, özürleri kabahatlerinden büyük. “Emir kuluyuz” diyerek rızıklarının kesileceği endişesi ile namazını ihmal edenler, “Allah’ın kuluyuz” diyerek kula kul olunmayacağının farkına varsalar, böyle bir endişe taşımazlardı.

İşçi sendikaları belli dönemlerde işverenle sözleşmeye oturur. Burada işçilerin ücretlerinden özlü haklarına kadar her talep dile getirilir. Çalışma süreleri, istirahat saatleri ve çay molası gibi haklar için çok sıkı pazarlıklar yapılır. Ama hiçbir toplu sözleşmede “namaz saati” gibi bir talep dile getirilmez. Yani çalışanların bir bardak çay içmesi için sıkı pazarlıklar yapılırken, namaz kılınabilmesi için beş on dakikalık bir zaman tanınması talep edilmez. Hoş, talep edilse bile ne kadar dikkate alınır, o ayrı mesele. Burada önemli olan, ihtiyaçların önem ve önceliğinin doğru tesbit edilerek hak talep edilmesi.

Bediüzzaman Hazretleri, “Kâinatta en yüksek hakikat, imandır. İmandan sonra namazdır” diyor. İmandan sonra en büyük hakikat namaz olduğuna göre, namazı hayatımızın merkezine almak durumundayız. Böyle yaparsak, günlük işlerimizi ve randevularımızı ona göre ayarlarız. Çünkü namaz vakitlerinde Rabbimizle randevumuz vardır. Hiçbir dünyevî iş randevusu bundan daha önemli değildir.

Misafirliğe giderken veya misafir kabul ederken, namaz saatlerini dikkate almamız gerekir. Zira o saatte Cenâb-ı Hakk’ın misafiri olarak Mi’rac gibi bir makama dâvetliyizdir. Başka hiçbir makam Mi’rac’dan üstün olmadığı gibi, hiçbir dostun hatırı da Allah’ın hatırından yüksek değildir.

Birisi ile önemli bir görüşme yapacaksak, namaz saatinden önce veya sonra olmasına dikkat etmeliyiz. Birisine telefon açarken bile, namaz vakti olup olmadığına bakmamız gerekir.

Kısacası günlük ajandamızı tanzim ederken, namazı hep öncelikli vazife olarak not etmeliyiz. İşte o zaman her işimiz düzenli, her ticaretimiz kârlı olacaktır.

10.11.2010

E-Posta: [email protected]



Sami CEBECİ

Bir avuç havadaki mu'cize


A+ | A-

Yeryüzünü insanlar için şirin bir misafirhane olarak yaratan ve her şeyi insanın emrine boyun eğdiren Cenâb-ı Hak, sayısız nimetleriyle insana ne kadar değer verdiğini gösteriyor. Kendisini tanıttırmak, bildirmek ve sevdirmek isteyen Allah (cc), insanlardan da iman ve ibâdetle Kendisini sevdiğini ve Kendisine itaat ettiğini göstermesini istiyor. Rububiyet ve ubudiyet daireleri bunu gerektiriyor.

Kâinatı nihayetsiz maksat ve gayelerle yaratan Yüce Kudret’in bu kâinattaki icraatı kanunlar perdesi arkasındandır. Âdetullah veya sünnetullah olarak ifâde edilen bu kanunlar, Allah’ın fıtrî şeriat kanunlarıdır. Maalesef, son iki yüz yıldır fen ve felsefeden gelen dehşetli bir dalâlet cereyanı tarafından tabiat veya doğa kanunları denilerek, Allah ile bağlantısı koparılmıştır. Her şeyin tabiî ve tesâdüfî olaylar sonucu oluştuğunu kabul eden bu zihniyet, insanlık âleminde nice fertleri tabiatperest ve dinsiz yapmıştır. Böylece onların hem dünya, hem de âhiret saadetlerini mahvetmiştir.

Allah’ın sonsuz ilim, irâde ve kudretiyle gerçekleşen mu'cize kanunlara fennî bir nam takan ve o mu'cizeyi basitleştirerek nazardan düşüren bu zihniyet sahipleri, kâinata kendi zatı için baktırıp, hâşâ “Yaratıcısı yok” demeye getirir. Bu sûretle ülfet, ünsiyet ve yeknesaklık perdelerinin altındaki harika ve mu'cize hakikatleri nazarlardan gizlemeye çalışır.

Atmosferin tabakaları olarak sayılan ve troposfer, stratosfer, mezosfer, termosfer ve en sondaki ekzosfere kadar uzanan ve yerden yetmiş kilometre yukarılardan başlayıp, dış atmosfere kadar kuşatan bir iyonosfer tabakası vardır. Manyetik ve elektrik okyanusunu andıran bu tabaka, telsiz, mobil telefon, radar, televizyon ve radyo yayınlarının çok geniş alanlarda iletilmesinde vazife görür. Allah’ın büyük bir nimeti olan bu elektrik okyanusuna fennî bir nam takarak, harika mu'cizeleri nazardan saklamak mümkün değildir.

Şimdi elimde avuç içi kadar küçücük bir radyo var. Düğmeyi çevirdikçe, yüzlerce istasyondan muhtelif dillerde yapılan yayınları veya müzik seslerini duyabiliyorum. Demek, atmosfere yayılan ve muhtelif dalga boylarındaki bütün sesler, bu bir avuç kadar radyo içindeki havada da var. Âdetâ, atmosferin tamamında var olan her yayın dalgası, bu bir avuç havada bulunuyor. Her birisine uygun alıcı olduğu takdirde, istasyonlardan yapılan sesli veya görüntülü yayınları dinleme ve izleme imkânı var. Bütün atmosferi bir avuç havada toplayıp hülâsa etmek, Allah’ın bir mu'cizesi değil de nedir?

