Basından Seçmeler |
EVREN’İN SUÇU
12 Eylül darbecilerinin yargılanmasıyla ilgili ilk girişim Ankara Özel Yetkili Başsavcılığı’nın “görevsizlik” kararıyla mahkemeden döndü. Evren ve konsey üyelerine otuz yıldır dokunulamıyor. Dokunulmazlık, 1982 Anayasası’nın geçici 15. maddesinden kaynaklanıyordu. Anayasa sadece darbecilere değil, 1983 seçimleriyle yönetim sivillere devredilene dek askeri rejimin tasarruflarını uygulayanların tamamına “dokunulmazlık zırhı” giydirmişti. Cuntayı koruyan bu zırh, 12 Eylül 2010’da oylanan ve yüzde 58’le kabul edilen son anayasa değişikliğiyle yürürlükten kalktı. Kimilerine göre, “12 Eylül hesaplaşması” nostaljik bir çabaydı, “zamanaşımı” açılacak davaların önünde ciddi bir engeldi. Oysa ülkenin demokrasi tarihi kadar uzun darbeci geleneğiyle baş etmenin ve gelecekte akla düşebilecek girişimleri önlemenin yolu olarak, yargının da üzerine düşeni yapması gerekiyor. Darbeler sadece siyasal düzeni yıkmıyor, hukuk devletini de ortadan kaldırıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin de 1960’tan bu yana yaşanan onca darbeden sonra hiç olmazsa 12 Eylül’le hesaplaşması gerekiyor. Ankara’da Özel Yetkili Başsavcılık, “görevsizlik” kararında eski DGM’lerin devamı niteliğindeki bu mahkemelerin 1984’ten sonra işlenen suçlara bakmakla yükümlü olduğunu hatırlatmış. Bu durumda “başvuru adresi” değişecek. 12 Eylülcüler hakkında dava açılıp açılmayacağına ve yargılamanın nerede olacağına Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı karar verecekmiş. Yeni Anayasa’ya göre kuvvet komutanlarının Yüce Divan’da yargılanabilmesi olanağı Evren ve konsey üyeleri için de bir adres olabilir. Ancak orada da “görev suçu” tanımı var. Ergenekon davasında, 2003-2004’teki Sarıkız, Ay Işığı gibi darbe girişimlerinden suçlanan kuvvet komutanları hakkında da benzer bir tartışma sürüyor. Darbe yapmak, askerin görev alanına giriyor mu? Elbette böyle bir girişim savunulamaz. Tersine, “darbeye teşebbüs” suçtur! Ancak “başarılı” darbe girişimleri kendi hukukunu yaratıyor. Darbecilere kol kanat geren anayasacılar da, geçici 15. maddede olduğu gibi, “dokunulmazlık” formülü buluyorlar. Bir de ünlü 35. madde var. Silahlı Kuvvetler Yasası’nın 35. maddesi orduya, “Cumhuriyeti koruma kollama görevi veriyor.” Evren 12 Eylül’den sonra, darbenin meşruiyetini bu maddeye dayandıran açıklamalar yapmıştı. Darbe bir “görev” değil ama “görevdeyken” işlenen bir suç. Bu tartışmayı bitirmenin yolu yargıdan geçiyor. Referandum sonuçları, “darbecilerin yargılanması”na olanak tanıyor. Bundan sonrası hukukun işi. 1980 öncesi Türkiye ile aynı siyasal yazgıyı paylaşan Güney Amerika ülkelerinde bu dosyalar kapandı, Yunanistan, “albaylar cuntası”nı yargıladı. 30 yıllık gecikmeyle sıra bize geldi. Referandumda “12 Eylül’den hesap soracağız” diyen siyasiler, sözlerinin arkasında durmalılar.