Bediüzzaman Hazretleri bu mânâyı yakînen müşahede etmiş ki “Nur Âleminin Bir Anahtarı” adını verdiği eserinde dikkatimizi çekmiş: “Şimdi, radyo nâmı verdikleri ayn-ı hakikat ile sabit olmuş ki: İçinde hadsiz bir ilim ve hikmet ve irâde bulunan gayr-ı mütenâhî bir kudret-i ezeliyenin cilvesi, her zerre-i havaîde hâzır ve nâzırdır ki, hadsiz ayrı ayrı kelimeler her bir zerre-i havaînin küçücük kulağına girip, incecik dilinden çıktığı halde karışmıyor, bozulmuyor, şaşırmıyor.”

Havanın her bir atomunda var olan bütün telsiz, telefon, televizyon ve radyo gibi teknik cihazların titreşimleri mevcuttur. Bu kadar farklı dalga boylarının her bir atomda hiç karışmadan bir anda bulunması, dalgayla îzah edilecek bir durum değildir. Ehadiyet cilvesiyle her bir atoma tecellî eden sonsuz kudretin bir cilvesine ve Allah’ın harika bir mu'cizesine “Bu, işte böyle bir kanundur” deyip işin içinden sıyrılıp tabiat ve tesadüfe havale etmek dehşetli bir dalâlet ve ahmaklık örneğidir.

“Küre-i havayı bir konferans meydanı ve zemin yüzünü bir dershane ve bir mekteb-i irfan hükmüne getiren ve hadsiz nimetleri tazammun eden (içine alan) ve hadsiz şükürler ile mukabele etmek lâzımken; ve beşerin saadet-i ebediyesindeki ihsanat-ı İlâhiyenin muaccel bir numunesi; ve hiçbir şüpheyi bırakmayan ve doğrudan doğruya hazine-i rahmetten ihsan edilen bir hediye-i Rahmaniyeye ‘radyo’ nâmını takmakla, bu elektrik ve havanın temevvücâtı (dalgalanması) namını vermek ile, o yüz bin nimetlere küfran (nankörlük) perdesini çekmek, maddiyyunların ve ehl-i dalâletin hadsiz bir divanelikleridir ki, hadsiz bir cinayet olup, hadsiz bir azaba onları müstehak eder.” (Nur Âleminin Bir Anahtarı s. 29)

“Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız saymakla bitiremezsiniz.” (Nahl Sûresi: 18) Bu âyetin ferman ettiği gibi Allah’ın sayısız nimetlerine karşı şükretmeyip nankörlük etmek, elbette hadsiz bir azabı gerektirir. Onlara şükretmek ise, ancak iman edip, onun icâbı olan ibâdetle mukabele etmekle mümkün olur.

10.11.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Yeni payandalar


A+ | A-

Ergenekon operasyonlarında somutlaşıp siyaset ve medya gibi başka alanlara da yansıyan tasfiye süreci, eski usûl ve yöntemlerle sürdürülen Kemalizm bekçiliğinin artık devrini tamamlayıp miadını doldurduğunu son derece açık bir şekilde gözler önüne seriyor.

Türkiye’nin ve dünyanın geldiği nokta, klasik darbe ve dayatma yöntemlerine geçit vermiyor.

Bu değişimi görememekte veya uyum sağlayamamakta direnenler bir bir tasfiye ediliyor.

Gelinen aşamada, Kemalizmi ayakta tutup yaşatmayı amaçlayan müdahalelerin daha örtülü ve usturuplu bir şekilde yapıldığı gözleniyor.

27 Mayıs ve 12 Eylül’le 28 Şubat arasındaki en belirgin fark da burada kendisini gösteriyor.

Öncekilerde ordu darbe yaparak hükümeti devirir, Meclisi dağıtır ve idareye el koyarken, 28 Şubat sürece yayılan bir müdahaleyi başlattı.

Ama artık Türkiye onu da taşıyamıyor.

Bilhassa AB faktörü başta olmak üzere dış dinamikler ve bunların da etkisiyle içeride giderek güçlenen demokrasi bilinci, kimilerince bin yıl süreceği iddia edilen 28 Şubat’ı da iyice yıprattı.

Şimdi Kemalist cephe de, gönülsüz bir şekilde ve kerhen dahi olsa, mecburen demokrasiye uyum sağlama gerekliliğinin kaçınılmazlığını görüp kabul etme ve hazmetme noktasına geldi.

“Demokratik Atatürkçülük”ten dem vurulmaya başlanmasının altında yatan temel etken bu.

TSK’da eski zihniyette ısrarını sürdürenlerin “Ergenekon sopası”yla terbiye edilip etkisizleştirilmesi bu değişimin bir tezahürü olduğu gibi...

CHP’de kendisini partideki Kemalist çizginin temsilcisi olarak niteleyen Önder Sav’ın, en azından şu aşamada tasfiyesi ve parti söylemlerinde laiklik yerine sosyal hukuk devleti vurgusuna ağırlık veren Kılıçdaroğlu’nun öne çıkması da bu sürecin o cenahtaki yansımalarından biri.

Keza Emin Çölaşan, Bekir Coşkun ve Oktay Ekşi gibi “keskin Kemalist” kalemlerin, “merkez medya”daki etkin konumlarını kaybetmeleri de.

Madalyonun bir yüzünde bunlar var.

Diğer yüzünde ise, geleneksel, hararetli ve asıl savunucuları giderek güç kaybeden Kemalizmin, onunla hiçbir şekilde bağdaşmaması ve uzlaşmaması gereken başkalarınca sahiplenilmesi gibi çok garip bir durumla karşılaşıyoruz.

Bu “neo-Atatürkçüler”in başında AKP geliyor. Başbakan “Hedefimiz Atatürk ilke ve inkılâplarını toplumun ortak paydası haline getirmek” derken, bakanları ve parti sözcüleri her fırsatta “En hakikî Atatürkçü biziz” mesajı vermek için adeta yarışa girmiş durumda. “Atatürk yaşasaydı AKP’li olurdu” diyen partililer de cabası...

Millî Eğitim Şûrâsında söz alan AKP’ye yakın kimi STK temsilcileri, “Hiç kimse Atatürk’ü din karşıtı göstermesin” ültimatomları veriyorlar.

Yine AKP döneminde göreve getirilen Diyanet İşleri Başkanı, Çankaya resepsiyonuna katılmama gerekçesini dahi “Atatürk zamanında Diyanet’e verilen itibarın şimdi olmayışı” ile açıklarken, çok daha önemlisi, camilerde M. Kemal’i anlattırmak için uğraş vermeye devam ediyor.

Millî günlerin kutlandığı haftalardaki Cuma hutbelerinde, hattâ mübarek gecelerde okunan mevlidlerde metazori M. Kemal’e dua ettiriyor.

Ve bazı safdiller, başörtüsü yasağının kalkması taleplerinde, daha millî mücadele devam ediyorken hedeflerinden birini “tesettürü kaldırmak” olarak kaydettiren M. Kemal'i, sırf annesiyle—bir dönem—eşinin örtülü olmasından hareketle, referans ve dayanak gösteriyorlar.

Bütün bunlar, vaktiyle zor kullanarak hakim kılınmaya çabalanan, ama artık tümüyle çağdışı kalan bir ideolojinin, en önemli hedef ve engel olarak görüp tahribe çalıştığı din eksenindeki oluşumlarla ayakta tutulmak ve ömrünün uzatılmak istenmesi gibi bir tuhaflığı netice veriyor.

Metin Münir’in “Modernleşme planında dine yer vermeyen Atatürk’ün tutkalı tutmadı” (Milliyet, 23.9.10) tesbitiyle birlikte düşünüldüğünde, bu tuhaflık daha da katmerli bir hale geliyor.

10.11.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Namazda yanılma ve vesvese


A+ | A-

Ali Bey: “Sık olarak, kaçıncı rekâtta olduğunu unutan ve bunu vesvese yapan kişi ne yapmalıdır? Sizce bu konuda kesin çözüm nedir? Yanılmamak için ne yapılabilir?”

İster ibadet içinde, ister ibadet dışında olsun, hata kulun süsüdür. Hataları affetmek de Rabbimizin şanından ve sıfatlarındandır. Şeytan kendisi af yoluna başvurmadığı için, bizim de hatalardan sonra affedici bir Rabbimiz olduğunu hatırlamamızı istemez. Bizim namazımızın fesada gittiğini ve bozulduğunu telkin eder. Böylece vesveselerimizi arttırır ve namazdaki huzurumuzu bozar. Biz namazda; “Aman, hata yapmayayım”, “Eyvah! Namazım fesada gidecek!” dedikçe şeytana dayanılmaz bir fırsat vermiş oluruz. Vesvesemiz artar. Şüphe ve tereddüt çıkmazına düşeriz. Bu da ibadet hayatımıza zarar verir. Bizi ibadetten soğutur.

Keza, hata ve kusur bizim kulluğumuzun mührüdür. Allah’ın Ğafûr (Çok bağışlayan), Ğaffâr (Sürekli bağışlayan), Afüv (Affeden), Tevvab (Tevbeleri kabul eden) isimleri bizim hata yapmamızı gerekli kılarlar.1 Çünkü bu isimlerin şemsiyesini ancak hata yapınca üzerimizde hissederiz. Hatasız ve kusursuz olsak, Allah’ın bu güzel isimlerini bilemeyeceğiz, tanıyamayacağız, kavrayamayacağız. Esasen Allah’ın Hazret-i Âdem’i (as) yaratma tasarrufuna ve daha sonra Hazret-i Âdem’e (as) secde emrine karşı meleklerin, Allah’ın tasarrufuna itiraz edercesine, hata ile “Yeryüzünde fesat çıkarıp kan dökecek birisini mi yaratacaksın?”2 diye karşılık vermelerinin bir hikmeti de budur! Yani meleklere de Allah’ın affına sığınma kapısı açmaktır! Nitekim melekler bu kapıdan derhal Allah’ın affına sığınmışlar ve “Sübhâneke...”3 (=Seni her türlü noksandan, kusurdan ve batıl düşüncelerden tenzih ederiz. Bizi bağışla!) demişlerdir. Fakat şeytan kendisine sunulan bu tövbe kapısına sığınmamış, tövbeye yanaşmamış, af istememiş, azgınlaştıkça azgınlaşmıştır. Allah da melekleri affetmiş, şeytanı affetmemiştir. Böylece melekler Allah’ın af ve bağışlama tecellilerine sahip güzel isimlerini kavramışlardır!

Şimdi bizim, bu noktada şansımız daha çok! Adım başı hata yapıyoruz! Adım başı Allah’ın affedici ve bağışlayıcı olduğunu hatırlıyoruz, yaşıyoruz, kavrıyoruz, tanıyoruz! Allah’ı tanımaktan büyük nimet ve ihsan bulunabilir mi? Her hatada Allah’ı hatırlamak, her kusurda Allah’ı anmak, Allah’a dönmek ve Allah’a sığınmak ne büyük bir nimettir! Âdem Aleyhisselâm ile muhterem eşi hata yaptılar, fakat hiç vakit kaybetmeden, “Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik! Eğer Sen bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen biz elbette hüsrana düşenlerden oluruz!”4 diyerek Allah’a sığındılar. Allah’a tövbe ettiler. Allah da onların tövbelerini kabul etti.5 Yunus Aleyhisselâm bir hata eseri, öfkelenerek kavmini terk etti. Ardından kendisini balığın karnında buldu. Hata ettiğini anladı ve Allah’a sığınmaya, tövbe etmeye başladı: “Allah’ım! Senden başka ilah yoktur! Seni her türlü noksandan, kusurdan ve batıl düşüncelerden tenzih ederim. Beni bağışla! Ben kendime zulmedenlerden oldum!” dedi.6 Allah da duâsını kabul buyurdu ve onu içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtardı.7