Derya Sazak / Milliyet, 9.11.2010 |
10.11.2010 |
İlerleme Raporu rekoru bizde
AB Komisyonu 2010 Yılı Türkiye ilerleme Raporu bugün resmen açıklanıyor. Her zamanki gibi taslağı önceden basına sızdı, içeriği biliniyor, nihai metinde sürpriz beklenmiyor. Kıbrıs ve limanlar paragrafları da katılım müzakereleriyle irtibatlı herhangi bir yaptırım uyarısı içermiyor, Protokolü uygulamadığımızı tespitle yetinip suya sabuna dokunmuyor. 2010 Raporu AB Komisyonu’nun Türkiye hakkındaki tam on üçüncü raporu. 1997 AB Lüksemburg Zirvesi’nde alınan bir karar uyarınca Komisyon 1998 yılından beri aday ülkelerin AB üyeliği perspektifinde kaydettiği gelişmeleri bu ilerleme Raporlarında değerlendiriyor. O zamanki diğer aday ülkelerin hepsi üye oldu, yeni adaylar ortaya çıktı. Biz halen hakkında en çok İlerleme Raporu düzenlenen aday ülke olma rekorunu elimizde tutuyoruz. Son bir kaç yıla kadar bu raporlar merakla beklenir, basında geniş yorumlara, televizyonlarda hararetli tartışmalara konu olurdu. AB reformlarına ciddiyetle girişilmeden önce raporlardaki eleştiriler bir ölçüde hükümetler ama özellikle AB karşıtları tarafından külliyen reddedilir, AB içişlerimize karışmakla suçlanırdı. Raporlarda hep bize haksızlık yapılırdı. Hâlbuki Türkiye’de işkence sistematik değildi, olsa olsa bireysel vakalar vardı. İnsan hakları hiç mi hiç ihlal edilmezdi. İfade özgürlüğü tamdı. Avrupa kendine baksındı. Askerin siyasetteki etkisinin sorun yapılması kasıtlıydı. Amaç Türkiye’yi zayıflatmaktı. Zaten bizim özel koşullarımız vardı. Hele hele ‘Güneydoğu sorunundan’ bahsedilmesi AB’nin bizi bölmek isteğinin açık kanıtıydı. Daha sonraki yıllarda, reformlar hız kazandıkça ve öze’likle müzakereler başladıktan sonra, İlerleme Raporlarındaki eleştiriler daha soğukkanlılıkla karşılanmaya başlandı. Politikalarımız ve Ulusal Programlarımız üyelik için bir yol haritası niteliğini taşıyan bu raporlardaki değerlendirmelerle örtüştürülmeye çalışıldı. Ancak, son bir kaç yıldır AB cenahından esen olumsuz rüzgârlar ve Türkiye’deki heves ve irade kaybı nedeniyle AB’ye ilişkin her türlü konuya olduğu gibi İlerleme Raporlarına da ilgi azaldı. Nitekim, bu yılki rapor da AB konusunda Türkiye kamuoyunda giderek artan kayıtsızlıktan nasibini alacağa benziyor. Bu kayıtsızlığın galiba paradoksal bir nedeni daha var: Raporlarda asıl önem taşıyan Kopenhag siyasi kriterleri ve bu çerçevede demokrasi ve hukukun üstünlüğü ile insan hakları ve azınlıkların korunması konuları geniş ölçüde AB üyeliği motivasyonu sayesinde gündemimize girdi. Ama Türkiye bunları artık AB’yi referans almadan tartışabilecek düzeye ulaştı. Toplumda, AB üyeliği perspektifi olmasa da bu alanlarda ilerlemenin gerekliliği hakkında görüş birliği var. Artık 2010 Raporu’ndaki “demokrasi için sağlam bir temel oluşturacak yeni bir anayasa” çağrısına, yeni anayasanın daha geniş biçimde tartışılması uyarısına fazla gerek yok. Toplum bu hedefe kilitlenmiş zaten. Artık hükümetin Kürt açılımının eksik kaldığını, yeni çabalar gerektiğini, anti-terör yasasının bölgedeki insan hakları durumunun iyileşmesini sağlayacak şekilde değiştirilmesinin şart olduğunu, bölgedeki mayınların ve köy korucuları sisteminin oluşturduğu sorunu rapor olmadan da biliyor Türkiye kamuoyu. Kürtçe üzerindeki siyasi hayat, eğitim ve kamuyla ilişkilerde sürmekte olan kısıtlamalar AB Komisyonu uyarmadan da gündemde. Aynı şekilde, ifade ve basın özgürlüğü üzerindeki baskılar rapor olmadan da her gün eleştiriliyor. Yargı reformunun -bu arada yargıya ilişkin son Anayasa değişikliklerinin gerçekten yargı tarafsızlığı ve bağımsızlığı yönünde uygulanmasının- gerekliliği de benimsenmiş durumda. Ergenekon ve diğer davalarda tutukluluk sürelerinin ceza haline gelmesi medyada her gün yer alıyor. Savunma harcamalarının parlamento denetimi dışında kalmaya devam etmesinin sakıncalarına hep dikkat çekiliyor. Raporda yer alan hemen hemen bütün diğer konularda da benzer bir bilinç var. Bununla beraber, kamuoyunu fazla heyecanlandırmasa da, bilinmeyen hususlar içermese de, 2010 Raporu’ndaki ayrıntılı teşhisler hükümet ve tüm diğer siyaset ve sivil toplum aktörleri ile uygulayıcı bürokrasi için hâlâ değerli bir ‘yapılacaklar listesi’. Örneğin, hayal bu ya, CHP önümüzdeki seçimler için bu listeyi aynen seçim propaganda platformuna aktarsa iktidarı bayağı zorlayabilir. Ne var ki, bazı söylemlerine rağmen Kılıçdaroğlu’nun ‘yeni ve iyileştirilmiş’ CHP’sinden böyle bir mucize beklemek zor görünüyor. Yani kısacası toplumun değişim ve demokratikleşme arzusuna karşılık veren somut muhalefet işlevini -kendisi gözden düşse de- esasta AB yerine getirmeye devam edecek gibi.
Temel İskit / Taraf, 9.11.2010 |
10.11.2010 |