Bütün bunları hatayı teşvik etmek için zikrediyor değilim! Hata yaptığımızda kendimizi hırpalamamak için yazıyorum. Çünkü vesvesenin zarar verici ısırmalarından uzak kalmamız gerekiyor. Hata yapınca her şeyin bittiğini düşünmememiz gerekiyor. Bilhassa kasıt taşımayan ibadet hatalarının, bizi riyadan uzaklaştırmak ve Allah’a sığındırmak gibi işlevleri bulunduğunu hatırlayıp, üzülmek ve korkmak yerine, sevinç ve şükür içinde biraz dikkat etmemizin yeterli olduğunu kavramamız gerekiyor. Her hatanın bir telâfisi vardır. Peygamber Efendimiz (asm) namaz hatası konusunda buyurmuştur ki: “Biriniz namazı dört rek’ât mi, yoksa üç rek’ât mi kıldığında şüpheye düşerse, içinden şüpheyi atsın ve kesin bildiğine göre (galip zannına göre) davranıp namazını tamamlasın. Selâm vermeden önce iki secde yapsın. Eğer beş kılmış ise, bu secdeler namazına şefaatçi olur. Eğer namazını tam kılmış ise, bu secdeler şeytanın uzaklaştırılmasına vesile olur.”8

Şu halde namaz esnasında kaç rekât kıldığımızı unuttuğumuzda; namaza ara vermeden düşünürüz, galip kanaatimize göre hareket ederiz. Galip kanaatimiz belirmemişse, azında bulunduğumuzu kabul ederiz. Buna göre namazımızı tamamlar, sonunda da sehiv secdesi yaparız. Meselâ dört rekâtlı bir namazda üçüncü rekâtta mı, dördüncü rekâtta mı olduğumuzu unutmuşsak, galip kanaatimiz de yoksa azında bulunduğumuzu, yani üçüncü rekâtta olduğumuzu kabul ederiz. Bu kabul üzerine namazı tamamlarız. Sonunda sehiv secdesi ile Allah’ın af ve merhametine sığınırız.

DUÂ

Ey Melik-i Rahîm! Mülk Senin. Bana emaneten verdiğin mülkte beni şâkir kıl! Hamd Senin. Hayatımda ve ölümümde beni hamdedenlerden eyle! Havl Senin. Zorlandığım yerde bana sabır ver! Kuvvet Senin. Unuttuğum zaman beni affeyle! Kibriya Senin. Yanıldığım zaman beni bağışla! Kemâl Senin. Noksanlığım ve kusurum olduğunda beni muâheze etme! Âmin!

Dipnotlar:

1- Lem’alar.

2- Bakara Sûresi: 30.

3- Bakara Sûresi: 32.

4- A’râf Sûresi: 23.

5- Bakara Sûresi: 37.

6- Enbiyâ Sûresi: 87.

7- Enbiyâ Sûresi: 88.

8- Buhârî, Sehv, 6, 7.

10.11.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Sohbetlerde fıkra


A+ | A-

En rahat ve kolay iletişim kurabilmenin yollarından birisi de hiç şüphesiz mizâhtır. Fıkra da, mizahın bir dalıdır. Onun iletişimdeki katkısı inkâr edilmez.

Fıkra anlatmak ve dinlemekten de, genelde büyük zevk alırız. Bunun sebebi, fıkranın;

- Zihinleri uyandırması,

- Dağılan düşünceleri toplaması,

- Dikkatleri mevzua çekmesi,

- Konunun daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunması,

- Dimağımızı dinlendirirken, kıvrak bir zekâya sahip olmamıza da yardımcı olmasıdır.

Fıkra, bir dürbün gibi uzak hadiseleri yaklaştırır.

Mevzuyla ilgili fıkraların da zihni açtığı ve ağır gelen ilmî hakikatleri avâma, yani halka sevdirdiği de tecrübe edilmiş bir olgudur.

Fıkranın yanında nükteler, atasözleri, kelâm-ı kibarlar da anlatılanların kalıcı olmasına hizmet eder.

İslâm tarihi boyunca, Müslüman Arap ve sâir milletlerin edip ve şairlerinin nükteleri, fıkraları İslâm âlemine, Müslüman-Türk nüktedanlarından Nasreddin Hoca’nın fıkraları da, Avrupa’dan Çin’e kadar uzanıp yayılmıştır. Onların mizah anlayışı da bizi etkilemiştir şüphesiz.

Başka kültürlerin, medeniyetlerin fıkra ve nüktelerini de alırız. Çünkü, kültür, insanlığın ortak malıdır. Ancak, gayr-i meşrû, pespâye mizâha, fıkralara itirazımız var, vize veremeyiz.

Gayet tabiî ki, fıkra üslûbuna dikkat edildiği kadar yer, ortam, zaman ve zemin de önem arz eder.

Gaye, sırf eğlenmeye yönelik fıkralar anlatmak olmamalı; nezâket, nezâhet, zarâfet, toplumun ahlâk ve edep kurallarına uygun fıkralarla birlikte, ilmî hakikatleri, avâmın anlayış seviyesine uygun hâle getirmek olmalıdır.

Hedef, tebessüm ettirerek düşündürmektir.

***

Sadece “fıkra anlatırken” değil, konuşur veya yazarken, Bediüzzaman’ın Muhakemat’ta verdiği şu ölçüler de kulağımıza küpe olmalı:

“İhsan-ı İlâhîden fazla ihsan, ihsan değildir. Bir dane-i hakikat bir harman hayalâta müreccahtır (tercih edilir). İhsan-ı İlâhî ile tavsifte (Allah’ın verdiği kadar nitelemede) kanaat etmek farzdır. (...) Evet, hak müstağnîdir. Hakikat ise, zengindir. Tenvir-i kulûba (kalpleri aydınlatmaya) ziyaları (ışıkları) kâfidir. (...) Ve mantığın mizanıyla tartılmış olan tevarih-i sahihaya (sahih tarih kitaplarına) kanaat ederiz.” (s. 21)

10.11.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

'Devletin parasını yedi' iftirası


A+ | A-

Ermeni diasporası ile bombacı teröristlere methiye düzen şair Tevfik Fikret'in meşrebinde gidenler, Sultan II. Abdülhamid'e "Kızıl Sultan" damgasını vurdular... Bu, son derece âdi, seviyesiz, dahası kin ve husûmet yüklü bir yakıştırmaydı.

Evet, tamamıyla kin ve husûmet kaynaklı bir yakıştırmaydı; zira, bütün padişahlar arasında ender meziyetlere sahip bulunan Sultan Abdülhamid, bunu hiçbir şekilde hak etmiyor.

Öte yandan, ahlâken temiz, takvâlı, gayretli ve bir o kadar da "kudretli padişah" olduğu tarihin tasdikinde olan Sultan Abdülhamid'i hakkıyla anlamak, anlatmak, muhaliflerine, yahut muarızlarına cevap vermek için de, illa "Abdülhamid meddahlığı" yapmaya gerek yok.

Başkasına hiç hakaret etmeden ve hiç mübâlağaya kaçmadan o şahsiyeti olduğu gibi anlatmak yeterlidir ve doğru olanı da budur... Zira, hakikati tağyir eden mübâlağa hem ihtilâlcidir, hem de "zemm–i zımnî"dir. Yani, dengesizce ve ölçüsüzce bir şahsı olduğundan büyük göstermeye çalışmak, bir bakıma onu küçük düşürmektir.

İşte, bu vartaya düşenlerden bazıları, sırf "Abdülhamid meddahlığı" nâm–ı hesabına hareket ederek, Üstad Bediüzzaman gibi "terk–i dünya" edip bütün hayatını imâna hizmet ve Sünnet–i Seniyyeyi ihyâya adayan bir şahsiyete dahi fütursuzca kara çalmaya yeltenebiliyor.

İşte bakınız, hayatında hiç zekât ve sadaka kabul etmeyen, hediyeyi dahi mukabilsiz almayan, Sultan Abdülhamid'in iradesiyle verilen maaş ve "ihsân–ı şâhâne"yi reddeden, M. Kemal'in Çankaya'da köşk, yüksek maaş, mebusluk... gibi parlak tekliflerini dahi elinin tersiyle iten ve "Ben sevâd–ı âzama tabiyim" diyerek en fakir bir vatandaş gibi geçinip gitmeyi tercih eden Üstad Bediüzzaman gibi bir Kur'ân şâkirdi hakkında, dost yüzlü bir şahıs, kitabında aynen şunları yazmış: "...Daha sonra Sultan Reşad'la görüşen Said–i Nursî, ondan Van'da tesis etmek istediği medrese için yardım almış ve hayatının sonuna kadar bu para ile yaşamıştır."

Nasıl?.. Tüyler ürperten, vicdanları sızlatan bir iftira değil mi?

İlk okuduğumda, belki yanlış anlamış olabilirim diyerek, tekraren okudum.

Ama, maalesef ifade aynen öyle...

Dehşete kapıldım. Üstad Bediüzzaman hakkında "Bütün hayatı boyunca İslâmî gayret sahibi" ifadesini de kullanan dost yüzlü bir insan, böylesine şeni', böylesine ağır ithamlı bir ifadeyi nasıl sarf edebilir diye, hayretler içinde kaldım.

Böylesi bir isnadın nasıl bir insafsızlık, nasıl bir vicdansızlık eseri olduğuna bir türlü karar veremedim. Havsalam almadı.

Zira, şeytanın bile aklına gelmeyecek böylesi bir isnadı, şimdiye kadar Bediüzzaman'ın can ve imân düşmanları dahi ileri sürmediler. Mahkemelerde, sadece "Neyle geçiniyorsun?" diye sordular; lâkin "İktisat ve bereketle yaşıyorum" cevabını alınca da sustular.

Şimdi kalkmış birileri, Said Nursî'nin vücudunu ortadan kaldırmaya azmetmiş düşmanlarının dahi tevessül etmedikleri bir isnatta bulunuyor.

Acaba diyorum, bu ve benzeri şahıslar, gûyâ hürmet ettikleri Bediüzzaman Hazretlerinin otobiyografisi olan "Tarihçe–i Hayat" isimli eseri okumadılar mı?

Kezâ, onun kul hakkını yemeyen, Dârü'l–Hikmet âzalığı devresi hariç, devletten hiç maaş almayan, kut–u lâyemüt derecesindeki maişetinin bir kısmını bu paradan, bir kısmını da tâbettirdiği eserlerinin satışından temin ile hayatını idame ettiren fevkalâde muktesit bir şahsiyet olduğunu bilmiyorlar mı?

Herşey bir yana, o zamanki (1911) devlet/hükûmet tahsisatının (ödenek) nasıl bir sistemle, nasıl bir mevzuat ile yapıldığını da mı bilmiyorlar? En azından, böyle def'aten ve "Padişahın elinden, Bediüzzaman'ın eline teslim" şeklinde olmadığı ve olamayacağını da mı bilmiyorlar?

Yoksa bilerek mi bu tarz bir iftirada bulunuyorlar? Buna şimdilik ihtimal veremiyoruz. Ancak, bu konuda yine de söylenecek daha çok söz var. Lütfen takip ediniz.

(Devamı var)

Tarihin yorumu 10 Kasım 1924

Apar–topar C. Halk Partisi

Bugün kısa adı CHP olan "altı ok" simgeli parti, resmî tarih itibariyle 9 Eylül 1923'te kuruldu.

O tarihte, Cumhuriyet henüz ilân edilmemişti. Dolayısıyla, partinin isminde "C", yani "Cumhuriyet" tâbiri de henüz yoktu.

İlk ismi sadece "Halk Fırkası" olan bu parti, kuruluşundan bir yıl, bir ay sonra, yani 10 Kasım 1924'te Cumhuriyet Halk Fırkası ismini aldı... Halk Fırkasının önüne apar–topar "Cumhuriyet" tâbirini eklemenin sebebine gelince...

Başında Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Paşa, Refet Bele ve Adnan Adıvar’ın bulunduğu bir grup milletvekili, 9 Kasım günü Halk Fırkasından ayrıldılar.

Bu grubun yeni bir parti kuracağı ve parti isminde "Cumhuriyet" tâbirinin bulunacağı yönünde duyumlar alınınca, Halkçılar telâşa kapıldılar ve hemen ertesi gün isim değişikliği yapma cihetine gittiler.

Evet, Halk Partisinin (HF) "CHF"ye dönüşme tarihi, 10 Kasım 1924'tür.

Bu partiden ayrılan grup ise, çalışmalarını bir hafta sonra tamamladı ve 17 Kasım günü "Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası"nın (TCF) kuruluşunu resmen ilân etti.

Bu kez de, Halkçıları "Acaba partinin tüzüğünde neler var?" telâşı sardı.

Parti tüzüğünde "Cumhuriyet, demokrasi ve liberalizmin benimsendiği, ayrıca dinî inançlara saygılı olunacağı" şeklindeki ifadeleri gören Halkçılar, iyiden iyiye küplere bindiler ve bu partinin kuyusunu kazmanın yolunu tuttular.

Üç–dört ay sonra zuhur eden Şeyh Said Hadisesinin vebâlini de TCF'ye yükleyen Halkçılar, bu partiyi 3 Haziran 1925'de kapattırdılar ve mensuplarını bertaraf etme siyasetini güttüler.

Öyle ki, 1926'daki muhayyel "İzmir Sûikastı"ndan da sorumlu tutulan TCF mensupları, İstiklâl Mahkemesinin cenderesinden geçirilerek, muhalif siyaset tamamıyla susturulmuş oldu.

Tek parti zihniyeti, bu sultasını 14 Mayıs 1950'ye kadar devam ettirdi. Bu tarihten sonra ise, tek başına iktidar yüzünü bir daha göremedi.

10.11.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

Avrupa Konseyi dönem başkanlığı


A+ | A-

Bugün ülkemiz Avrupa Konseyi dönem başkanlığını devralıyor. Daha doğrusu Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi başkanlığını üstleniyor. Altı ay süre ile üye ülkelerin dışişleri bakanlarından oluşan komitenin başkanlığını yürütecek olan Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun yardımcılığını daimî temsilcimiz Büyükelçi Daryal Batıbay yapacak.

12 Eylül darbesi sonrasında üyeliğimizi askıya alan Avrupa Konseyi’nin dönem başkanlığının üstlenilmesi elbette ülkemizde demokrasi ve insan hakları konusundaki ilerlemeler açısından önemli bir sembol.

Peki Avrupa Konseyi gerçekten önemli bir kurum mu?

1949 yılında kurulan konseyin gerçek önemi, bir çok temel belgeyi çıkararak uluslar arası hukuka dayanak oluşturmasıdır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, İşkencenin Önlenmesi Sözleşmesi, Yerel Yönetimler Avrupa Şartı, Avrupa Kültür Sözleşmesi bunların başlıcaları arasında yer alıyor.

Ancak önemli bir kusuru var Avrupa Konseyi’nin. İnsan hakları ve hukukun üstünlüğü alanında, uluslar arası sözleşmeler hazırlayarak standart oluşturmasına karşın, bu sözleşmelere uyulmasını izleme ve destekleme açısından pek önemli bir katkıda bulunamadı. Bunda yaptırım gücünün yetersiz olmasının büyük önemi var.

Türkiye dönem başkanlığında ne yapacak?

Özellikle Seçkin Şahsiyetler Grubunun rolünün güçlendirilmesi, Avrupa Birliği’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine taraf olmasının sağlanması, konsey ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde planlanan reform çalışmalarının hızlandırılmasının Türkiye’nin hedefleri arasında yer aldığı belirtiliyor.

Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi başkanının da bir Türk milletvekili (Mevlüt Çavuşoğlu) olduğu dikkate alınırsa, konseyde altı ay süre ile Türkiye’nin etkisinin hissettirilmesi için bütün şartlar hazır durumda.

Bizce Türkiye’nin özellikle Rusya’daki insan hakları ihlâllerinin gündeme getirilmesini sağlaması, gözlemci İsrail’in Gazze ablukasına yönelik bir kamuoyu baskısı oluşturması, Avrupa’daki Türklerin siyasal katılımını arttırıcı tedbirlere öncülük etmesi yararlı olacaktır.

Avrupa’da hızla yayılan yabancı düşmanlığı ve etnik ayrımcılıkla mücadele bağlamında yeni bir “birlikte yaşama” ve “barış kültürü” inşası öncelikli hedef olmalı.

Avrupa Birliği’nden daha geniş bir coğrafyayı, kültürel, etnik ve dinî çeşitliliği içinde barındıran konseyin, barış içinde birlikte yaşamaya yapacağı katkılar, bu kurumu daha etkin bir organ haline getirebilir.

Dönem başkanlığının ülkemize hayırlı olmasını temenni ediyor, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun farklı kişiliğinin damgasını bu kuruma da vurmasını bekliyoruz.

10.11.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Ne hakla?


A+ | A-

Üniversitelerde ve ‘kamusal alan’da yıllardan beri devam eden kanunsuz başörtüsü yasağı, üniversiteler açısından kısmen sona erince tartışma başka noktaya kaydı. Bazı ilkokul öğrencilerinin başörtülü olarak okula gitmek istemesi üzerine her kademede itiraz sesleri yükselmeye başladı: Üniversitede tamam, ama ilkokulda olmaz!

Kemalist anlayışın yıllardan beri sürdürdüğü ‘beyin yıkama faaliyeti’ öyle tesir etmiş ki, “İlkokulda olmaz!” diyenler arasında mütedeyyin insanlar bile var. Onlara kısaca, “Niçin olmaz?” diye soralım ve verecekleri makul olmayan cevapları beklemeden tartışmanın seyrine bakalım.

En başta şunu ifade edelim: Hangi kademe ve hangi yaşta olursa olsun, başörtüsü meselesi ‘insan hakkı’ meselesi olmakla birlikte, temelde ‘inanç meselesi’dir. Dolayısı ile bu konuda görüş belirtme hakkı, öncelikli olarak bu konuda ihtisas sahibi olan ilâhiyatçılardadır.

Bakınız, Batı medeniyeti anlayışına göre kişiler “18 yaşında”n itibaren “adam” kabul eder. Peki, İslâma göre “sorumluluk yaşı” esnek değil midir? “Büluğa erilen yaş”la sorumluluk/mükellifiyet yaşı başlar. Bu sınır geçmiş asırlarda daha yüksek iken, asrımızda çeşitli sebeplerle daha erken yaşlarda “akıl-bâliğ” olunmakta ve dinen sorumluluk başlamaktadır. Meselâ, yakın zaman önce—affedersiniz—10 yaşındaki bir kız çocuğunun [10 yaşındaki Romanyalı kız] “anne” olduğu medyada yer almıştı. (Haber7.com, 03 Kasım 2010)

İslâma göre çocuklar zaten “İslâm fıtratı üzerine” doğar. Onlar akıl bâliğ olmadan önce de iyiliklere yönlendirilir ki, akıl bâliğ olduklarında İslâmı yaşayabilsinler. Yoksa, “Ne de olsa akıl bâliğ değil, dinen sorumlu değil; ne isterse yapabilir” denilir mi?

Başörtüsü hadisesine de böyle bakmak lâzım. Başta anneler olmak üzere, çevresinde tesettürlü akrabalarını gören kız çocukları da tabiîdir ki tesettürü tercih edebilir. Bunlara, “Siz daha çocuksunuz. Başörtüsü takamazsınız, siz bunu hür iradenizle tercih edemezsiniz” denilebilir mi?

Cumhurbaşkanının eşi Hayrünnisa Gül Hanımın Londra’da yaptığı açıklama bu bakımdan milyonları derinden yaralamıştır. “İlkokulda başörtüsüne karşıyım” (Taraf, 9 Kasım 2010), “İlköğretimde türban cehalettir” (Haber Türk, 9 Kasım 2010) gibi pek çok gazetede manşet ya da haber olan açıklamada şu bilgiler yer almış:

“İlkokul çağındaki bir çocuğun kendi isteğiyle başörtüsü takmasının söz konusu olamayacağını söyleyen First Lady Gül, ‘Bu konuda yaşanan bir cehalet varsa biz bunu da ortadan kaldıracağız’ dedi.” (Taraf, 9 Kasım 2010)

Birileri diyebilir ki, “Gazeteler tam yansıtmamış. Bayan Gül öyle demek istemedi, şöyle demek istedi, vs...” Ne olursa olsun bu beyan, gazetelerde bu şekilde yer aldığına ve şu ana kadar da aksi bir açıklama yapılmadığına göre “üniversite öncesi başını örten kız öğrencilerin” anne ve babalarını derinden üzmüş, kırmış ve hatta tahkir etmiştir. Bir kız babası olarak biz de bu sözlerden alındık!

Bayan Gül’e şunu hatırlatmak isteriz ki: Siz “İlkokul öğrencileri, velilerinin baskısıyla başlarını örtüyor” derseniz, yasakçılar da haydi haydi “Üniversitede okuyan kızlar, tarikatların zoruyla ya da burs için başlarını örtüyor” derler!

Bu hamur çok su götürecek. Kolay yol varken, niçin zor yolu deneriz: Bırakın isteyen örtsün, istemeyen örtmesin! Zorla örttürmeye karşı çıktığınız gibi, zorla açtırmaya da karşı çıkın!

Meselâ, Türkiye’den giden gurbetçilerin Almanya’daki ilkokullarda okuyan başörtülü kızları da anne babaları zorla mı örttürüyor? Alman yöneticiler bunu tesbit edip, o çocukları ailelerinden alamıyor mu? Almanya gibi yerde ilkokul öğrencileri başörtüsünü tercih edebiliyorsa, Türkiye gibi “Müslüman bir ülke”de niçin hür iradesiyle tercih ediyor olmasın?

Hangi kisve ile gelirse gelsin; Kemalist anlayışa, dayatmaya ve o anlayışın beyin yıkamasına itiraz ediyor ve etmeye devam edeceğiz İnşâallah.

10.11.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

İkazlar haklı çıkıyor…


A+ | A-

“Yeni Anayasa değişikleri” Yüce Divan yanıltmasıyla sadece 12 Eylül darbecilerini kurtarmakla kalmıyor; Ergenekon dâvâsının bel kemiğini oluşturan “darbe günlükleri” soruşturmasında da “darbeye ortam hazırlayanları” kurtarıyor!

Referandumda kabul edilen, “Genelkurmay Başkanı, Kara, Deniz ve Hava kuvvetleri komutanları ile Jandarma Genel Komutanının, görevleriyle ilgili suçlardan dolayı Yüce Divan’da yargılanmaları”na dair düzenlemenin çarpıklıkları bir bir tezâhür ediyor.

İstanbul Başsavcılığının Deniz Kuvvetleri eski Komutanı Özden Örnek’in “darbe günlükleri dosyası”nı “görevsizlik” kararıyla “Ergenekon dâvâsı” kapsamından çıkarıp Ankara’ya göndermesi, bu husustaki kırılmanın ilk yansıması…

Bu kırılmayla, Genelkurmay’ın bütün demokratik ülkelerdeki gibi Millî Savunma Bakanlığına bağlanması bir yana, cumhurbaşkanı, Meclis başkanı ve başbakanla aynı anayasal statüye kavuşturulan Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları, üst bürokratların üstüne geçirilip, Yargıtay Cumhuriyet başsavcının izniyle ancak Yüce Divan sıfatıyla Anayasa Mahkemesinde (AYM) yargılanabilmeleri imtiyazı kazandırılıyor.

Bu vaziyetle yargı, eski kuvvet komutanının ve buna bağlı olarak açılacak soruşturma ve dâvâların “darbe suçu” yerine “görev suçu” çarpıtmasıyla karşı karşıya. Bu çarpıtmayla özel yetkili Ergenekon savcılarından alınan “darbe günlükleri”, Yüce Divan’a “havale” ediliyor.

“DARBE GÜNLÜKLERİ”NDE

YÜCE DİVAN DARBESİ

Böylece “Ergenekon” savcılarının ifâdesiyle, “Ergenekon dâvâsının özünü oluşturan ‘darbeye ortam hazırlama” dosyaları, “Ayışığı”, “Yakamoz”, “Sarıkız” gibi “darbe plânları”nın yargılanması, büyük darbe alıyor. Sözkonusu “dâvâ”nın en önemli unsurlarından biri tahrip edilerek, iddiaların aydınlatılması imkânsız hale getiriliyor.

Diğer taraftan, YAŞ mağdurlarının daha nereye dâvâ açacaklarının belli olmadığını ve iktidar grubunca Askerî Yüksek İdâre Mahkemesi’ne (AYİM) bırakıldıklarını yazmıştık. Askerî Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanunu’nun aynen durduğu bir vasatta, bunun bir netice sağlayamayacağı, konunun uzmanı hukukçularca belirtilmekte.

Ne var ki referandum çarpıtmaları, en hararetli “evetçiler”in bile hayıflanıp şikâyet ettiği YAŞ haksızlığının sürmesi ve “Yüce Divan hüllesi”yle kalmıyor…

Meselâ, bolca propagandası yapılan, “memurların ve kamu görevlilerinin toplu sözleşme hakkı” yasaya bırakılmış. Lâkin “kamu çalışanlarının toplu sözleşmelerinde hükûmet değil, ‘Hakem Kurulu”unun karar verecek olması ve “grev hakkı”nın olmadığı “toplu sözleşme”de dahi uyuşmazlığın, tıpkı diğer kurullar ve komisyonlar gibi hükûmetin uhdesindeki bu “kurul”a verilmesi, Kurul kararlarının kesin ve toplu sözleşme hükmünde olması, kamu görevlilerinin yürütmeye karşı- şimdiye kadar kullandıkları- yargıya gitme haklarının kaldırılması, sendikaların toplu sözleşmelere itirazlarına mahkeme kapısının kapatılması; reklâm edilen “demokratik değişiklikler”den! Birden fazla sendika üyeliğinin toplu iş sözleşmelerindeki kargaşa da işin cabası…

Dahası, daha önce Danıştay’ın iptal ettiği AKP hükûmetinin İsrailli iş adamı Ofer’e verdiği “Galataport ihâlesi”yle “Telekom ihâlesi”nde olduğu gibi, sendikaların ve vatandaşların yerli-yabancı kamu özelleştirme ihâlelerine karşı yargıya başvurup dâvâ açma yolu kesiliyor.

Yine AYM’nin iki yıl sonrasına ertelediği “bireysel başvurular”ın, başta AYİM’den dönen YAŞ ve “düşünceyi ifâde” mağdurları ve olmak üzere, tükenen “iç hukuk”ta haklarını alamayan vatandaşların Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) müracaatlarının önüne ek bariyerler koyup geciktirmekte istimal edilmesi, kamuoyundan kaçırılan kırılmalardan…

YANILGILAR AÇIĞA ÇIKIYOR…

Keza TBMM Başkanlığına bağlı kurulması öngörülen Kamu Denetçiliği Kurumu “ombudsmanlığın”, idârenin işleyişiyle ilgili şikâyetleri incelemesinde, Meclis Dilekçe Komisyonu ve Etik Kurul gibi sistemin çarkları arasında etkisiz kalacağı; meselenin, medyada “başombudsman’ın kim olacağı?” magaziniyle saptırılacağı tesbiti, isâbet kaydetmekte.

Ve bütün bunlara ilâveten ekonomi ile ilgili düzenlemelerin de bir netice sağlayamayacağı, örneğin başta kulağa hoş gelen “idarî kararla yurt dışına çıkış yasaklarının âcil olarak kaldırılması”nın yaklaşık 300 bin vergi borcu mükellefi-kaçağı ve batık banka patronlarının kanundan kurtulmasına yaradığı ilk etapta anlaşılmakta.

Ayrıca, Anayasa hükmüyle idârî yargıya başvuru hakkının alınıp izne tabi tutulması, kamu ihâlelerine karşı vatandaşların yargıya gitme hakkının ellerinden alınması, demokratik denetimde geriye gidişin başında gelmekte…

Bir başka husus, 12 Eylül darbesinden bu yana son “değişiklikler”e dayanak gösterilen hukuk dışı keyfî uygulamalardan türeyen haksızlıklarla binlerce hâkim ve savcının âileleriyle uğradığı çeşitli mağduriyetlerin halen devam etmesi. Bu duruma dikkat çeken Demokrat Yargı Derneği, hükûmetin AB’ye taahhüd ettiği “Adalet Bakanlığı Stratejik Plânı ve Yargı Reformu Strateji ve Eylem Plânı”ndaki reformların gerçekleştirilmesinin önemini vurguluyor.

Ne var ki AB’nin bütün “ilerleme raporları”nda uyarmasına rağmen hükûmetin Meclis’e sunduğu Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) Kanunu tasarısında, Adalet Bakanı ve Müsteşarının etkili ve yetkili olarak Kurul’da bulundurulmasının yanı sıra, “HSYK ihraçları”na ilişkin mağduriyetlerin telâfisinde yasal altyapı açısından yetersiz…

Neticede gün geçtikçe yanılgılar açığa çıkıyor; demokratik sivil idâre ve hukukun üstünlüğüyle çelişen “değişiklikler”in önemli bir kısmı demokratikleşme ve özgürlüklerin kısıtlanmasında kullanılıyor. İkazlar haklı çıkıyor…

10.11.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  YENİ ASYA NEŞRİYAT

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.